Kaşaba


 01 Ocak 2023



1
KAŞABA
(ÖYKÜ)
CENGİZ AYTMATOV’A
‘Çakallar arasında birinci olmaktansa kurtlar arasında sonuncu olmak daha iyidir.’
Cengiz han
Sabaha doğru, sert bir rüzgar kar tozunu döndürüyordu, sonra da onu sürükleyerek kendi bildiği yolda yuvarlanarak uzaklaşmıştı. Sanki bunu bekliyormuş gibi, gökten akarcasına bir sis indi ve yoğun bir tabaka halinde yeryüzüne yayıldı. İki gündür tüm bögeyi kaplamıştı ve dağılmaya niyeti yoktu: tam tersine daha da yoğunlaşmış ve daha da kalın tabaka haline gelmişti. Güneş ışınları soluk bir ışıkla bile olsa içinden sızamıyordu. Bu talihsiz, kasvetli sis en azından ne zaman seyrelecek ve sonunda bir ışık ortaya çıkacaktı? Belli değildi... Böyle Allah'ın belası bir günde, bir kurt için yiyecek aramaya dışarı çıkmak kolay bir şey değil, hatta yorucuydu. Hem açık bir günde bile, av büyük ölçüde şans meselesi olup sadece kurnazlık ve beceriklilikle bunu elde etmek mümkündü. Ve kendi sürüsünden ayrılmış yaşlı kurdun kaderi iç açıcı değildi. Bir kurtun kaderinde huzursuzluk ve değişkenlik hakimdir, çünkü hayatta kalma yasaları sert ve acımasızdır. Ve sürü için artık bir yükten ibaret olan yaşlı kurt Kaşaba, artık kendi sürüsü için hiçbir faydası yoktu ve bu nedenle artık onların aralarında yeri yoktu. Hayatta çok şey geçirip görmüş hayvan artık böyle düşünüyordu. Yalnızlıktan, tek başına avlanmaktan korkuyordu. Aç midesi, en azından küçük bir yaratık bulmak ve midesindeki solucanı susturmak için tüm bölgeyi – ovaları, tepeleri taramaya zorluyordu: Her ne kadar korkuyorsa da, bunu belli etmeden çaba gösteriyordu, ama yine de bir tür talihsizlikler peşini bırakmıyordu. Dolayısıyla şu anki umutsuz alacakaranlık iyiye alamet değildi. İki gün boyunca Kaşaba nemli sisin içinde körü körüne rastgele dolaşıp sert ardıç dallarına ve sık ağaç dallarına çarpıp durdu. Ve dayanılmaz açlık, içini bir ateş gibi yakmaya, ruhuna umutsuzluktan işkence etmeye başlamıştı. En azından ruhen biraz neşelenmek için, biraz güç toplayabilmek için ağzında bir lokma bir şeyler olsaydı... Yorgun kurt ovada, bir köşeye sinmiş yatıyordu. Başını ön ayaklarının arasına uzatmış bir şekilde ve hareketsiz halde yatıyordu. Yaşlı kurtun kafasında akışkan sis dalgaları gibi kasvetli, baskıcı düşünceler geçiyordu, gözleri kanla doluydu. Bir zamanlar bu iyi cins kurt, kendi hemcinslerini her yönden geri bırakan usta, cesur bir hayvandı. Kurbanını alt edene kadar geri adım atmaz, sakinleşmezdi. Sürünün lideri olarak, elbette, bolluk içinde, hoşnutluk içinde ve
2
karnı tok olarak yaşamıştı, liderliğin tüm olanaklarına sahipti. Tüm girişimlerinde korkusuzdu. Eğer bir gereksinim varsa, Ay’ı yıldızlı gökyüzünden elde etmeye hazırdı. Ve şimdi, kamışlarda bir şey kıpırdadığında açgözlülükle atlıyor, en küçük yaratığı bile çiğnemeden yutuyordu. Daha sık olarak, fare, tarla faresi ve eğer şanslıysa, uzun kulaklı bir tavşan ve şişman bir dağ sıçanı avlamakla yetiniyordu. Ama son iki gündür, hareketli, yorgun gözlerine en azından yenilebilir bir şey görünseydi! Midesindeki solucanı öldürür ve sazların arasında sessizce pusuya yatardı. Öyle tenha bir yer bulmak o kadar kolay da değildi. Sığınak bulmak için çakallarla rekabet etmek zorunda kalmıştı. Çakalın yüz çevirdiği yiyeceği bile yutmak için can atıyordu. Bu onun şu anki kaderi miydi? Eh, kaderinde böyle yazılmışsa, artık hiçbir şeyden çekinmiyor, iğrenme hissinin üstesinden geliyordu. Tek bir yabancı canlı Kaşaba'nın şu anki durumunu görmemeliydi. Çünkü eskiden, hayatının en iyi döneminde, tok olsa bile, merada ya da sürü peşinde koşturarak bir avı yakalamak için uğraşır dururdu. Bu nedenle insanlar her türlü laneti onun arkasından göndermişlerdi. Ve şimdi onun doyumsuz, gururlu açgözlülüğünden eser kalmamıştı. Ruhen çökmüştü, geriye sadece sessiz sedasız kaybolmak kalmıştı. Peki ne yapmalıydı? Hayatının sonlarında kurtun kaderi ağırdı.
***
Şiddetli bir soğuk yeryüzünü sarmıştı. Sert kanatlarla kırbaçlanan nemli rüzgar, onun üzerine esiyordu. Gözlerden uzak ininde kendi sıcaklığıyla ısınan, bir kuytuğa sığınan yaşlı kurt, gün gün, saat saat doğadan merhamet bekliyordu. Şimdi hayallerinin sınırında bir koyun ya da keçi vardı. Şansın ona gülümsediği zamanlar olmuştu hayatında: bazen, arada sırada iyi beslenmiş bir koyunu boynundan yakalar ve buna ilave olarak ayrıca bir keçiyi kış ağılından kaçırırdı. Zavallı kurtun kafasında onunla başa baş mücadele eden düşmanlarıyla cüretkar savaşların anıları belirmişti, ve ardından da sadece aç karnına zarar veren, saçma arzulara ve rüyalara dalmıştı.
Evet, gücünün ve ruhunun en yüksek düzeyde olduğu zamanlar olmuştu. Kurt korkusuzdu, vahşiydi, kurbanının kokusu, etinin kokusu ona ulaştığında, yırtıcı iç güdeleri harekete geçerek keskin dişleriyle sıcak eti nasıl yırttığını hissediyordu. Yere kaç tane çift tırnaklı küçükbaş hayvan indirmişti bu kurt! Becerisini ustaca, tutkuyla gösterirdi. Ve sadece bununla da kalmıyordu. İnsan kokusu alan diğer sivri dişli soydaşları kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırarak tüm güçleriyle kaçarlarken, o, bir zamanlar tek başına insana saldırmaya cesaret etmişti. Ve bu nedenle, korkunç kurt ilçede sadece vahşi hayvanlar tarafından değil, aynı zamanda insanlar tarafından da iyi biliniyordu. Herkese korku aşılamıştı, özellikle bahar öncesi dönemde - avcılar ve diğer canlılar için aç bir zaman - endişe ve sürekli endişe hissine neden olmaktaydı. Bazen Kaşaba uluyunca - ve çevredeki dünya donmuş gibi görünüyordu. Rahatsız edici bir sessizlik hüküm sürerdi. Tüm boşluğu dolduran bu uğursuz kurt uluması, kış kampının sakinlerini dehşete düşürürdü ve köpekler sanki bıçak sokulmuş gibi, yürek parçalayan havlamalara başlarlardı. Koyunlar
3
melemeye başlar, birbirlerine sokulurlardı. Yemeden, içmeden kesilmişlerdi zavallılar... Bir tehlike işareti olarak, Kaşaba'nın sesi tüm çevrede duyulurdu. O zamanlar böyleydi. Bu yaşlı kurt değişken bir kadere mahkumdu: kader ona bazen gülmüştü, bazen de ona acımasızdı. Yani çok ilginçti...
Uzun zaman önce, yeni doğmuş, gün ışığını daha yeni tanımaya başlayan ve dudaklarındaki anne sütü bile kurumaya vakit bulamayan ve bir çift kurtun yedi yavrusundan biri olan o, annesinin daha sütü kesilmeye fırsat bulamadan insanların eline düşmüştü. Hikayenin öncesi böyleydi. O geri dönüşü olmayan, unutulmaz zamanda, bu tepelik bölgedeki kurtlar, baskınlarıyla insanları huzurlarından ediyorlar, onları korku içinde bırakıyorlardı. Ve kış kamplarının öfkeli sakinleri, onları tamamen kızdıran vahşi yırtıcılara baskın düzenliyorlardı. Bu lanet olası kurtlar genellikle vahşi karakterlerini ortaya koyuyorlardı: birçok canlıyı öldürmekteydiler. Özellikle bir erkek ve bir dişiden oluşan bu kurt çifti cüretkarlıklarıyla diğerlerinden ayırt ediliyorlardı. İnsanlar onları hayvanları yakalama becerelerinden ötürü takdir ediyorlardı ve onlara layık oldukları lakapları takmışlardı: erkek kurta - Çontaman, yani Büyük Ayaklı ve dişi kurta ise - Okjetpes, yani Kurşun Geçirmez diye anıyorlardı. Koşma ve cesarette yorulmak bilmeyen bu iki hızlı ayaklı kurta, her dağ yamaçları, tüm zorlu geçitler, fırtınalı inatçı nehirler, saz çalılıklar, bataklıklar tanıdıktı. Bütün bölgeyi baştan aşağı tararlardı ve güçlü pençelerinin av bulmak için için ulaşamayacağı hiçbir köşe yoktu. Ve yüksek tepelerin surlarında ve derin çukurluk alanlarda kendilerini rahat hissediyorlardı ve baskınları görülmemiş derecede cesurcaydı. Kaç hayvan öldürmüşlerdi! Bazen bu kurt çifti öfkeye kapılırlardı: avlanırken, altmış kilometre boyunca yuvalarından uzaklaşırlardı. Av başarısız olsa ve aç kalsalar bile cesaretlerini kaybetmezdiler. Okjetpes yedi kurt yavrusu dünyaya getirdiğinde, artık ininden çok fazla uzağa gidemezdi. Ama yılmayan karakteriyle o, bir ya da iki gün içinde hemen yakınlarda dolanmaya ve yavruların ağzına taze yiyecek getirmeye başlamıştı bile. Ve sadece kendilerinin anlayabildiği sesler çıkaran kurt yavruları birbirleriyle yarışır ve anne kurdun sütle dolu meme uçlarını yakalamaya çalışırlardı. Ve çok geçmeden içlerinden daha çevik olanı, kanlı taze etin tadını hissederek annenin memesini terk etmişti. Yavrular birer birer sığınaktan çıkmaya başlamışlardı. Güneş ışınları minik gözlerini kör etse de kurt yavruları parlak ışığa alışmış ve etraflarındaki dünyayı ilgiyle keşfetmeye başlamışlardı. Bu güneşli mutlu dünyada kötülüğün gizlendiğini, dünyevi sakinlerin acımasız yasaları olduğunu henüz bilmiyorlardı. Yavrular yırtıcı kurtların soyundan geldiklerini, onların vahşi hayvan türü yaşamının acımasız olduğu bilinmiyorlardı. Daha sonra bu kurt yavrularından biri, ilçede halkın ona koyduğu Kaşaba lakabıyla tanınacaktı. Böylece, Kaşaba etin tadını daha yeni öğrenmeye başladığında, babası kurt Çontaman, sürü lideriydi ve sınırsız engebeli arazinin, tepelerin ve dağların yaşayanlarının bir efsanesiydi. Sırtı asla yere değmemişti ve soyundan hiçbiri ona karşı koymaya cesaret edememişti. Kiminle boğuşsa - onunla şiddetle boğuşmaya cesaret edeni öldürürdü – rakibine öyle bir
4
ders verebilirdi ki rakiplerinin tüm zorbalık arzusu ortadan kalkardı. Evet, Çontaman, tek başına bir öküzü devirebilecek güçte, zorlu, inatçı bir lider olarak ünlendi ve ayrıca dişi kurduyla sık sık kanlı saldırılar düzenledi. Ancak Çontaman'ın yalnızca kendisine özgü bir özelliği vardı: karşısına çıkan ilk kurbana saldırmazdı, önce zayıf ve yavaşlar için dişlerini kullanırdı. Bunu iki ayaklılar nereden bilebilirlerdi? Kurtlar tarafından telef edilen sığırların sayısı, onlar için yakıcı bir kayıptı. Bir gecede, bir yırtıcı sürüsü on veya daha fazla koyunu öldürebilirdi. Çontaman'ın iradesine kalsa, insan için böyle kara günlere sebeb olmazdı, ama görünüşe göre, Yaradan'ın iradesi böyleydi. Yırtıcının kaderinin önceden belirlenmiş olması. Bu durum, bu dünyanın çelişkileri ve çarpıklıklarındandır. Hayatın yaratılışından beri devam eden bir mücadele. Ve bunu Çontaman bile değiştiremezdi. Kurtun kendi gerçeği, insanın kendi gerçeği vardı...
Bir gün alışılmadık bir şey oldu. O günlerde öyle bir kar yağmıştı ki – bundan daha fazlası düşünülemezdi. Etraftaki her şey donmuştu. Ve Çontaman büyük ailesini doyurmaya koyulmuştu. Koku alma yetisine ve şansına güvenerek yiyecek aramak için yola koyuldu. Ve şansı ona gülümsemişti: Önünde bir vahşi yak ve onu takip eden, henüz güçlükle ayakta durabilen iki buzağı belirmişti. Çontaman, sırtını kamburlaştırarak yak'a nasıl koştuğunu ve keskin dişlerini ustaca onun kalın boynuna soktuğunu, sıcak kanın fışkırdığını ve ağzını doldurduğunu hemen hayal etti; Yak bitkin düşmüş ve ağzını karlara gömmüştü... En güzel şey: aç kurt yavruları ve onların kurt anneleri için yağlı ve besleyici yiyecek ortaya çıkmıştı! Ve yak eti mükemmel bir tada sahipti ve doyurucuydu. İşte onun için çizilmiş böyle bir gökkuşağı resmi. Ama bunlar sadece onun fantezileriydi...
Önemli olan sert göğüslü anneyi yıkmaktı, yavru buzağılar için endişelenmeye gerek yoktu, gözetimsiz bırakılmayacaklardı. İnsanlar onları bir süre sonra bulacaklar ve tepenin eteğindeki kışlık kampta bakacaklardı... Ancak mizaçları sert ve öfkeli olan Yak, onun hayal ettiği gibi kurta kolay yem olmayacaktı. İyi bir direniş gösterebiliyordu. Görünüşte şişman ve sakar gibidir, ancak kesinlikle kimseye boyun eğmez ve kendisi için ayağa kalkar, yırtıcı kurdun ağzına kolay lokma olmazdı. Yak yaklaşan kurtu görür görmez, yavrularını korumak için kendini korumak için siper etmek amacıyla kendini geriye çekti. Burun deliklerinden buhar fışkırıyordu. Devasa kafasına iki keskin hançer gibi yapışan boynuzlarındaki tüm koruyucu güçlü enerjiyi düşmanına karşı yoğunlaştırmıştı. Derin karda ön bacakları gergin, her an yerinden fırlamaya hazırdı. Kurt sadece birkaç adım ötedeydi. Yak dikkatli bakışlarını kurdun yanan gözlerinden ayırmıyordu. Bu yırtıcının amacı neydi? Her ikisi de bunu biliyordu: bir kurt tek başına, bir yak'la boy ölçüşemezdi. Sadece umutsuzca cesur bir hayvan yak'a saldırmaya cesaret edebilir ve aptalca düşünceler ve arzular bile kurtu dişlerini kalın uyluğuna sokmaya zorlayamazdı.
Ama sonra yak-annenin beyni şu düşünceyle delindi: ya kurt onun yavrularına saldırırsa?. Kurtun ise kendi düşünceleri vardı kafasında. Sanki anne yak’a
5
saldırmak istiyormuş gibi kuyruğunu arka ayaklarının arasına kıstırdı ve gözlerini buzağılardan ayırmadan korkutucu bir şekilde eğildi. Keskin bir şekilde zıplamayı ve dişlerini buzağının boynuna geçirmeyi başarırsa, kan fışkıracak ve küçük yak, biçilmiş bir ağaç gibi yere düşecekti. O zaman düşünün, işi bitirmiş olacaktı: bir parça koparıp oradan sıvışacaktı. Anne yak ağlayacak, yavrusunun yasını tutacak, kurta lanetler okuyacaktı. Sonra, kafa karışıklığı içinde bunlara dayanamayarak parçalanmış buzağını kendi üzerine kaldırarak ve diğer buzağını da yanına alarak - sevgili yavrularını götürecekti. Memesi ağrıyacak, meme uçlarından süt boşalacaktı. Ve anne yak dayanılmaz acılar içinde dolaşmaya devam edecekti. Bu onun alın yazısıydı. Her hayvan birileri için besindi. Böyle bir kader onlara yazılmışsa yapacak hiçbir şey yok. Bunun daha başka bir açıklaması yoktu... Kurt, anne yak’ı' arkasından yönlendirerek daha ileri gitmesini bekliyordu. Daha sonra işini yapacaktı. Oh, dana eti harika, yumuşacıktır. Kanı sıcak ve buharlıdır. Kurtun, içindeki şehvetli fanteziden salyaları akmıştı. Ama nedense anne yak ve yavruları oradan ayrılmamıştı. Ve hala belirsizlik hakimdi. İki hayvan, vahşi iki yaratık birbirlerine baktılar. Anne yak, her zamanki gibi vahşice gözlerini çevirip duruyordu, vücudundaki kalın kılların her biri hareket halindeydi ve bir süpürge gibi uzun kuyruğu şiddetle sallanıyordu. Anne yak, parıldayan kurt gözlerine keskin boynuzlarını saplamaya hazırdı. Aç, tecrübeli kurt ise, düşmanın içten içe gergin olduğunu hissetmişti. ‘Bırak endişelensin, korksun’ diye içten içe seviniyordu. ‘Bari buzağılarımı öldürmese’ diye endişeyle kalbi çarpıyordu anne yak’ın. Ama kurt, daha yumuşak bir tarzda, nereden hasıl olduysa hatta bir tür şefkatli asaletle bile şuna müsaade ediyordu: ‘Buradan çekip gidersen, buzağılarından uzak dursan daha iyi olur.’ Kurtun kendi yavruları gibi savunmasız buzağıları öldürürse, kurdun onuru ne olurdu? ‘Eğer anne yak’ı alaşağı edersem – zafer benim’ diye içinden geçirdi kurt sabırsız bir beklenti içinde. Her ikisinin gözlerinde sessiz, rahatsız edici bir diyalog vardı. ‘Kim kazanacak?’ diye soruyordu yak. Kurt, ‘Her şey Yaradan'ın elindedir" diye yanıtlar. ‘Göreceğiz. Bu eski bir yüzleşme,’ der yak. ‘Bu Yaradan'ın iradesidir. Tüm canlıları aynı, eşit güçte yaratmamış olması benim suçum değil... Anlayın, etinizi çok istiyorum. Kurtlarım aç. Kurtun kaderi atılgan, değişken, çünkü yiyecek bizim için yerden yetişmiyor’ der kurt. ‘Ya benim buzağılarım?’ diye sorar yak. Sessizlik olur.
‘Türümüzün kaderi böyle yazılmış’, diyerek hayvan dünyasının lanet olası düzenine karşı çıkan yak'ın yüreği acıyla büzülmüştü. ‘Kader böyle yazılmış’ der, sabırla bekleyen kurt bakışı. Çok eski zamanlardan beri, uzlaşmaz çelişki içinde olan iki varlık, şimdi Yaradan'ın iradesine teslim olmuştu. Her iki hayvanda da vahşi hırslar hüküm sürüyordu. İkisi de durmuş, delici bakışlarla birbirlerine bakıyorlardı.
Ve bir an yak başını buzağılara çevirdi. Ve hemen bir kertenkeleden daha hızlı sıçrayan kurt, dişlerini doğrudan onun boğazına geçirdi, ancak kalın yün tabakası nedeniyle dişler derine inemedi. Bir sonraki anda kurt, yak'ın sırtına dişlerini geçirdi
6
ve derisini yırttı. ‘Beni yaralayarak yavrularımı çiğnemeden yutmaya çalışıyorsun!’ Bu umutsuz düşünce, Yak'ın gücünü ikiye katlamıştı. Tüm vücudunu gererek, başını vahşice sallayarak kurdun dişlerini tekrar vücuduna geçirmesine izin vermedi. Ve büyük yak’ın boynunun altına dalan ve kendisini boynuzların arasında bulmamaya çalışan kurt, olağanüstü beceriklilik gösteriyordu. Beyninde, sanki kıvrımlarından çıkmış gibi, aç kurt yavrularının gözlerinin parıltısı belirmişti. Ne yapıp edip, yavrularını memnun etmek için yuvaya bir avla geri dönmeliydi. Kurdun yiyecek için ve yak'ın yavruların kurtuluşu için verdiği öfkeli mücadele artık yaşam için değil, ölüm içindi. Hararetli vücutlarından buharlar yükseliyordu. Yakınlarında, buzağılar karın derinliklerinde durmuş, neler olduğuna bakıyorlardı. Çılgın kavganın bir an önce bitmesini istiyorlardı ve tek arzuları anne sütünü doya doya içmekti, bu yüzden gözleri daha çok anne yak’ın dolgun memesine dikilmişti. Ve sonra yak, kurdu boynuzlarıyla yakalayarak onu kendi üzerinden attı, kurt karlara uçmuştu. Kurtun birden gözleri karardı. Yak' ın burun deliklerinden buhar çıkıyordu. Anne Yak, tipik bir yak gibi inatçıydı: başını öne alçaltıp, sonra tehditkar bir şekilde başını sallayarak kurtun üzerine atılmaya hazırdı. Ama... o bir an tereddüt etti.
Yak, dişli yırtıcıya saldırmaktan kaçındı. Artık onun tüm endişesi karınlarına kadar gelen karın içerisinde donmuş bir halde hareketsiz olarak duran ve annelerinden yardım bekleyen yavruları içindi. Ve kurnaz kurt, gücünü ölçmeye devam etmenin onun için çok pahalıya mal olacağını içten içe hissetmişti. Düşmanın gücünü kavramıştı. Tecrübeli ve akıllı kurt, bu dişi yak’ın son yavruları olduğunu fark etmişti. Dişi yak dokuz yaşını aşmıştı ve tüm gövdesi damarlarla kaplıydı. Geriye tek bir çare kalmıştı - yak'ı zayıf düşürmek: Kafası karışması için ona tekrar tekrar saldırmalı ve bir şekilde yaklaşıp boğazını yakalamalıydı... Görünen o ki, anne yak güç konusunda sınırdaydı, hem ayaklarında da derman kalmamıştı. Kurtun ağzından tehditkar bir hırlama çıkmıştı. Ve anne yak, düşmanın sinsi ve şiddetli öfkesini ancak şimdi fark etmiş ve bunu kendi vücudunda ürpertiyle hissetmekteydi. Rakibi dizginlenemez ve ısrarcıydı. Kurt ona tekrar yaklaştı. Ve yak ta ona karşı hazırlandı: kurtu bir bıçağın kenarı gibi keskin boynuzlarıyla kancalamak, başını kara gömmek ve kaburgalarını kıracak şekilde ezmeyi aklından geçirmişti. Aniden, uzaktan köpeklerin havlaması duyuldu. Bu Yak’ı biraz olsun rahatlatmıştı. Şimdi önemli olan, zayıflık göstermeden hayatta kalmak ve bir süre sonra da bir köpek sürüsü ile uzaktaki avcıların zamanında gelmesini beklemekti. O zaman şu yırtıcıya bakalım! Kimin kimi alt edeceğini görürüz! Kurtun kulakları da uzaktan insan bağrışlarını ve köpek havlamalarını algılamıştı. Endişelenmişti. Ancak onu şu anda korku değil, endişeli bir düşünce kafasını karıştırıyordu: Kurt yavruları bugün de mi aç kalacaklardı? Eğer Yaratan ona yemek için bir yak gönderdiyse, nasıl bundan vazgeçebilirdi, onu alt etmezdi? Bir hırlamayla dişlerini gösterdi ve sırtını kamburlaştırdı. Ön ayaklarıyla karı tırmıklayarak arka ayaklarını gerdi, böylece tüm gücünü yoğunlaştırdı, dişi yak’ın sırtına atıldı, koştu ve bir sıçrayışta anne yak’ın boynunu yakaladı. Kurdun dişleri, bir mızrağın ucu gibi, kurbanın etini çatırdatarak
7
deldi ve anında sıcak kanın fışkırdığını hissetti. Yırtıcı canlanmıştı: gözlerinin önünde mutlu yavruları belirdi. Onların karnını doyuracağından şüphesi yoktu. Bunu başaracaktı! Anne yak ise, kurtun dişlerini boynuna nasıl geçirdiğini hissetmemişti. Sadece kan fışkırdığında endişelenmeye başlamıştı. Heyecanla çırpındı. Başı dönüyordu. Bacaklar bükülmüştü. Tüm güçlü gövdesi titriyordu. Bu karmaşalık içinde etrafına bakınırken buzağılarını gördü. Ve bu ona güç verdi, moralini yükseltti, çünkü hayatın anlamı yavrularıydı. Aç bir avcı için yiyecek olmalarına izin veremezdi! Öfke, anne yak’ın gücünü on katına çıkarmıştı. Ölümcül düellodan haysiyetle çıkmalıydı. ‘Hem insanlar köpeklerle birlikte oraya zamanında varacaklardır’ diye düşünceler kafasında şimşek gibi çakmıştı. Bacaklarındaki titreme kayboldu, bir yerden güç geldi ve şiddetli bir silkelenmeyle sırtına yapışan kurtu üzerinden attı. Az daha sivri tırnaklarıyla kurtun böğrünü delecekti. Kurt istemsizce geri çekildi...
Anne yak, kendinden emin bir şekilde ayağa kalktı. Düelloya endişeyle izleyen yavruları şimdi sabırsızlıkla annelerinin memesine bakıyorlardı. Anne Yak ve baba-kurt, yavrularıyla iligili olarak aynı umutsuz düşüncelere sahipti: yak savunmasız buzağıları düşünmekte ve kurtun gözlerinin önünde inlerinden dışarıya yiyecek gelmesi için sabırsızlıkla bakan - yavruları ve dişi kurt vardı. Atların toynaklarının takırtısı, köpeklerin havlaması ve insanların sesleri gitgide daha belirgin bir şekilde duyulmaya başlamıştı. Zaman kurtun aleyhine işliyordu. Her anın kıymetini bilmeliydi. Belki de yavru buzağılara saldırmalıydı? Ama içgüdüsel bir ebeveyn duygusu onu bundan geri tutuyordu: Onlar da kendi yavruları gibi çok çaresiz, masumlardı. Ama sonuçta, kendi yavruları da onu avla beklemekteydiler! Kurt, aniden tepeden bir silah sesi çınladığında son saldırıya hazırlanıyordu. Tehlike çok yakındı. Ne yapmalıydı? Bir taraftan Yak eti, diğer taraftan başının üzerinde bekleyen ölüm. Hem mermi rüzgardan daha hızlıdır, onu amansız bir şekilde yakalayabilir. Ya sonra? Yavrular öksüz kalacak, dişi kurt onlarla yalnız kalacak... Ve günlerce aç kalacaklar. O, ebeveyn, hayatını ortaya koyabilecek mi? Riske girecek mi? Geri çekilmeyen kurt, dişi yak’a umutsuzca, kötü niyetli bir bakışla baktı. Ve yak gözleriyle kurta bir çağrıda bulunarak: ölüm seni yakalamadan, ruhunu almak için üzerine dörtnala koşarak gelmeden, buradan çekil git. Daha sonraları, Çontaman kaç kez yiyecek aramak için buraları dolaşmıştı, ama o yak ile bir daha hiç karşılaşmamıştı...
Okjetpes, dişi kurtların arasında en yırtıcı kurttu. Bir panter gibi, hızlı, kavrayıcıydı. Bir kasırga gibi koşar, elastik pençeleri yere zar zor dokunur. Ağızları köpüren çevik atlar onu tepelerde, oyukların yamaçlarında ve vadilerde defalarca kovalardılar. Kurnaz dişi kurt, her zamanki gibi hünerliydi: önce bir yöne, sonra diğer yöne kıvırırdı, bazen iz peşindekilerine yaklaşır, bazen de kovalamacadan uzaklaşır, kanatlanmış gibi koşardı. Atlılar uzun zamandır nefes nefese onun peşindeydiler. Kızgın, kanlı gözlerle, terden sırılsıklam olmuş bir halde, onu canlı
8
olarak ensesinden yakalama umuduyla dişi kurtun sürekli peşinden koştular. Onu defalarca vurabilirlerdi ama dişi kurtu bütün olarak, canlı bir şekilde ele geçirmek istiyorlardı. Ve bu sefer de onu takipe başlamışlardı. Dişi kurt kayalık nehir yatağı boyunca koşuyordu. Okjetpes'in koşuyu yavaşlatması ya da bir ok gibi koparak kovalamayı hızlandırmasının kendine has bir amacı vardı. Orada, nehrin kıyısında, sazlarla kaplı alanda, insan gözünden uzakta bir köşede, erkek kurt Çontaman, arka bacağından yaralanmış bir şekilde yatıyordu. Dişi kurt, arkasından bağırarak gelen heyecanlı atlıları oradan uzaklaştırmıştı. Açık alanda yalnızca ölüme mahkûm olan bir kurt koşarak geçer ve kendisini takip eden heyecanlı atlıları peşinden süreklerdi. Atlılar, Okjetpes'i derin bir oyuğa kadar kovaladılar.
Dişi kurt dik yokuşa koştuğunda atlar yavaşlamıştı. Yorgun takipçiler, dişi kurtun ardından sadece bir silahtan ateş etmek zorunda kaldılar. Ama ona tek kurşun bile isabet etmemişti. Bu ölümcül kurşunun nereye uçtuğu, nereye isabet ettiği belli değildi. Okjetpes ancak gece yarısına doğru yaralı Çontaman'ın saklandığı sazlıklara ulaşabilmişti. Kurşun sağ arka bacağını sıyırmıştı. Yaralı olmasına rağmen öfkeli insanlardan kaçması inanılmaz bir şanstı. Avcılar birkaç gün üst üste kurtu pusuya düşürmeye çalıştılar. Şanslıydılar, sonunda onu bulmuşlardı ama ne hikmetse birden onu ellerinden kaçırmışlardı. Onun işini hemen bitireceklerini, derisini yüzeceklerini düşündükleri sırasında onu burunlarının dibinden kaçırmışlardı. Takipçiler, tecrübeli kurtun hangi deliğe girdiğini anlayamadan şaşkına dönmüşlerdi. Bu gerçek bir kurtun marifeti olmalıydı! Bir ok gibi fırlar ve birkaç dakika içinde gözden kaybolurdu. Kovalamaca sırasında kaçan Yaratan’a dua eder, yetişen Allah'a ümid eder. Ancak genellikle çevik ve hızlı olan kazanır. Ay özellikle o gece çok parlak görünüyordu. Okjetpes, Çontaman'ın yarasındaki kanı diliyle özenle yaladı. Ve belli ki ona şifa için Okjetpes'in tükürüğünden daha iyi bir şey olmadığı görülüyordu. Arka bacağını uzatarak hızla ayağa kalktı. Okjetpes hemen onu desteklemek için sırtını ona yanaştırdı, ancak Çontaman bir işaretle, sanki, ben kendim yapabilirim, dedi. Görünüşe göre dişi kurtun tükürüğü gerçekten mucizevi bir güce sahipti, böylece öne doğru eğilen kurt birkaç adım atmayı başarmıştı. Yaralı ayağını sürüklemek zorunda kalmıştı, üzerine basamıyordu. Daha sonraki ilerleme gayretleri sanki onun geriye doğru hareket ediyormuş izlenimi veriyordu. Bunun nedeni, kurbanının üzerine atlamadan önce, tüm hayvani gücünü ve enerjisini arka ayaklarda yoğunlaştırmasındandı. Ve Çontaman'ın tüm gücü de keskin dişlerinde gizliydi. Yerden sıçramış ve altın bir kartal gibi havalanarak bıçak gibi keskin dişlerini kurbanın boynuna saplamıştı.
Yeni Ay, uykulu bir sessizlik içinde tepelik ovayı sütlü-gümüşi bir ışıkla aydınlatıyordu. Kurt ve dişi kurt yavaş ve dikkatli bir şekilde inlerine doğru yürüdüler. Sığınak buradan oldukça uzaktaydı. Gece yarısını çoktan geçmiş olmasına rağmen, kış kampının dumanı onlara uzaktan ulaşıyordu. Çontaman, Okjetpes'e, yavruların nasıl olduğunu, hayatta ve iyiler mi diye sorar gibi bir işaret
9
yaptı. Dişi kurt, her şey yolunda dercesine bir ses çıkardı. Yavrularına bir an önce kavuşmak için sabırsızlanıyordu. Bugün memesinde çok süt birikmişti. Mermi kendisine ulaştığında, gökyüzü ona koyun postu gibi göründüğünde bile Çontaman'ın aklında yavruları vardı. Baba - Kurt, dişi kurtla yan yana yürüyerek şöyle düşünmüştü: Yeni doğan yavruları, gezgin kurtların kaderlerine düşen payını bilselerdi, belki de anne karnında bile dünyevi yaşamdan vazgeçmek isterlerdi. Onları neler beklediğini nereden bilebilirlerdi?
***
Kurt çifti inlerine döndüğünde alacakaranlık zaten etrafı iyice sarmıştı. Dişi kurt her zamanki gibi avını ağzında getirmişti. Uzaktan getirdiği etin bir parçasını bile yemeden muhafaza etmişti. Dişleriyle tuttuğu eti dilinin altına sabitlemişti. Dilin altında, tükürüğün etkisi altında av eti yumuşamaktaydı. Kurt yavruları için bu en iyi besindi. Yavruları besleyen kurt, memnun bir bakışla, yavrularının karnını doyurduğunu bildirmek için yakınındaki erkek kurtun yanına gitti.
Yine yiyecek aramaya koyulmuşlardı. Okjetpes önde ve Çontaman ise topallayarak arkasından koşuyordu. Güçlü bir göğsü ve yelesi olan bu kurt, bu bölgelerdeki insanlar tarafından bu isimle anıldığını bilmiyordu. Kar üzerinde kocaman bir erkek yumruğundan daha büyük olan bir kurtun ayak izini gördüklerinde, bunun hemen Çontaman'a ait olduğunu anlarlardı. Dikkatli olurlardı. Evet, nasıl olmasınlar ki? Sık tüyle kaplı devasa bir sığır yavrusu büyüklüğünde kıllı bir gövdesi, kurbanına koşarken, gözleri ince uzun yüzünden ateşle yandığında daha da büyük görünüyordu. Müthiş görünüşü ve cüretkar çıkışları nedeniyle şöhretinin bölgede yıldırım gibi yayılmasına şaşmamalıydı. Meraya her zaman beklenmedik bir şekilde saldırırdı. Kurtun kendi uğurlu günleri vardır ve bunları sezgisel olarak hisseder. Sezgi, avcıyı doğru yöne ve doğru zamanda yönlendirir. Çontaman önce tepenin uygun bir noktasında gizlenerek mera sakinlerinin her hareketini izlerdi. Kimin ne yaptığına dikkatle bakar, daha irice bir hayvan seçerdi, köpeklerin artıklarla doyduklarını, dikkatsizce tatlı bir uykuya daldıklarını farkederdi. O gece, Çontaman ve Okjetpes ağıla saldırdılar ve koyunları boğazlamaya başlamışlardı. Ama kuzulara dokunulmamıştı: Belki de bunun nedeni, emzirme aşamasındaki savunmasız küçük yaratıklara karşı temel bir acıma duygusu tarafından kısıtlanmış olmalarıydı. Avlanmayı bitiren kurtlar açık alana çıktığında, Ay tüm alanı yumuşak bir ışıkla aydınlatıyordu. İnci gibi yıldızlar bir şekilde karanlık gökyüzünde özel bir şekilde parlıyordu. Dünyada sessizlik hüküm sürüyordu. Sessizlik sınırsızdır, sessizdir, büyüktür... Ama bu hayvan çifti mehtaplı gecenin güzelliğine ve sessizliğine kayıtsızdılar. Havayı yararak, aceleyle yollarına gidiyorlardı. Bir arzuları vardı: en kısa sürede inlerine varmak, yavrularını beslemek, koklamak ve bir ebeveyn sevgisi içinde yalayarak temizlemek. Birden, sakin sessizlik uzaktan gelen atlıların sesiyle bozuldu. Sonra tazıların havlaması duyuldu. Ayak sesleri hızla yaklaşırken yer titremeye başladı. Kurtlar paniğe kapılmışlardı. Açık alanda
10
gizlenemezlerdi. Gelmekte olan tehlike nasıl savuşturulabilirdi? Bir taraftan başka bir tarafa koşturmak işe yaramazdı. Bu ova dümdüz olmasa bile, Ay ışığında her şey avucunun içi gibi görünmekteydi! Takipçiler yaklaşıyordu. Silahların sarsıcı atışları, insanların yüksek sesle çığlıkları ve köpeklerin yürek parçalayan havlamaları neredeyse enselerinden duyuluyordu. Çontaman, yaralı bir ayakla fazla uzağa gidemeyeceğini anlamıştı. Dişi kurta umutsuz bakışlar atmaya devam etti. Bu işaretler onun sadık arkadaşı için açıktı.
Gözleri umutsuz, acı bir özlemle dolu olan Çontaman, ruhunu ona döktü ve bir istek-emri gönderdi: ‘Yuvaya, yavruların yanına yıldırım gibi koş! Onları ben başka yöne çekeceğim!’ Dişi kurt, arkadaşını ölüme terk edemezdi. Bir an için yavaşlayıp Çontaman'a baktığında, Çontaman dişlerini gösterip hırladı. Aslında, bunu nadiren yapardı. Ama bu onun sabrının sınırıydı. Okjetpes, yüreğinde bir acıyla bir anda ondan yüzünü dönerek ileri atıldı. Uzun bir mesafe kat ettiğinde, takipçilerinin sesleri azalmaya başlamıştı. Kalbinin atışları hızlanmıştı. Okjetpes arkasını dönerek hafif bir tepeciğe doğru koştu. Oradan aşağıda olanlara acı acı baktı. Çontaman kendini silahlı bir grup insanın çemberinde buldu. Hararetli, sabırsızca şahlanan atların toynaklarının altından gevşek toprak parçaları saçılıyordu. Tazılar hiddetli ileriye doğru atılıyorlardı. Arka ayakları üzerinde yükselen, tüylerini kaldıran Çontaman, öfkeli, cesur bir topa dönüşmüştü. Başını uzatarak, dişlerini göstererek tehditkar bir şekilde hırlıyordu. Tüm gücü arka ayaklarında yoğunlaşmıştı. Geniş göğüslü kısa kuyruklu tazı, ya sahibinin desteğine güvenerek ya da sadece onun övgüsünü almak amacıyla, yaralı kurtu burnundan tutup yere sermeye çalıştı ve o anda Çontaman onun boğazını dişleriyle parçaladı. Tazı, bıçakla kesilmiş gibi yere uzandı. Kep şapkalı, iplik gibi ince bıyıklı köpeğin sahibi bu duruma oldukça öfkelenip tetiği çekmek istedi ama yanındaki takkeli adam bağırdı: ‘Dur, ateş etme! Onu canlı yakalayacağız! Bu kurt sıradan bir kurt değil. Bu gri yeleli korkusuz kurt Çontaman! Ayağı kanıyor. Hiçbir yere kaçamaz! Emin ol, ona yaklaşacağım ve onu yere bastıracağım! Sarhoş olduğu belli olan takkeli binici, eyerin kabzasına eğilerek atını eyerledi. Çontaman'ın burnu, iki ayaklının ağzından gelen pis kokudan dolayı sızlamıştı. Diğer avcılar silahlarını indirdiler. Kurt onların bu hareketini anlamıştı: Ateş etmeyeceklerdi. Yani yaşam için değil, ölüm için savaşacaktı.
O anda, aynı şekilde iki ayaklı yaratıkların ellerinde ölen kurt babası ve kurt annesi Çontaman'ın gözlerinin önünde belirdi. Şimdi aynı kaderin onu beklediğini anlamıştı. Yaklaşmakta olan ölümden, artık hiçbir yere kaçamazdı. Doğrudan ölümün gözlerine bakmaktan başka yapacak bir şeyi kalmamıştı. Böyle bir ölüm kurtların kaderidir. Ama o ölmek istemiyordu... Takkeli adam atından bir ok gibi fırlayarak doğruca Çontaman’ın sırtı'na atladı ve onu yere yapıştırdı. Kurdun sırtı ağırlıktan çöktü. Adam, kurtu istem dışı dikilen kulaklarından yakalamıştı, kurtun güçlü yelesini tüm gücüyle dizlerini arasına bastırdı, ağzını oynatmasına engel oldu
11
ve kurtun ağzını açtırarak talimat verircesine bir ses tonuyla avcılara bağırdı: ‘Ağzına bir sopa sokun. Ağzına! Daha hızlı!! Sopa!!!’ Çontaman'ın ağzı yırtılarcasına açıldı, o anda salyaları dışarıya püskürdü. Kurt kolayca ölüme yenik düşmemeye çalışıyordu. Direnmek istedi, ama sırtına tüneyen iri adam, hareket edecek derman kalmaması için tüm vücudunu ağırlığıyla eziyordu. Kurt yorgun düşmüştü. Avcılardan biri atından atladı ve kurtun açık ağzına bir alıç sopası soktu, böylece kurtun çenelerini kapatması imkansız hale gelmişti.
Kurtun omurgasını ezen adam, sopayı bir kemerle ağzına sıkıca bağladı. Çontaman'ın gözleri neredeyse yuvalarından fırlayacaktı. Hayvansal içgüdüsü ona bu insanların ne yapacaklarına dair bir bilgi sağlayamıyordu... Yandan gelen iki adam arka ayaklarını birbirine bağladı – sonra aynı işlemi yaralı ve sağlam olan arka bacaklarıyla yaptılar. Bağlanmış uzuvların arasından kalın ve güçlü başka bir çubuk geçirdiler; ona kurtu astılar. Hararetli atlılar eşliğinde iki yaya ağır bir adımla kış kampına doğru yürüyorlardı. Omuzlarında, büyük bir sopaya bağlı olarak, baş aşağı sallanan, büyük bir kurtu taşıyorlardı.
Çontaman'ın üzerinde yıldızlarla dolu uçsuz bucaksız bir gökyüzü serilmişti. Gümüşi Ay sakindi. Tek bir bütün halinde kaynaşmış karanlık gökyüzü ve dünya, bu dünyadaki canlılar arasındaki bariz adaletsizliğe kayıtsızca bakıyorlardı. Sadece Okjetpes, büyük bir acıyla, tarifsiz bir umutsuzluk içinde, bu acımasız eşitsizliğe tepenin üzerinden baktı. İçi yanıyordu, şişkin memesi acıdan sızlıyordu. İnsanlar kurtla beraber daha da uzaklaşıyorlardı. Siyah siluetler yüksek bir tepenin arkasında kayboldu. Çontaman'ın son zamanlardaki ıstırap dolu bakışları, alev alev yanan gözleri ve buyurgan hırlaması, delici bir bıçak gibi kurtun kalbinde kalmıştı. Onun kederi gece dünyasının boşluğuna sığmıyordu. Ana kurt hayvani kaderiyle, ıstırabıyla bu dünyaya ve onun Yaratıcısına karşı, yeryüzündeki tüm yaşama karşı eşit olmayan tutumu kınadı. Zayıflar güçlüler tarafından yenilirken, kaderin haksız yazgısını kabul etmek istemedi. Dişlerini Ay’a gösteren dişi kurt uzun, acı ve yürek parçalayıcı bir şekilde uludu. O gece kendine yemin etti: Bundan sonra iki ayaklılara bir gün bile rahat vermeyecekti, bundan sonra acımasız bir intikam duygusu kurt zihnine hükmedecekti. Kurt yemini bozulmaz, sarsılmazdı.
***
Ertesi günün alacakaranlığında, Okjetpes aşağılara, kış kampına indi. Ve karanlıkta, en küçük bir hışırtı bile çıkarmadan, birbirinden uzak olmayan çadırlara yaklaştı. En büyük olan, sonuncu çadıra yaklaştı. Alttan, keçe kapı ile çadır girişi arasındaki boşluğun çevresinden hafif bir ışık süzülüyordu. Dişi kurt başını boşluğa yaklaştırdı ve çadırın ortasında bir ocak gördü. İçinde ışıklarla titreyen son tezek parçası yanıyordu. Kurt sıcaklığı hissetmişti. Dikkatli bir şekilde çadırın etrafında sessizce dolaştı. Orada, direğin altında ön ayaklarıyla küçük bir kazı yaptı ve kafasını oraya yaklaştırdı. Ona çadırda hiç kimse yokmuş gibi geldi, ama sonra ocağın
12
yanında yatakta uyuyan üç dört yaşında bir çocuk gördü. Bu sırada çocuk battaniyeyi bacaklarıyla tekmeleyip üzerinden attı. Dişi kurt kokudan bir kadının yakın zamanda burada olduğunu hissetti, ama görünüşe bakılırsa bir yere gitmişti. Aniden dişi kurt, çocuğun göğsünde sallanan bir kurt diz kemiği farketti. Çontaman'ın kemiği. Hiç şüphe yoktu - bunu kokuyla hissetmişti. Kazıyı genişleten ve kuyruğunu sıkıştıran Okjetpes, sessizce çadıra girdi, uyuyan çocuğa sürünerek yaklaştı ve parlayan gözlerini ona sabitledi. Dişi kurt, çocuğun dudaklarının kenarıyla gülümsemesini ve bir şeyler mırıldanarak huzur içinde tatlı bir uykuya yeniden dalışını şaşkınlıkla gözlemlemişti. Aynı kendi yavruları gibi, annesinin memelerinden süt emdikten sonra ve tombul yanakları doyduktan sonra mutlu bir şekilde uyurdular. Okjetpes çocuğun uykusunu bozmaya cesaret edemedi ve çadırı terk etti.
O gece, kış kulübesindeki koyunlar ve hatta efendisinin artıklarıyla doyurulan köpekler bile tam bir huzur içindeydiler. Okjetpes, tüm hemcinsleri gibi, bu gibi durumlarda, yüksek hissetme ve koku duyusu ile çok dikkatli, temkinliydi. Şimdi, başını öne doğru uzatarak, tüm vücudu ile yere çömelip, yakındaki ikinci çadıra süründü. İçine bakmak için çadırın altını kazması gerekmiyordu: zaten küçük bir açıklık vardı. Kafasını oraya yapıştırdı. Ay ışığı, direkle desteklenmiş kubbenin birleşen üst uçlarındaki tavandaki ahşap açık bir boşluktan süzülüyordu. Bir gaz lambasının fitili zar zor titreyerek yanıyordu. Dişi kurt, çadırda insan olduğunu koklayarak hissetmişti. Erkek kokusunu hissetti ve içine çekti, sonra hafif bir erkek sesi duydu. Ses ona dünden tanıdık geliyordu. Bu Çontaman'ı alaşağı eden adamın sesiydi. Yatakta uzanmıştı. Onun hemen yanıbaşında, leğenin içinde çömelmiş genç bir kadın yıkanıyordu. İlk çadırdaki insan kokusu buydu. Kadının çıplak vücudu koyun postuyla örtülüydü. Pusuya yatmış gibi çömelmiş dişi kurt, bu ikisinin her hareketini takip etmeye başlamıştı, ama sonra Çontaman'ın yere sarkan derisi gözüne çarptı. Derisi, doğal kurt kokusunu bastıran bol tuzla fermente edilmiş haldeydi. Anında alevlenen öfkeli dişi kurtun boğazı düğümlenmişti. Ruhu o anda son zamanlarda verdiği kurt yeminini harekete geçirmesini emrediyordu, ancak Okjetpes intikam anının henüz gelmediğini fark ederek kendini tuttu. Her şeyin bir zamanı var, diye düşündü. Sonra kadın üzerinden koyun mantosunu attı ve tamamen çıplak kaldı. Adamın gözleri heyecanlı bir ateşle parlıyordu. Narin beyaz kadın bedeni, kerege arasından Ay’ın ışığıyla aydınlanmıştı. Dişi kurt ilk kez insan vücudunun ne kadar güzel olduğunu farketmişti. Kadının saçları hafifçe alnını kaplıyordu ve sırtında iki ağır örgü halinde boynuna kadar uzanıyordu ve iki armut biçimli göğsü, beyaz baldırları, olgun kavun gibi elastik kalçaları gümüşi Ay ışığında iyice belirginleşmişti. Dişi kurtta kıskançlık gibi bir duygu uyandı. Kadın yatağa girdi ve kendini adamın kollarında buldu. İkisi de bir şey hakkında mırıldanıyorlardı. Kadının aralıklı kıkırdaması ve cilveli sesi, erkeğin hassas istekleri - bu iki kişinin zevk anlarının başlangıcıydı. Adam kadını aniden kendine çekti ve ona sıkıca sarıldı. Güçlü bir kucaklamayla birleştiler. Bir sonraki anda kadın onun altındaydı. Güçlü adam, sevgilisine öpücükler yağdırarak, şehvetli bir sesle ona şöyle demeye başladı:
13
‘Jenetay, sen tüm kadınların en güzelisin!’ Adam onu tutkuyla okşuyordu. ‘Sahi mi?’ - kadın, daha da çevik bir şekilde, hızla onun altında hareket ediyordu. Tatlı bir inilti eşliğinde karşılıklı ateşli sözcükler dudaklarından dökülüyordu. Sonra her ikisi de bir yandan diğer yana yuvarlanarak pozisyon değiştirmeye başladılar. Kadının hileleri oynak, kurnaz, dizginsiz, tutkulu mizacını gösteriyordu... Bütün bu olup bitenler dişi kurt tarafından çadırdaki delikten görünüyordu. Çontaman gözlerinin önünde belirdi bir an. Ne de olsa onlar da bu ikisi gibi birbirlerini koklardılar, serbestçe oynardılar, birbirlerini kovalardılar, güneşlenirdiler, vücutlarını sararlardı, okşardılar ve yalarlardı. Ve çiftleştilerdi... Dişi kurt o anda hem hayvan duygularının hem de insan duygularının benzer olduğunu hissetti... Dişi kim olursa olsun: hayvan ya da insan, erkeklerin duygularını kontrol ediyordu. Bu ikisinin eğlence hazzı bir kurtun zevkine o kadar benziyordu ki!.. Şimdi erkek insan, tıpkı Çontaman gibi, yine dişinin üzerine biniyor, arada bir telaşla hareket ediyordu. Erkek uzun süre hareket etmekteydi. Dişi kurt, iki bacaklıların şimdi çiftleşme mevsimi olduğunu düşündü. Erkeğin altındaki kadın neredeyse zevkten kendini kaybetmek üzereydi. Çontaman da o erkek gibiydi. Dişi kurdun gözleri acı gözyaşlarıyla buğulandı...
Sonunda her ikisi, sanki aşırı bir yükten kurtulmuş gibi, bitkin bir halde yatağa uzandılar. Adam yüksek sesle ‘Harika. Çok haz verdin, karım, sanki yaktın beni ateşinle! Dişi kurt, bu sesi tanıdığına bir kez daha ikna olmuştu. ‘Kaynitay,’ kadının sesi rahat, nazik, tatlı geliyordu. – Sen de Kaynitay kocasın – ‘kayni’ kelimesinden sevecen, yumuşatıcı bir anlamda söyleyerek. Kayni - Kocanın erkek kardeşi veya akrabası olan erkek. Uzun zamandır böyle bir zevk yaşamamıştım. Jenetay’a dolu dolu mutluluk verdin!’ Elini adamın boynuna doladı ve alçak sesle devam etti: ‘Kardeşin öbür gün gelecek. Çontaman’ın etini ilaç olarak satmak için aşağıki köye gitti.” ‘İnşallah, yarın da,’ diye yanıtladı adam, ağzından kötü bir kokuyla geğirerek. - Jenetay... ‘Yarının kuyruk yağındansa, bugünün koyun yağı tercih edilir, derler’- dedi kadın, cilveli bir şekilde sözleri vurgulayarak. ‘Ah, Jenetay, seni kumarcı ruhlu, ateşli kadın! Adam onu tekrar kollarına aldı. ‘Sözlerin… Yakıyor… Hem de ateşsiz yakıyor!’
Her ikisi de bir battaniye ve üzerine bir koyun postu ile daha sıkı bir şekilde örtünmek için yakınlaştılar. O anda, Okjetpes'in şah damarı öfkeyle gerildi, son haddine kadar şişti ve beynine kan hücum etmişti. Gözleri parlıyordu. Pusu yerinden, tüm vücuduyla gerinerek çadırın içine sürünmeye başladı. Bir anda bir ok gibi fırlayarak dişleriyle Çontaman'ın sarkan derisini kaptı ve keçeli kapıdan dışarıya koştu. Kadın korkuyla bağırdı: ‘Kurt!’. Korkudan nefesi kesilmişti. Az önce kadının beyaz boynunu öpen adam şaşkınlıkla etrafına bakındı ve bağırdı: ‘Vay anasına! Kurt!!!’ Her şey birkaç saniye içinde olmuştu. İkisi de yataktan fırladı ve şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. İkisi de buzlu suya sokulmuş gibi titriyordu.
Korkunç çığlıklarından ve hızla uzaklaşan dişi kurttan bütün kış kampı alarma geçmişti: köpekler bir anda havlamaya başlamışlardı, sonra insanların sesleri
14
duyuldu. Ardından bir silah sesi duyuldu. Aceleyle, omuzlarına koyun derisi bir palto atarak, telaşla çamasırları toplayan kadın keçe çizmelerini aramaya başladı. Onu bulamayınca kapıdan dışarı fırladı ve yalınayak beş adım ötedeki çadırına koştu. Şaşkın adam, kıyafetlerini nerede bıraktığını hatırlayamadan, titreyen parmaklarıyla lambanın fitilini yakmaya çalıştı ve şaşkınlıkla etrafına bakındı. Kış kampında bir kargaşadır hasıl olmuştu: sağda solda düzensiz silah atışları duyuluyordu, koyunlar yüksek seslerle meleyerek ürkmüşlerdi, çılgın köpekler rastgele sağa sola havlıyorlardı. - Oyt! Oyt! Oyt! - erkeklerin tehditkar bağrışları duyuluyordu. O gece, Okjetpes insanlara bundan sonra onlara huzur vermeyeceğini ilan etmişti.
Cesur saldırıdan birkaç gün sonra, koyunu kaldıran ve ensesinden taşıyan Okjetpes, inine doğru koştu. Çevik yavrular etin tadını almışlardı ve şimdi taze sıcak kanı annelerinin sütüne tercih ediyorlardı. Böylece dişi kurt bölgede tekrar tekrar panik yaratmıştı.
***
Bir gün, gökyüzündeki güneş sıcaklığıyla tüm yeryüzünü okşadığında, Okjetpes avlanmaya gitmişti. Bu onun, bunu bilemeden ve kalbiyle hissedemeden yaptığı, hayatındaki son avdı. Anne kurt uzun süre ortadan kaybolmuştu... Annelerini beklemekten çok, ılık güneş ışığını doyasıya hissetmek için yavrular inlerinden sürünerek çıktılar. Minik gözleri parlak ışığa alışmış olsa da yavrular yuvadan fazla uzaklaşmadılar ve yakındaki çimenlikte oynaştılar. Bugün annelerini her zamankinden daha uzun süre beklemişlerdi. Güneş tepelerin arkasına çoktan batmıştı ve erken alacakaranlık tüm çevreyi sarmıştı. Aniden yavru kurtlar kulaklarını diktiler: giderek şiddetlenen bir gümbürtü yaklaşıyordu. Sonra kurt yavruları, arkalarında bir toz bulutu yükselterek koşan binicileri gördüler ve atların takırtısını, köpeklerin yürek parçalayan havlamalarını ve insanların kesik kesik bağırışlarını duydular. Toprak artan gürültüyle titriyordu. Hareket eden devasa kalabalığın çok önünde, güçlü bir şekilde hareketleriyle, anne-kurt koşuyordu. Yavrularından biraz uzakta, bir ok gibi koşmaktaydı, yürek parçalayan sesler çıkararark, sanki şöyle diyordu: ‘İne girin! Saklanın! İne girin! Kurt yavruları korkuyla irkilmişlerdi ve yuvanın en uzak köşesinde toplandılar. Aniden silah atışları birbiri ardına çınladı. Etraf anne kurtun acı, tiz ulumaları ile yankılandı... Kurt annenin sahip olduğu o duygular içini kemirmeseydi, belki her şey daha farklı olabilirdi. Alacakaranlığın erken saatlerinde Okjetpes, tanıdık köye doğru yol almıştı. Yakınlarda bir çocuk oynuyordu. Muhtemel beladan habersiz olan kaygısız çocuk, dişi kurtu köyde yaşayan erkek bir köpek zannetmişti. Çocuk korkusuzca dişi kurta yaklaştığında ve küçük elleriyle başındaki yumuşak kürkü okşadığında, kurt kıpırdamadan öylece durmuştu. İkisi de birbirlerine karşı sempatikti. Bebeğin yumuşak avuçları kurtun burnunu okşadı. Çocuğun şefkatle güven veren okşaması kurtun ruhunu ısıtmıştı. Çok şey görmüş ve çok şey bilen Okjetpes, yetişkinlerin
15
hiçbiri onu fark etmeden oradan uzaklaşmaya karar verdi. Çocuk dişi kurtun biraz geri çekildiğini hissedince birden onu boynundan sıkıca kucakladı. Çocuğun üzerinde pamuklu kolsuz bir tişört ve başında bir kep vardı. Küçük çocuk, dişi kurta onun için anlaşılmaz olan birşeyler mırıldandı. Ve çocuğun bu belirsiz sözleri Okjetpes’in hoşuna gitmişti. ‘Benim de henüz hiçbir şeyden anlamayan yavrularım var’ diye düşünerek ona sevgiyle baktı. Çocuk, asılı olduğu boynundan ince bir ham deri kayış çıkardı ve dişi kurta uzattı - görünüşe göre çocuk ona karşı böbürlenmek istemişti. Bak, bu benim topum, dedi ve yüzünde bir gülümseme aydınlandı. Dişi kurt, bunun Çontaman'ın diz kemiği olduğunu hemen anladı. Güçlü dişlerle kemirilen, bir bıçağın ağzıyla temizlenen, tuzlu suda tutulan kemik bembeyazdı. Okjetpes kemiği dişleriyle kavradı. ‘Vermiyorum!’ - dedi çocuk, topunu bırakmadan ve yüksek sesle ağlamaya başladı: - Bu benim topum! Benim!’ Okjetpes, güçlü bir çekişle, kayışla çocuğun elinden kemiği kopardığında, çocuk yuvarlanarak yere düştü ve daha gür bir sesle ağlamaya başladı. Dişi kurt, çocuğun yüksek sesle, inlercesine ağlamasından korkmuştu. Yakındaki bir çadırdan bir kadın dışarıya fırladı. Gördüğü şeyden saçları diken diken olmuştu. Kalbi paramparça bir şekilde çığlık attı: ‘Kurt! .. Kurt!.. Oğlum!’ Okjetpes hemen oradan kaçtı. Kadının çılgın çığlığı diğerlerini de telaşlandırmıştı. Herkes çadırlarından dışarı fırlamıştı. Kışlık kampta bir kargaşadır yeniden başlamıştı. İnanılmaz bir uğultu gökyüzüne yükseldi.
Köpekler kurdun peşinden koştular... Kadın tökezleyerek oğluna koşup onu kucağına aldığında, Okjetpes çoktan yamaç boyunca koşturuyordu. Çocuk titreyen vücudunu annesine bastırarak hâlâ hırsla ağlıyordu. ‘Tanrıya şükür, hayatta ve iyi! Üzerinde tek bir çizik yok,’ dedi kadın gözyaşlarıyla. Adamlar atlarına binip lanetler okuyarak bir sonraki tepeye ulaşmış olan dişi kurtun peşine düştüler. Ama diğer taraftan, başka bir atlı grubu dörtnala ona doğru geliyordu. Tuzağa düşen Okjetpes nehir tarafına döndü ve kıyı boyunca koştu. Sağduyunun aksine, inine doğru yönelmek zorunda kaldı: Anne yüreğine bir tedirginlik çökmüştü, tüm düşünceleri yalnızca yavrularla ilgiliydi: ‘Umarım güneşlenmek için yuvadan dışarı çıkmamışlardır!’ Ayaklarını yere zar zor değirerek uçarcasına koşuyordu ve yuvasına ulaşarak, tehditkar bir hırlamayla yavrularını tehlike konusunda uyarmayı başarmıştı. Yavrular inlerinde saklandılar. Ve Okjetpes'in sütle dolu memesi ağrıyordu, ancak kurtuluş koşusunda bu ona engel olmadı. Bu izin öncüleri olan sarkık kulaklı tazılar, atlıların önünde son sürat koşuyorlardı. Yorulmadan dişi kurtu takip etmekteydiler. Kepli avcı, tepeye vardığında, dişi kurtun başına nişan aldı ve ateş etti. Okjetpes eğimli yamaçtan taklalar atarak düşmeye başladı ve mermiler birbiri ardına vücuduna saplandı. Kovalamaca, dişi kurdun yere uzanmış bedeniyle durduğunda, insanlar onun sımsıkı kapalı ağzında Çontaman'ın kemiğini görünce şaşkınlıklarını gizleyemediler. Dişleriyle sıkıca tutuyordu... sonra bıraktı, acı dolu gözlerini sessizce kapadı. Dişi kurt ölüme teslim olmuştu. Ve gördüklerini nasıl yorumlayacağını bilemeyen insanlar şaşkındılar. Yavrular babasız ve annesiz kalmışlardı.. Ertesi gün, akşam şafaktan önce, biniciler kurtun inini bulmak için
16
tekrar dörtnala o yerlere gittiler. Küçük kurt yavruları, tüm kurt ailesini yok etmek, onu yeryüzünden silmek için kurt avlama zamanının geldiğini bilmiyorlardı... Tazılar, bir umutla annelerini bekleyen ve güneşin tadını çıkaran kurt yavrularını fark ettiler. Köpeklerin havlamalarını duyan ve hızla yaklaşan sürüyü fark eden yavrular, birer birer korkup sığındıkları inlerine girmeye başladılar. Ne de olsa, bu hayvanlar bir kurtun yavrularıydı, bu yüzden vahşi köpekler onların inlerine burunlarını sokmaya cesaret edemediler. Kuyruklarını kıstırıp, sadece havlamakla yetiniyorlardı. Kovalamaca kurtun ininde son bulmuştu. ‘Defolun buradan, sizi kıçınızdan vururum, sizi korkak köpekler! Havlarsınız öyle ama kuyruklarınızı da bacaklarınızın arasına kıstırısınız! Diyerek, başında sıkıca bir kep duran ince bıyıklı binici alay etti onlarla. ‘Daha yavru kurtları gördüğünüzde neredeyse kendi üzerine işeyeceksiniz, ya bir de gerçek kurtla karşılaşsanız, kesinlikle kendi üzerinize sıçarsınız!. Sonra atından atlayarak yuvaya eğildi, elini içeriye attı ve bir kurt yavrusu çıkardı. ‘İşte size bir kurt soyu! Tek tek, sayın,’ dedi dik dik bakan köylülerine. Karmaşık seslerle, ‘Bir’ diye yanıtladılar. Kurt yavrusunu eline alan sarhoş gözlü kısa boylu bir adam, hiç düşünmeden, bir çıkıntı gibi yerden çıkmış sivri bir taşa yavrunun kafasını öfkeyle vurdu.
‘Al sana!’ Öfkeyle tekrar yumruk attı. ‘Biv kuvt yavvusu asla köpek olmaz! Peki, dahası vav mı?.. On yavvu dovurmuş onlavın ana-kuvtu,’ dedi pelteli konuşan adam, ince bıyıklıya doğru seslenerek. İkincisini çıkardı. Ve küçük adam da bu zavallı yavrunun kafasını aynı taşla ezdi. Sonra ince bıyıklı olan hemen ikisini ayaklarından sürükledi. Umutsuzca kıvranan kurt yavruları kederli bir şekilde cığlıklar atıyorlardı. At sırtındaki kırmızı yanaklı adam, ‘İkisini de birden taşa patlatın,’ diye tavsiyede bulundu. ‘Bak ne kadar şirinler değil mi? Gerçekten muhteşemler!’ Bunu söyledikten sonra yüksek sesle geğirdi, belli ki alkollü bozayı fazla kaçırmıştı.
‘Mutesemlev, diyov. Şuna bak ... - sırıtarak, söylendi kısa boylu adam. – Tam da mutesemlev... ya da hev neyse ... Huu-manist ya da bunun gibi biv şey. Bakıyovum, mevhamet ediyovsun... İçkiyi fazla mı kacıvdın? Biv insanın sadece biv düşman'ı vavdıv. Bu kuvttur!" Küçük adamın sarhoş olduğunda, Rusça konuşma alışkanlığı vardı - kısa süre önce beş yılını geçirdiği bir Rus hapishanesinden dönmüştü. ‘Tek bir düşman olduğunu mu söylüyorsun? Kendin hangi soydan olduğunu biliyor musun, ha? - kırmızı yanaklı adam pelteli konuşan adamın sözlerine alaycı bir şekilde tepki verdi. Ve sonunda öfkesini kaybederek ona doğru atıldı: ‘Ve bizim aramızda bizim dilimizde konuş, yoksa seni sadece şeytan anlar!’ ‘Beni soysuz bivinin oğlu olavak düşünüyovsun, biliyovum, dedi daha da fazla pelteleyerek. Sonra kendi göğsüne vurdu: - Ben kuvdum, kuvt soyundanım, ben kuvt adamım, bu kuvt ise biv yılan. Favk bu işte... ‘Al bakalım, insan-kurt. Bu kurt yavrusunun beynini ez, ”dedi kepli adam, eziyet edercesine bakış atarak pelteleyen adama, inden başka bir kurt yavrusu çıkararak ve devam etti. ‘Bir bakalım, gerçekten bir kurt soyundan mısın, değil misin?’ Kısa boylu adam, kurt yavrusunu eline alarak, ‘Bu
17
dünyada iki kuvt fazla... Sadece biv kuvt soyu olmalı!’ dedi. Ve kurt yavrusunu keskin, sivri uçlu, kanlı bir taşa çarptı. Kepli adam tüm kurt yavrularının ininden çıkarıyordu ve kısa boylu adam onları alıp kafasını taşa vuruyordu. Altı kurt yavrusu, acımasız bir iki ayaklı tarafından kafalarından ezilerek katledilmişlerdi. Zalim manzarayı izleyenlerden hiçbiri talihsiz yavruları savunmak için tek kelime bile etmemiş, merhamet göstermemişlerdi. Bu sırada yanlarına başka bir binici geldi. ‘Hop-hey! – diye haykırdı canı sıkılarak, ölü kurt yavrularına baktı – Hepsini mi öldürdünüz?! Kurtlara savaş mı açtınız?’ ‘Bak sen şu işe, başka biv hüma-nist daha vav," diye alay etti küçük adam. – Biv de Kuvan-ı Kevim okumak gerekiv dese bari. ‘Çek git buradan,’ diye öfkeyle itti kısa boylu adamı yeni gelen binici. - Rüyasında şeytan görmüş bir molla gibi gevezelik ediyorsun! Kurtlar intikamcıdır. Kötü intikamları tehlikelidir, sinsicedir. Başımız beladan kurtulmaz. Kendi başınıza bela arıyorsunuz!..’ Kırmızı yanaklı binici eyerinde kıpırdayarak ve kendini belli edercesine tükürerek öfkelendi: ‘Burası kimin ini, biliyor musun? Bilmiyorsan öğren! Kurt Çontaman ve dişi kurt Okjetpes’in ini! Bölgeye ne kadar korku saldılar haberiniz var mı! Koyunlarımızı yok ettiler... Otuz beş koyunu parçaladılar. Şimdi onlardan intikam alıyoruz... Bütün yavrularını yok etmezsek, sakin bir hayatımız olmayacak! Bu sırada kepli adam yedinci kurt yavrusunu da ininden çıkardı ve yanında duran merhametli avcıya verdi: ‘Al bakalım hümanist! Annesi az kalsın çocuğunu öldüvüyovdu... Al bakalım! Sana yedinciyi veveceğim... Görünüşe göve bu sonuncusu. Devisini mi yüversin, yoksa kaynatıp çovbasını mı yapıp yevsin, yoksa oğluna oyuncak, eğlence olavak mı vevivsin senin bileceğin iş... Al onu! Bu senin. Pişiv ve ye.’ ‘ilaç gibi geliv, bu tedavi edev. Kavın da sana teşekküv edev’. diyerek kıkırdadı ve memnun bir şekilde sırıttı pelteleyen adam, üstteki sarı dişini ortaya göstererek. Çevresindekiler de güldü. Ve en son gelen avcı için, kurt yavrusu sanki ilahi bir hediye gibiydi. Onu evine götürdü. Oğlunun hatırı için. Oğlu hasta ve çelimsiz büyüyordu. Bebeklik döneminde cildinde bir tür ülser belirmiş, o da bitmeyen bir belaya dönüşmüştü. Kullanmadık ilaçlar, merhemler bırakmamışlardı, ne kadar doktorlara gösterseler de tedavisini bulamamışlardı. Sonuç yoktu. Bir taraftan yara çıkıyor, tam kurumaya başlarken, yenileri ortaya çıkıyordu. Ve geçen yıl yerel bir şifacı ona şöyle demişti: ‘Oğlunuz ancak bir kurt yavrusuyla kucaklaştığında iyileşecek. İyileşince onu kırk kaşıkla, kırk pınardan toplanan suyla yıka...’.
***
…Çadırın içine bir kurt yavrusu getirildi. İnsan yavrusu ve kurt yavrusu birbirlerini sevdiler. Bir yıldan kısa bir süre sonra çocuğun yaraları iyileşti. Şifacının talimatıyla kırk farklı pınardan kırk kaşık su toplayıp çocuğu yıkadılar. Hastalıktan kurtulduktan sonra çocuk canlandı, büyümeye başladı ve gün geçtikçe güçlü ve
18
hünerli oldu. Ve kurt yavrusu da büyüyordu, ayak kasları günden güne güçleniyordu. Kısa bir süre sonra genç bir köpek büyüklüğünde bir kurta dönüşmüştü. Çocuk ve kurt yavrusu her zaman birlikte oluyorlardı: Eğleniyorlar, evin yakınındaki yeşil alanda taklalar atıyorlar ya da yokuş boyunca koşuyorlar, tepelerin yumuşak yokuşlarından ayaklarının üstüne düşüyorlar, böylece heyecana kapılıyorlardı. Sadece köydeki köpekler nedense kurt yavrusundan uzak duruyorlardı, onu bir düşman olarak algılıyorlardı. Yavru kurt onlara yaklaştıkça hırlayarak sırtlarını kaldırırlardı. Sadece küçük köpekler değil, aynı zamanda büyük, ayı gibi, erkek köpekler de genç kurt onlara yaklaştığında ondan korkuyor gibiydiler. Sadece görünüşte ona karşı hırlıyorlar, dişlerini gösteriyorlardı. Ancak kurt yavrusu onlara doğru koştuğunda arkalarına bakmadan kaçıyorlardı. Ve çok geçmeden olgunlaşmış kurt, farkında olmadan, giderek daha sık dağlara doğru bakmaya başlamıştı. Bazen, genç arkadaşı, kurtun buradan ayrılmayı planladığını hissediyordu. Ama kurt arkadaşından ayrılmayı düşünmüyordu. Burada da her açıdan özgürdü. Vücudunu gererek koyun ağılının yanından geçtiğinde, tüm köpekler anında tetikte olurlardı. Köpekler, kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırıp sanki ağızları yulaf ezmesiyle doluymuş gibi susarlardı. Kurt soyundan olan hayvan, avlu köpeklerinden belirgin şekilde farklıydı: uzun yüzlü, delici bakışlı gözlere sahip ve kuyruğunu gereksiz bir şekilde salllamazdı. Son zamanlarda, köpek sürüsünün lideri kurta hırlamaya başlamıştı ve yanıt olarak hırlayan kurt, hiç düşünmeden onun üzerine atılarak keskin dişlerini etli boynuna geçirmişti. Köpek türünün tehdidini bu kadar kolay bir şekilde savuşturduysa, onun soyundan olan başka köpekler ona havlamaya, hırlamaya, hele hele saldırmaya cesaret edebilirler miydi? Şimdi hepsi genç kurtu gördüklerinde ondan uzaklaşıyorlardı.
***
Sıcak yaz günlerinde, uygun bir arazide koyunların kreolin ile dezenfekte edilme işleri başlar, aksi takdirde herşey boşa gider: koyunlara çeşitli enfeksiyonlar bulaşır. Ayrıca koyunların kulaklarını delerler ve içlerine numara etiketleri koyarlar. Bu iş bölgeden gelen bir veteriner ve muhasebeci ile çobanların kendileri ve çoban yardımcıları tarafından yapılırdı. Çocuğun babası, beklendiği gibi, bu önemli konuda aktif rol alıyordu. Koyun sürüsünün ilaçla işlenmesi sırasında havada keskin bir kreolin karışımının kokusu hissedilirdi. Genç kurtun bu kokuya tahammülü yoktu, bu yüzden ağıldan mümkün olduğunca uzaklaşmayı tercih ederdi. Kurt yavrusu yamaçlar, höyükler, ovalar boyunca koşuyordu. Oğlan da her zaman yanında ona eşlik ediyordu. Çocuk onunla o kadar çok koşar, yuvarlanırdı ki, en nihayetinde nefes nefese kalarak kalın çimlere kendini atardı. Ve kurt yavrusu da, bir deliğe sığınıncaya kadar hareket eden her yaratığın peşinden koşardı. Gelinciklerin orada burada kamışların arasından başlarını dışarı çıkarttığını fark edince, pervasızca onlara doğru koşar ve onları ölümüne korkuturdu. Damarlarında vahşi kanının içten içe kaynadığını ve avın cazibesine yenik düştüğü hissediliyordu.
19
Vahşi içgüdü, kurt yavrusunda uyanmaya başlamıştı. Bu kez de çocuk, kurt yavrusunun büyük bir fareyi yakalayıp ön ayaklarıyla zahmetsizce yere bastırmasını ve sonra acımasızca yuvarlamasını izledi. Çocuk nefesini tutarak bekliyordu: talihsiz yaratığı hemen mi yutacaktı. Fakat genç kurt, çok eğlenerek, fareyle oynayarak onu yarı ölü, yalnız bırakıp uzaklaşmıştı. Bununla kurt yavrusu, beyaz kanlı kurtların gerçek bir kurt soyundan geldiğini gösteriyordu: ağzını küçük çöplerle lekelemezdi. O, temiz kalpli ve güçlü bir ruha sahip kurt soyundandı. Koyunları işlemeyi bitirdikleri zaman, çocuğun babası misafirleri çadırında ağırladı. Veteriner ve muhasebeciyi en onurlu bir yere oturttular. Eğlence geç saatlere kadar devam etti. Konuklar gözle görülür şekilde sarhoş olmuşlardı. Çocuk ve kurt yavrusu dışarıdaydı. Oynadıktan sonra çadırların yanından uzaklaştılar ve yakındaki bir tepeye vardılar. Ay parlıyordu, yıldızlar pırıl pırıl ışıldıyorlardı. Ve kurt arkadaşının yanındaki çocuk hiç korkmuyordu. Buradan, yüksekten, Ay ışığında ve parlak ışıklar altında, ağıllar ve çadırlar tam olarak görülebiliyordu. Ve bir süre sessiz duran kurt yavrusu aniden ön ayakları üzerinde ayağa kalktı, bakışlarını Ay’ın parlak hilaline dikti ve sonra doğruldu ve dişlerini göstererek aniden ulumaya başladı.. Genç kurtun uluması çadırlardaki çakır keyif olan sarhoşlar tarafından duyulmuştu. Ve tüm köy birden dehşete düşmüştü, sanki onları hükmüne alan bir rüyadan çekip çıkarmıştı. Köpekler telaşla havlamaya, atlar kişnemeye, koyunlar melemeye başladılar. ‘Ah! Oğlum nerede?!’ Çocuğun babası korkuyla ayağa fırladı. Herkes paniğe kapılmıştı, çadırlardan fırladılar, ama oğlanı ve kurt yavrusunu tepenin yamacından aşağı doğru koşarak geldiklerini görünce sakinleştiler. Ve sonra tüm canlılar yeniden uykuya daldılar. Bir çadırda ise şölen gözle görülür bir canlanma ile devam ediyordu. Bardaklardaki votka boğazlardan daha da hızlı iniyordu, şerbetçiotu her zamankinden daha çok neşelendirmekteydi. Özellikle pelteleyen kısa boylu adam kendinden geçmişti – konuştukça konuşuyordu ve kimseye bir söz hakkı vermiyordu ve kimseyi de dinlemiyordu. Ve her zamanki gibi, herkesten önce sarhoş olup, bir Rus hapishanesinde öğrendiği şarkıyı patlatmaya karar verdi. ‘hayat biv vuh halidiv!’ dedi ciddiyetle ve yüksek sesle geğirdi. ‘Yine başlıyor’ diye kıkırdadı oturanlardan biri. ‘İş-te-ee eskide-e-en hayaaat," kısa adam işaret parmağını kaldırdı, sonra tanıdık bir ezgiyle şarkı söyledi:
- Biv aşağı ve biv yukavı
Kovumalav olmadan,
planı bozavsın, dikine gidevsin
ve yolculavı sıkıştıvıvsın.
Ve kavgaya yanında
Güveniliv biv süvtük alıvsın,
o zaman – bivinin göğsünden tutavsın,
20
Vavşova yapavsın. (eskiden hayat: korumasız inip çıkarsın, bir plan yakarsın, bir yasağa kalkarsın ve yolcuları sıkıştırırsın. Ve kavga için yanına güvenilir bir sürtük alırsın, o zaman - göğsünden birisini tutarsın ve sen Varşova yaparsın...)’ Şarkıyı bitirdikten sonra, kısa boylu peltek adam haykırdı: ‘Ah’!’, gözlerini kıstı ve ağzına bir bardak votka yuvarladı. Bu sırada çadıra çocuk ve kurt yavrusu birlikte hızlaca girdiler. ‘Ah, köpek,’ dedi sarhoş veteriner, gözlüklerini burnunun ucuna indirerek. Onun bir lakabı var mı? ‘Bir lakabı yok’, diye yanıtladı çocuk ve övünerek, ‘Bu kurt yavrusu benim’ diye ekledi. – ‘Nasıl olmaz? ‘Olacak iş değil’! – diye söylendi peltekleyen adam. - Vav! Kuvt o... Ben de biv Kuvtum... Çok öncelevi bizim atalavımız uzun süve kuvt sütü içevek hayatta kalmışlar. Bu hayatta kalanlav - biziz, yani biz kuvt yavvulavıyız! Bu nefes kesici tiradını söyledikten sonra ayağa kalktı, sendeledi. ‘İşte böyle, bilivsin. A-uu! .. A-uu! kurt gibi uludu. ‘Yeter, kurt yavrusunu korkutacaksın! Kurt soyu! Kırmızı yanaklı adam pelteli konuşan adamın yıpranmış ceketinin ucundan çekiştirdi. ‘Ve sen vayşova yapıyovsun!.." diye bağırdı başını sallayarak ve yerine oturdu. – Hey, millet, o filmi izlediniz mi?.. Adı neydi… Hapishaneye düştüm, düştüm hapishaneye… Ah, vomantika!.. Adı… Koyunları pavçalamış hev kuvt hapse atılmaz mı?.. Ha?.’ – ‘Hey, saçmalamayı kes!’- yanında oturan çoban onu dürttü. Ama o konuşmaya devam ediyordu. Yanındaki pelteleyen adamın gevezeliğinden bıkıp suskunluğunu üzerinden atan veteriner ‘O zaman kurt yavrusuna ben isim vereceğim,’ diye gönüllü oldu. Biraz düşündükten sonra ciddiyetle ilan etti: ‘Bundan böyle onun lakabı Kaşaba!’ - Kaşaba mı? Bu saçma lakap ta ne böyle? - diye itiraz etti kısa boylu adam. ‘Kuvt kuvttuv!’ ‘Eskiden, atalarımız kurt yavrularını sevecenlikle Kaşaba olarak adlandırırlardı... Ya ayının lakabı neydi, biliyor musunuz? Kim söyleyecek? Veteriner sorgulayan gözlerle etrafına bakındı. ‘Ah, şeytan biliv! – diye cevap verdi kısa boylu adam yine herkesin önüne atlayarak ‘Çavpık ayaklı devlev... Doğvu değil mi?’ Doğvu değilse... o zaman kendin söyle!
- ‘Kim bilmiyorsa, öyleyse öğrensin. Ayıya Otogon derlerdi,’ dedi veteriner neşeyle. ‘Peki o zaman Kaşaba'ya içelim! - kısa boylu adam tekrar harekete geçti ve anında bir bardak votka devirdi. - Yaşasın kuvtlav! Yaşasın Kaşaba!..” Sonra kolunun yıpranmış kenarını koklayarak ekledi: ‘Amma aptalca lakap!’ İnsanlar genç kurda böylece Kaşaba adını verdiler. Kurta koyunlarla aynı etiketi yapıştırmaya karar verdiler, üzerinde ‘Kaşaba’ yazılacak. Ertesi gün niyetlerini yerine getirdiler. Kurt yavrusu bunu öfkeyle karşılamıştı ve birkaç kez ön ayaklarıyla kulağındaki etiketi yırtmaya çalıştı ama başaramadı.
***
Aylar bir biri ardına geçti... Kaşaba olgunlaştıkça o kadar huysuz, mizacında inatçı ve görünüşte ürkütücü bir hale gelmişti ve arkasından çeşitli nahoş söylentiler, dedikodular ve kötü konuşmalar yayılmaya başlamıştı. Ve ondan korkan bazıları, bu kurt yavrusunun bir an önce buradan uzaklaştırılma zamanının geldiğini
21
söylüyorlardı. Üstelik al yanaklı olan gelip açıkça tehdit etmeye başlamıştı: ‘Kurt yavrusunu vururum!’. Kaşaba'yı bahçeden çok uzakta olmayan geniş bir tel çitin içinde tutmak zorunda kaldılar. Özgürlüğe alışık olan genç kurt, kapalı ortamda olduğu için kilo vermeye başlamıştı. Kaşları hep öfkeyle çatık halde, tüyleri kalkık ve görünüşü korkunç haldeydi. Ve en sonunda, çocuğun babası Kaşaba'yı serbest bırakmaya karar verdi, aksi takdirde insanlar sakinleşmeyecek ve tüm köy içinde huzursuzluk başgösterecekti. Çocuk, Kaşaba’yı yakın zamana kadar birbirlerini kovaladıkları, özgürce oynadıkları en yakın tepenin zirvesine götürdü ve ondan tasmasını çıkardı. Onları uzaktan takip eden babası yanlarına yaklaştı. ‘Pekala, Kaşaba, bundan böyle özgürsün. Dört bir yana koşabilirsin. İnsanlar arasında yaşamak kaderin değil! Yapamazsın. Kendi doğa kanunlarına göre yaşa,’ diye uyardı saygın adam, kurt yavrusunun başını ve yelesini okşayarak. Ve kurt, sanki olup bitenlerin önemini anlamış gibi, varlığının derinliklerinden çıkan bir gırtlak sesi çıkardı. Kurt, çocuğa bağlılıkla baktı. Gözlerinde yaşlar parlıyordu: arkadaşından ayrılmak istemiyordu. Görünüşte, onları birbirine bağlayabilecek ne olabilirdi? Bunlardan biri insan, diğeri ise kurttu. Ama ne olursa olsun, sarsılmaz bir şey var, doğa kanunu ve onları binlerce düğümle birleştiriyor. Bu, ilk bakışta görünmeyen büyük bir gizemdi. Aslında başlangıçtan itibaren değişmeyen bir gerçek var: ikisi de doğanın eseridir, tek bir Yaratıcıları vardır ve O'nun iradesine göre yaşarlar. Ve yine de bu dünyayı sonuna kadar anlamak, görünüşe göre, ne insana ne de hayvana nasip olmayacaktır. Herkes kendi kanunlarına göre yaşasın... Kaşaba hafif bir koşuyla tepeye çıktı, sonra yolu nehir boyunca ormana doğru uzanıyordu. Tanımadığı bir dünyaya, acımasız yasaların geçerli olduğu bir dünyaya doğru yol alıyordu: Kim daha güçlüyse o hakimiyet kuracaktı. Evcilleştirilmiş genç kurt vahşi özgürlüğüne koşuyordu... Sadece bir kez arkadaşına ve onun babasına dönüp baktı, onlar da tepenin başında ona dikkatlice bakıyorlardı. Yolları bir daha ne zaman ve nerede kesişecekti? Ya da hiç kesişecek miydi? Bu dünyanın yazılı olmayan yasaları onları bir seçimin önüne koyacak: bir insan ve bir hayvan arasındaki bir yüzleşme veya ... Ve sonra genç kurt birçok soruyla ormana girdi, ormanın gizemine adım attı...
***
Yaşlı Kurt Kaşaba'nın geçmişi, okunan bir kitabın sayfaları gibi açılıyor... Evet, hayatını yaşadı, çok gördü, geçirdi ve hayvansal içgüdülerine uyarak yırtıcı sürüsünden sükunetle ayrıldı. Sazlık çalılıklarında fırtınayı bekleyen yaşlı kurtun zihninde, gözlerini açıp ininden dışarı bakar bakmaz ilk kez güneş ışınlarını nasıl gördüğüne dair anılar su yüzüne çıkmıştı. Ve sonra, heyecanlı zihninde, hayvanlar dünyasının çoktan gitmiş, zar zor algılanabilen, başka birininki gibi iç içe geçmiş sevinçleri ve endişeleri ortaya çıkmıştı. Bazen ona bu evrene söyleyecek bir şeyi varmış gibi geliyordu, ama dili dönmüyordu ve hayatta birçok yerine getirilmemiş arzusu vardı. Ne yapabilirdi... Yaratılıştan beri var olan kainat kanunlarının kimini ayakları üzerinde yürüttüğünü, kimini süründürdüğünü, kimini zıplattığını, kimini
22
yüzdürdüğünü, kimini yerde süründürdüğünü kurt aklı idrak edemezdi. Kurt doğmak ve kurt gibi yaşamak kolay bir iş değildi. Bir hayvan olmasına rağmen, zihninde şiddetli düşünceler-fanteziler oynaşır, arzular fışkırırdı: ya hızlı ayaklı bir at olmak ister ya da kendini gökyüzünde süzülen altın bir kartal ya da suda serbestçe yüzen bir balık olarak hayal eder veya derinden büyümüş kökleri olan ardıç gibi ve bazen kar beyazı bir bulutla mavi göklerde gösteriş yapardı. Belki de bu şaşırtıcı düşünceler ruhunu heyecanlandırmaktaydı, çünkü o da kendini dünyevi varoluşun bir parçacığı olarak hissediyordu. Büyük olasılıkla, vahşi doğa ile bağlantılı görünmez, algılanamaz kökler, varlığının kökleri bu tür fikirlere ve gökkuşağı hayallerine yol açıyordu. Tek bir düşünceden, daha doğrusu bir görünüşten korkardı. İki bacaklı insan görüntüsü yaşlı kurtun içine soğuk bir ürperti yayardı. Hayvani anlayışına göre, muhtemelen bir insandan daha gaddar, amansız bir düşmanı yoktu. Ona göre, bir insan herhangi bir yırtıcıdan daha korkunçtu. Kaşaba, kurt yasalarının en acımasız yasalar olduğunu hayvani bir içgüdüyle biliyordu. Ve şimdi iki ayaklıların yasalarının daha da acımasız olduğunu öne sürüyordu. Bunu bizzat kendi üzerinde teyid etmişti... uzun zaman önce... Ama bunun hakkında daha sonra bahsedeceğiz. Aç bir mide guruldadığında, küçük bir fare bile dayanılmaz arzu haline geldiğinde, aç bir kurt etrafındaki dünyanın iniş çıkışlarını anlayabilir mi? Baharı bekleyecek. Ölmezse, bahar onun için gelecek... Ve ruhunun derinliklerinde yuvalanan ufacık, zerre boyutundaki düşünce de baharını bekleyecekti. Şimdilik yaşlı kurt her şeye katlanıyordu...
***
Puslu yoğun sis ve nemli ağır hava bir ağırlık çöktürmüştü üzerine, donmuş zeminden kalkmaya izin vermiyordu. Böyle havalarda, hiçbir yere burnunu sokmadan tam da yuvada yatma zamanıydı. Ama vahşi yaşamın sarsılmaz yasası vardı: kurtu ayakları beslerdi. Ve böyle yağmurlu günlerde bile açlık, rahatlamasına izin vermez, onu en azından küçük bir av arayışına sokardı. Kaç gündür kurtun ağzına bir lokma bile girmemişti. Bazen çaresizlikten, ağzını arka ayaklarının arasına gömen Kaşaba, uzun süredir su yüzü görmeyen ve bu nedenle küf kokusu yayan vücudunun kokusunu içine çeker ve bu, onda baştan çıkarıcı bir takım düşünceler uyandırırdı. Bu sefer sezgisel olarak o, bir kurtun yaşamının, daha doğrusu kurtun yasasının iki koşulsuz hakikatten oluştuğunu idrak etmişti. Birincisi mideye bakmak, yani sürekli yiyecek arayışı içinde olmak. İkincisi, kokusu onu heyecanlandıran şehvet uyandıran vücuduydu. Yaşlı Kaşaba, bir kurtun hayatta sadece bu iki zevke sahip olduğundan emindi. Kurt türü için bunlardan daha önemli bir şey yoktur. Sanki kurtlar sadece bu iki zevk için doğmuşlardı. Ne de olsa, geçmiş hayatı unutulmaya yüz tutmuş, parmaklarının arasından kum zerresi gibi akıp gitmişti. Ve sadece zihninde ve hislerinde bir avuç dolusu hatıra, boğazına takılmış bir yumru gibi, sindirilmemiş yiyecekler gibi yer etmişti. Bu, doyasıya beslendiği
23
sıcak kan ve bir dişi kurdun sıcak vücuduydu. Belki de bu, ölümlü dünyanın acı gerçeğiydi? Kaşaba bu hayatta neler görmemişti, neler yaşamamıştı, neler yapmamıştı ki! Lakabının Kaşaba olduğunu bile bilmiyordu. İnsanlar onu böyle çağırırdı. Onlar için kurtların kurtu Kaşaba idi. Bu tecrübeli vahşi hayvan insanlara ne kadar acı çektirmişti, ne kadar belalar getirmişti, keskin dişleriyle onlarca hayvanı telef etmişti! Dişleri evcil hayvanları bir tırpan gibi biçiyor ve onları bir dirgen gibi yırtıyordu. Ne kadar kan dökmüştü! Bu yaşlı yırtıcı hayvan pek çok şeyi hatırlayabilirdi. Onun yolu ateşliydi, izleri sıcaktı, onun olduğu yerlerde ortalık felaketti. Ayrıca yakın zamanda, kış ağılına yaptığı başarısız saldırı denemesini de hatırladı. Sağ gözünün üstündeki alnı hala acımaktaydı: Onu o kadar sert tekmeleyen at neredeyse beynini patlatacaktı, neredeyse ruhunu Tanrı'ya teslim edecekti. O andaki kanlı kargaşada öfkeye kapılan kurt, bu acıyı hemen hissetmemişti, ancak daha sonra onu tehdit eden tehlikenin ve acının farkına varmıştı.
***
Av sırasında vahşi yırtıcıların ne tür şeytani bir heyecan hissetiğini biliyordu. Özellikle bütün sürüyle hareket ettiklerinde. Ayırım gözetmeksizin, hiçbir şeye dikkat etmeden, şimşek gibi kurt sürüsü korkmuş bir hayvan sürüsüne saldırır ve ister keçi veya koyun, hatta yabani sığırlar, hatta atlar olsun hepsini parçalarlardı. Elbette hayvanlar öyle kolayca pes etmezler, direnmeye çalışırlardı. Çobanların ne ‘Hoşt! hoşt!”, ne de silah sesleri kanlı katliamı durdurabilirdi… Tıpkı kök-böru yarışmasında öfkeye kapılan bir Ulaç binicisi gibi, kurt da öfkeli enerjisini serbest bırakırdı. İnsanların çığlıkları, silah sesleri, nefret dolu köpeklerin çılgınca havlaması kanlı savaşın heyecanını daha da körüklerdi. Bir kurt için sıcak kanın tadı en büyük bir zevkti, etin tadıyla bile kıyaslanamazdı. En iyi yiyecektir onlar için! Yaşlı kurtun ağzından salyalar akmaya başlamıştı. Şu anda, en azından bir fareyi yakalamalı ve midesindeki oynaşan solucanı susturmalıydı... Ertesi günün sonunda, nemli sis iyice kalınlaşmış, her şeyi ve her yeri puslu bir alacakaranlık kaplamıştı. Ve bu gün Kaşaba için yorucu ve iç karartıcı bir gündü: ilk başta, acımasız rüzgar başını kaldırmasına izin vermemişti ve yatıştığında, sanki bunu bekliyormuş gibi, yoğun bir sis yayılmaya başladı, canlı ve cansız her şeyi bir gölgenin altına gizledi. Ve yenebilir bir şeyin kokusuna hasret kurtun midesine acı veriyordu. Gecenin karanlığında kurtun koku alma duygusu görme duyusundan daha keskin olur. Bir kurt bir mil öteden bir kokuyu alır ve işitme duyusu ile de en ufak bir hareketi algılar. Ama şimdi bu lanetli sis her şeyi kurşun bir örtüyle kaplıyor, ona işkence ediyor, değerli bir varlığın kokusunu almasını imkansız hale getiriyordu. Açlıktan, kurtun ağzına safra suyu gelmişti ve soluduğu hava donuyor gibiydi... Ama bu bölgedeki her şey ona tanıdık geliyordu: her yamaç, her oyuk, cılız ağaçlar, irili ufaklı taş bloklar ve küçük canlıların hangi delikte gizlenebileceğini bilirdi. Bir zamanlar, Kaşaba bu bölgedeki kurt sürülerinin üzerinde istisnasız olarak hakimiyet sürüyordu. O bölgelerin Kaşaba'nın kontrolünde olduğunu bilen diğer kurt sürüleri,
24
onun bölgesine adım atmaya cesaret edemezdiler. Ve parıldayan gümüşi bir yelesi ile sürüsünü vakur bir adımla yönlendirdiğinde, o bölgenin kurtları ön ayaklarının üzerine eğilirler, başlarını öne eğerek, ona saygılarını ve alçakgönüllülüklerini gösterirlerdi. Genellikle bu gibi durumlarda, kurtların her şeye gücü yeten lideri göğsünü genişçe gerer, arka ayakları üzerine oturur, ön ayaklarını yere yaslar ve önünde yaltaklanan soydaşlarına küçümsemeyle bakardı. Diğer sürülerin liderleri, hiçbir konuda onunla çekişmeye cesaret edemezdiler, herhangi bir tepki veremezdiler, kuyruklarını sıkıştırıp gözlerini aşağıya indirirdiler, korkunç liderin gözlerine doğrudan bakmaya cesaret edemezdiler. Ve o sırada Kaşaba, onun muzaffer sert görünümünden heyecanlanan ve gözlerini büyüterek, dişi tabiatlarını gösteren sürünün dişilerine gözlerini diker ve sonra gururu yükselmiş erkeğin havası içinde memnunluk hissederek sürüdeki tüm dişilere sahip olma arzusu duyardı. Dişiler de aynı şekilde, güçlü bir erkek kurtun değerini biliyorlardı, duygularını oynaşkan bir bakışla dışa vuruyorlar, ilk çağrıda onun peşinden gitmeye hazır olduklarını tüm davranışlarıyla belli ediyorlardı. Liderin gücünü ve cesaretini tüm benliğiyle hisseden şehvetli, ateşli dişi kurtların salyaları akıyor ve çiftleşmeye hazır olduklarını belli ediyorlardı. Kaşaba, nerede olursa olsun, diğer kurt sürülerinden dişileri cezbetmeyi kendi haysiyeti olarak gördüğü için, soydaşları arasında her zaman paniğe neden olurdu. Bu bir kurt mutluluğu değil midir?.. Böyle keyifli günlerde, vahşi bir hayvan için gördüğünden ve hissettiğinden daha iyi bir şey olmadığına inanarak kendini dünyanın hükümdarı gibi hissederdi – bazen, hatta dişi kurt liderler bile erkek kurt efendisinin yanında olduğunu unutarak, kuyruğunu sallayan başka bir sürü genç dişi kurtları ondan kıskanırdılar. Ve Kaşaba, aptal olmayıp, tüm sürünün önünde başka bir liderin dişi kurtunu elinden alırdı: onu bir kenara çekip, tüylerini yalayarak kur yapar ve tamamen tatmin olana kadar gitmesine izin vermezdi. Bunun hep böyle olacağını düşünmüştü. Kaç dişi kurt sürülerini terk edip onunla, ünlü, cesur kurtla birlikte sürülerinden ayrılmışlardı! Ve sürülerinden kaçamayan kaç tanesi de, liderlerin liderini hayal edip durmuştu! Kurtların lideri olarak tanınan Kaşaba, dişilerin çok beğendiği iyi bir niteliğe sahipti: kurt asaleti. Diğer kurtlar gibi gücünü gösterme ve bir dişiyi zorla ele geçirme alışkanlığı yoktu. Bu kurt, seçtiği dişiyi nasıl memnun edeceğini iyi biliyordu. Hayvansal bir cömertlik duygusu vardı içinde. Onları koklama, yalama, sürtünme şekli dişi kurtların hoşuna gidiyordu. Ve Kaşaba sadece içlerinden en güzellerini seçer, sadece en çok beğendikleriyle oynaşır, sadece ona karşı hassas duygular besler, yalnız onu arzular ve ancak o zaman onunla yakınlaşırdı. Dişiler bu tavrı severler. Ve onun görkemli gri yelelerinden genellikle kendilerini alamazlar, akılları başlarından gider ve kendilerini onun güçlü bedeninin altında nasıl bulduklarını fark edemezlerdi bile. Ve kurtlardan biri hoşnutsuzluğunu göstermeye cesaret ederse, başını belaya soktuğunu bilmeliydi. Başına buyruk Kaşaba, kendi kurallarına göre yaşayan mükemmel, cesur bir savaşçıydı. Seçtiği dişi kurdu kaç defa beraberinde götürür, uzun süre ona sürünerek okşar, tutkuyla tüylerini yalar, onda tatlı hayvansal duygular uyandırır,
25
bazen altına yatar, sonra üstüne sıçrar, bazen de başını dişi kurtun bacakları arasındaki kuyruğunu teneffüs ederek dişiden yayılan o baştan çıkarıcı, baş döndürücü kokuyu içine çekerdi. Ondan sonra daha da heyecanlanırdı. Dişi gözlerini kayırarak uygun bir pozisyona geçtiğinde, Kaşaba ön ayaklarını onun üzerine atar ve tüm gücünü tutkuyla sırtına bastırırdı... Tüm dişiler Kaşaba'nın üstünlüğünü kabül etmişlerdi, hatta bazen şehvetli lider yüzünden kavgaya bile tutuşurlardı. Ama özellikle yukarı geçitteki bir sürüden güzel bir yüze sahip, genç mavi gözlü bir dişi kurtu seçmişti. Çekici bir dişi kurttu, aynı insanlar arasında evlendirilmeye hazır güzel bir kız gibiydi. O yıl, ilk kez bir dişi yaratık olarak asıl yaratılış amacını biliyordu. Kendine güvenen ve otoriter bir kurt olan Kaşaba, uzun zamandır mavi gözlü olan dişi kurtu fark etmişti. Gözünü ondan ayırmayarak sabırla doğru anı bekledi... Ve şimdi bahar gelmişti, kuzulamanın bereketli zamanıydı. Kaşaba, kendisine sadık kurtlarla birlikte yukarı geçitteki sürüye geldi. Genç dişiler önder kurtun gelişini bariz bir memnuniyetle karşıladılar, kendi aralarında bir araya gelip bir şeyler mırıldandılar, selamlayıp onun gelişini tartıştılar. Bunu fark eden erkekler, bir homurtu ile hoşnutsuzluklarını gösteriyorlardı, dişi kurt topluluklarını dağıtmak, onları Kaşaba'dan uzak tutmak için mümkün olan her yolu deniyorlardı. Ve dişilerin oynaşmaları, yeni gelen liderin gururunu hoş bir şekilde yükseltiyordu, kurtların hoşnutsuzluğunu ise sıradan bir kıskançlık ve haset işareti olarak algılıyordu. Ancak bir atasözünde dendiği gibi: ‘Hayırlı bir hediye, onu arzulayana değil, kaderinde buna sahip olmak var olana gider.’ Kaşaba bakışlarını genç, mavi gözlü dişi kurtun üzerinden ayırmıyordu, inine girerken ya da çıkarken onun zarif yürüyüşünü izledi. Bir ara dişi kurt fark edilmeden sürüden ayrıldı. Kurt alışkanlıklarını bilmeyen, kurtların nasıl güldüğünü, nasıl sinsi ve davetkar gülümsediğini anlayamaz! Kahkaha ve neşeli dürtüler onlara da yabancı değildir. Kaşaba'nın hoşlandığı genç dişi kurt ona tatlı bir gülümsemeyle baktı. Ve elbette Kaşaba da bunu fark etmişti. Başka kurtlar ona yaklaşsa, Kaşaba huzursuz olur, boynundaki tüyler diken diken olurdu. Sürüsündeki sadık kurtlar, liderlerinin hoşuna giden genç dişi kurttan kıskanç kurt erkeklerini uzak tutmak için hemen kararlı bir şekilde önlemler alıyorlardı. Kader, her zamanki gibi, Kaşaba'nın yanında olmuştu. Yine sürüsüyle yukarı vadiye geldi. Baharın ikinci ayının sonunda tüm bölge muhteşem güzellikte oluyordu. Uzaktan, Kaman-Bel'in yüksek yolu yanan bir alev gibi görünüyor - haşhaşlar çiçek açıyor. Ve bu bölgede Kaman-Bel’in güzelliği ile karşılaştırılabilecek başka bir yer yoktu, burası haşhaşın anavatanıydı. Ve Kaşaba bu zamanlarda buraya gelmeyi severdi. Yükselen diğer dağ otları etrafa hoş kokular yaymakta, kışın kaybolan kuşlar bir orada bir burada cıvıldamaya ve farklı sesler çıkarmaya başlıyorlardı. Bu yerlerde ve daha da ötesinde çok renkli yaşam hüküm sürmekteydi. Şu anda, bir insan ayağı henüz buraya ayak basmamıştı ve otlayan hayvanların toynakları çimenleri ve çiçekleri ezmemişti. İnsanlar hayvanlarını otlatmak için dağlara doğru kademeli olarak, gittikçe yükseklere sürüyorlardı. Şimdilik bu çiçekler içindeki bozulmamış bölge huzur içindeydi. Mavi gözlü dişi
26
kurt sürüsü de burada yaşıyordu. Kaman-Bel kurtları, diğer hemcinsleri sürülerden farklıydı. Kısa bacakları, sarımsı kürkleri vardı, bu da onları tilki gibi gösteriyordu, sadece onlardan daha büyüktüler. Kurtların kurtu Kaşaba, mavi gözlü dişi kurt nedeniyle sık sık vadiye geliyordu. Genç ve güzel dişi kurt her erkek kurtun hoşuna gidiyordu. Yumuşak kürkü, altın rengiyle parıldayan narin güneşin hoş ışınlarında yıkanıyor gibiydi. Mavi gözlerinde doğal olarak kelimelerle ifade edemediği sevinç, coşkulu düşünceler parıldıyordu. Onun heyecan veren varlığı, Tanrı'nın diğer dişi kurtlardan mahrum bıraktığı güzellikle birleştiğinde, erkek kurtlarda arzu ateşini uyandırmaktaydı.
***
Mavi gözlü dişi kurt, sıradan bir yırtıcı türünden değildi. Babası tanınmış bir kurt soyundan geliyordu. O da görkemli bir erkekti ve herkesin dikkatini çekiyordu. Tutkulu ve sevgi doluydu. Bir keresinde, kendi sürüsünden ayrılamadığı için uzak bir sürüden bir dişi yüzünden kendi bildiği toprakları terk etmişti. Ondan doğan yavrular, bu dışarıdan gelen kurtu bırakmıyorlardı. Kurt anne onların zorlu yaşamdaki hayvan varoluşlarında hem destekleri hem de koruyucularıydı. Ancak ne yazık ki, her şey annenin hakimiyeti altında değildi - geçen kış bir kurt yavrusu avcılar tarafından vurularak öldürülmüştü. İki dişi kurt yavrularından biri, geçiş sırasında nehirden sürüklenip kaybolmuştu. Hayatta kalıp kalmadığı bilinmiyordu. Olgunlaşıp güzel bir dişi kurta dönüşen mavi gözlü genç kurt, annenin neşe kaynağı olmuştu. Artık yetişkin oyunları oynama zamanı gelmişti: Ona layık bir erkek kurtla çiftleşmesi. Ve sonra kader ona gülümsemişti: kurtların ünlü lideri Kaşaba'nın kendisi ona tutulmuştu. Böyle bir mutluluk her dişi kurta nasip olmazdı...
***
İnlerinden biraz uzakta, bir dağ nehri gürüldeyerek akıyordu. Nehrin dar çukurundaki yolu parıldıyordu. Kaşaba mavi gözlü dişi kurdu sürüden gizlemeden götürdü ve buraya getirdi. Yazılı olmayan kurt yasalarına göre hareket ediyorlardı: önce birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Bunlar, birbirinin iç dünyasını anlamak, incelemek, nüfuz etmek, hissetmek isteyen bakışlardı. Kurtlar kendi aralarında hemen birleşmezler. Önce birbirlerine yakından bakarlar, koklarlar, alışırlar, bundan sonra dişi ve erkek kurtlar birbirini okşamaya, sürtünmeye başlarlar. Kaşaba ve genç dişi kurt da aynısını yaptı. Genç dişi kurttan yayılan koku, Kaşaba'nın burnunda bir fırtınaya neden oldu. Burnunda anlamlı beyaz bir beni olan dişi kurtun yüzünü kıvrak dili ile yaladı. Dişi kurt ayrıca sevecen ve anlamlı bir şekilde gülümsemeyi de biliyordu. Bunu şimdi de yapmıştı. Kaşaba onu yutmaya hazırdı... Ama oyuncu dişi kurt önce oynaşmak istiyordu. Bir yanına yatıyor, sonra ayağa kalkıyor, kerpeten kadar güçlü dişleriyle kurdun kocaman boynundaki tüylerine diş geçiriyor, sonra eğilerek ona mutlulukla bakıyordu, sonra uzun bir kementin mesafesince
27
ileriye koşuyor ve Kurt onu yakaladığında, kendini yere atarak tekrar oynaşıyorlardı ve bu oyun onu kendinden geçiriyordu. Birden dişi kurtun diline soğuk ve sert bir cisim takıldı - Kaşaba'nın kulağındaki etiket ve onun metal tadı, genç oyuncu kurt tüm varlığı yenilenmiş bir güçle tatlı bir heyecan dalgasına kapılmıştı. Gözlerinde, ifade edemediği bir söz parıldıyordu: ‘Canım.’ Ve kurt ta onu kucaklamaya ve cevap vermeye hazırdı: ‘Canım benim!’ Duygularını kelimelerle ifade edebilselerdi, mutluluk duygular içinde olan bu hayvanların dudaklarından yanardağ gibi ne güzel sözler fışkırırdı. Ama gözleri kelimelerden daha fazlasını anlatıyordu.
Daha önce, bu gibi durumlarda, Kaşaba genellikle hayvan soyluluğunun gerektiği şekilde hareket ederdi, dişiyi heyecanın zirvesine çıkarırdı, haykırma noktasına kadar okşardı vücuduyla sürtünerek, boynunu boynuna dolardı, sanki uzaklaşıyormuş gibi yapardı, kuyruğunu sallayarak yan tarafa zıplardı. Dişi kurt, deneyimli bir erkeğin kurnaz oyununun neden olduğu çok yönlü, kontrol edilemeyen duyguların esaretine düşerdi. Kaşaba bu duyguları açık bir kitap gibi okurdu, bütün bunları parmaklarının arasından akan civa gibi içinden hissederdi. Ama bu genç dişi kurt onun kalbini özel bir hassasiyet ve tatlı bir hazla doldurmuştu. Şehvetle dolup taşıyordu, yaklaşan çiftleşme düşüncesiyle tir tir titriyordu. Hafifçe yan tarafına dokunan kurt, baştan çıkarıcı dişi kurtun etrafında dolaştı ve yüzünü onun arka bacaklarının arasına yaklaştırdı, kokladı. O anda genç bir dişi kurtun çiftleşemeye hazırlık sıvısının keskin kokusu burnuna çarptı. Bu koku onun aklını başından almıştı. Ancak daha önceden, aynı kontrolsüz bir durumda kurt tutkuyla dişinin hemen arkasından harekete geçmekteyken, bu sefer öyle davranmadı. Kokladı ve yine dişi kurtun kuyruğunun altını kokladı, içine çekti, kendini deliriyormuş gibi hissediyordu. Sık ve şiddetli nefes alıp vermeye başlamıştı. Dişi kurda arkadan yaklaştığında, ön ayaklarıyla yere dayanmıştı ve arka ayakları hafifçe bükülü bir şekilde donup kalmıştı, vücudu gevşemişti. Yalvaran bir bakışla o anı bekledi... Bu genç kurt için ne büyük bir mutluluk gelip çatmıştı - kurtların en korkusuzuyla, kıskanılacak soylu bir damatla çiftleşmek üzereydi! Kurt acele etmedi, elinden geldiğince kendini tuttu, dişi kurt ise sevdiğine doğru dönüp gözlerinin içine baktı. Yakıcı bakışlarını gördü, gözlerinde bir heyecan denizi gördü ve vücudu tutku duygularıla eridi. Kurt, ön ayaklarıyla arkadan üzerine yükseldiğinde, o biraz öne eğildi... Genç dişi kurt, başını ona çevirerek, kendisine dayanan erkek kurtun yüzüne baktı. İkisinin de gözleri alev alev yanıyordu... Arka ayakları ile yere yaslanan kurt, genç sevgilisinin içine tekrar tekrar kuvvetle dürtmeye başlamıştı... Ovaların ve yaylaların güzelliği ve cesur lider-kurt o dişi kurtla akşama kadar birlikte kaldı. Ay yükselene kadar uzun bir süre boyunca tamamen zevk aldıktan sonra bile birbirlerinden kopamıyorlardı... Kim bilir, kurtun kaç tane dişi kurdu vardı, ama hiçbiri bu genç mavi gözlü büyücü ile karşılaştırılamazdı! O gün Kaşaba, kendi ininin olduğu vadiye çok geç döndü. Onu takip eden sadık kurt grubu da yorgun görünüyordu. Liderlerini, sürüsünün hemen önünde götürdüğü genç bir dişi arkadaşıyla aşk oyunlarının tadını çıkarırken beklediler. Sabırla dönüşlerini
28
beklemişlerdi. En beklenmedik şey ise, Kaşaba evine döndüğünde başlamıştı. Dişi kurt, erkeğinin başka bir dişi kokusuyla geldiğini hemen hissetmişti. İnin girişini vücuduyla kapatarak, hırlayarak dişlerini gösterdi. Kıskançlıktan öfkeye boğulmuştu, memesi sonuna kadar şişmişti. Sağa sola salyalar akıtıyordu, gözleri kan çanağına dönmüştü. Her tarafı titriyordu. Ayaklarının altında dolaşan yavrularını hiç acımadan tutup ağızıyla inin uzak köşelerine fırlattı. Hayat arkadaşını her zaman zorlanmadan sakinleştirebilen Kaşaba bu sefer ürkmüştü: Böyle bir karşılama beklemiyordu. Dişisinin her zaman yanında olmasına rağmen, ilk defa onun böyle bir öfkesiyle karşılaşıyordu. Dişi kurtun boynundaki tüyleri dimdik olmuştu, gözleri nefretle yanıyordu. Kurt şaşkınlıkla geri çekildi. Öfkeli dişi kurt, erkeğinin kendi yuvalarına girmesine izin vermedi. Kaşaba ilk kez geceyi ailesinin yanında geçirmemişti ve bu bir vahşi hayvan için iyiye alamet değildi... Sürünün lideri vakur kurt, gecenin örtüsü altında yalnız kalmıştı. Ay özellikle o gece çok parlaktı. Gece yarısına yakın dişi kurt inini terk etti ve tepeye doğru koştu, nehrin yukarısındaki sarp bir uçurumun kenarına tırmandı ve dolunaya karşı ulumaya başladı. Bu kez farklı bir şekilde, o ana özgü bir şekilde uludu: sanki kederin, belki öfkenin, belki de umutsuzluğun melankolisi vardı... Büyük acısını ve kederini Ay’a dökmeye çalışıyormuş gibi boynunu kuvvetle gererek ve yukarı uzatarak uludu. Bu ulumada, tatmin edilmemiş arzular, zihinsel ıstıraplar, vahşi kıskançlıkların izleri duyuluyordu. Uluması, dağların uyuyan siluetlerinin, karanlık tepelerin, gece ovasının üzerinde, karanlıkta fırtınalı kara nehirle birlikte uzaklara yayılıyordu. Uluması o kadar güçlüydü ki sanki sesi Ay’ın kendisine ulaşıyor gibiydi. Kaşaba çalıların arasına gizlenip oraya kıvrıldı fakat uyuyamadı. Birincisi, genç dişi kurtun tüyleri üzerine yapıştığından onu hissettiği içindi – onun kokusu hala bu tüylerden geliyordu. Bu koku vücudunun derinliklerine, ruhunun içine işlemişti. Bununla birlikte, bu kurt çifti arasına nifak sokmuştu...Ve sonra gücenmiş dişisinin yürek parçalayıcı uluması tüm benliğini parçalamaya başlamıştı. Bir dişi kurt için rakibinin kokusunu almaktan daha dayanılmaz bir aşağılanma olabilir mi? Bu dişi kurt, yeni doğan yavrularıyla yalnız kaldığında ve yavrulara süt vermesini sağlayabilecek kadar yiyeceğe ihtiyaç duyduğunda, erkeğinin başka bir dişi ile eğlenmesini ve inine başka bir dişi kurtun kokusunu getirmesini kabül edemiyordu! Ve Kaşaba'nın hayat arkadaşı uçurumun kenarında durup ulumaya başladı, uzun uzun uludu. Kendisine yapılan hakareti, ruhunu, tüm dünyasını parçalayan bu utancı bu hayata veda ederek son vermeye hazırdı... Kaşaba ciddi bir şekilde paniğe kapılmıştı. Kalktı ve ona doğru koştu. Boynunu geren dişi kurt, sanki Ay’ı tutmaya çalışıyormuş gibi yüzünü ona doğru uzattı, sonra birkaç kez ağlarcasına ulumaya başladı: ‘A-uu! .. A-uu!’ Ve sonra uluma aniden durdu... Sarp bir uçurumdan boşluğa atladı. Kaşaba, hayat arkadaşının taşlara çarparak nasıl hızla aşağı uçtuğunu dehşetle gördü... Dişi kurt boşu boşuna bu hayattan nefret etmemişti: Kaşaba inine döndüğünde, kafa kafaya yatmış, pembe dilleri çıkık bir şekilde ölü yavrularıyla karşılaştı. Dişi kurt yuvaya terketmeden önce sekizini de boğmuştu.
29
***
Yoğun bir bulutun içinde hareket eden soğuk bir sis, uyanık bir şekilde uzanmış yaşlı kurdu sarmıştı. Keder verici düşünceleri kafasında dolanıyordu. Onun hayatından hem sevinçli hem de hüzünlü olaylar hafızasında su yüzüne çıkıyordu. Hayatı dolu dolu, tutkulu, başarılıydı ama aynı zamanda gerçekten trajikti. Son günlerde, tüm varlığını endişeli bir ıstırapla ezen düşünceler zihnine musallat olmuştu. O talihsiz gecenin resmi defalarca gözlerinin önünde belirmişti. Ve bundan artık kurtulamazdı. Bu gördükleri yaşlı Kaşaba'nın kalbine kurşun gibi yerleşmiş gibiydi... Ailesinin başına gelen trajediye rağmen Kaşaba, mavi gözlü genç dişi kurtu unutamıyordu. O, ruhunun derinliklerine demir atmıştı. Onunla son, heyecan verici görüşmeden bu yana çok zaman geçmişti, ancak genç baştan çıkarıcıya olan özlemi geçmemişti. Ilık bahar günlerinden birinde, Kaşaba tatlı bir rüyayla en sevdiği Kaman-Bel bölgesine gitti. O dişi kurtu görme umuduyla, bir iki gün boyunca vadinin yakınında orada burada dolaştı. Sürüyü uzaktan seyrederken, sevdiğini kurtlar arasında göremedi. Onun artık genç bir erkek kurtla beraber olduğunu ve şimdi onunla ininde yaşadığından haberdar değildi. Ve seçtiği kurt ta o sürünün lideri olmuştu. Kaplan yürüyüşlü, aslan gözlü cesur bir kurttu. Yüksek otların arasında yatan Kaşaba, gözlerini o sürünün şimdi yaşadığı küçük çukurluk alandan ayırmadı. Mavi gözlü dişi kurtu görme arzusu ve onun hakkındaki tatlı düşünceler, tıpkı bir karahindibanın yumuşak tüylerinin göze hoş gelmesi ve ruha dokunması gibi, onun yüreğini umutlandırmıştı. Ertesi gün, akşama doğru, dağ yamacının eteğinde Kaşaba, uzun zamandır beklediği, sevdiği arkadaşının nehir boyunca hareket ettiğini gördü ve hemen ona koştu. Bu karşılaşma dişi kurt için beklenmedikti. Son buluşmalarından bu yana çok zaman geçmişti, ama yine de güzeldi: mavimsi uzun gözleri, burnunun ucundaki beyaz bir beni, altın rengi kürküyle göz kamaştırıyordu. Ve vücutu da hala dipdiriydi. Ve özellikle zarif yürüyüşü - her şeyiyle göze hoş görünüyordu! Neredeyse kafa kafaya karşılaştılar. Biri artık yaşlı, neredeyse yaşı ilerlemiş bir kurt, diğeri ise solmayan bir güzellikle ışıl ışıl genç bir kurttu. Kalbinde, bakışlarında, eski sevgilisine sessiz bir hayranlıkla sabitlenmiş kurtun sözleri donukçaydı: ‘Beni tanıdın mı?’ – ‘Evet, tanısam ne olacak ki? Yine mi geldin?’ tarzında kurta küçümseyici bir şekilde cilveli bir bakış attı. ‘Seni özledim… Seni görmeye geldim..." diye itiraf etti kurt. ‘Eh, gördün, ne olmuş? Her zaman herşey istediğin gibi olmuyor,” diye cevap verir dişi kurt ve sesi buyurganlaşır: ‘Benim artık kendi sürüm var, koruyucum var, ben onun dişisiyim... Kendi inimiz var...’ – ‘Ben, seni…’ diye başladı Kaşaba. ‘Hayır, hayır, bir şey söyleme! –dercesine sert bir bakışla ona artık yabancılaştığını ima etti genç dişi kurt. ‘Herkes eşinin yanında olmalı...’ Yaşlı kurt peşini bırakmadı. Yumuşak sesler çıkartarak ‘Lütfen, git buradan,’ dedi, mahzun gözlerini kaldırmadan dişi kurt. ‘Beni unuttun...’ dedi - reddedilen kurt kırgın bir şekilde. Başını iki yana salladı ve gözlerinin içine hem acımayla hem de kibirle tekrar baktı. ‘Senin ne kırgınlığın olabilir? Hayatında, kaderinde, bir zamanlar benim olduğum gerçeğine sevinmen
30
gerekir... Git buradan, ben bir başkasına aitim’ dedi ve keskin bir şekilde dönerek Kaşaba'dan uzaklaştı. O ise bir hareket yapacak durumda değildi, damarlarındaki kan sanki donmuş gibiydi. İçini sanki bıçakla kesiyorlarmış gibi dayanılmaz acı bir his kaplamıştı. Görünüşe göre, o bu mavi gözlü dişiyi seviyordu! Acımasızca reddedilen aşkı şimdi kalbini daha da yakıyordu ve ayaklarıyla toprağı hırsla eşelemeye başladı. Kaşaba yaşadığı şoka rağmen uzun süre bu yerlerden ayrılmaya cesaret edemedi. Sonra bir kez daha mavi gözlü dişi kurtla karşılaştı. ‘Hala burada mısın? – diye şaşkınlığını ifade etmişti ve ona kesin olarak dedi ki: - Hiç umut etme. Ne cevap vereceğini bilemeyen Kaşaba sessizce öyle kalakalmıştı. ‘Beni düşünmüyor musun? Eğer düşünüyorsan, git artık... Ben kendime layık bir eş buldum, ondan kurt yavrularımın olmasını planlıyorum... diyerek oradan uzaklaştı. Kaşaba’nın mantığı onun bu bölgeden ayrılması gerektiğini söylüyordu. Ama Kaman-Bel'in göz alıcı kırmızı gelincikleri, içinde yeniden mavi gözlü dişi için sınırsız, çok güçlü bir aşk duygusu uyandırmıştı ve bu dünyevi güzelliğe, sahip olduğu sevgili yaratığa karşı içindeki karşı konulmaz özlemini bastıramıyordu.
***
Dişi kurtla acı dolu buluşmadan birkaç gün sonra, amansız ve karşı konulmaz bir arzuya kapılan Kaşaba, çiçek açan haşhaşlarla kaplı tepenin yamacına tırmandı ve oradan aşk oyunlarına kapılan bir kurt çift gördü. O anda dayanılmaz bir acı kalbini deldi: Bunlar mavi gözlü dişi kurt ve tanımadığı bir erkek kurttu. Ah, keşke onları görmez olsaydı! Kıskançlık duygusu Kaşaba'nın tüylerini diken diken etmişti. Erkek kurt muazzam bir irilikte görünüyordu - iki yaşındaki bir buzağı kadar vardı, kulakları bir hançer kadar keskin gibiydi. Kaslı pençeleriyle sert ve güçlü görünen bu genç kurt, her ne kadar Kaşaba da kıskanılacak bir güçte olmasına rağmen, Kaşaba ile kolayca başa çıkabilirdi. Devasa iriliğine rağmen, yabancı kurt, gergin bir teli olan bir yay gibi dişinin önünde eğilmekte, onu ustaca cezbetmekte, onun tüylerini yalamakta ve sanki ona tatlı sözler söylüyormuş gibi burnu ile onun yüzüne, ağzına hafif dokunuşlar konduruyordu. Ve dişi kurt ise onun hafif hırıltılarından eriyordu. Tatlı duygulardan gözleri parıldamasına rağmen dişi kurt hafifçe geri çekiliyordu. Kaşaba'ya bu dişi kurdun şirin mizacı ve alışkanlıkları bin deve yüküne yetecek gibi gelmişti. O zamanlar da, Kaşaba ile aynı bu şekilde oynaşıyordu: erkek kurdu heyecanlandırmak için altından yuvarlanıyordu, oynak bir şekilde kısa bir mesafe ondan uzaklaşıyor, sonra yere çömeliyor, öbürü de ona doğru eğildiğinde tutkuyla onun yüzünü yalıyordu. Sonra da okşanmak için boynunu ona doğru uzatıyordu. Ama bu onun için yeterli değildi. Yine erkeğin altından yuvarlanarak kuyruğunu özenle sallayarak etrafında dönmeye başlamıştı. Bu manzarayı izleyen Kaşaba'nın yarı açık ağzından akan salyası acı safra suyuna dönüşmüştü, gözleri kıskançlıktan alev alev yanıyordu. Başını öne eğdi. Öfkeli düşünceler beyninde dönüp duruyordu ve içinde bir ateş yükseliyordu. Rakibine olabildiğince çabuk yaklaşmak ve dişlerini ona geçirmek istiyordu. Mızrak gibi keskindiler. Ama o
31
zaman dişi kurtun durumu ne olacaktı?.. Yine ruhunu delip geçecek, yaralayıcı, öldürücü acı sözler söyleyecekti... Sadece bu düşünceler bu çok tecrübeli kurtu alıkoyuyordu... Böyle şeyleri görmektense gözleri aksaydı daha iyiydi. Çaresizlikten inledi... O anda sabırsız erkek kurt iki ön ayağını dişi kurdun sırtına attı. Dişi kurt ise çenelerini sanki sakız çiğniyormuş gibi hareket ettiriyordu. Vücudunu gevşetmişti. Gözlerini kayırarak donup kalmıştı... Yorulmak bilmeyen erkek defalarca dişi kurtu arkadan dürtmeye başlamıştı. Dişi kurt ön ayaklarını yere dayayarak zar zor tutunabiliyordu. Kaşaba, tatlı çifti küçük parçalara ayırmaya hazırdı. Bu durum onun için dayanılmaz hale gelmişti, içi tamamen kanıyor gibiydi. Öfkesini, bu ikisinin çiftleşerek sadece kurt türünün uzamasına yardımcı olduğu gerçeği dizginliyordu. Sadece bu düşünce, ruhunda köpürerek yanan kıskançlığı yatıştırıyordu... Yabancı kurt, dişinin kuyruğunun altına sanki bir hançer saplamış gibi ve başını yukarı doğru uzatarak hayvani zevkin zirvesine kendini kaptırmıştı. Birbirlerine yapıştırılmış gibi, uzun süre ayrılamadılar. Ve sonra yaşlı kurt titremeyle sarsıldı: O anda, delici bir kurşunun sesi sessizliği bölerek, tüm bölgeyi sağır etmişti. Yeryüzü sanki bir silah gürültüsüyle patlamış gibiydi. Kaşaba’ya sanki içindeki her şey parçalanmış gibi geldi. Ulumaya başladı. Hayır, fiziksel acıdan değildi bu haykırış. Onun eseri bile yoktu. Kurşun, mavi gözlü dişi kurdun arkasına yapışan yabancı erkek kurta isabet etmiş, tam kafasının arkasından vurulmuştu. Hayvan hemen dişi kurtun iki adım ötesine uçmuş ve kanla dolu açık ağızıyla öylece yatıyordu. Ardından ateşlenen ikinci kurşun, mutluluğun zirvesinde olan dişi kurtu yakalamıştı. O da kıvrılarak yere düşmüştü. Gözleri kanla dolmuş, adeta yuvalarından fırlamışlardı... Birleşmenin mutluluğunu daha yeni tatmış, akla gelebilecek tüm duyguların zirvesinde olan bu iki yaratık, kırmızı gelinciklerin ortasında cansızca yere serilmiş, onları al kanlarıyla kaplıyorlardı... Kaşaba yere çöktü, kalbini delen bir acıyla kıvranıyordu, ıstırabı had safhaya ulaşmıştı. Ne lanet bir gündü! İki ayaklıların, bu acımasız kurt avcılarının hiç mi kalpleri yoktu?! Sonuçta hayvanlar da onlar gibi canlılardır, onlar da Tanrı'ın yarattığı bu dünyaya gelmişlerdi! Dünyada gerçekten adalet yok mu? Güçlüler zayıfları yok edecek ve zayıfların kaderi kendi kanlarında boğulup ölmek miydi?! Öyle görünüyordu ki, yaşlı kurtun ayaklarının altındaki çimenler bile bu adaletsizlikten acıyla titriyordu... Kederini, zavallı ruhunu kime dökecek, yüreğindeki yas yüküyle kime gidecekti?! Mavi gözlü dişi kurt gözlerinin önünde ölmüştü. Patlamaya, kendini parçalara ayırmaya hazırdı, ama yapamadı, yanıp kül olmak istemişti - ama olmuyordu! Ruhunun yürek yakıcı çığlığı duyulmuyordu... Ve sessizce, acı acı hıçkıra hıçkıra ağlayarak bu kayıtsız, soğukkanlı dünyada yapayalnız öylece yere uzandı... Bir anlığına sanki gök yere inmiş, altındaki toprak çökmüştü. Dağlar yıkılmış, toprak çıplaklaşmış, onunla bağlantılı tüm kökler kopmuş gibiydi... Kurt yere yattı ve öfkeli bir hırsla anlatılmaz üzüntüsünü toprak anaya döktü. Cevap yoktu… Güneşe döndü. Ve güneşten de cevap yoktu. Ve kederli bakışlarını gökyüzüne sabitledi. Oradan da cevap yoktu... Tüm Evren ona bir uçtan diğer ucuna boş boş bakıyordu. Cevabı
32
nerede aramalıydı? Başka kiminle iletişime geçmeliydi? Yaradan'a mı? Yaradan'dan da bir cevap alamazsın… Cevap beklememeliydi, çünkü hayatın acımasız kanunu buydu. Ve belkide hayatın kanunları Yaradan'a bile tabi değildiler. Her canlı, her insan alnında yazılana istinaden kendi kaderini yaşar. Ve bu gerçek herkesin hayatında önceden belirlenmişti... Kaşaba'nın bunu anlayıp anlamadığı da bir sır olarak kalacaktı. Bu zavallının Yaradan'a sorduğu soru şuydu: İnsan ne zaman ellerini hayvanların kanıyla yıkamayı bırakacak?! Bilmek istediği tek şey buydu... Reddedilen Kaşaba’nın kaderinde, gizlendiği yerden mavi gözlü dişi kurt ile sürünün lideri olan kendi soydaşlarına neler olduğunu görüp acı bir kaderi yaşamak varmış: Silah atışlarının ardından, tazılar heyecanla dillerini çıkararak onlara doğru koşmuşlardı. Kurt çiftin cansız bedenlerinin hemen önünde durmuşlardı, onlara yaklaşmaya cesaret edemediler: yere serilmiş vahşi hayvanların görünüşü bile onlarda refleks olarak bir titremeye neden olmuştu. Silahlı dört avcı da yanlarına ulaşmıştı bile. Biri atlı, üçü yayaydı. ‘Şuraya bak, erkeğin tam kafasının arkasından vurmuşum! diye sevinçle haykırdı at sırtında oturan kırmızı yanaklı. – ‘Herhalde çiftleşiyorlardı’-‘ Evet, evet! Harika bir iş çıkardık, - diye bağırdı kısa boylu adam. Ve berbat bir şekilde sözlerini pelteleyerek devam etti: ‘Bilivsiniz, zaman akışı iki duvumda duvuv. Bivincisi, yemek yevken ve ikincisi, seks yapavken! İşte sadece bu duvumlavda. Ve sen hedefe ulaşıvsın!’ Konuşmasını Rusça bitirdi, aynı zamanda ayaklarını yere vurarak ve sözlerinin teyid edilmesini bekleyerek yoldaşlarına baktı. ‘Dişi kurtun derisini burada yüzeriz ve erkek kurtun derisini de kış kampında sakin sakin yüzeriz. Bence iyi para edecek, - dedi düğme burunlu adam, başındaki kepini yukarı kaldırarak ve eliyle düzelterek. ‘Yalnız dört kişiye tek atımız var ve bu eşek ölüsü gibi iki devasa kurtu nasıl götüreceğiz?’ Kısa boylu adam hemen onu destekledi: Kış kampı buradan yaklaşık yirmi kilometre. Şahsen ben onları taşıyamam! Sonra kendini haklı çıkarmak için ekledi: ‘Ben İspanyol eşeği miyim ki?’ ‘Dişi kurtun derisini kim yüzecek? diye sordu kırmızı yanaklı adam, arkasında duran koyu tenli, uzun burunlu bir köylüyü göstererek. Onda kararlıydı: ‘İşte o!’dedi. Gerekirse sizlerin de derilerinizi anında yüzebilir.’ ‘Özellikle senin,’ diye dalga geçti kekeme olan. ‘ Ya senden, bir kurbağınki kadar bile deri çıkmaz, zavallı sıska!’ diyerek tersledi onu kırmızı yanaklı adam. Üç adam kurt leşini bir ata yüklediler. Ve uzun burunlu adam dişi kurtun karnını yardı, kocaman elleriyle başının üstünden tuttu, çekti ve acımasızca hayvanın derisini alışılmış bir kolaylıkla çıkarttı. Dişi kurtun görüntüsünden birkaç dakika içinde çıplak kırmızı bir et parçası kalmıştı. Tüm iç organları yere yayılıp, kanlar aktı. Daha kısa bir süre önceki zamana kadar Kaşaba'yı heyecanlandıran mavi gözlü büyüleyici dişi kurttan geriye kalan tek şey buydu. Derisi şimdi ikiye katlanmış olarak, cansız erkek kurtun vücudunun yanında ata yüklenmişti. Kötülük yapan iki ayaklılar kampa doğru hareket etmişlerdi. Kaşaba, yavaş yavaş uzaklaşan ve kısa süre sonra tepenin arkasında gözden kaybolan avcılara nefretle baktı. Gözlerinin önünde yaşanan trajedi sonucu kendini mahvolmuş hisseden Kaşaba, hemen ayağa kalkamadı. Ayrıca, uzun süre
33
yatmaktan ayakları şişmişti... Vücudu ateşi varmış gibi titriyordu. Hiçbir şey yapamamanın verdiği ıstıraptan depresyona girmişti. Hayatta bir parıldama zamanı vardır, ama bir de solma zamanı oluyordu. Şimdi kimi hedef alacaktı? Kimi korkutacaktı? Bütün sıkıntı bundaydı. *** Başını eğip, gür yeşilliği burnuyla aralayan Kaşaba, tam o yere gelmişti... Dişi kurtun kıpkırmızı etten ibaret vücudu yassılaşmış, ezilmiş çimenleri ve sarkmış çiçekleri kanla kaplamıştı. Eski mavi gözlü, narin, hassas genç dişi kurttan geriye sadece anılar kalmıştı. Artık burun deliklerine hücum eden dişi kurtun kokusu yoktu. Onun yerine sadece kan ve et kokusu kalmıştı. Vücudunda bir parça derisi bile kalmış olsaydı, onu diliyle yalasaydı... Kaşaba’nın ruhu sızlıyordu, kanı donmuş, yüreği acıdan parçalanıyordu. Ve kırılan gelincikler, yapraklarını dökerek kanlı toprağın üzerine eğilmişler ve çiçek açan hayatlarına bitkin bir şekilde veda etmişlerdi. Akşam karanlığı çökmüştü. Sanki evrenin tamamı hayatları mahvedilmiş kurtların kanlarıyla dolmuş gibi geliyordu Kaşaba’ya. Ve ufkun ötesine geçen kan kırmızısı güneş ve Kaman-Bel dağlarını kaplayan kırmızı gelincikler, Kaşaba'nın gözlerinde yanan kömürler gibi parlıyordu... Gelincikler, narin kırmızı yapraklarını yerlere saçmışlardı. Bir yandan dişi kurtun al vücudu yatıyordu. Bütün Evren sanki kana bulanmış gibiydi... Kaşaba sevdiği dişinin hala kanayan bedenini boynuna yükledi ve nehre doğru yöneldi. Bu yerlerden beş mil uzakta, berrak bir dağ nehrinin yukarısındaki bir sarp tepeye doğru yolunu tuttu. Kurt, sevgili dişi kurdunun akbabalar tarafından gagalanmasına, fareler tarafından kemirilmesine, her türlü sürünen yaratıklar tarafından yenmesine izin veremezdi. Mavi gözlü dişisinin kalıntılarını coşkun nehire teslim etmeye karar vermişti. Kaderin cilvesi işte! Daha önce de, bu genç dişi kurta olan kıskançlığından ötürü kendisinin önceki dişisi de tüm kurt yavrularını boğarak kendini şu anda Kaşaba'nın en değerli yüküyle gittiği uçurumdan o nehire atmıştı. Şimdi sıra onun son tutkusu dişiye gelmişti...
***
Akşam karanlığı iyice çökmüştü. Kaşaba artık uçurumun eteklerine gelmişken, onu büyük bir çakal sürüsü karşıladı. Kediler gibi peşlerinden koşuyorlar ve aç bir yavrunun çığlıkları gibi kederli sesler çıkarıyorlardı, gözleri karanlıkta kor gibi yanıyordu. Kurt tetikteydi, tehlikeyi bekliyordu: bu çakallardan iyi bir şey beklenemezdi. Bölgede yaşayan çakallar, Kaşaba'yı uzun zamandır tanıyorlardı ve onunla karşılaşmaktan kaçınıyorlardı. Yaşlanmış olsa da, yine de güçlü bir kurttu, onlar da onun karakterinin ve hırsının özelliklerinin farkındaydılar. Bazen, zorlu kapışmalardan sonra, kurt kendini zar zor sazlık çalılıklarına atardı, ancak bu cüce çakallar birçok kez sürü halinde ona saldırmayı planlamışlardı. Aç çakallar sürü halinde kurbana saldırdıklarında, kim olursa olsun farketmez, her bir canlıyı parçalayabilirlerdi. Şimdi onu uzaktan tehdit eden çakallar, daha çok yaşlı kurtun sırtındaki kanlı leşle ilgileniyorlardı. Liderleri yüksek sesle inleyerek diğerlerine sanki bir talimat veriyordu: ‘Her taraftan saldırın. Bu ganimet bizim olmalı! Sizce
34
bu kurtun daha ne kadar gücü var, daha ne kadar kendi sırtında bir leş taşıyabilir? Ve çakallar giderek yakınlaşarak Kaşaba'yı çevrelemeye başladılar. Kurt yükünü yere indirdi ve hırlamaya başladı. Lider çakal ona yaklaştı ve dişlerini göstererek tehditkar bir bakış attı: ‘Bu yaşlı kurt bize ne yapabilir? Eğer gerekirse onun vücudunu da parçalara ayırırız!’ Ve cesaretlendirilen çakallar tehditkar bir şekilde tüylerini kaldırdılar. Ön ayaklarını sıkıca yere dayayan Kaşaba, etrafını saran aç düşmanlara hırlıyordu. Zehirli tükürük püskürten çakallar kurta saldırmaya hazırdılar. İlk başta, bu kadar çok sayıda çakalı görünce biraz korkmuş olan Kaşaba, şimdi içinde öfke dolu bir güç hissetti, gerildi, doğruldu, sivri dişlerini göstererek tehditkar bir şekilde hırladı. Kendisinden ziyade çok sevdiği dişi kurtu korumak için saldırıyı püskürtmeye hazırlandı. Ancak çakallar, yaşlı kurtun o müthiş görünümünü umursamadılar. Ona daha da yaklaştılar, ancak saldırı anını başlatmakta acele etmiyorlardı. Bu durum kurtu öfkelendiriyordu. Düşmanlarından önce harekete geçmeye karar verdi: hızla ileri atıldı, karşısına çıkan ilk çakalın boynunu tuttu ve onu sert bir şekilde kenara fırlattı. Sanki bir kılıçla yarılmış gibi, onu soydaşlarının gözleri önünde yere yığdı. Kaşaba bir sonraki çakala saldırdı. Arkasındaki iki çakal, dişi kurtun cesedini kapıp sürüklemek için koştular, ama Kaşaba hızla dönerek onları şiddetli bir sarsıntıyla fırlattı. Diğerleri, liderin emrini almış gibi: ‘Leşi bırakın, kurtun kendisini parçalayıp yiyin!’ dercesine hareket ettiler. Çığlıklarla boğuşma alanına koştular. Çok fazla çimenin olduğu yerde otları ateşe verirler - bu çakallarla ilgili bir deyimdir... Kaşaba'nın kanı kaynamıştı bir kere. Şiddetli bir tutkuyla, aç çakallara doğru atıldı, önüne çıkan her birini kendisinden uzaklaştırdı. Arka arkaya birkaç düşmanı katleden kurt, kendisine saldıran bir aşağılık çakal sürüsünü dağıtmıştı... Ve o gün Kaşaba'nın derisi parçalanmamıştı. Tüyleri yıpranmış, çakalların keskin dişlerinin ısırdığı yerler kanıyordu. Zar zor ayakta kalmıştı. Öfkeli boğuşma sırasında, çakal ısırıklarını bile hissetmemişti. Şimdi tüm vücudu ağrılar içindeydi. Ama olsun, sevdiğinin vücuduna korumuştu. Her şeye tahammül etmişti. Zor savaştı. Aç bir parazit sürüsüne teslim olmamıştı. Yoksa bu utanca dayanamazdı, ölümü tercih ederdi... Kaşaba dişi kurtun kanlı vücudunu tekrar sırtladı ve gece yarısına doğru uçuruma ulaştı. Bu vahşi hayvan sevgilisine son veda sözlerinde ne diyebilirdi? Sözleri, gözyaşları yıldız parçaları gibi yere düşüyordu. Büyük bir kaybın acısı, gökten düşen bir ateş topu gibi göğsünü yakmaktaydı... Dünyası kararmıştı. Kaşaba acıyla uludu. Göğsündeki acıyı, kalbini deşen azabı, bu talihsiz kurt bütün bunları kime anlatacaktı? Zavallı hayvanın çığlığını duyan var mıydı? Kimseden bir acıma duygusunu bile görmek onun kaderinde yoktu, kör dünya kılını bile kıpırdatmayacaktı onun için. Şimdi Kaşaba gerçekleşmeyen hayalini - dişi kurt arkadaşını coşkulu akıntıya verecekti. Yaşam sevincini tam olarak hissedemeyen dişi kurtu, uçurumdan aşağı bırakacaktı. Tıpkı buradan bu sulara atlayan eski dişisi gibi doğrudan nehirin sularına karışacaktı. Dişi kurtu arka bacağından tutarak gürüldeyen nehire attı. Kayalık çıkıntıları aşan vücudu nehire düştü ve onun hızlı akışıyla dişi kurtu doğrudan cennete taşıdı. Yani Kaşaba böyle
35
düşünüyordu. Kurtlar bu nehirden doğruca cennete giderlerdi. Kaşaba kendini uçurumdan nehire atacağı vaktin çok uzak olmadığını biliyordu. İçgüdüsü ona zamanın yaklaştığını söylüyordu ve bu onu huzursuz etmekteydi. Bunun haricinde, mavi gözlü dişi kurtun gözlerinin önünde ölümü ona acımasızca ıstırap vermekteydi. Bu görüntü bir solucan gibi beynini kemirmekte, yüreğine işkence etmekteydi. Kaşaba'nın tenha bir kuytuda, karanlık bir sisin kollarında tek başına yatmasının ayrı bir nedeni vardı. Bölgedeki en yaşlı kurt olmasına rağmen, sürüdeki hiç kimse onu bir yük olarak görmüyordu. Şimdi genç bir kurt sürü lider olmuştu - onun soyundan geliyordu, bozkır bir dişi kurttan doğmuştu. Kaşaba'nın en parlak dönemindekiyle boy ölçüşebilecek, uzun boylu, heybetli bir yrtıcıya dönüşmüştü. Genç bir liderin gözetiminde sürüde yaklaşık bir düzine kurt vardı. Hepsi özveriyle onun gözlerinin içine bakıyorlardı, liderlerinin her şeyine sorgusuz sualsiz itaat ediyorlardı. Ve yaşlı Kaşaba henüz sürüye yük olmuyordu. Genç kurtların onun gücünden daha ziyade, onun hava gibi engin hayat tecrübesine ihtiyaçları vardı. Avlanmaya gittiklerinde, Kaşaba onlara bir dağ keçisine, bir yak'a nasıl saldıracaklarını, onları bir kurt pususuna nasıl süreceklerini gösteriyordu. Genç kurtların önden gitmelerine müsaade ederek onları yönetir, eylemlerini koordine ederdi. Sürü liderinin kendi soyundan olmasına rağmen, elbette, aralarında yanlış anlaşılmalardan ötürü ortaya çıkan anlaşmazlıkları ve birbirlerine tehditkar bir şekilde hırladıkları durumlar olmuyor değildi. Ancak yaşlı kurt, canlılığını, enerjisini hala korurken mantığıyla hareket ediyordu. Ve ruhunun sevincini, hayatının fırtınalı ve mutlu günlerinden kalan anıları teşkil ediyordu. Zaman kendi kanunlarından başka kanunlara uymazdı. Zamanın hakikati, senin gözlerinin içine bakarak, artık senin kim olduğunu doğrudan yüzüne söyleyebilmesinde yatmaktadır.
***
Son avda Kaşaba, avını burnunun dibinden kaçırmıştı. Soydaşları, onun bu hatasından memnun olmasa da, bunu belli etmemişlerdi. Belki saygıdan ya da başka bir şeyden. Anlamak zordu. Ancak yaşam tecrübesiyle bilge olan Kaşaba, artık çok az işe yaradığının, fazladan bir boğaz haline geldiğinin farkındaydı. Böyle nahoş günler kapıyı çaldıysa, o zaman yavaş yavaş sürüden sürüleceği vakit çok uzak değildi. Kurtun tek bir onurlu çıkış yolu vardır – sürüyü kendisi terk etmek. Önce kendisi bunu hissetmelidir. Zamanında fark etmezse, yırtıcılar arasında acımasız bir yasa yürürlüğe girer: Yaşlı kurt genç kurtların saldırısına uğrar. En iyi ihtimalle darbedilirdi. Eğer hepten azgınlaşırlarsa, aç sürü üyeleri onu parçalara ayırıp yiyebilirlerdi de. Evet, kurt başka bir kurtu yiyebilir. Kaşaba bu yüzden böyle bir vaktin çok yakında geleceğini hissediyordu... Yaşlı Kaşaba hayatı boyunca nelere katlanmak zorunda kalmamıştı ki! Ama hafızalardan silinmeyen, yüreğinde tükenmeyen bir özlem vardı. Mavi gözlü dişi kurta duyduğu özlemi.
***
36
Geçen yıl çok kar yağmıştı. Güçlü bir don tarafından desteklenen kar fırtınası, boyu aşan kar yığınlarını süpürüyordu. Her şey karla kaplanmıştı. Ovalarda, tepelerde, yamaçlarda ve dağ sırtlarında yiyecek arayan aç kurtlar için etrafta canlılardan hiçbir iz yoktu... Dağ eteklerindeki kamplardan ovalara sürülüp köylerin yakınlarındaki ağıllara yerleştirilen koyunlar ve diğer evcil hayvanlar açlık çekiyorlardı. Onlar için hazırlanan samanlar artık tükenmişti. İleride onları ölüm bekliyordu... Kurt sürüleri de ovaya inmişlerdi ve geceleri uyuyan köylere riskli baskınlar düzenliyorlardı. Sürülerden biri şanslıydı: Soğuktan donmuş bir eşeğe rastladılar. Parçalayıp yediler. Donmuş hayvan eti yemek sakız gibidir. Kurt sıcak kanın tadını almazsa doymazdı. Bir düzine aç yırtıcı hayvan için ölü bir eşeğin donmuş eti nedir ki?! Sadece midedeki gurultuyu bastırırdı. Bir kurtun tam olarak doyabilmesi için günde yaklaşık on ila on beş kilogram Doyasıya et yemesi gerekmektedir. Ve şimdi dil büyüklüğünde bir parçayla yetineceklerdi... Kaşaba artık kendisiyle ilgili kararı vermişti: kışı atlatırsa, ilkbaharda sürüyü terk edecek, kendi yoluna, gözlerinin görebildiği uzaklara, burnunun koku duyduğu diyarlara gidecekti. Ancak kış geçmek bilmiyordu ve soğuklar şiddetliydi.
***
Uzun bir sıra halinde birbiri ardına giden kurtlar, sertleşmiş kaygan kar üzerinde kısa adımlarla koşuyorlardı. Lider sürünün önünden gidiyor, ardından dişi kurt takip ediyordu. Onlardan biraz daha uzakta, liderin sadık arkadaşları geliyorlardı. Kaşaba da onlarla beraber yürüyordu. Parlak güneşe rağmen, dondurucu soğuğun gücü hayvanın derisini geçerek altındaki kaburgalarına kadar nüfuz ediyordu... Yiyecek arayışında kurtlar önemli bir mesafe kat etmişti. Yuvaları artık çok geride kalmıştı. Üç geçit aşmışlardı. Karanlıkta, yıldızlı geceye doğru, sürü dağın eteğindeki köye ulaşacaktı. Yaklaştıklarında yırtıcılar gruplara ayrılacak ve gecenin örtüsü altında farklı yönlerden ağıllardaki koyunlara, ahırlardaki sığırlara ve huysuz atlara saldıracaklar, kargaşa çıkaracaklardı. Bu onların son umuduydu. Kurtlar hala köyden uzakta olsalar da onların kokusunu çoktan almışlardı. Kurtların koku alma duyusu diğer birçok vahşi hayvanınkinden çok daha keskindir. Bölgeyi gri bir alacakaranlıkla saran akşam yaklaşıyordu. Kurtlar dağ geçidinde nehir boyunca koşarak ilerliyorlardı. Tübütek kep gibi hafif kavisli bir yaylaya ulaştıklarında uzaktan köyün ışıklarını gördüler. Oldukça deneyimli Kaşaba, köyün özel bir ruh halinde olduğunu ilk hissedenlerden biriydi. Gerçekten de öyleydi, yılbaşıydı. Hemen hemen her evden müzik sesleri geliyor, şarkılar duyuluyordu. Tatil öncesi curcuna, sarhoş eğlenceleri köyün her yerinde hüküm sürüyordu. Her zamanki gibi, Yılbaşı kutlaması gece yarısından sonra devam ediyordu. Kaşaba bunu biliyordu... Köylerin iki ayaklı sakinlerinin ‘deli su’ ile sarhoş olmayı sevdiklerini ve hayvanlarını onlara emanet ettikleri köpeklerine kemik ve diğer yiyeceklerden yeterince yedirdiklerini de biliyordu. Sahiplerinden onlara atılan yiyeceklerden doyan köpekler, sahiplerinden daha erken uykuya dalıyorlardı.
37
Koyunların bazıları yerde, bazıları ayakta uyukluyorlardı. Bu defa zaman, kurtların zamanıydı. Yaşlı Kaşaba buna benzer birçok akşam ve gece görmüştü. Bir keresinde, bir eğlence fırtınasından sonra köyde sessizliğin hüküm sürdüğü bir gün, o ve sürüsünün bir tırpan gibi ağılların arasından nasıl geçtiğini hatırladı. Şanslarına sadece iki ayaklılar değil, köpekleri de sarhoş gibiydi. Kurtlar iş başındayken hiçbiri havlamamıştı. Ah, o zaman kaç savunmasız koyunu telef etmişlerdi!
***
Kurtlar sonunda vadiye geldiler ve iki gruba ayrıldılar. Her bir grupu yedi yırtıcı oluşturuyordu. Bir grup Kaşaba tarafından yönetiliyordu. Kaşaba köyün doğu tarafına gitmeye karar verdi. Bu tarafta tamamen evler var, batı tarafı ise tepenin eteğinde. Burada koyun ağılları, ahırlar vardı. İlk olarak, bazı kurtlar kargaşa çıkaracak, dikkati dağıtacak ve bu sırada diğerleri koyun ağıllarına saldıracaktı. Ve olay başlayacaktı... Köyün her iki tarafı da bir anda paniğe kapılacaktılar. Kaşaba liderliğindeki grup, tepeden yavaş yavaş köyün yakınına doğru yola çıktı ve yavaşladı. Biraz daha beklemeliydiler – bir süre sonra bu küçük köy uykuya dalacaktı. Gece yarısı olmuştu... Aniden Kaşaba ve hemcinsleri yaklaşmakta olan atlı bir adam gördüler. Yalnızdı, yanında köpek bile yoktu. İri, koyu renkli bir at, diz boyu derin karda bacaklarını zar zor hareket ettirebiliyordu... Kurt ve sürüsü karın üzerine yatıp saklandılar. Binici doğrudan onlara doğru sürüyordu atını. Sadece ara sıra başını göğsüne indirerek ve üzengi ayaklarıyla atın yan tarafına hafifçe vurarak, mekanik bir şekilde ‘deh’, ‘deh’ diyordu ve uyuklamaya devam ediyordu. Atı homurdanıyor, burun deliklerinden buhar çıkıyordu. Donmuş kar yürümekte ayaklarını zorluyordu. Aç sürünün önüne şansın kendisi gelmişti. Köye girmeden burada karınlarını doyurabilirlerdi. Mideleri bu beklentiyle guruldamaya başlamıştı. Yaşlı Kaşaba'nın hayatında daha önce buna benzer karşılaşmalar olmuştu. Şimdi en önemli şey, hemcinslerinin ona itaat etmesi, dediğini yapmasıydı, o zaman sadece atlı bir adamı değil, bir fili dahi öldürebilirlerdi. Gizlenen kurtlar liderin işaretini beklediler. Ancak, Kaşaba'yı ve diğer deneyimli kurtları endişelendiren bir şey vardı: avcının arkasından bir silahın namlusu görülebiliyordu. Bu avcı yedi fişekle yedi kurtu yere serebilirdi. Ayrıca, daha önce bir silah sesini hiç duymamış genç kurtlar da şuursuzca sağa sola koşuşabilirlerdi. Artık ne olacaksa olsundu, bu gibi durumlarda her şeyi dikkatlice planlamak gerekiyordu. Bu sefer, lider risk almaya karar vermişti. Bilindiği gibi, kurtlar ayaklarıyla yiyecek temin eder. Bu yüzden kurtlar bugün şanslıydılar - yiyeceğin kendisi onlara doğru yaklaşıyordu: bir adam ve bir at... Korkusuz kurtların soyundan gelen Kaşaba, herkese bir işaret verdi: hazırlanın! Binici yaklaşıyordu. Birden Kaşaba ona tanıdık gelen bir koku aldı: Bu, alkol kokusuydu. Vahşi hayvanı ve avını sadece yedi – sekiz sıçramalık bir mesafe ayırmaktaydı. Pusuda saklanan Kaşaba, atın boynuna dişlerini geçirmeye karar vermişti. Tehlikeyi sezen at kulaklarını dikti ve aniden ona doğru koşan büyük bir kurtu görünce kenara çekildi ve bir an geriye yaslanarak arka ayakları üzerinde şaha
38
kalktı. Uyuklayan binici eyerden bir çuval gibi yere yuvarlandı. Arkasında asılı duran silahı da yana doğru fırlamıştı. Bir anda, ayılan adam kendinden beş altı metre uzakta gece ışıkları gibi parlayan kurt gözlerini farketti. Korkuya kapılmıştı. Geriye doğru sürünerek ve gözlerini yırtıcılardan ayırmadan, gözleri neredeyse yuvalarından fırlayacak gibi, elleriyle telaşla silahını aradı, ama ne yapsa onu bulamadı. Adamdan yayılan iğrenç alkol kokusunu hisseden kurtlar bir an durakladılar. Adam güçlükle ayağa kalktı, vücudunu öne doğru eğdi ve birkaç tereddütlü adım attı. Kurtlar hangi taraftan saldıracaktı? Kaşaba bu kez iki ayaklı ile teke tek boğuşmak için öne çıkmaya karar verdi. Ön pençelerini hafifçe bükerek, sivri ağzını hafifçe gererek kurt, kurbanına doğru hareket etti. İkisi göz göze geldiler. Adamın vücudundaki tüyler diken diken olmuştu, korkudan titriyordu. Yaşlı kurtun acelesi yoktu. Yanan noktalı gözleriyle, adamı kelimenin tam anlamıyla hipnotize etmişti. İki ayaklının en ufak bir hareketinde - Kaşaba hızlı bir sıçrayışla ona saldırmaya hazırdı. Bunu hisseden adam, gözlerini kırpmaktan bile korkarak hareketsizçe duruyordu. Adama yaklaştıkça, Kaşaba, alkol kokusu karışmış olmasına rağmen, aniden başka bir tanıdık koku aldı. Herhangi bir kokuyu kolaylıkla ayırt edebilen kurt onu hemen tanımıştı, çünkü henüz küçük bir kurt yavrusu iken o koku kendi içine sinmişti: Kaşaba'nın bir yavru olarak kucağında sürekli uyuduğu, süt şişesinin memesinden dönüşümlü olarak süt emdiği, o sevecen çocuğun kokusuydu. Ve her zaman ayrılmaz dostlardı. Birlikte tepelerin üzerinden koşarken, yuvarlanırken nasıl da kendilerini mutlu hissederlerdi! Ve insanlar bahçelerine gelip tehditkar bir şekilde ona bağırdıklarında, hatta küçük kurt yavrusuna silahlarını bile doğrulttuklarında, çocuk onun için bir dağ gibi siper olurdu. O zamanlar yavru kurt, onu koruyucusu olarak içinde hissetmişti. Ve onu doğaya serbest bıraktıkları gün çocuk ve babasıyla ayrılırken, o çocuk arkadaşına sıkıca sarılmıştı. Ve Kaşaba, sadece bir kez geriye bakarak kendi vahşi dünyasına doğru koşarak uzaklaşmıştı. Baba ve oğul ona el sallamışlardı!.. O zamandan beri çok zaman geçmişti, ama o çocuğun görüntüsü, hafızasında bir yerlerde muhafaza edilmişti. Şimdi karşısında o çocuk ve o gence hiç benzemeyen bir adam duruyordu. O zamandan beri kaç kere çiçek açan bahar, kaç kere buzlu, karlı kış geçmişti! Ve sonra aniden karşılaşmışlardı... Bu adam onu tanımış mıydı? Ve bir sürü aç yırtıcı hayvanla çevrili olan ve her tarafı tir tir titreyen adam, çığlık atamıyordu - sanki boğazı düğümlenmiş, kafası karışmıştı: o, bu vahşi hayvanların önünde bir günahkardı! İnsanlar onların bir çoğunu katletmişlerdi ve şimdi... intikam zamanı mı gelmişti? Bütün bu insanlardan sorumlu o mu olmalıydı? Yüce Allah onları bu adamın karşısına, o insanların yerine hesap versin diye mi göndermişti?! Bu onun kaderi miydi?! Nedense o adam sık sık kurtları düşünüyordu... Ve kurt yavrusu arkadaşı bazen rüyalarına giriyordu... Bütün bunlardan, belki de yaşamındaki son düşüncelerden adamın yüzü çarpıldı, göğsünden boğuk bir inilti duyuldu. Ve karşısında duran dev kurt, ateşli bakışlarını ona dikmişti. Üzerine atlamak üzereydi. Ne yapmalıydı?.. Vahşi bir hayvana karşı, bütün bir sürüye karşı çıplak ellerle ne yapabilirdi?.. Geriye
39
sadece dizlerine kadar karda durmak ve ölümü beklemek kalıyordu. Köyün ıssız bir ucunda, sıradan bir koyun gibi kurtlar tarafından parçalanmak üzereydi. Şansız bir son... Ama öncü kurt nedense tereddüt etmişti. Ve bütün sürü beklenti içinde öylece donup kalmışlardı. Keskin dişleri ve yanan aç gözlerle bakıyorlardı. Kurban oradaydı. Yaşlı kurt, başını indirerek kararsızca öylece kalmıştı. Ve aniden, atlamaya hazır olan ve kurbanın etrafını saran hemcinslerine öfkeyle homurdandı. Onlar da biraz geri çekildiler, şaşırdılar, liderin davranışını anlamadılar. Kaşaba'nın bir çocuk olarak hatırladığı bu adamı kendi hemcinslerinin parçalamasına müsaade etmeyeceğini onların anlaması zordu! O hafızası güçlü, soylu bir kurttu. Kaşaba arka ayaklarıyla karı tırmıklayarak tehditkar bir duruş aldı. (Bu hayvanlar ancak son çare olarak arka ayaklarıyla yeri eşelerler.) ‘Durun! diye hırladı Kaşaba. - insana dokunmayın! Bırakın kendi yoluna gitsin!..’ Kurtlar şaşkınlıkla Kaşaba'ya baktılar. Son derece sinirliydiler. ‘İki ayaklıdan korkuyorsan, onu kendimiz parçalarız! diyerek hırladılar. – Senin atan, belki de bu iki ayaklıdır?! Tek düşmanımız insan! Ondan hayır bekleme!..’ –‘ Başından bir saç telinin bile düşmesine izin vermem! Kaşaba diklenen sürüye sert bir kükreyişle ile haber verdi. ‘Neler saçmalıyorsun sen, yaşlı kurt?! O bir insan, sen bir kurtsun! O zaman önce senin kanını içeceğiz, sonra iki ayaklıyı parçalayacağız!’ diyerek sürü tehditkar bir hırlama ile cevap verdi. ‘Kim kimin kanını içiyor göreceğiz!’ Kaşaba onu çevreleyen kurtlara sırıttı. Ve talihsiz avcı, yırtıcılara ne olduğunu anlayamamıştı... Eski dostunu ne pahasına olursa olsun korumak için aldığı karardan ötürü, Kaşaba içinde bir güç dalgası hissetti. Dişleriyle kendisine saldıran ilk kurdun sırtından yakalayıp onu fırlattı. Zavallı adam ise, kederli bir şekilde sızlanıp, kara düştü ve oraya yattı. Geri kalanlar eski liderlerine her taraftan saldırmaya başlamışlardı. Ölümcül bir mücadele başlamıştı. Kükremeler, hırlamalar etrafı sarmıştı. Kaşaba tüm sürüye karşı tek başına kalsa da kararlılık ve güç onu terketmemişti. Eski yoldaşlarını öfkeyle dağıtıyordu: hem önden saldıranları hem de arkadan saldıranları püskürtüyordu. Griler arasındaki mücadele uzun süre devam etti. Altı aç ve öfkeli kurt, inatçı ve korkusuz yaşlı bir kurtun üstesinden gelememişlerdi, deneyimli bir kurta hiçbir şey yapamamışlardı. O hepsiyle başa çıkmıştı. Kaşaba tehditkar bir şekilde hırlayıp zaferini ilan ettiğinde, bitkin rakipleri kuyruklarını bacaklarının arasına alarak ondan uzaklaştılar. Kışın soluk arka planında onların sadece siluetleri belli belirsiz görünüyordu, ama öfkeyle parlayan gözleri ışıl ışıl parlıyordu... Mücadeleden dolayı hala gergin olan muzaffer kurt, ondan iki metre ötede duran adama baktı. Korkuyla titriyordu. ‘Beni tanıdın mı? - dedi yaralı ve bitkin Kaşaba'nın bakışı. - Susuyorsun... Tanımış olsan bile, muhtemelen şöyle düşünüyorsun: kurt – sonuçta kurttur! “Görünüşe göre bu dev kurt, kimseyle paylaşmadan beni kendisi yemeye karar verdi!.. Hepsini alt etti... onları uzaklaştırdı... Sonra şöyle düşündü: Etimi yiyecek ve kemiklerimi diğer hayvanların kemirmesine izin verecek. Öyle değil mi!’ - adam biraz cesurlaştı, kurtlar birbirleriyle boğuşurken karda bulmayı başardığı silahını doğrulttu yaşlı kurta. İnsanın gerçek düşüncelerini anlama meziyetine sahip değildi kurt. Delici bir
40
bakışla adama baktı. Adam ise kendisini huzursuz hissediyordu, sanki başının arkasına vurulmuş gibi gözleri karardı. Silahı önündeki vahşi hayvana doğrultup tetiği çektiğinde silah ateş almadı. İki ayaklı birkaç kez daha ateş etmeye çalıştı, sonuç aynıydı, silah tutukluk yapmıştı. Silahın arızalı olduğundan emin olduktan sonra adam, saldırırsa kurda yüzüne vurabilmesi için koca elleriyle kabzasından tuttu. Ölümle yüz yüze geldiğinde, bilge annesinin sözlerini hatırladı: ‘Çıplak bozkırda bire bir kurtla karşılaşırsan, ölen üç sevdiklerinizin adlarını söyleyin. Ölüler bize kurt şeklinde geri döner. Ölülerin isimlerini telaffuz ettikten sonra kurt dönüp gidecektir. Adam korkudan titrerken, bir yandan da bir mucize umarak, dünyayı çoktan terk etmiş olan üç akrabasının adını söylemeye başladı: ‘Eşper… Jakup… Osmon…’ Nedense kurt geri dönmemişti, ama tam tersine, kurt ona doğru eğildi. Terazi onun lehine dönmüştü. Adamın elinde ateş etmeyen bir silah vardı, bacakları kara saplanmış haldeydi... Kurt adama doğrudan bakmaya devam etti. Kaşaba böyle bir buluşmayı ne bir rüyada ne de ruhunda tasavvur etmişti! Bu karşılaşma onda unutulmaya yüz tutmuş hatıralar ve duygular uyandırdı... Ve adam kurtun gözlerinde kendi ölümünden başka bir şey görmüyordu... Kurt bir bakışla, ‘Hatırlıyor musun,’ diye sordu, ‘baban benim ormana dönmeme izin verdiğinde ne demişti? ‘Yolun dört bir yana açık olsun. İnsanlar arasında yaşayamazsın! Sen bir kurtsun. Kurt yasalarına göre yaşa!’ – işte o zaman böyle demişti. Ve Kaşaba adama sorarcasına baktı. Adam sesini çıkarmadı. Bizim çelişkilerimiz, benim bir kurt olarak doğmam ve senin bir insan olman değil, ayrıca babanın dediği gibi herkesin kendi kanunlarına göre yaşaması da değil. Aslında hepimiz aynı yasalara göre yaşamalıyız. Doğa yasalarına göre…’ dedi kurt. Biraz daha durdu, hiçbir şey anlamayan adama baktı, sonra yaralı boynunu çevirdi ve koşarak uzaklaştı, ama eski yoldaşlarının olduğu sürünün yönünde değil, tam tersi yönde...
41
SONSÖZ
Yaşlı Kaşaba öncelikle kışı geçirmeye karar verdi ve sonra kimsenin ölümüne tanık olmaması için nehrin üzerinde asılı gibi duran ona tanıdık uçuruma gelip kendini coşkun nehir sularına atacaktı... Çok bitkindi. Artık tek başına yiyecek aramak için uzun yürüyüşler yapamıyordu. Böyle sefil, utanç verici bir hayatın kalan günlerini saymak zorunda kalmıştı, bu dayanılmaz bir hale gelmişti. Kaşaba bunu her geçen gün daha da şiddetli bir şekilde hissediyordu. Ve zihinsel olarak kendini ölüme hazırlamaya başlamıştı. Bunu ancak kurtların kurtu yapabilirdi... Kaşaba'nın tüm ataları da kendi ölümleriyle ölmemişlerdi. İki ayaklıların kurşunlarıyla öldürülmüşlerdi. Kanlı insan elleriyle katledilmişlerdi. Bunu kaç kez düşünmüş, Yaradan'a acınacak bir uluma ile bunu kaç kez anlatmaya çalışmıştı! Ve yerine getirilmemiş arzuların acısı, kaybın acısı halâ yüreğinde ağır bir taş gibi oturuyordu... Yaşlı kurtun yüreğinde dinmeyen acı hakimdi. Hayır, mavi gözlü dişi kurtunun anılarından kurtulmasının bir yolu yoktu... Sevdiğinin kokusu ruhuna kök salmış gibiydi. Her zaman onunla beraberdi, Kaşaba nereye gitse, nerede bulunsa onunlaydı... Dağların yamaçlarında, kızıl gelinciklerle kaplı ovalarda... Hayatta ne kadar keyifli anlar, eğlenceler, zevkler yaşamıştı! Kötü olayları unutan Kaşaba, sadece güzel olan anıları hatırladı. Geçen kış, bir zamanlar kendisinin şapşal bir kurt yavrusu, onun da sevdiği çocuk olan adamla karşılaşmasını hatırladı... ‘O’ çocuk olgunlaşmış, güçlenmişti. Kaşaba, onun diğer kurtlar tarafından yenmesine izin vermeyerek onu nasıl kurtardığını gururla hatırladı. Onun hayatta kalması için nasıl da sonuna kadar savaşmıştı. Bu olaydan sonra da nasıl kendi kurt soyunun düşmanı olmuştu! Ama zaman gelecek - hemcinsleri bunu anlayacaktı... Bu düşünce Kaşaba'nın ruhunu sıcak, parlak bir alevle ısıtmıştı. Zaman geçer, anılar kalırdı çünkü. O anılar o günlerin hatıralarında yaşayacaklardır... Bugün özellikle güzel bir gündü, çevredeki her şey huzur içindeydi. Başının üzerinde berrak gökyüzü vardı. Masmaviydi ve kuş cıvıltılarıyla doluydu. Güneş ışıl ışıl parlıyordu. Ayaklarının altında yeşil çimen karıncaları vardı. Aşağıda - coşkulu bir nehir ve üstünde - dağların doruklarını yumuşak bir şekilde saran beyaz bulutlar... Doğanın eşsiz, görkemli bir resmi yansıyordu. Bu ölümlü dünyada, varoluşun güzelliği dışında, hiçbir şey sonsuz değildir, her şeyin bir sonu vardır - hem cansız maddelerin hem de canlıların. Her şey Yaradan'ın takdirindedir... Her birinin kendi türü için yazılanlar farklı farklıdır, kader kitabı her birine göre ayrı ayrı açılır...
***
Yaşlı Kaşaba sabahın erken saatlerinden itibaren ölüme hazırlanıyordu. Yavaşça uçuruma doğru yol aldı. Dişi kurtunun kıskançlıktan atladığı uçuruma, daha sonra kendisinin de gerçekleşmemiş tek hayali olan mavi gözlü dişi kurtun cesedini attığı uçuruma. Kaşaba kendi ölümüne doğru yürüyordu... Bu sefer bir tepeli toygar kuşu sakince adımlar atan Kaşaba'nın üzerinde durmadan şarkı söylüyordu. Özgürlüğü seven bu kuşun bu şarkısında belki de zamansız ayrılan sevgilisinin, mavi
42
gözlü sevgilisinin ruhu yaşıyordu. Biraz sabret, yaşlı kurt sana geliyor... Yakında buluşacağız... Coşkun nehirden Cennet Bahçesi'nde sana yelken açacağım... Biraz bekle... Bekle... Tüm kurt benliğini acı verici düşünceler sarmıştı. Böylelikle ölümün anlamını idrak etmek istiyordu, ancak teoride ne ölümün ne de yaşamın bir anlamı yoktu ama yine de bunu anlamak istiyordu. Hayatın, kaderin, bu dünyanın gerçeği neydi? Zamanda mı?.. Geçmiş günde mi?.. Belki de dönüp duran bu dünyayı elinden tutan anılar mı?!. Bu ölümlü dünyayı ilginç kılan neydi?.. Kurtun beyni çeşitli kaotik tahminler, ilhamlar, ifşaatlarla doluydu. Sadece bir şey çok netti, yol gösterici bir ışık gibi, her şeyin kökü olan düşünce-inançtı: Kurt sözünü tutmalıdır. Sadece gerçek bir kurt kendi kalıntılarının bir başkası tarafından görülmesine izin vermez... Gerçek bir kurt, akbabaların cesedini gagalamasına izin vermez... çakalların ziyafet çekmesine izin vermezdi. Bu soylu yırtıcıların bin yıllık kanunu böyledir. Kendileri hayatlarına son verirler. Bekledikleri hayatı gerçekleştirmeye zaman bulamadan kaç kurt vurularak öldürülmüştü, açlıktan can vermişlerdi, boğuşmalardan sağ çıkamamışlardı ve derileri yüzülüp tuzlanmıştı! Kaşaba kendini onurlu bir ölüme hazırladı. Bu tür düşüncelerin esaretinde kalan Kaşaba, uçurumun kenarına nasıl ulaştığını fark etmemişti bile. Son kez uzaklara baktı, bakışları vahşi alanı, tepeleri ve dağları kucaklıyordu. Ruhu titredi. Beş ya da altı adım daha atsa - dipsiz bir uçuruma gelecek ve baş aşağı uçacaktı... Köpüklü bir dağ nehrine düşecek... Nehir yoluyla cennete gidecekti... Onu bekliyorlardı.. Bu düşünce yüreğini ısıtmıştı. Ve o anda bir silah sesi duyuldu. Kaşaba av tüfeğinin korkunç sesiyle irkildi. Sonra kafasına sıcak bir kurşun parçasının girdiğini hissetti. Bir anda yeryüzü onun için alt üst oldu... Hem güneş, hem yeryüzü ve gökyüzü ve dağlar ve tarlalar ve gelinciklerle kaplı ovalar - her şey kana bulanmıştı. Yenilmez bir vahşi hayvanın kanıyla. O zaten kendisi ölüme gidiyordu! Bu kötü kurşun da nereden çıkmıştı? Nasıl onu bulmuştu?! Uçuruma şunun surasında ne kalmıştı, birden acımasız bir metal parçası vurmuştu onu!.. Son an, onun bilincini bir fırtına gibi alt üst etmişti. Dört ayağıyla da seğirten Kaşaba, herkese dayanak olan bu yeryüzüne, artık bu dünyaya sığmıyordu... Gözlerine kan doldu ve nabzı son darbelerini atıyordu. Hayat hızla Kaşaba'yı terk ediyordu. Ama ölürken, artık kendini tamamen kaybetmişken, bilinçsizce uçuruma varmak için çabalıyordu. Silahtan iki kez daha ateş edildi. İkinci mermi köprücük kemiğine, üçüncüsü kalçasına denk gelmişti. Kurt seğirdi ve öfkeyle hırladı. Uçurumun kenarına yarım adım kalmıştı... Kurta ateş eden avcı, vahşi hayvanın kanlar içinde yattığı yere tüm hızıyla gitti. Hala hayattaydı. Başından gelen kan yüzünden aşağı akıyordu, ön ayakları gerilmiş bir yay gibi uzanmış ve seğiriyordu. Dili dışarı sarkmış, ardına kadar açık ağızı nefes nefeseydi. Görünüşe göre, dişleri hançer kadar keskin olan bu ağızdan, haşhaş yaprakları kadar narin bir kurt ruhu uçup gitmişti... Ölmekte olan Kaşaba, kendisine ateş eden adama acıyla baktı. Baktı - ve bakışları dondu... Sert kışta kendisini kesin ölümden kurtardığı adamdı bu; bir kurt yavrusu olarak aynı şişeden süt emdiği aynı çocuktu! Onu tanımış mıydı bu adam?!. Kaşaba artık bir cevap beklemiyordu... Ya adam? Öldürülen kurta
43
gelişigüzel bir şekilde ayağıyla tekme attı. Ve aniden çıkıntılı, ancak artık duymayan bir kulakta küçük bir etiket fark etti. Baktı - ve donup kaldı. Önünde hangi kurtun yattığını anlamıştı. Bir battaniyenin altında birbirlerine sarılarak yattıkları kurt yavrusuydu! Bu, geçen kış onu kaçınılmaz acımasız ölümden kurtaran ve onu bir yırtıcı sürüsünden uzaklaştıran aynı kurttu. Onu tanıdı ve kendini tutamayarak çaresizce bağırdı: - Kaşaba-a!!! Ve sesinin yankısı dağlarda defalarca tekrarlandı. Kurtun solgun gözleri sitemle baktı ve görünüşe göre şunu ifade ediyordu: ‘Asıl senin vahşi bir kurt olduğun ortaya çıktı ey insan! ..’
***
...Kaşaba'nın hayatındaki son hareketi bir sıçrama oldu. Bu gücü nereden bulmuştu, bilinmezdi. Kurt çabaladı, uçurumun kenarına kadar olan mesafeyi aştı ve kırılan bir kaya parçası ile birlikte aşağı uçtu. Acı verici kısa bir bekleyişten sonra, çok aşağılardan, nehirde gürültülü bir çarpma duyuldu...
***
Bir süre sonra bölgede salgın başladı.
Türkçesi: Özcan Perska
05.09.2022

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 193. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 193. Sayı