Ben Özbek Edebiyatı’na şiirlerimle girdim. Benim çocukluktan şiirlere olan sevgimin daha da artmasında özellikle enstitüde geçirdiğim 1938-39.yılların etkisi büyük oldu. Zamanının halk arasındaki en ünlü şairleri bizim enstitümüzde okuyordular. Onlarla tanıştım ve şiir meclislerine katılmaya başladım, aynı zamanda Nevai’nin gazellerini, Sheakespiare’nin sonetlerini, Hayyam’ın rubailerini inceleyerek, onların sadece tür ve şekillerini değil, belki de onların derin anlamlarını da, kötü ve iyiyi ay
Ben Özbek Edebiyatı’na şiirlerimle girdim. Benim çocukluktan şiirlere olan sevgimin daha da artmasında özellikle enstitüde geçirdiğim 1938-39.yılların etkisi büyük oldu. Zamanının halk arasındaki en ünlü şairleri bizim enstitümüzde okuyordular. Onlarla tanıştım ve şiir meclislerine katılmaya başladım, aynı zamanda Nevai’nin gazellerini, Sheakespiare’nin sonetlerini, Hayyam’ın rubailerini inceleyerek, onların sadece tür ve şekillerini değil, belki de onların derin anlamlarını da, kötü ve iyiyi ayırt etmeyi de öğrenmeye başladım. Benim şiir dünyasına olan aşkım artık küçük bir çocuk sevgisi değil, belki de bir dert, bir hedef olmaya başladı. Bir hedef oldu da, ama maalesef gönülden gelen cümleleri yazmak bir hayal oldu. İlham, boğuldu boğazımızda. 1937-38’lerde sevdiğimiz yazar ve şairlerin, marifetli insanların hapse atılma olayı herkesin kalbine taş gibi oturmuştu. Artık hiç üzüntülere kapılmaya hakkımız yoktu, komünist düşüncelerle süslenen, mutlu gençliği, mutlu hayatı anlatan, aç olsan bile tokum, yok olsan bile varım diyen şiirler yazma zamanı gelmişti. Bir iki yıl şiir yazmadım. Daha çok alıştırma yaptım, not defterime yazdığım amatör rubailerimi de sadece en güvendiklerime, yakınlarıma okuttum.
Tanrım sen beni kendin kolla
Başka yakımın yok hayatta
Ne dostum var, ne de inancım
Had bile yok senden başkasında
1941 yılında başlayan İkinci Dünya Savaşı’ndan dolayı bize de ölüm, sevgi, üzüntü ve doğa manzaraları hakkında şiirler yazabilme, kalbimizdeki bütün acıları şiirlere dökebilme şansı doğdu. Savaş bitince siyasete, sanata, edebiyata, her şeye olan bakış yine değişti ve biz, var olan o küçücük şansımızı da kaybettik. Kaygı, ayrılık, sevgi ve doğa hakkındaki şiirler kötümser bir eser olarak nitelendirilmeye ve karalanmaya başlandı. Şair ve yazarlar fırtına içinde kalan gemi gibi tehlike ve tedirginlik içinde yaşamak zorunda kaldılar. Ana dilinde konuşma hakkına sahip olmayan, vatanının doğal zenginliklerine sahip çıkamayan, kendi tarihiyle gurur duymak bile yasak olan bir dönemde, bunların hepsine karşı gelen duygularla şiir yazılabilir miydi?! Yazılabilirdi! Şair kalbi, her zaman kaynayan bir pınardır. Onu toprakla hiç yok edebilirler mi? Ama böyle dönemlerde şairlik, büyük bir yetenek olmasını talep eder. Gerçekleri halka aktarabilmek için her türlü yolları arayıp, bulmaya çalışılır. Neredeyse her şiirimde gerçekleri göstermeye çabaladım.
Dünya hepimizi sandı hayırlı evlat,
Bize nimetleriyle bir sofra kurdu
Mahvederken onu ama bu cellat
Dünya diye susmak olur mu eyvah!
Halk ile siyaset arasında bir ortak nokta bulmak çok çaba isterdi, kendi zorlukları vardı. Yazma isteği geldiği zaman çoğu zaman kalbimden geldiklerini aynen yazmaya çalıştım. Halkın derdini unutmadım hiç. Allah’ıma şükürler olsun ki, iyi niyetli olduğumdan mı, kitaplarım raflarda toz tutup yatmadı. Her zaman baskı sayısı da iyi oldu, farklı bir çok dile tercümeleri de yapıldı. Halkımızın sen kendini övme, seni diğerleri övsün diye bir özlü sözü var. Melek der bazılar kendine her an Suçunu da üstlenmez hiç bir zaman Hiç kusurum yok demek de zaten Büyük bir kusurdur, ey nadan insan Tabii ki de benim şiirlerim de kusursuz değil. Eserlerimin kusurlarından arındırmak için tavsiyelerini aldığım insanların haklarına da giremem. Ama bazen garezinden, bazen siyasete kendi sadakatini göstermek amacıyla benim şiirlerimde siyasî yanlışlıklar arayıp, psikolojik zorluklar çektiren, beni her şeyimden etmeye, hor görmeye çalışan insanlar sadece Stalin’e tapma zamanında değil, hapishaneden çıktığım dönemlerde de oldu. Ama o edebiyat «bilginleri» her zaman da halk tarafından değer bulmadı. Böyle bir garezli davranışlarla karşı karşıya kalınca, şair ve yazarlar için sadece inanç, halk için eserler yazmak ve onların okurları bir teselli oluyordu. Benim sanatım hakkında sadece bizim gazetelerde değil, belki çeşitli dillerde, çeşitli kardeş ülkelerin gazete ve dergilerinde bilgin ve yazarlar tarafından, diğer meslek sahipleri tarafından bir sürü pozitif görüşlerle yazılan makaleler basıldı. Bu beni çok büyük onure etti. Bir yazar veya şair için bundan daha büyük bir ödül var mıdır?! Büyük şair Gafur Gulam makalelerinden birinde “Şukrullah - büyük lirik şair”, diye yazması, benim şairlik hayatımın büyük onur mührü oldu. Kardeş halkların en büyük şairlerinden Kaysın Kuliyev, Mustay Karim’lerin şiir kitaplarım hakkında yazdıkları makalelerde “parlayan yetenek”, “akıl ve kalp yetişkinliği” sıfatlarını verdikleri, Rus şairi Rimma Kazakova, Avar şairi Rasul Hamzatov, dünya çapında ünlü olan Cengiz Aytmatov’ların sanatım hakkımdaki olumlu düşünceleri benim için paha biçilmez derecede önemlidir. Yukarıda saydıklarımın hepsi benim en yakın dostlarımdır. Tabii ki de çeşitli halkların böyle ünlü şair ve yazarlarıyla tanışıp dost olmadan önce de, şiir ve nesirlerim dışında “Drujba Narodov”, “Ogonek”, “Smena”, “Literaturnaya Gazeta”, gibi önemli gazete ve dergilerde bir kaç destanım büyük yazar ve tercümanlar tarafından çevrilerek yayınlanmıştı. Büyük nesirdeki “Kefensiz Gömülenler”, “Diri Ruhlar”, “Zor Günler Sevinci” gibi romanlarımı yazmadan önce yazdığım “Cevahirler Sandığı” eserim benim bu alandaki ilk adımım, ilk tecrübemdi. Bu eserlerimi okurlarım iyi bilir. Her eserim kendi değerini kendisi vermesi lazım. Bu eserlerim Özbekçe›de binlerce sayıda basılması dışında, Almanca ve Türkçeye de tercüme edildi. Hayatımızda öyle bir olaylar oluyor ki, onları ne bir şiire, ne de bir hikâyeye aktarabiliyoruz. Onları sadece sahneye almak, bir piyes halinde göstermek zorunda kalıyoruz. Olayın nasıl gerektirdiğine göre bazılarını şiiri kullanarak dramda yazabiliyorsak, bazılarını nesir yardımıyla ifade edebiliyoruz. Bu günlerde “Hasret Bağları” adlı şiir ile yazdığım bir dram oyunum Milli Tiyatro’da izleyicilere sunuldu. Ama onun sahne yüzünü görmesi açıkçası kolay olmadı. Hatta “Bu yaşta eser yazıp da ne yapacaksın, Allah diye evinde duanı edip rahat otursan olmaz mı?” diyenler de oldu. Belki onlar da haklıdır. Ama aşk yaşlanmayı bilmiyormuş, ne yapayım. Bahçede duyuldu kızların sesi Sen de katıl şair sazla birlikte Etrafa yayılmış saçın kokusu Düş hadi yollara, kalma geride Kalp dolu sevgi, kalp dolu ilham Sakın yaşlanmayı bahane etme Kızlardan ayrı mı kaldın, tamam Uzak kalır sana hem şiir, hem ilham Bütün ömrüm boyunca, bugüne kadar aşkı hiç terk etmedim. Sevmek, sevdiği şey için endişelenmek demektir. Ben toprağı sevdim, hatta yeşillikler ezilince bile canım yandı. Ben insanları sevdim. Mutsuzlar için içim acıdı. Onların sevinci benim de sevincim, sıkıntıları benim de sıkıntım oldu. Bir bebek ölümü için ağladım. Adaletsizliğe rast geldiğimde onun karşısında susmadım. Bütün ömrüm boyunca:
Şan şöhret lezzetini başımdan kaldır,
Kalbime halkımın sıkıntılarını koy,
Devamını Oku