HaftanınÇok Okunanları
KAYNAR OLJAY 1
SALIM ÇONOĞLU 2
İ. M. Galimcanova 3
Kader Pekdemir 4
Kardeş Kalemler 5
Osman Çeviksoy 6
Gülzura Cumakunova 7
Hafizelerin evi Tuyul’un çıkışında, Celâyir’in girişinde olduğu için bu evdekiler her iki köyle de aynı şekilde ilişkiliydi. Düğün mü olur, cenaze mi olur her iki tarafa da giderler; birbirlerini yabancı görmezlerdi. Hatta bu köylerin adları başka, mektepleri farklı da olsa mezarlıkları birbiriyle neredeyse birleşmişti.
Hafize, dördüncü sınıf bitene kadar Celâyir’de okudu, beşinci sınıfta babası nedendir bilinmez onunla erkek kardeşini Tuyul’daki mektebe verdi. Başlangıçta yeni sınıf arkadaşlarıyla kaynaşması zor oldu. Bilhassa, Tuyullu kızlar Hafize’yi uzunca bir süre aralarına almadı, kendilerine yaklaştırmadılar. Yerli yersiz ağız dalaşına girdiklerinde onu “Celâyir’in delisi” diyerek oynatırlardı. Yavaş yavaş bu sözler unutuldu unutulmasına da lakin onun minicik yüreğinde bunların görünmeyen izleri kaldı. Bundan mıdır bilinmez; o, içine kapanık bir şekilde büyüdü. Kaç defa anasına ağladı. Hatta bir seferinde babasına “Biz aslında hangi köydeniz?” diye öfkeyle sordu. Babasının verdiği “İki köy de bizimki, arada yabancı yok!” cevabı da onu ikna etmedi. O, fırsat buldukça yine anasına ağladı; “Belli bir arkadaşım yok benim!” diye dertlendi. Anası, babasından fazla bir şey söyler miydi? Yok… “Boş ver, kızların vır vırı senin umurunda olmasın!” deyip onu teskin ederdi…
“Tamam, kızlar çoğu zaman kıskançlıktan birbirlerini çekemezler. Kıskanıyorlar mı, öyleyse sen onlardan üstünsün!” Böyle olduğunu ona anası söylememişti, galiba bunu o, yedinci sınıfta okuduğu sıralarda kendi anlamıştı. Bunu anlayınca onun içi rahatlamış, kızların fısır fısır konuşmalarına kulak asmadan okulunu okumuştu.
Aradan yıllar geçmiş, bir çocuğu olmuş, hayalinde yarattığı “can dostu”yla dertleşip bir başına otururken ona ilk ukdesini her şeyiyle anlattı:
“Aslında ben ta en başında ikiye bölünmüştüm, artık ölünceye kadar böyle kalsam gerek.”
Can dostu bu dünyada Hafize’nin tek, biricik ve gerçek sırdaşıydı.
“Sen güzelsin Hafize! Bütün sıkıntı da bu yüzden.” dedi o, her defasındaki gibi çekinmeden.
“Ne yapmamı istiyorsun? Yüzümü tırnaklayıp yırtayım mı?”
“Yüzünü tırnaklamayla iş bitmiyor. Ortada çocuğun var, gözünü aç, diyorum sadece.”
“Bunu kendim de biliyorum. Öyleyse bana, bu konuda gözümü açacak öğüt versen ya!”
“Doğrusunu söyle! Şayet her şey baştan başlayacak olsaydı kime varırdın?”
“Şerif Ağa’ma!” dedi Hafize hiç düşünmeden.
“Öyleyse… Ya Avaz Efendi?”
“Bilmiyorum… Doğrusunu söylersem her şey aynen böyle olurdu. Herhâlde…” deyip susuverdi Hafize.
“O zaman benim tavsiyemin sana faydası olmaz.”
Celâyir’den Tuyul’daki okula nakil olmasının sebebini de Hafize evlenip çocuğu olduktan sonra öğrendi. Hangi sebeptendir bilinmez anası çok eski olayları hatırlayarak anlattı:
“O zamanlar Celâyir’deki okulun müdürü, o yüzsüz herif, babanın ahbabıydı. Onuncu sınıfta okuyan bir kızın aklını çelmiş. Doğru mudur, yalan mıdır hiç kimse bilmez. Babana sanki güzel bir iş yapmış gibi övünerek kendisi anlatmış. Babanı bilirsin ya, öfkesi burnunun ucundadır.”
Babası “Benim çocuklarım senin cenabet mektebinde okuyup âlim bile olacaksa istemiyorum senin vereceğin ilminden!” demiş ve o günden sonra Hafize’yle küçük kardeşini Tuyul’a naklettirmiş. Hafize bunu duyar duymaz bakışları düşünceli bir şekilde yere eğildi.
“İçine kapanıklığı kendisine” ama uzaktan bakan birisinin nazarında o; çok güzel, cana yakın, çekici bir kız olmuştu. Onun gibisi her iki köyde de yoktu. Buraların sakinleri de yakın zamanda böylesini görmemişlerdi. Bunu Hafize’nin kendisi de anlıyor, bunun farkında olarak büyüyordu. Özellikle her iki köyün erkekleri de gençleri de bunu iyi biliyorlardı. Tuyul’da da Celâyir’de de gayriihtiyari bile olsa bir kerecik onu düşünmeyen, düşüncelerinde bir kez olsun onunla hayalen yalnız kalmayan, yüreğinde bir defacık olsun ona karşı farkında olmadan arzusu olmayan, onun için ümit beslemeyen, onu sevmeyen, onunla rüyasında evlenmeyen tek bir delikanlı, herhangi bir bekâr olmasa gerekti. Ey! Eeyyy! Bu arzular, bu ümitler, bu tatlı hayaller şayet bir anda canlandırılıp film gibi izletilseydi Hafize bir anda her iki köyün hemen hemen bütün evlerinde seyredilirdi. Böyle bir durumda aklınızı fikrinizi kaybetmeniz belli bir şeydi.
…İşte bakın… Saçlarını salkım söğüt gibi yaymış, zarif örtüsünü çember yapıp alnına bağlamış, eğildiğinde biraz açılan göğüs yakasını sol koluyla kapatmış, bahçe süpürüyor… İşte… Ocaktaki alevin aksinin vurup parlattığı yanaklarında bir damla yaşla soğan doğruyor… Bakın… Dizlerini kucaklamış bir hâlde kapıdan gözünü ayırmadan kocasının yolunu gözlüyor… İşte, kor gibi kilimin üstüne geniş ve yüksekçe bir yer hazırlıyor… Bakın… Kocasının ayaklarını, belini ovuyor, onun orasını burasını çimdikleyip kıkırdayarak gülüyor… İşte, kucağındaki bebeği sevip sevip emziriyor… Yanında kocasından başka kimse yok, yavrusu emip uyumuş olsa da göğsünü kapatmaya acele etmiyor… Bakın… Gelinlik elbiselerinin bulunduğu ve çeşit çeşit eşyalarla döşenmiş evde, bu vaziyette kolunun üzerine başını koymuş, örülmeyen saçları döşeğe yayılmış biraz kestiriyor…
Ergenliğe girmiş bütün delikanlıların ve bekârların aklında, fikrinde, hayalinde, arzusunda ve ümidinde Hafize her daim işte böyle hâlleriyle yaşıyordu.
Evet, hakikaten o; güzel, cana yakın ve çekici bir kız olmuştu!
Babası da kızının güzelliğinin farkındaydı. Bunu bildiğinden, bazen hanımına sinirli bir şekilde tembih ederdi:
“Kızına söyle! Sağda solda sürtmesin, işini gücünü yapsın!”
Anası ne diyeceğini bilemez bir hâlde “Kızım ne yaptı?” diyesi gelir ama söylemezdi. Fırsatını bulunca o da kızını uyarırdı:
“Kızım, babanın huyunu bilirsin, gözüne görünme, ocakla uğraş, tandırla ilgilen!”
Böyle zamanlarda Hafize şaşırırdı. Anasının durup durup kendisini azarlamasına içerler, sessizce odasına gider, sakinleşinceye kadar gözyaşını akıtırdı…
Yaşananlara geçecek olursak hikâye şöyleydi:
Bu kızın okulu bitirdiği yılda, yaz günlerinin birinde, her iki köyden “Gidelim bakalım, görelim ne olacak!” diyen iki evden, aynı zamanda fakat birbirinden habersiz olarak… İki görücü geldi. Kaderin cilvesi işte! Onları Hafize’nin kendisi karşıladı. Sundurmanın altına minder serdi, sofra hazırladı, çay ikram etti, bahçeye gidip anasını eve çağırdı. Kendi onların yanına çıkmadı. Kadınların görücü geldiğini o bir bakışta anlamıştı, kimlere vekil olarak geldiklerini de sezmişti.
Sözü ilk önce Şerifcan tarafına bırakalım.
Hafize’nin sekizinci sınıfı bitireceği günlerde ilginç bir olay yaşandı. Bir düğün yapılıyordu. Şehirde okuyan Tuyullu bir delikanlının düğünü. Gelinle damat talebe olunca düğün evi de ağzına kadar insanla dolu. Konuşmalar… Gürültüler… Uğultular… Gelenler çok, etraf aydınlık. Talebeler acayip gösteriler hazırlamışlar. Onlar hünerlerini sergileyince genci, yaşlısı, izleyen herkesin gülmekten karınlarına ağrılar girdi. Davetli kızlar da oldukça güzel ve alımlılardı. Onlar düğün evine gelen diğer bütün kızları kıskandırıp delikanlılarla epeyce oyun oynadılar. Daire şeklinde dizilmiş sandalyelerde oturanlar ne kadarsa masaların etrafında ayakta duranlar da bir o kadardı. Hafize de ayakta duran izleyicilerin arasında, avlunun bahçe tarafındaki karanlık bir köşede durmuş eğleniyordu. Düğün eğer sabaha kadar devam edecek olsa Hafize de o vakte kadar izleyecek durumdaydı. Eğlence coştukça coşuyordu. Vakit epey ilerlediği için o, yanındaki kızın kulağına bir şeyler fısıldadı; arkasından da sessizce izleyicilerin arasından çıkıp karanlığa doğru yürüdü.
Avlunun bir köşesine, üst üste yığılmış pamuk balyalarından bazıları devrilmişti. Arka duvarın da yıkılmış bir yeri vardı. Kesekler yere yuvarlanmış, etrafa dağılmıştı. Duvarın öte tarafı tarlaydı…
Hafize hafifçe eğilip keseklerin olduğu yerden dikkatlice geçti. Tam tarlaya kavuşacakken birinin “Hafize!” diye seslendiğini fark etti. Göz açıp kapayıncaya kadarlık bir süre geçince ses tekrar duyuldu:
“Hafize!”
Onun bütün dermanı kesildi ve duvarın yıkık kısmına dayandı, bekledi.
“Kimsin?” dedi korka ürke.
Karanlığın içinden yine o, “birisi” “Hafize korkma, benim!” dedi.
Yüzü görünmüyor olsa da Hafize onu tanımıştı. O, liseyi geçen yıl bitiren Şerifcan’dı. Şimdi, Teknoloji Fakültesi’nin akşam kısmında okuyor; gündüzleri de bir fabrikada çalışıyordu. Hafize kendini birazcık teskin etti. Bacaklarındaki titreme neredeyse tamamen geçmişti. Kısa bir süre geçtikten sonra Şerifcan, pamuk balyalarıyla duvarın arasından çıktı. Üç dört adım uzakta durup “Sana bir şey vermek istiyordum. Reddetmezsin, değil mi?” dedi.
Hafize hemen “Tebrik kartı! 1 Mayıs’ı tebrik etmek istiyor herhâlde.” diye düşündü.
…Bundan iki ay kadar önce Şerifcan’ın kız kardeşi okulda Hafize’ye bir kitap getirmişti. “Şerif ağabeyim kitabınızı almış, onu gönderdi.” demişti. Hafize hiç kimseye, hiç bir şey vermemişti; böyle olsa da nedendir bilinmez itiraz etmeden getirileni almıştı. Sınıfına girip kimseye belli etmeden kitabın sayfalarını çevirmişti. Kitabın içinden tebrik kartı çıkmıştı! Şerifcan Kadınlar Günü münasebetiyle onu “bütün kalbi”yle tebrik etmişti. Sebebini kendisi de bilmediği hâlde Hafize bu tebrik kartını, iki üç gün kadar muhafaza etmiş; bunu bilmem kaç defa tekrar tekrar okumuş, onun bu karta yazdıklarını ezberlemişti. Sonunda bir gün köyün dışına gidip bunu küçük küçük parçalara bölüp kanala atmıştı…
“Bu sefer de tebrik yazmıştır.” diye düşündü Hafize.
“Düğün başladığından beri burada bekliyorum. Şükür, kendin geliverdin. Hafize, bir hafta sonra askere gidiyorum… Bu sana…”
Şerifcan öne doğru yine iki adım atıp durdu, oradan bir şey uzattı ve “Al, Hafize! Söyleyeceklerimi buna yazdım, evde okursun.” dedi.
Hafize ne yapacağım bilemeden öylece kalakaldı. Bir aklı “Hemen fırlatıp at, kaç git!” derken yine bir tarafı da “Alıver! Almanla bir şey mi olur?” diyordu. Şerifcan, askere gideceğini tekrar söyleyince o, elini mektuba gayriihtiyari uzattı. Hafize heyecandan kendini kaybetmişti. Daha sonra da ne olduğunu anlayamadı. Yoksa mektubu alırken Şerifcan onun elini tuttu mu? Yoksa titreyen bir sesle “Seni canımdan da çok seviyorum, Hafize!” mi dedi?
Sonra Şerifcan bir sıçradı, tarladan tarafa atlayıp gitti. Duvarın yanından uzayıp giden kanal boyunca uzunca bir süre tıpır tıpır ayak sesleri işitildi.
Hafize daha sonraki zamanlarda da bu sesi çok defa duydu. Akşamları odasında bir başına oturduğunda da uykusunda da… Hatta bazen ders esnasında da kulağına bu ses gelirdi: Tıpır tıpır… Tıpır tıpır…
Bunun sonrasındaysa o düğün eğlencesini izlemiş gibi olmadı. Eve döndü. Eve gelir gelmez mektubu okudu:
“Hafize, ben seni seviyorum! Biliyorum, sen daha küçüksün. Böyle sözleri şimdi söylememem gerekiyor lakin bir hafta sonra ben askere gidiyorum. İki yıllığına! Tahmin etmek zor. Denizci olursam bu üç yıla da uzayabilir. Seni sevdiğimi sana söylemezsem orada ıstırap çekeceğe benziyorum. O zamana kadar sen de okulu bitirirsin. Bu söylediklerim aklından çıkmasın Hafize! Şunu bil! Döndüğüm zaman seninle evleneceğim! Mektubum kısa, biraz da kuru oldu. Aklıma başka söz gelmiyor. İki sayfayı da ‘Seni seviyorum! Seni seviyorum!’ diye yazıp doldursam sözlerime inanır mısın? Söyleyeceğim o ki askerde de sana mektup yazacağım. Okulun adresine, tamam mı? Korkma, zarfın sol tarafına herhangi bir kız öğrencinin adını yazarım; kimse anlamaz. Mektup yazacaksın, değil mi? Yazacak mısın? Mektuplarını dört gözle bekleyeceğim, diyorum. Seni bütün kalbiyle seven Şerifcan!”
O vakitler Hafize mektubu tekrar tekrar okumuş, her okuduğunda içi kıpır kıpır etmiş; vücudunu hoş, insanı mest eden bir mutluluk kaplamıştı. Günler, aylar geçtikçe o sadece bir şeyi düşünmüş; bunun kaynağını asla anlayamamış, şaşırıp kalmıştı.
“Şerif Ağa’m benim pamuk balyalarının yanından geçeceğimi nereden bildi ki? Neden beni orada bekledi? Niçin o vakit ben de aynı yere gittim?” diye sordu bir gün hayalindeki arkadaşına.
Arkadaşı sözü döndürüp dolaştırmadı:
“Şerif Ağa seni çok seviyormuş! Hepsi bundan. Naz edip duracağına, sen de onu sev!” dedi o zaman.
Bu söylenenler Hafize’nin hoşuna gitti lakin yine de tam olarak inanmakta biraz tereddüt etti.
“Tuhaf ya, söylediğin! Şayet oraya gitmeseydim ne olurdu?”
“Giderdin! Öyle ya da böyle, bir şekilde giderdin!”
Hafize dokuzuncu sınıfta okurken Şerifcan’dan sabırsızlıkla mektup beklediğini fark etti. Hatta kendi kendine “Ya yazmayı bırakırsa!” diye endişelenmesine de şaşırdı. Pamuk toplamanın bittiği sıralarda ondan bir mektup aldı. Kışın arka arkaya iki mektup daha aldı. Bahar geldiğinde “Ne olacaksa olsun!” dedi ve kendisi de bir mektup yazdı. O zaman neleri yazmıştı, sonra hatırlayamadı. Dokuzda okuyan ergen bir kız, askerdeki bir delikanlıya neleri yazar ki? “Derslerim iyi… Tarlaya çalışmaya gidiyoruz.” yazmıştır. “Köyde havadisler çok: Adalet ablanın düğünü oldu, Celâyir’deki okul müdürü tutuklandı, ‘Jet Hoca’ hâlâ sakin sakin anlatıp duruyor.” diye mi yazdı yoksa? Bunlardır muhtemelen. Bunları yazdıktan sonra daha başka neyi yazacak ki!
Diğer görücü Celâyirli Avazbek’dendi. Öyleyse şimdi söz Avazbek tarafında.
Avazbek çiftlik idaresinde sulamayla ilgili işlere bakardı. Kışın, yazın denizcilerinki gibi çizgili tulumunu giyip gezer de gezerdi. İri yarıydı. Tepelerin aşağısında ovanın başladığı yer var, köyden epeyce uzakta. Devlet bu sebeple, çiftlik idaresinin su işleri sorumlusuna ufak bir ev yapmıştı. Geçen yıl Avazbek köyden kendi isteğiyle kireç getirip bu evin duvarlarını boyadı. O günden sonra tarlalarda çalışanlar buraya “Ak Bina” demeye başladılar. Bu ev tepeye kurulduğundan her iki köyden de bembeyaz görünürdü. Bu Ak Bina, Avazbek’in işyeriydi. Boş vakitlerinde elinde değnekle dağda bayırda dolaşmak onun hoşuna giderdi. Değneği yan taraftan bacağına vurup dururdu. Bazen de vadi boyunca “Java”sını uçurarak geçip giderdi.
Tuyul’un ve Celâyir’in kızları, Avazbek’in arkasından çokça konuşur, gizliden gizliye ona heves ederlerdi; kendilerince birbirlerini ona yakıştırır, sonra da kıkır kıkır gülüşürlerdi. Avazbek’se nedendir bilinmez, onların hiç birine itibar etmezdi. Hiç kimseye! Sadece…
Güzdü. Akşam çökmüştü. Dut ağaçlarının olduğu yerde ot toplayan Hafize, hiç beklemediği bir anda Avazbek’le karşılaştı. Köy yerinde böyle karşılaşmalar sıradan bir durum lakin kızın yüreği huzursuz olmaya başladı.
Avazbek nedendir ses tonunu alçaltarak “Hafize! Bir şey söylesem müsaade eder misin?” dedi.
Hafize’nin yüreğinin sezdiği kadar varmış. Avazbek onu yalnız yakalamak için uygun zamanı beklemişe benziyordu.
Bir şey söylemesi gerektiği için o “Ne diyorsunuz?” dedi.
Avazbek ondan böyle açık bir karşılık beklemediği için önce şaşırdı:
“Biliyor musun? Doğrusunu söyleyecek olursam... Epeyden beri…”
Tuhaf, Hafize önce “Niçin ‘sen’ diye konuşuyor, önceleri ‘siz’ diyerek konuşurdu ya?” diye düşündü. Bu durum ona garip geldi. Şerifcan da konuştuğu vakit damdan yuvarlanmış gibi “sen”li konuşup durmuştu…
Hafize, birdenbire “ ‘Sen’ diyerek konuşmayın!” dedi.
“Afedersiniz…”
Avazbek bundan başka tek kelime bile söyleyemedi. Hafize otlarını çabuk çabuk toplayıp önlüğüne yığdı, Avazbek’e de bakmadan dönüp evine doğru yürüdü.
O yine bir defa Hafize’nin yoluna çıktı. Yine ‘sen’ diyerek konuştu. Lakin bu sefer epeyce rahattı. Hatta bu defa uzun uzun konuştu:
“Hafize! Yüreğimdekileri söylemezsem ortadan ikiye yarılacağım! Ben seni seviyorum ancak söyleyemedim. Onuncu sınıfı bitirdikten sonra görücü göndereceğim. Bana varır mısın? Seni başıma taç ederim. ‘Tamam!’ dersen sen benim sultanım olursun.” dedi.
Konuştu, konuştu… Hafize’ye fırsat bile vermedi. Şundan dolayıdır, bunun içindir, yine bilmem hangi sebeptendir Hafize “He!” de demedi, “Yok!” da. Avazbek’in yanından geçti, yoluna yürüyüp gitti. Arkadan Avazbek’in “Seni gerçekten seviyorum, Hafize!” dediğini işitti. Yüzü ateş gibi yandı; on, on beş adım kadar ilerledikten sonra o, bir tarafa doğru koşarak gitti.
Bundan sonra Avazbek onun yolunu da cevabını da uzun süre bekledi ama ondan gönlünü teskin edecek herhangi bir işaret, ima görmedi.
Hafize’yse gün geçtikçe garip bir dünyaya, eskisine benzemeyen başkaca bir dünyaya girdiğini anladı. O vakte kadar kitap okusa da televizyonda film izlese de kendi kendine Şerifcan’ı düşünüp duruyordu. Şimdilerde zaman zaman gözünün önüne Avazbek de gelmeye başlamıştı. Doğru, onu düşündüğünde gerektiği kadar düşünüyor, sonra hayal kapısını hemen arkasından kapatıyor, güya kendi kendisiyle saklambaç oynuyordu. Böyle bir saklambaç oyunu, yer yer insanın hoşuna da gidiyordu! Bazen o, hayallerindeki sınırları zorlayıp Şerifcan’la Avazbek’i birbiriyle karşılaştırıyordu. Aslında her ikisi de kötü değil gibiydi lakin Hafize’yi onlardan hangisi daha çok seviyordu?
“Şerif Bey’in sevgisi daha güçlü!” derdi hayalindeki arkadaşı kendinden emin bir ses tonuyla. “Öylesi bu dünyada çok nadir çıkar. Boşuna uğraşıp başkasını da düşünüp durma!”
Hafize, “Askerde olduğu için onu övüyorsundur?” diyerek hem hayalindeki arkadaşının gerçek düşüncesini anlamak hem de kendindeki duyguların hakikat mi yahut yalan mı olduğundan emin olmak istediği zaman böyle yapıyordu çünkü hayalindeki arkadaşı her zaman kaçak göçek cevaplar verirdi:
“Yok, asker olduğu için değil, ben bildiğimi söylüyorum! Şerif Bey’in kendisi başkaca bir yiğit!”
Günler bu şekilde geçti. Hafize daha da olgunlaştı. Avazbek, Ak Bina’da göğsünü betona verip yatardı. Şerifcan askerden döndü, Hafize onuncu sınıfı bitirdi. Yaz geldi ve… Bir gün Hafize’ye her iki köyden “Gidelim bakalım. Görelim ne olacak!” diyen iki evden, aynı vakitte lakin birbirlerinden habersiz, iki görücü geldi.
Görücüler tekrar geldi. Sanki “Kim vardı, kim aldı?” oynuyorlarmış gibi onlardan biri geldi, diğeri gitti… Tekrar geldiler. Analar, babalar araya adam koydular. Hafize düşüne düşüne hayali arkadaşından tavsiyeler ala ala nihayet bir karara vardı. Kararını anasına söyledi. Güz geçti, kış bitti… Bahar akşamlarından birinde o, Şerifcan’ın hanımı oldu…
Mutluydu. Gelinlik elbisesine büründü. İki yanağı daha da güzelleşti. Gecelerin kucağında tatlı tatlı şımartılıp sevildi. Yeni evine yakışmıştı. Şerifcan’ın da kaynanası ve kaynatasının da gönüllerini hoş ederek yaşıyordu.
Şehir yakındı. Şerifcan haftanın her cumartesisi, pazarı geliyordu. Cumartesi ve pazarlar Hafize’nin özlem ve arzuyla beklediği, gelmesini iple çektiği günlere döndü. Onların ikisi de sanki kitaplardan, filmlerden hayata düşüp kalmış gibi bahtiyardı!
Şerifcan bir seferinde sağ kolunu Hafize’nin boynuna dolamış, Hafize ise başını Şerifcan’ın çıplak omzuna koymuştu. Onlar gece lambasının cılız ışığında mavimsi renge bürünen tavana bakıp yatarlarken Şerifcan sırlı bir sesle “Şehre götüreyim mi, Hafize seni? İstersen okumaya devam edersin. Lisede okuman fena değildi, öyle değil mi?” dedi.
Hafize kocasının kulağına fısıldayarak “Kötü değildim lakin…” dedi.
Nefesi Şerifcan’ı gıdıkladı mı bilinmez, o kıkırdayarak güldü. O anda Hafize, kocasını daha bir sevdi. Hemencecik dönüp onun kulağının ucundan ısırdı:
“Ben okumayacağım, kocacığım... Genel olarak okumak istemiyorum. Bana siz olsanız yeter! Siz okuyun, ben tarlada çalışırım, size yardım ederim.”
Şerifcan birdenbire var gücüyle onu sarıp kucakladı ve bütün sevgisiyle “Senin gibisi bu dünyada bir tane, bir!” dedi.
Bunun sonrasında da Şerifcan şehirde okumaya, Hafize tarlada çalışmaya devam etti.
Galiba güzün ortalarıydı. Hafize’nin kulağına daha sonra kendisinin de kaderini değiştirecek bir söylenti geldi:
“Avazbek, hanımını öldüresiye dövmüş.”
Tarlada çalışan kadınlar üç dört gün boyunca bunu ağızlarına sakız edip konuştular. Bu olay Hafize’nin beynine mermi gibi saplanıp kaldı. O, Avazbek’le düğünden sonra sıkça karşılaşmış; çoğu kez onunla selamlaşıp geçmişti. Avazbek’ten de başka herhangi bir hareket ya da tavır görmemişti. Hafize de “Daha önce söylediği sözlerden kendi kendine vazgeçmiştir.” diye sonuç çıkarmıştı. Şimdi bu haber ona neden bu kadar tesir ediyor ki? Niçin bu kötü hadise onun aklından çıkmaz ki?
Sonunda bir gün aklına beklenmedik bir fikir geldi: “Avaz Efendi beni hâlâ seviyor!”
Bir süre sonra aklına bundan da tuhaf bir düşünce geldi: “Ben ona varsaydım beni de döver miydi? Dövmezdi…”
Düşüncelerin birinden bir başkası doğar. Hafize böyle şeyleri düşünmekten kendini alıkoyamaz hâle geldi: “Ben Avaz Efendi’ye varsaydım Şerif Ağa’m da kahrından başka bir kızla çabucak evlenir miydi? Evlenseydi… Beni düşünerek ‘o’nu döver miydi?” Bunları düşündükçe Hafize’yi bir titreme tutardı: “Dövmezdi! Kesinlikle dövmezdi! Şerif Ağa’m alicenap adam. Sevmiyorsa sevmezdi ama hanımını asla dövmezdi. Evet, evet, dövmezdi!”
Bunların öylesine birer fikir olduğunu, dahası bunları kendisinin düşündüğünü bilse de nedendir Hafize’nin keyfi kaçtı. Hatta “Niye dövmez?” deyip gıyabında Şerifcan’dan gönlü incindi, kocasının böylesine “alicenaplığı” ona dokundu. Ayrıca, Avazbek’in hemencecik evlenmesi de onun aklında yeniden canlanıyor, ona huzur vermiyordu. Önceleri aklına bile gelmemişti ama şimdi düşününce…
“Niçin böyle yaptı acaba? Sonuçta ‘Sensiz yaşayamam!’ dememiş miydi? Yemin içmişti ya? Yoksa o zamanlar bunları öylesine mi söylemişti? Acaba yalan söyleyip kandırdı mı ki?”
İşin aslı şöyleydi: Hafize, Şerifcan’ın görücülerine razı olduğunu söyleyince Avazbek’in elçilerine yol görünmüş, o da yeğeniyle Hafize’ye bir mektup göndermişti. Buna mektup demek de olmazdı ya! Kâğıdın ortasına büyük büyük harflerle “Her zaman seni seveceğim, Hafize! Öyleyse, er geç seni alacağım!” yazılmıştı, o kadar. Sonra Avazbek uzak bir köyden kız buldu, anasını sıkıştırıp acele ettirince böyle oldu. Düğününü Hafizelerinkinden üç gün sonra yaptı. İşte tam da bu şey, aradan bu kadar vakit geçmiş olmasına rağmen Hafize’nin huzurunu kaçırmıştı…
Bir gün “Kırıldı.” dedi hayalindeki arkadaşı.
Hafize “Yok yahu!” dedi korkuyla. “Bana da öncesinde böyle geldi. Baktım! Yok, öyle değil. Üzüntüden olup olmadığını ben bilirim ki… Sonuçta... Bana bir şeyi söyle! Bütün herkes benim gibi mi yoksa sadece ben mi böyleyim?”
“Nasıl ‘böyle’?”
“Aklıma her türlü şey geliyor ya?”
“Başında kocan var! O seni yere göğe sığdıramıyor, bunu kendin de biliyorsun. Yeter, böyleymiş! Neden böyle lüzumsuz şeyleri düşünüyorsun?”
Hafize “Uf!” diyerek içini çekti.
Avucunu alnına koyup “Söylemesi kolay! Düşünceler insanın aklına kendiliğinden geliyorsa… Elini sallamayla gidivermiyor ki!”
“Bahane arıyorsun!” dedi hayali arkadaşı ve sert bir ses tonuyla ekledi: “Yanlış düşüncelerini haklı çıkarmaya çalışıyorsun!”
“Avaz Efendi de seviyorsa benim ne suçum var? Kaldı ki benim düşünmememle o, niyetinden vazgeçer mi?”
“O zaman niye incindi? Evlenmeyse evlendi. Şimdi hanımını dövdüyse dövdü. Sana ne? Araya girip ne yapacaksın?”
“Bilmiyorum. Bilseydim…”
Lakin Hafize yine de kendine laf anlatamıyor, düşünüp duruyordu.
Mesut cumartesilerden birinde onun yüreğine korku salan, hayatını yolundan çıkaran bir durum ortaya çıktı:
Şerifcan gelmişti... Hafize gündelik işlerini yavaş yavaş yapıp bitirmişti. O, eve girdiğinde tesadüf müydü yahut ayarlamış mıydı anlayamadı, Şerifcan kapının arkasında bekliyordu. Hafize’nin karşısında diz çöküp onu kucağına aldı. Hafize de kocasını özlemişti. Birbirlerinin kokularından mest olup uzun bir süre öylece kalakalmışlardı. Nihayet Şerifcan onu birdenbire kucaklayıp yerinden kalktı.
Hafize parmağının ucuyla kocasının burnuna bastırıp “Yavaş… Sakin… Küçük Şerifcan’ı ezeceksin…” dedi.
Şerifcan elbisesinin üstünden Hafize’nin karnını öptü:
“Vay, vay! Bu kadar da tatlı olmasan Hafiz! Sen insan evladı olamazsın yahu!”
Sonra Hafize’yi ihtiyatlı bir şekilde döşeğe yatırdı ve onlar arzuların kollarına teslim oldular.
Beklenmedik olay da işte tam o esnada yaşandı: Hafize, Şerifcan’ın sevmelerinden mest olmuş, vücudunu hararet sarmıştı. Bedeninde garip bir rahatlık hissetmişti. Kendini tamamıyla Şerifcan’ın ellerine bıraktığında gözüne bir anda… Avazbek görünüverdi! Hafize, birden çığlık attı.
Şerifcan sıçrayıp yerinden kalktı:
“Ne oldu, Hafize?”
O, tir tir titreyip büzüşerek “Bilmiyorum, korktum… Bebek ağlıyormuş gibi geldi.” dedi.
Şerifcan yerinden kalktı:
“Yüzünde renk kalmadı. Su içer misin?” deyip ona bir bardak su uzattı…
İşte o zaman Hafize, kocasına ilk defa yalan söyledi.
* * *
Güz ortalarında Hafize tarladan dönerken Avazbek’le karşılaştı. Hava buz gibi soğuktu. Avazbek denizci tulumunun üstüne ince bir kaban giymişti. Hafize’nin sırtında kadife bir kaftan, başında örtüsü vardı. O, bu kaftanı ve örtüsüyle kendini çirkinden de çirkin hissetmişti. Üstüne üstlük, karnı hemen göze çarpıyordu. Hafize utanmış, gayriihtiyari, iki elini karnının üzerine koymuştu.
Avazbek, kartal gibi onun karşısına dikilip “Hafize, söylediklerim hatırında mı?” dedi.
Hafize yere baktı.
“Ben seni gerçekten de seviyordum, şimdi bile seviyorum! Benden kaçma, ne olur! Ara ara seni görsem sesini duysam yeter.”
Hafize kendisini olabildiğince sakin tutarak “Bırakın Avaz Efendi, artık o günler geçti!” dedi.
Avazbek sesi titreyerek “Senin için geçmiş olsa bile benim için geçmiş değil! Amma velakin, Hafize beni bıçaksız kestin sen!” dedi.
Hafize etrafa çarçabuk göz atarken yalvarmaya yakın bir ses tonuyla konuştu:
“Deli olmayın Avaz Efendi! Benim kocam var, sizin hanımınız. Kaldı ki o vakitlerde dahi size hiçbir ümit vermedim.”
Avazbek gözünün ucuyla onun belirmeye başlayan karnına baktı ve sertçe “Kocan varsa… Ona benim düşmanlığım yok.” dedi.
O anda Hafize’nin kendisine “Deli olmayın!” demesi hoşuna gitmişti.
“Şimdi bile seni seviyorum, sadece bunu söylüyorum, o kadar! Hâlâ sen buradasın, kocan şehirde… Nedendir beni üzüyor bu, Hafize!”
Hafize’nin siniri çıktı ve sertçe tekrar konuştu:
“Artık benim yolumu kesmeyin! Evlenmişsem Şerif Ağa’mı sevip evlendim, yuvamızı bozmayın!”
Avazbek onun söylediklerini ciddiye almaz bir tavırla “Yalan söylüyorsun. İyice düşünüp bir bak yahu! Onu seviyor musun acaba? Şerif benden şanslıymış sadece. Tamam, yuvanı bozmayacağım; korkma. Şimdi gidiver evine!” dedi.
Böyle dedikten sonra arazinin ortasından Ak Bina’ya doğru yürüdü. Yolunu eve doğru çevirdiğinde “Benim hanımım olsaydın bir dakika bile yanımdan ayırmazdım.” diye kendi kendine söylendi.
Hafize o an kendisine kızdı. Avazbek’ten önce oradan ayrılması gerekiyordu. Onun “Gidiver evine!” demesinden daha önce, orayı terk etmeliydi ama nedense gidesi gelmemişti. Avazbek’in bütün söylediklerini reddetse de kendisiyle onun arasına müstahkem bir duvar örmek istemiş olsa da bunların aksine gönlü onunla uzun bir süre birlikte durmayı, onun da içinden geçenleri bilmeyi mi istemişti? Hafize utancından ve duyduklarından yüreği yanarken eve de nasıl gideceğini bilemiyordu…
Kışın çıktığı vakitlerde Hafize, yükünden kurtuldu. Oğlu oldu. Pehlivan gibi büyüsün, diye “küçük Şerifcan”a Rüstem adını koydular. Şerifcan baba oldu, Hafize ana. Her ikisindeki mutluluğun dünyada emsali yoktu. Rüstemcan günden güne büyüdü. Hafize altı ay kadar çalışmaya gitmedi. Arada sırada çocuğun “Kırkı çıktı.” deyip kendi evine gidiyor, orada biraz kaldıktan sonra dönüyordu. Şerifcan’la iki kez şehre gidip belki bir hafta, belki bir haftadan fazla orada kaldı. Ağustosun sonlarında yeniden çalışmaya başladı.
Avazbek bir gün tekrar onun yolunu kesti:
“Hafize! Sana diyeceklerim vardı.”
“Bana hiçbir lafın sözün gereği yok!”
“Ne yapayım, o zaman?”
“Bildiğinizi yapın! Aslında geçen seferki yol kesmenizden sonra sizinle konuşmayacağım demiştim. Siz… Hâlâ aynı şeyi yapıyorsunuz.”
Avazbek dosdoğru Hafize’nin gözlerine baktı. Onun bakışını yakalayıp tutmak istiyordu. “Yol keser… Avazbek yol keser!” Ne kadar da tatlı geldi bu söz ona! Bunun da üstüne “Aynı şeyi yapıyorsunuz!” ifadesindeki gizli sevgi… Birdenbire Hafize’nin kolundan tutup kesik kesik nefes alarak konuşmaya başladı:
“Hayır deme, Hafize! Bir yere gidelim, konuşalım; olur mu? İçim söyleyecek şeylerle dolu! Anlatmazsam olmaz. Korkma, dokunmayacağım sana! Kahrolayım eğer… Ben seni seviyorum, Hafize! Ne yaparsam inanırsın? Kendimi mi asayım? Hanımımı mı boşayayım? Söyle! Konuşmaya razı olmuyorsun! Zorla da götürmeyeceğim lakin o zaman beni öldü diye bil! Hiç olmazsa bir defa benimle yürekten konuşsan… İçimde ukde kalmadan giderdim o zaman… Olur mu Hafize?”
Hafize’nin iffeti, namusu ne kadar ağır bassa da kendi kocasını ne kadar sevse de bir anda gözünün önüne Rüstemcan’ı geldi. O, Avazbek’in yüreğinden volkan gibi fışkıran bu heyecanı karşısında kendisini aciz hissetti. Bir yandan da merak…
Nihayetinde bir düşün Hafize! Yüreğini titreten o günden başlayarak bazen bile isteye kimi zaman da gayriihtiyari, sen de Avazbek’i düşünmüyor muydun? Uzaktan onu gördüğünde yüreğinin sızladığı da mı yalan? Böylesi düşünceler sana sırlı bir dünyaydı. Bu dünya bütün esrarıyla daha bir çekici gelirdi sana. Bak işte, artık seni daha da sırlı duygular sarıyor, başka bir cezbedici dünya seni kendine çağırıyor! Tamam, şimdi ne yapacaksın?
Hafize, Avazbek’in sıcak avuçlarının arasından ellerini çekip “Görelim!” dedi yavaşça ve beklemeden gitti. Ya Avazbek? Birazcık olsun razılık alan Avazbek durduğu yerde duramıyor, onun sağa sola koşası geliyordu.
Hafize arkasına dönüp bakmamak için kendisini zor tuttu…
Sonraki gün nasıl geçti, nasıl çalıştı; o anlamadı. Akşamki buluşmayı arzuyla beklediğinden değil, bunu arzuyla beklemediğinden o kesinlikle emindi ancak izah edemeyecek bir hâldeydi. Lakin Ak Bina’ya gitmeye kati bir şekilde karar verdi. Bundan mıdır bilinmez, gün boyu Avazbek hakkında kötü düşünmemeye hatta onu az biraz özleyip, “evet, evet” özleyip, hayalinde canlandırmaya çalıştı. Akşam olunca Hafize’nin ayakları kendiliğinden Ak Bina’ya doğru gitmeye başladı.
Binanın aşağısındaki araziden ot topluyor gibi yavaş yavaş Ak Bina’ya yaklaştı. Elli adım kaldığında durup pamukların arasına çöktü. Yüreği “güm güm” atıyordu. Dizlerini tutmuş otururken içinden pişmanlıkla karışık “Niye geldim?” diye geçirdi. Bir an Avazbek’i görmeden geldiği yoldan dönmeyi düşündü.
O anda Ak Bina’nın kapısı gıcırdayarak açıldı ve kapıda Avazbek göründü. O, Hafize’yi kapı aralığından epeyden beri izlemiş olacak ki doğruca ondan tarafa gelmeye başladı.
Hafize kıpırdamadan oturmaya devam etti. O sanki kanal boruları arasına sıkıca bağlanıp asılmış gibiydi. Yanına Avazbek geldiğinde de kıpırdamadı.
Avazbek fısıltıyla “Kandırdı mı diye korkmuştum. Gelmeseydin boynuma taş bağlayıp kendimi barajın dibine atacaktım.” dedi.
Hafize bir dakika önce ne kadar heyecanlanmış olsa da onun heyecanı hemencecik yatışmıştı. Kendisinin bile beklemediği bir sakinlikle “Beni siz sürükleyip getirmediniz, kendim geldim. Bunun için olmayacak şeyleri düşünmeyin. Söyleyeceklerinizi söyleyin, bu işi kapatalım!” dedi.
“Tamam! Önce içeri girelim.”
Ak Bina dedikleri ambar gibi bir yermiş. Su kapağını kaldırıp indiren kollar, türlü çeşitli alet edevat dizilmiş duruyor. Bir köşede üst üste kutular yığılmış. Onların tepesinde gaz lambası. Yerde kaplar, ipler, urganlar; duvara yaslanmış uzunca bir tahta kerevet, onun üzerinde yorgan ve bir yastık... Ak Bina’daki bütün eşyalar bunlardan ibaret. Penceresi yok. Sadece bir kapısı var, o da sürekli kapalı tutulduğundan olsa gerek farklı bir koku insanın içini rahatsız edecek derecede genzini yakıyor. Bu koku sanki duvara da yapışıp kalmış gibi.
Hafize elini yelpaze yapıp burnunun önünü yellerken “Ne bu? Başımı döndürdü.” diye sordu.
“Traktörün yağı. Gres yağı da var. Fark ediliyor mu?”
“Fark edilmez mi?”
Avazbek konuşurken kapının zincirini takıp lambanın fitilini yükseltti.
Hafize “Zincirlemeyin, gideceğim ben!” dese de içinden Avazbek’in bu yaptığını yerinde gördü.
“Üfff, kokusu kötüymüş… Çabucak söyleyin söyleyeceğinizi!”
“Acele etme, Hafize. Buyur, şuraya geçip otur. Korkma, akşamleyin binaya benden başka karga dahi uğramaz.”
Hafize kendinden emin bir şekilde “Korktuğum yok. Korksaydım gelmezdim!” dedi.
Her ikisi de tahta kerevetin iki ucuna oturdular. Sonra kapının kanatları arasında boşluğa bakarak kısa bir süre sessiz kaldılar.
Avazbek nihayet konuşmaya başladı:
“Yalvarırım, sözümü kesmeden dinle, Hafize! Ne söylersem gönlümdekileri diyeceğim. Ondan sonra kendin karar ver, ben de kendi hayatımı yaşayayım.”
Hafize; Avazbek’in yüzünü, gözlerini görmüyor olsa da ondaki değişmeleri içinden hissediyordu. Konuştukça Avazbek’in nefesi yanaklarına değiyor, boynunu dokunuyor, yakasının kenarından içine girip bütün vücudunu yakıyordu ama o bunların hepsine sabredip çıt çıkarmadan dinliyordu. Hafize; Avazbek’in bir yerlerden hangi arada teybi aldığını, onun düğmesine ne zaman bastığını anlamadı.
Ak Bina’nın içinde meşhur şarkıcının latif sesi dalga dalga yayılmaya başladı:
“Ben aşk ilinin nâle-yi
efgânında yandım,
Gönül evinin ateş-i armânında yandım…”
…Sen Avazbek’in görücülerini geri çevirdin Hafize lakin onun tertemiz aşkını geri çevirmeye hakkın yok! Hayatını yolundan çıkarman ıstırap veriyor yalnızca. Çünkü o seni, sadece seni seviyor! Muhtemelen, Şerifcan’dan da çok seviyordu, yazık ki sen bunu anlamadın! Kaderin işi mi bu? Kader, nihayetinde Avazbek’e karşı bu kadar acımasızsa... Sen çok güzelsin, Hafize! Sen bu toprakların insanı değilsin! Düğünden sonra kocan seni de alıp şehre götürür mü diye Avazbek korkmuştu. Şükür, köyde kaldın. Avazbek için bu bile büyük bir saadetti. Sonuçta, hiç olmazsa arada sırada görüyordu ya seni! Doğru, onun hanımı var, senin de kocan! İkinizin, hiç kimse olmadan, böyle bir arada olmanızı hiçbir akıl almaz. Lakin bir şeyi bil Hafize: Avazbek hanımını sevmiyor! Sevmek nerede, ondan tiksiniyor! Bir taraftan bakınca hanımının günahı ne? Aslında, o da birinin evladı. Kim bilir, o da mutlu olmayı istemiştir ya da buna onun da hakkı yok mu? Var tabii ki! Bunu Avazbek de çok iyi biliyor ama onun suçu ne? Bile isteye böyle olsun demiyor ki! Avazbek düğününü acısının üstüne yaptı. Acele etti. Düğünden sonra hayatımız yoluna girer, diye düşündü. Olmadı işte… Sonunda hanımına derdini söyledi: “Seni sevmiyorum!” Bu kısmı konuşulacak şey değil. Bağırdı çağırdı, seni istemiyorum, dedi. Bir gün içip geldi ve ona “Gözüme kirpiden de çirkin görünüyorsun!” dedi. Ehh Hafize! Sen bunları biliyor muydun? Hanımı, biçare durmadan ağladı. Ağladı ama baba evine de dönmedi. O vakitler karnında çocuğu vardı… Avazbek’e utanmaz mı diyeceksin ya da yüzüne tokat mı patlatacaksın? Kendin bilirsin fakat o yine de sana söyleyeceğini demeden duramaz. Çünkü tam da bu şey onu, işte onun bu hâlini dile getirmeye mecbur etmiş. Utanmadan söylemesine sebep şu ki artık Avazbek başıboş delikanlı değil, sen de bekâr genç kız değilsin… Onun şu anki ahvalini doğru anla, Hafize! Düğününden hemen sonra Avazbek sensiz yaşayamayacağını anlamış. Tam da bu hassas dönemde onun gözüne sen görünmüşsün! Hanımının yerinde senin gülümseyip duran görünüşün belirivermiş ve o da kendini tamamen kaybetmiş. O zamandan beri yatağa girince hanımını değil seni görüyor! Hayır, acele etme! Onun konuşmasını kesme… Avazbek seni seviyor, Hafize! O, bunu düğünden sonra kesin bir şekilde anladı. Hanımına baktığında öfkesi kendiliğinden kabarıyor, onu dövesi geliyordu. Sonunda da dövmeye başladı. Bu gidişle o biçareyi öldürmesi de mümkün. Böyle yaşanır mı, Hafize? Hanımına zor, çocuğuna sıkıntı ancak Avazbek’e de kolay değil! İşte böyle, iki yıldan beri Avazbek ne yapacağını bilemiyor. Lakin… Tövbe… Bugün o sana tamamıyla başka şeyler söyleyecekti, neden bunları anlatıp duruyor? Eh, Hafize! Sen bir yiğidin hayatını mahvettin ya!
… Meşhur şarkıcı hâlâ yürekleri eze eze söylüyordu:
“Mihrini dileyince geçse eğer âşık-ı zârlar,
Mihrimi verince, ben de tepeden tırnağa yandım…”
Hafize gayriihtiyari bağırdı:
“Şimdi ‘Ne yap?’ diyorsunuz? Beni buraya niye çağırdınız? Bana bu şeyleri niçin anlatıyorsunuz, Avaz Efendi?”
Avazbek damdan düşmüş gibi oldu:
“Hafize, neticede…”
Ama o anda Hafize’nin cini tepesine çıkmıştı, onun konuşmasına fırsat vermedi:
“Şimdi niyetiniz benim yuvamı bozmak mı? Niye beni böyle sıkıntıya sokuyorsunuz, Avaz Efendi?”
Avazbek terin suyun içinde kaldı:
“Ben sana kocandan ayrıl, demedim. Ben sana olan şeyleri anlattım sadece. Yarın benim hâlim ne olur, sadece Allah bilir!”
“Ben ne yapayım, öyleyse?”
Bunları söyledikten sonra Hafize birdenbire yerinden kalktı ve Avazbek’in omuzlarından tutup sallamaya başladı. Sonra birden durdu, onun yüzünü karnına bastı ve… Ağlamaya başladı:
“Ölecek olsaydım ben de ölürdüm ya!”
Avazbek de belinin biraz altından Hafize’yi sıkıca kucaklayıp kendine çekti.
Ak Bina’daki o sası koku bir yerlere çekilip kayboldu…
Olan iş oldu, artık teskin ve izahlara yer yok. Hatta mahcubiyeti de terk edip boyun eğmek gerek. Hafize de Avazbek de bu hâllerinden memnunlardı.
Hafize uzunca bir süre elleriyle Avazbek’in uzun saçlarını taradı, okşayıp durdu. Sonra onun bıyığını sol elinin avucuyla yanlamasına ağzına kapatıp güzel gözlerine baktı. Aklından da “Bende suç yok, bende suç yok!” diye tekrarlıyordu. Kadersizin, bugüne kadar böyle bir sevgi görmediği anlaşılıyordu… Sonra ellerini kaldırıp avuç yaptı, Avazbek’in gözlerini kapattı ve onu alnından öptü…
Hafize bundan sonra bir ay kadar Ak Bina’nın yakınından bile geçmedi. Lakin ay bitince ayakları gayriihtiyari o tarafa yöneldi, Avazbek’i burada görünce de şaşırmadı…
Ak Bina’ya altıncı mı, yedinci mi gidişinde Avazbek onun göğsüne başını koyup ona bir şeyi sordu:
“Şerifcan’ı hâlâ seviyor musun Hafize?”
O, böyle yaparak şayet Hafize yalan söylerse işin doğrusunu kendi öğrenmek için onun kalbine kulak vermiş bekliyordu:
“O adamı burada konuşmayalım.”
“Sinirlenme, bilmek istedim de… Öylesine.”
“Bırakın şu boş lafları!”
Şayet Avazbek kalp atışlarının manasını anlayabiliyor olsaydı Hafize’ye böyle bir soru sormazdı. O ise…
Avazbek, iğrenç bir üslupla “Öyleyse benim yanıma niye geliyorsun? Doğrusunu söyle, beni sevdiğinden mi yoksa?” dedi.
Ak Bina’ya geldiği o ilk günden beri Hafize’nin kendisi de sık sık bu gibi soruların girdabına düşmüş lakin şu ana kadar bunlara belli bir cevap bulamamıştı.
Şerifcan’ı sevdiğinden şüphesi yoktu, öyleyse buraya niçin gelmişti ki? O, “Ben kendime kabul ettiremedim, kendime karşı koyamadım! Olan bitenin hepsi bu!” deyip kendine teselli verirdi. Muhtemelen böyle sorular, Avazbek’i de meşgul ediyordu ve o da biraz önceki soruyu Hafize’ye içinde herhangi bir art niyeti olmadan sormuştu. Ama sonuçta bu, Hafize’nin çok ağırına gitti.
Hafize “İşiniz olmasın bununla!” dedi ve birdenbire aceleyle yerinden kalktı…
“O zaman ilk defa vicdanım sızladı!” dedi o, hayalindeki arkadaşına. “Şerif Ağa’mı aldatarak yaşıyor olmam yüreğimi parçalıyor. O biçare, habersiz. Böyle olmasındansa beni dövüp kovması iyi değil miydi ya? Kendim bir şey söylemeden çıkıp gideyim, desem… Şerif Ağa’msız bu dünyada nasıl yaşarım?”
“Ağlama, Hafize, ağlamanın faydası yok! Ne diyeceğimi de bilmiyorum. Sürekli akıl soruyorsun lakin hiçbir zaman da kendi bildiğinden geri kalmıyorsun.”
“Bugüne kadar sadece bir şeyi düşündüm: Yaptığım işler hata mı, hata değil mi?”
“Hata da laf mı? Günah, ihanet!”
“Yalvarırım, o sözü ağzına alma! Onun yerine bana teselli ver. Neticede, Avaz Efendi’nin beni ne kadar sevdiğini sen de biliyorsun ya!”
“Kendini kandırma, Hafize! Onun ne kadar sevdiğini ben değil, sen de bilmiyorsun. İki lafın birinde ‘Şerif Ağa’m, Şerif Ağa’m!’ diyorsun, burada da yanlış işini yapmaktan vazgeçmiyorsun!” diye sözle iğneledi arkadaşı.
“Ben sevip kocaya vardım, bundan sonra da Şerif Ağa’m olmadan hayatımı tasavvur edemem! Nedir bu? Aşk mı? Eğer aşk buysa o zaman öbürü ne? Bu da sonuçta, benimle beraber içimde yaşıyor ya! Adı ne bunun?”
“Adı her ne olursa olsun, muhtemelen iyi bir şey değil! İyi şeylerin sonu da iyi olur, bununsa…”
“Bana farklı bir cevap gerek. Bunun ne olduğunu izah eden ve benim gönlümü de rahatlatacak bir cevap!”
“Öyleyse bana böyle zor şeyler sorma, Hafize! Kendi çözemediğin muammayı ben nasıl çözeyim? Neticede, aslında her ikimizin de ahvali aynı değil mi?”
“He ya!” dedi Hafize birdenbire ve mahzun bir şekilde sustu…
Bir gün Avazbek ona “Hanımımı babasının evine göndereceğim.” dedi.
Hafize nedenini bile düşünmeden onu bu işten vazgeçirmeye çalıştı:
“Size yetmeyen ne, Avaz Efendi? Vazgeçin! O biçareyi perişan etmeyin!”
“Onu sevmiyorum, sonuçta! Bütün ömrüm böyle mi geçecek şimdi?”
“Hanımınızı düşünmüyorsanız çocuğunuzu düşünün.”
“Hanımına gönlün ısınmamışsa insan sonrasında daha kötü olmaz mı? Ben senin gibi değilim, Hafize! Tek kalbime iki kişiyi sığdıramıyorum.”
Hafize tiksindi. Avazbek’in bu sözü, yaptığı yanlışı onun yüzüne vurmak gibi, kendisine hakaret gibi geldi. Aklında “Ben tek yüreğime iki kişiyi mi sığdırıyorum?” düşüncesi şimşek gibi çaktı. Lakin şimdi iyice düşünmeye, söylenenin altında yatanı anlamaya gücü yetmiyordu. Bunun için aynı şeyi tekrar etti:
“Ayrılmayın, Avaz Efendi! Beni dinlerseniz ayrılmayın!”
“Hangi sebeple?”
“O zaman kötü olur…”
Hafize aynen böyle dedi: O zaman kötü olur!
Lakin kötü olacak şeyin ne olduğunu, tam anlamıyla niçin kötü olacağını kendisi de bilmiyordu: O zaman kötü olur!
Hafize’nin aklından geçen sadece buydu ve o sadece bunu söyleyiverdi.
Avazbek, sonunda hanımını gönderdi. Bu haberi Hafize tarlada duydu. Kadınlar gün boyunca ve ondan sonra, yine bir hafta kadar bu olayı ağızlarına sakız ettiler. Hafize, böyle sohbetlerden kendini uzak tutuyor ancak her defasında bundan söz açıldığında konuşulanları yüreği diken üstünde dinliyor, daha da tedirgin oluyordu:
“Şimdi kötü olacak…”
Hafize, Ak Bina’ya adım atmaz oldu. Avazbek bir iki defa onun yoluna çıktı; Hafize, şunu bunu bahane edip kurtuldu. Akşamları pişmanlıklar içinde evde Rüstemcan’ıyla bir başına kaldığında yahut uykusunun kaçtığı zamanlarda, neredeyse her gün kendi kendine “Artık hiçbir zaman onun yanına gitmeyeceğim!” diye tekrar tekrar yemin ediyordu. Her ne zaman aklına Avazbek düşse içinden bu yeminini tekrar ediyordu, tekrar ediyordu… Bazı günler oldu ki on kez tekrar etti bu sözleri. Öyle günler oldu ki yüz sefer tekrar etti. Kocasını bir başka türlü arzuyla özlemeye başladı. O, bir cumartesi gelmeyecek olsa “Delirip gideceğim!” diyordu. Sonunda onun okumasından da, işinden de şikâyet etmeye başladı. Bir defasında durup dururken “Ne zaman bitecek şu lanet olası okumanız?” deyip zehrini saçtı.
Başka bir seferinde “Ya köyde kalın yahut beni de yanınızda alıp götürün! Ne zamana kadar çingene gibi yaşayacağım?” deyip ağladı.
Şerifcan, hanımındaki değişikliği hasrete yorup önce o kadar endişelenmedi. Hafize’ye arkasından sarılıp her zaman yaptığı gibi burnunun ucundan öpecek oldu ancak Hafize onun kolunu ittirdi. Arkasını dönüp hıçkıra hıçkıra ağladı. Şerifcan’ın çabaları boşunaydı. Soruları cevapsız kaldı. Hafize uzun uzun ağladı. Sonunda uyuya kaldı. Sabahleyin Şerifcan tam da şehre doğru yola çıkacakken kendiliğinden insafa geldi ve “Affedin, yanlış şeyler söyledim aslında, bundan sonra asla ağlamayacağım.” dedi.
Böylece karı koca yeniden mutlu zamanlarına döndüler.
* * *
Rüstemcanları iki yaşını doldurur doldurmaz, Hafize bir kız doğurdu. O, karı koca ikisinin de çok istediği ay parçası gibi bir kızdı. Şerifcan belirleyip onun adını koydu, Hafize hiç itiraz etmedi. Bebeğin ismi “Muhabbet” oldu. Hafize, “Artık kulağım rahatlar.” diye ümit ediyordu.
Hakikaten de Muhabbet doğduktan sonra sekiz ay kadar tarlaya çıkmadığından mı yahut Avazbek de “Artık yeter!” dediği için midir bilinmez, Hafize, sağda solda onunla karşılaşmadı. Hatta Hafize onu aklından bile çıkardı. Hayatı yoluna girmiş gibiydi. Gönlü rahattı, yüreğinde endişe yoktu.
Lakin onun gerçekten de mutlu olması için henüz erkenmiş. Çalışmaya başladığının daha ilk haftasında Avazbek ona uzaktan göründü. Sonra “Java” motosikletine binip kadınların çalıştığı yere yakın toprak yoldan bir o tarafa bir bu tarafa gelip gitmek suretiyle yolun tozunu kaldırarak onun yanından geçip gitti. Hafize iş dönüşünde rast geldiği bir grup kadının arasına hemencecik karıştı. Fakat o böyle yaparak Avazbek’ten ne zamana kadar kaçabilirdi? Herkesin içinde bir şey söylerse ona nasıl cevap verecekti? Hafize, Avazbek’ten nefret etti. Önceleri o, gözüne bu kadar kötü görünmemişti!
Bir keresinde kanal boyunda ayaklarını yıkıyordu. Avazbek bir yerlerden çıkıp geldi. Hafize cızlavetini bile giymeden hemen kalktı, yürüyüp gitti. Avazbek onun arkasından “Hafize! Hafize!” diye seslendi ama o durmadı. Bir defasında yine böyle oldu. O zaman da bir yolunu bulup kurtuldu Hafize.
Sonraysa…
Sonra Avazbek içip geldi. Ağzından içkinin kokusunu yayarak Hafize’ye üstü kapalı tehditlere başladı:
“Senin için hanımı bıraktım! Şimdi niye kaçıyorsun benden?”
Hafize sesi titreyerek “İki çocuğun vebali var üzerimde, Avaz Efendi!” dedi.
“İki çocuğu varmış, deyip biz arkamızı dönüp gidelim mi?”
“Terbiyesizleşmeyin!”
“Gel hemen benimle! Yoksa gelmiyor musun?”
Hafize o anda artık Avazbek’e sert konuşamayacağını anladı. Anladı ve bir anda bütün bedenindeki dermanı kaybolup gitti.
“Bana da acıyın Avaz Efendi, canımdan da çok seviyorum derdiniz ya!”
“İnkâr etmiyorum! Seviyorum lakin gel benimle!”
Avazbek Hafize’nin elinden zorla tutmak istedi. Onun bu defa gönlündekileri dile getirme şekli öncekilere benzemiyordu. “İşlerin kötü olması budur işte!” diyen Hafize’nin bütün dünyası yıkıldı.
“Tamam, Avaz Efendi! Daha sonra görüşelim!” diye yalvardı.
“Sudan sebepler söyleyip gideceksen sonucuna katlanırsın!”
Kadınların söylediği kadar vardı. Avazbek herkesin gözünün önünde divaneye dönüşmüştü. Hanımını gönderdiğinden beri kendini içkiye vermiş, yaptığı işten de soğumuştu. Kimisi “Böyle bir insan kendi kendini harap ediyor ya!” deyip ona acıyor, bazılarıysa onun arkasından “Ay parçası gibi hanımını gönderdi. Kendi de belasını bulsun şimdi!” diye konuşuyordu. Hakikaten de yaptığı buysa ondan her türlü pisliği beklemek mümkündü.
Hafize bir hafta içinde bunları düşüne düşüne zayıflayıp iğne ipliğe döndü. Boğazından lokma geçmedi, eli işe varmadı, evdekilere hâlini anlatamadı. Tarladan gelir gelmez odasına giriyor, sessiz sedasız bir başına oturuyordu...
Şerifcan’ın geldiği gün “Bugünden itibaren artık tarlaya gitmiyorum!” diye bağırdı.
Şerifcan hiçbir şey anlamadan “Tamam! Sen de sıkıntıya girdin. Evde dur.” dedi.
“Evde de durmayacağım! Evinizden de köyünüzden de tamamen bıktım! Size hanım gerekiyorsa bugünden tezi yok, yanınızda alıp götürürsünüz! Çocukları da! Çalışacaksam şehirde çalışırım, diyeceğim bu!”
“Ooo! Sol tarafından mı kalktın bugün? Neden bu kadar acele?”
“Gideceğim, dedim mi; gi…de…rim.”
Şerifcan da öfkelenmeye başladı:
“Başta gel dedim, gelmedin! Şimdi bu nasıl iş?”
Sonra sesini alçaltarak devam etti Şerifcan:
“Azıcık sabret Hafize! İşte bu yıl okulu bitireceğim. Ondan sonra ömrümüzün sonuna kadar beraberiz.”
Ancak Hafize sabredecek hâlde değildi:
“Önce gitmediysem şimdi gideceğim, diyorum! Ben gelsem de şu okulunda okursun, seni rahatsız etmem. Bu sefer bizi de alıp gideceksin diyorsam alıp gideceksin!”
Uzun süren tartışmalardan, ayrıntılı izahlardan sonra Şerifcan, hanımının isteğine “Tamam!” demeye mecbur kaldı. Anasına, babasına “Ne yapayım! Üç, dört gün dolaşır sonra döner.” dedi. Onlar da razı oldular.
Ancak Hafize eksik düşündüğünü şehre gelmesinin beşinci gününde anladı. Kendi kendineyken burada da sıkılıverdi. Şehirde yaşamak, orada çalışmak istiyordu… Nerede? Avazbek burada da onu görünmez bir şekilde takip etti. Şehir, Tuyul’a iki adım. Artık dünyanın öteki ucuna da kaçıp gitse ondan kurtulamayacağını anlayınca Hafize köydekinden beş kat daha beter ıstırap çekti.
Hafta sonunda kocasıyla beraber Tuyul’a döndü…
Şehirdeyken “Ölsem de tarlaya gitmem!” demişti ama köye döndüğü günün hemen ertesinde hiç bir şey söylemeden çalışmaya gitti. Şehirdeyken “Bana söylediği gibi bütün âleme yaysın, rezil rüsva etsin, o pis kokan evine gitmeyeceğim!” diye yemin etmişti fakat köye dönüp de işe gittiği ilk gün, bunun da mümkün olmadığını anladı. “Avaz Efendi de insan evladı ki… O kadarını da yapmaz!” diye ümitlendi. Hafize “Şimdilik öfkelendirmeyeyim, daha sonra tamamen bağımı koparırım.” şeklinde düşünüp plan yaptı. Sonunda bir gün ansızın “Gideceğim! Eğer Avaz Efendi oradaysa o zaman... Alnımda yazanı görürüm.” şeklinde karara vardı ve akşam vakti tarlada çalışanlara fark ettirmeden yönünü köye değil, Ak Bina’ya çevirdi.
Avazbek bir başına oturuyordu. Gaz lambasını yakmıştı. Onu görünce “Hafizeee!” deyip şaşırmış bir şekilde yerinden kalktı.
Hafize olabildiğince kendini sakin tutuyor, neşeli görünmeye çalışıyordu. Daha önceki gelişlerinde olduğu gibi davranarak “İşte geldim! Üff, hâlâ burada mı oturuyorsunuz? Gündüzleri birazcık olsun havalandırsanız olmaz mıydı?” dedi.
Hafize, kapının zincirini çözdü. Ayağa kalktığı yerde sallanarak duran Avazbek’in yanından geçip tahta kerevete doğru yürüdü.
“Lambanın fitilini biraz yükseltseniz olmaz mı? Karanlıkta hiçbir şeyi görmek mümkün olmuyor.” deyip fitilin kolunu kendisi çevirdi. Oda aydınlandı. İçerinin hâlini Hafize daha da açık gördü, durumu anladı: Tahta kerevetin karşısında bir kasa enlemesine ters çevrilmiş; onun üstünde yarım şişe kadar bir zıkkım, şişenin yanında iki parça ekmek…
Avazbek kendini kaybetmiş bir şekilde “Otur!” dedi.
O an Hafize’nin keyfi kaçtı. “Geldim ama boşuna gelmişim.” deyip pişman oldu içten içe. Evet, ölse de buraya gelmemesi gerekiyormuş. Hafize bir dakika içinde çökmüştü. Şimdi ne yapacaktı? Çıkıp gitsin mi! Bırakır mı artık Avazbek onu? Bağırıp yardım mı istesin? Millete rezil olmayla kalmayacaktı bu iş.
Avazbek şişenin uzun boynunda avuçlayıp yerinden kalktı. Kasanın üstünden atladı, Hafize’yle yüz yüze geldi, burnundan soluyarak onun elinden tuttu. Hafize de beklenmedik bir şekilde buna boyun eğdi. Avazbek sallanarak konuşmaya başladı:
“Bu nedir, bilir misin, canımmm? Şarrap derler buna… Bunun bir yudumunu içen insan dosdoğru gökyüzüne yükselir… Ya bu? Bunu bilir misiniz? Bu da sigara...”
Hafize bağırdı:
“Kesin artık Avaz Efendi! İnsan olan da böyle terbiyesizleşir mi?”
“Şimdi… Biz terbiyesize mi döndük? Hıkk… Tamam, bakalım… Tamam, biz ahlaksızız; siz pirüpaksınız... Otur Hafize, içelim! Bardak yok, dün kırıldı… Bardaktan hangi ahmak olsa içebilir… Biz ağzımızda “Ga! Ga! Ga!” yapıp... İşte şöyle yapııpp…”
Hafize çevik bir hareketle Avazbek’in elinden şişeyi çekip aldı ve köşeye yığılmış kutuların arkasına doğru fırlattı. O, hem kahır hem de sevgiyle karışık bir ses tonuyla “Yeter, içmeyin Avaz Efendi!” dedi.
Avazbek nedendir bunu önemsemedi. “Atsınlarrr! Canından… Atıversinler!” deyip eğilerek kerevetin altından başka bir şişe çıkardı:
“Atıversinler… Bizde böylesindennn dünyaaa kadar…”
Hafize öfkeyle dönüp dışarıya çıkmaya yeltendi. Sallanarak zar zor ayakta duran Avazbek bir anda öne atılıp onun yolunu kesti ve kollarını da bırakmadan onu göğsünden kucakladı:
“Uğurlar olsun, cancağızım? Bugün bizimle kalmıyorlar mı? Ha?”
Hafize debelenmeye başladı:
“Bırakın! Ben sizi adam bildim…”
Avazbek iğrenç bir şekilde güldü:
“Tamam, biz adam değiliz… Biz terbiyesiziz, pekâlâ… Lakin hakkımızı verip de gidin, Hafizehan!”
“Ne hakkı? Bırakın diyorum!”
“Ne oldu? Ne çabuk unuttunuz? Vah, vah! Kanuni hakkımız var sizde… Kanuni!”
Avazbek, Hafize’ye kene gibi yapışmıştı. Denk getirdiği yerinden öpüp koklamaya başladı. Dünya Hafize’nin gözüne simsiyah göründü. O, “Öldüğümde alırsınız ‘hakk’ınızı! Öldüğümde bile alamazsınız!” diye bağırdı. Bütün gücünü ellerine toplayıp Avazbek’i itekledi, ondan kurtuldu.
Avazbek ortadaki kasayı üzerindeki ekmekle devirip sendeleyerek sağa sola gitti, yüzüstü kerevetin üzerine devrildi.
“Sen şimdi beni dövecek misin? Sen ha? Ben şimdi sana, insanlıktan çıkmış mı oldum? Güzel güzel konuşup sohbetler ederdik! Artık pis kokuyoruz, öyle mi? He, işte o adamız hâlâ...”
Bunca zamandır yanına geldiği Avazbek’in ağzından böylesine çirkin sözlerin çıkmasının mümkün olacağı, Hafize’nin rüyasına dahi girmemişti. Kulaklarını kapatayım dese kapının zincirini çözmesi gerek; zinciri çözeyim dediğinde elleri keçe gibi olmuş, bütün dermanı gitmişti. Yapamadı... Daha bir yıl öncesinde nasıldı! Ya o vakitlerde de böyle düşünmüşse! Hani o güzel sözler, nerede o tatlı diller? Hayret, onlar da bu adamın ağzından mı çıkmıştı? Yok! Hafize başka her türlü aşağılanmaya sabrederdi ama kaderinin bir ucundan hayatına giren bu adamın böylesi hakaretlerine dayanamazdı. “Bu namussuzluk! Bu yapılan alçaklık!”
Kalbi uyuştu. Vücudunu bir titreme sardı. Uyuşan elleriyle bin bir zorluk çekerek zinciri çözdü, çıkardı. Zincir şakır şukur ederek yere düşmeye başladı.
Avazbek “Eyyy! Bana bir baksana ya!” diyerek Hafize’nin arkasından gömleğini tuttu.
“Kalmayacak mısın?”
“Bırakın!”
“Neyine bu kadar nazlanıyorsun? Sanki melek oldun!”
“Kesin artık! Bırakın!”
Hafize kapının kasasına yapışmış, dışarıya çıkmak istiyor; Avazbek onu arkasından sarmış, içeriye çekiyordu:
“Ne demeye geldin, şimdi niye gidiyorsun? Kendi ayağınla geldin… Öncesinde de zorla getirmişliğim yok! Kendin geldin, öyle değil mi? Şimdi niye nazlanıyorsun, haa? Kolayca kurtulup gidersin, öyle mi? Hakkımızı verip gideceksin…”
Hafize sertçe döndü, diziyle Avazbek’in alnının çatına vurdu.
“Al sana! İşte sana ‘hakk’ın!” deyip tekrar vurdu. Avazbek’in kendisini toparlamasına fırsat vermeden aynı şekilde bir daha vurdu.
“Al ‘hak’kını, rezil!”
Avazbek, başını ellerinin arasına almış hâlde iki büklüm oldu ve…
“Uff! Orospuuu! Orospuluğa ulaştın sonunda, ha!” diye bağırdı.
Hafize fırlayıp dışarı çıktı ve durmadan koştu. Ne tarafa koşacağını bilemedi. Ayaklarında derman yoktu ama koştu. Bu hâliyle o sanki hiç durmayacak gibiydi. Ağlıyordu, ağladığının farkında değildi; gülüyordu, güldüğünün de farkında değildi. Tarlaları hafifçe bir rüzgâr kaplamıştı, buna karşı koşuyordu. Başından örtüsü uçup geride bir yerlerde kalmış olsa da o durmadı. Sanki arkasından Avazbek kovalıyormuş gibi geliyordu ona. Koştu… Ancak ne kadar koşarsa koşsun, dönüp dolaşıp tekrar Ak Bina’nın önüne geliyordu. Yoksa gözüne böyle mi görünüyordu ne! Her defasında Ak Bina’nın ardına kadar açık kapısını açık seçik görüyor, Avazbek’in hakaretlerini eksiksiz duyuyordu… Adım atacak hâli kalmayıp da olduğu yere yıkılıncaya kadar koştu.
* * *
Gözünü açtığında başucunda kendi anasını görünce şaşırdı. Ağlamaktan anasının gözleri kızarmıştı, görünüşü de permeperişandı.
“Sana ne oldu, ana?” diye sordu endişelenerek. O zaman anası “pat” diye onun üstüne kapandı ve ağıt yakarak ağlamayı bıraktı:
Anası “İyi misin, yavrum? Vay, kurban olayım kuzuma! İyi misin?” diyordu durmadan.
Hafize “Bana ne oldu?” dedi henüz ne söyleyeceğini bilmez hâlde.
Sonra birden rengi değişti:
“Ben ne zaman buraya geldim, ana?” diye sordu onun yaşlı gözlerine yalvaran bakışlarla bakarak.
“Bilmiyorum, kızım! Bilmiyorum. Akşamki hâlini görünce öleyazdık… Ne oldu, kızım? Gözüne cin mi göründü? Korktun mu yoksa? Tarlada karanlığa kalıp ne yapıyordun ki biricik yavrum!”
Hafize bir anda her şeyi hatırladı. O, telaşla çocuklarını sorunca anası cevap verdi:
“Nerede olacaklar, evinde ya! Birazdan getirirler. Akşamleyin kaynanan da başında oturup bekledi. Erkenden geliriz, demişti…”
“Ana, ben evime gideceğim!” dedi Hafize endişeli bir şekilde.
Anasının yalvarıp yakarmalarına kulak asmadı. Kahvaltını yapıp gidersin, demesine bakmadı, baban doktora gitmişti, sözünü de dinlemedi.
“Bana doktor gerekmez, sapasağlamım!”
Anası, “Allah’ım, iyi olsun kızım! Ne olur!” diyene kadar Hafize bekledi.
Rüzgâr akşamkinden daha da güçlüydü. Hafize gömleğinin üstüne anasının kabanını giyip evine gitti.
Bugün cumaydı. Yarın, dünyadaki biricik kocasının geliş günü. Hafize’nin çabucak gidip hazırlığını yapması lazım. Önceleri cumartesi ve pazarları başkaca bir heyecanla beklerdi o! Bugün de öyle bir heyecanın, öyle bir özlemin yanına eklenen garip bir korku, tuhaf bir endişe onu evine aceleyle götürüyordu. Hemencecik gidecek, evinin içini dışını düzene sokacak, etrafı silip süpürecekti. Rüstemcan’ını da Muhabbet’ini de yıkayıp paklayacak, güzelce giydirecekti. Neticede, onları babacıklarına kir pasak içinde göstermezdi ya! Aynı bahaneyle kendisi de yıkanacak, bedenini tarlanın bir haftalık tozundan toprağından arıtacaktı. Boynuna, kulaklarının arkasına güzel kokulardan sürecekti…
Hafize eve geldiğinde rüzgâr öyle böyle güçlenmemişti.
…Akşamın çökmeye başladığı vakitte, iki aile beraberce yanlarına köyün ihtiyar kadınlarından birini de alarak Hafize’yi tarlaya getirdiler, Tuyul ile Celâyir tarlalarının kavuştuğu yerde uzayıp giden dut ağaçlarının ortasına ateş yaktılar, bir sopanın ucuna sardıkları ipek kumaşı tutuşturup bunu “ecinniden korkan” Hafize’nin bedeninin üzerinde gezdirdiler, büyük yayvan bir taşı sadağın üstünde ısıtıp leğendeki suya attılar, sonra Hafize’yi hafifçe doğrultup üzerine battaniye örttüler, tütsü tuttular, en sonunda da ona leğendeki sudan üç yudum içirdiler, göğsünü açtırıp serptiler, her ihtimale karşı kendileri de bu sudan içtiler. Hafize’nin yüzüne az biraz renk gelmiş gibi oldu. İçleri rahatladı, bu kendine mahsus küçücük merasime katılanlar evlerine döndüler…
Rüzgâr güçlendikçe güçlendi.
Akşam yemeğinden sonra Hafize yapayım diye karar kıldığı işlerini yaptı: Çamaşır yıkadı, çocuklarını çimdirdi, kendisi de yıkandı, tatlı bir ninni söyleyip kuzucuklarını uyuttu. Rüstemcan’ı kısa süre pışpışlayınca hemen uyumuştu, Muhabbet’i ise “Bab..ba! Bab..ba!” diye diye uzun bir süre uyumadı. Hafize, onun beşiğini sallayıp tekrar ninni söyledikten bir süre sonra o da uykuya daldı. Nihayet, Hafize’nin kendine bakacağı vakit de gelmişti.
Vakit epeyce ilerlemişti. Dışarıda, rüzgâr hâlâ uğulduyordu…
Hafize dolabın üstünden parfümlerinin olduğu küçük kutuyu alıp açtı, hemen büyük aynanın karşısına geçti…
O da ne ola ki? Aynadan kesinlikle tanımadığı bir yiğit ona mahzun bir şekilde bakıp duruyordu.
Birdenbire aklına dünkü olaylar geldi. Ak Bina… Şarap… İğrenç koku… Avaz’ın şarhoş yüzü… Ve hakaretler…
Hafize’nin kulakları uğuldamaya başladı. Beyni şişti… Kafası ortadan ikiye yarılacak gibiydi.
Yabancı bir adam durmuş, hâlâ aynadan ona bakıyordu. Tuhaf, biraz daha arkada da başka birisi (Şerifcan mı? Avazbek mi?) arkasına bakmadan hızlı hızlı gidiyordu. Hafize’nin gözleri korkuyla büyüdü. Aklında “İhanet ettim… İhanet! Hangi yüzle Şerif Ağa’mın karşısına çıkacağım? Çocuklarımın yüzüne nasıl bakacağım? Artık ben Şerif Ağa’ma namahremim!” düşünceleri dönüp dolaşmaya başladı ve…
…Küçük kutuyu büyük aynaya sertçe fırlattı. Ayna da kutu da kırılmadı lakin kutunun içindekiler odanın dört bir yanına saçıldı. Evin içini keskin bir parfüm kokusu kapladı. Bir anda donup kalan Hafize’nin eli ayağı boşaldı, dizlerinin üzerine kilime çöktü…
Bu dünyada onun tek ve biricik sırdaşı olan hayalindeki arkadaşı, Hafize’nin dur durak bilmeyen düşünce ve hayallerine bürünüp gezen arkadaşı, biricik Hafize’nin ta kendisiydi. İşte böyle bir zamanda onun bu arkadaşı da suspus olmuş, dilsize dönmüştü. Hafize son bir gayretle onunla konuşmaya çalıştı... Olmadı. Nedendir medet umarak ona yönelmişti lakin ondan hiçbir karşılık gelmedi. Kendisi ondan bir şeyleri sormak istedi, söylemeye dili dönmedi. O zaman birdenbire, bu dünyadaki tek ve biricik sırdaşının da kendisini terk ettiğini anladı. Ve olanca sesiyle… Gülmeye başladı.
Az önceki gülme evin içinde yankılanıp duruyordu. Beşikteki Muhabbet korkup uyanmış olacak ki ağlamaya başladı.
Hafize gülmeyi kesip aynaya tekrar bir süre bakıp durdu. Sonra umursamadan arkasını döndü, koridora geçti. Oradan avluya çıktı. Beşikteki Muhabbet’in ağlaması yavaş yavaş daha da şiddetlendi.
Hafize, arkasına bakmadı. Bomboş kafasında hem Avazbek’ten işittiği hakaret sözleri hem de kendisinin az önce içinden tekrar ettiği cümleler uğuldayarak dönüp duruyordu: İhanet ettim… İhanet! Ben artık Şerif Ağa’ma yabancıyım!
Rüzgâr hâlâ durmadan uğulduyor, kapkaranlık gecede bir şeyleri uçurup onlarla oynuyordu. Hafize’nin gömleği rüzgârda ses çıkararak dalgalanıyor; kapkaranlık geceye benzeyen simsiyah saçları dağılmış, dört bir yana savruluyordu.
Beşikteki Muhabbet hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Hafize arkasına bakmadı. Giriş kapısını açıp dışarıya çıktı. Kapı “şarp” diye kapandı.
Rüzgâr dışarıda bahçedekinden daha da kuvvetliydi. Rüzgâr estikçe esiyor, uğuldadıkça uğulduyor, Hafize’yi alıp bir yerlere sürüklüyordu.
Kızı beşikte katıla katıla ağlıyordu.
Karanlık gecede her taraf, sonu olmayan yol gibiydi. Hafize’nin saçları savruluyor, gömleği rüzgârda dalgalanıyordu; o, başını çevirdiği yöne yürüyüp gitti.
Uğuldayan rüzgâr durmadan ağladı, Hafize kendini rüzgârın iradesine bıraktı. Şimdi onun bomboş kafasının içinde Avazbek’ten duyduğu hakaret sözlerine ve kendisinin daha demin düşündüklerine, beşikte katıla katıla ağlayan Muhabbet’in feryadı da eklenmişti; bunların hepsi birden onun kafasının içinde uğulduyordu.
Rüzgârsa bu köhne dünyayı tir tir titretiyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu…
* * *
Meraklı okurlarımız kızmasınlar diye daha sonra yaşananlardan bazı ayrıntıları vermemiz gerektiğini düşündük.
Şerifcan, Teknoloji Fakültesi’ni bitirdikten sonra her şeyi arkasında bırakıp Sibirya’nın uzaktaki şehirlerinden birine çalışmaya gitti. Komşu köydeki Kooperatif Müdürü Sünnetilla’ya “Ben artık buralardan temelli gidiyorum.” demiş.
“Traktörün milinin çarptığı” yerini tedavi ettirip taburcu olunca Avazbek içkiyi tamamen bıraktı. Hanımıyla da barıştı. Onlar şimdilerde Karşı bozkırının yeni gelişen yerlerinden birinde hayatlarına devam ediyorlar. Çocukları dört tane oldu, en büyüğü bu yıl okula başladı.
Hafize ise…
Gelin, Hafize hakkında hiçbir şey söylemeyeyim. Bu kadarını anlattım, şu kadarcığını da söylememeye müsaade edilir, herhâlde?