HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
NIKA ZHOLDOSHEVA 2
Osman Çeviksoy 3
HİDAYET ORUÇOV 4
ŞEFA VELI 5
KEMAL BOZOK 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
O bazıları için Ali Akbaş, bazıları için Ali Hoca, kimileri için de Ali Bey. Benim, tanıştığımız ilk günden itibaren hep “Ali abi”m oldu. “Ağa/bey”liğin o cömert ve huzur verici duldasında büyüdü arkadaşlığımız, dostluğumuz, kardeşliğimiz. 1970’li yılların ortalarında başlayan ve hiç kesintisiz nerdeyse yarım asra yaklaşan bu “abi-kardeş” ilişkisini “efradını câmi, ağyarını mâni” anlatmak ancak müstakil bir kitapla mümkün olabilir. Oysa bu yazı, Türkçe’nin güçlü kalemlerinden şair Ali Akbaş’ın uğruna bir ömür adadığı şiirlerinin yanı sıra seksen yıldır biriktirdiği arkadaşlık ve dostluklarının dillendirileceği yazılardan oluşacak bir armağan kitap için kaleme alındı.
Abdurrahim Karakoç ve Ali Akbaş
Şu an, bundan on sene önce kaybettiğimiz ortak dostumuz ve ağabeyimiz Abdurrahim Karakoç’un vefat ettiği gün yaşadığım duyguya çok benzer bir ruh hâli içindeyim. Abdurrahim Karakoç’un seksen yaşında olduğunun o gün farkına varmış ve çok şaşırmıştım. Çünkü ilk tanıştığımız kırklı yaşlarından itibaren “abi” dediğimiz ve hep “abimiz” olarak gördüğümüz bir insanın böyle birdenbire seksen yaşına nasıl ve ne zaman gelmiş olabileceğini bir türlü kendime izah edememiştim.
Şu an daha büyük bir şaşkınlık içindeyim çünkü az önce fark ettim ki Ali abi de seksenine merdiven dayamış! Nasıl, ne çabuk?.. Oysa bundan yaklaşık yarım asır önce ilk tanıştığımızdaki Ali abi nasılsa şimdi de öyle. Bir araya geldiğimizde yine genellikle benzer konuları konuşur, benzer şeylere güler, benzer şeylere kızar hayıflanırız. Fırsat buldukça memlekette iyi şairin azlığından şikâyet eder, siyasileri eleştirir, sonra da nedense hep kurtarılma ihtiyacı olan vatanı kurtarma bahsine geçeriz eski bir alışkanlık olarak. Eskisi kadar sık olmasa da bir araya geldiğimizde yine şiir okur, saz çalar, türküler söyleriz. Eskiden bütün bunlara yoğun bir sigara dumanı eşlik ederdi, şimdi çok şükür bu yok ama gerisi hemen hemen aynı. E şimdi böyle bir insan birdenbire seksen yaşına ne ara ve nasıl gelir bilmiyorum. (Bu arada bu satırların yazarının da altmış beşine girdiğini itiraf etmesi kaçınılmaz oluyor.)
Ali Akbaş, Türk şiirinin yaşayan en güçlü seslerinden biri olmasının yanında vicdanlı bir aydın ve usta bir kalem erbabıdır. Çok kimse bilmez ama ayrıca o bir masal ustasıdır; hem de orijinal masallar telif edecek seviyede bir usta. Ve bütün, bu türlerde ortaya koyduğu eserleri çeşitli ödüller almış ve çeşitli yabancı dillere çevrilmiştir ama o ne yaparsa yapsın, ne yazarsa yazsın, her zaman ve her yerde önce şairdir. Aslında Ali abi evvelden de şair ahiren de… Meziyetleri kadar zaaflarının da şairliğinden kaynaklandığının kendisi de farkındadır.
O’nun şairliğini ve şiirlerini anlatma işini başka dostlara bırakarak ben “insan” Ali Akbaş’ı anlatmak istiyorum daha çok. Çünkü bu yönü, başta şairliği olmak üzere diğer bütün özelliklerinin şekillenmesinde en belirleyici olanı. Ve elbette ki en çok merak edilen fakat en az bilineni.
Neşet Ertaş ve Ali Akbaş
Sadece sanatlarıyla değil, insani ve vicdani duruşları, saf ve samimi idealizmleri ve o sade, külfetsiz hayatları ve düşünceleri ile iki kişiden çok etkilendim: Ali Akbaş ve Neşet Ertaş. Her ikisiyle de tanıştığım ilk günden itibaren aramızda gerçek bir abi/kardeş ilişkisi oluştu. Ali abiden sözün yani şiirin; Neşet abiden sazın yani türkünün özünü, gücünü ve güzelini öğrendim. Şiir adına yazdıklarımda bir güzellik ve seviye varsa bunda öncelikle Ali abinin; saz ve türkü adına çalıp çığırdıklarımda bir güzellik varsa bunda da yine öncelikle Neşet abinin payı büyüktür.
Sazın ve sözün bu iki büyük ustasının sanat anlayışlarının dışında mizaç ve karakter olarak da birbirlerine çok benzediklerini söyleyebilirim. Her ikisi de sanatı “samimiyet” olarak gördükleri için ikisinin de hayatı sanatından, sanatı hayatından ibaretti. Her ikisi de en sade, yalın ve saf hâlleriyle yüreklerinin sesini dile getirdiler süse, gösterişe kaçmadan, artistliğe bulaşmadan. Çünkü her ikisi de “yürekten gelmeyenin ‘(y)ırağa’ gideceğini” bildiği için yazdıkları, söyledikleri her şiir, her türkü yüreğimize değiyordu. Aslında şair, müzisyen, ozan, besteci, yazar; tüm gerçek ve “cins” sanatçılar bu yönden az çok birbirlerine benzerler. Bu, batınında gerçek sanat cevherine sahip insanların zahirindeki doğal benzerlik olsa gerek. Kendi alanlarında gerçek bir deha örneği sergileyen şu üç ismi de buna örnek göstermek mümkün: Tamburi Cemil, Mehmet Akif Ersoy ve Saadettin Kaynak.
Yarı Gizli Edebiyat Ayinleri…
Ali abi ile ilk karşılaştığım yeri ve zamanı net olarak hatırlamıyorum ama sanıyorum 1976 yılıydı. Çoğu Beşevler’deki Yüksek Öğretmen Okulunun yurdunda kalan bir avuç ülkücü üniversite öğrencisinin ancak bir kaç sayı çıkarabildiği Ülkü Pınarı adlı derginin toplantısında tanıştık sanırım. Ali abi o yıllarda Gazi Eğitim Enstitüsünde edebiyat öğretmenliği yapan 35 yaşlarında “genç” bir hocaydı. Fakat bizim gözümüzde evli barklı olgun bir insan, tam bir “büyük abi” idi. Çünkü bizler üniversite birinci ya da ikinci sınıf öğrencisi toy delikanlılardık.
Ali abi genellikle, aynı okulda Fransızca öğretmenliği yapan Silifke Yörüklerinden hikâyeci Musa Doğan ile birlikte gelirdi. Bu toplantılar kısa süre sonra, Ali abinin sürekli kitaplarla dolu tek gözlü, fermuarlı meşin siyah çantasından çıkardığı genellikle şiir ve hikâye kitaplarını açıklayarak, şerh ederek, dipnotlar düşerek telaşsız, acelesiz yaptığı şiir ve hikâye okuma seanslarına evrildi. Şiir okumalarını bazen Yağmur Tunalı’nın deruhte ettiği bu işi tam bir ayin havasında ve öyle bir kemal-i ciddiyetle yapardık ki içeride sinek uçsa sesi duyulurdu. Ali abi bu okumaları o kadar önemsiyordu ki, bir gün, galiba Sait Faik’in bir hikâyesini gece yarısına doğru bitirdiğinde telaşlı görünmemeye gayret ederek usulca ayağa kalkıp, hepimizi hayretler içinde bırakan şu sözleri söylemişti: “Arkadaşlar, akşamüstü yengenizi hastaneye yatırmıştım doğum için şuradan bir taksiye atlayıp hastaneye gidip bir bakayım müsaadenizle…”
Öyle plan program filan yapmadan, daha çok Ali abinin tercihi ile okuduğumuz yazarlardan hatırladıklarım şunlar: Sait Faik, Memduh Şevket, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Tanpınar, Cahit Sıtkı, Fazıl Hüsnü, Dranas, Attila İlhan. Arada Bahaeddin Özkişi, Ömer Seyfettin gibi “bizim” hikâyecilerin dışında sık sık Çehov, Gorki, Istrati’den hikâyeler okuduğumuz da olurdu. Dede Korkut, Yunus Emre, Karacaoğlan üzerinde en çok durduğumuz klasiklerimizdi. Niyazi Yıldırım ve Arif Nihat ile Necip Fazıl ve Sezai Karakoç okumalarını ideolojik yüklemenin doz aşımına dikkat ederek yapardık. Fikrî zeminde okuduğumuz yazarlar ise ağırlıklı olarak Cemil Meriç, Erol Güngör ve Nurettin Topçu idi.
Şurası önemli: “Bizimkiler”in MHP’den başka parti, Alparslan Türkeş’ten başka lider, Ülkü Ocakları’ndan başka dernek, Hergün’den başka gazete, Devlet’ten başka dergi ve “komünistlerden” başka düşman tanımadığı o yıllarda, az çok hem Parti hem Ülkü Ocakları Genel Merkezi ile temas halinde olan bir avuç ülkücü olarak yapıyorduk bu okumaları. Doğrusu bunu pek kimsenin bilmesini, duymasını da istemiyorduk çünkü “davaya ihanet” suçuyla yaftalanmak korkusu az çok hepimizde vardı.
Her biri farklı üniversitelerde okuyan, çoğu günümüzün önemli akademisyenleri arasında yer alan ve az çok hepsinin/hepimizin Ali abinin paltosunun altından çıktığımızı düşündüğüm bu kavruk, yağız Anadolu çocuklarından hatırladıklarım şunlar: Cemal Kurnaz, Namık Açıkgöz, Yağmur Tunalı, Ayhan Pala, Ahmet Nezihi Turan, Ercan Çalışkan, Erdal Başbuğ, Behçet Kemal Gürsoy. Fırsat bulunca Lütfi Şehsuvaroğlu ve Yüksek Öğretmenin o zamanki müdürü Yılmaz Terzi de katılırdı bu okuma ayinlerine…
“Vatan Kurtarma”dan “Vatana İhanet”e…
Üniversite yıllarını vatan kurtarmakla geçiren bir kuşağın mensuplarıydık. Aslında 12 Mart (1971) askeri darbesiyle ikinci kez kurtarılan vatan (birincisi 27 Mayıs 1960), aradan iki üç yıl geçmeden tekrar tehlikeye girmiş ve bu kez vatanı kurtarma görevi “ülkücüler”e verilmişti. Yani fiilî durum bunu gösteriyordu. Dava büyüklerimizin, abilerimizin söylediklerine göre memleket, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar ciddi bir beka tehlikesi ile karşı karşıya idi ve bu tehlikeden ancak ülkücülerin verdiği/vereceği mücadele ile kurtulabilirdi. O günlerde bütün ülkücüler şuna inanıyorduk: Eğer komünizmle gereği gibi mücadele etmezsek memleketin en geç altı ay veya bir yıl içinde komünistleşerek ya Sovyetlerin ya da Çin’in peyki hâline gelmesi kaçınılmazdır…
Ülkücülere biçilen bu misyon ve verilen görevle ilgili devlet tam olarak ne düşünüyordu bilmiyorduk. Rahmetli Kemal Tahir’in dediği gibi “Devlet’te oyun çoktu” ama biz hangi oyunun parçası olduğumuzu bilmediğimiz gibi merak da etmiyorduk. Çünkü gerçekten “söz konusu ‘vatan’ idi ve elbette ki gerisi teferruattı…
Tatillerde, bayramlarda memleketlerimize gittiğimizde aile büyüklerimizin, hısım akrabalarımızın bize: “Devletin askeri, polisi dururken vatanı kurtarmak size mi düştü?” demelerinden halkın böyle düşünmediğini anlıyorduk fakat bir kulağımızdan girip ötekinden çıkıyordu bu tür sözler. Nitekim halkımız her zamanki gibi yine haklı çıkacak; 1980 yılının 12 Eylül günü devlet bir günde “anarşi”yi bitirip vatanı kurtardığı gibi ülkücüleri de “vatan haini” ilan edecek ve bizleri de hâlâ tam cevabını bulamadığımız şu yakıcı soru ile baş başa bırakacaktı: “Madem bu iş bu kadar kolaydı, bunca genç ölmeden niye kurtarılmadı bu aziz vatan? ”
Günde bazen on, on beş üniversiteli gencin “anarşik olaylar”,“sağ/sol çatışması” sebebiyle toprağa düştüğü o günlerde bu işin sadece kavgayla hallolmayacağına inananların sayısı gittikçe artıyordu. Bunların başında yakın çevremizdekiler arasında Ali abi geliyordu. İstanbul Üniversitesindeki öğrencilik yıllarında yaşadığı olayları, ideolojik kavgaları, ‘derin devlet” oyunlarını vs. biz genellikle ilk O’ndan dinledik. Vatan uğruna verilen fiilî mücadelenin mutlaka fikrî/kültürel mücadele ile de desteklenmesi gerektiğini vurgulayarak şöyle derdi: “Arkadaşlar, biz bugüne kadar genellikle koştuk, koşan insan düşünemez, biraz yavaşlayalım ve düşünerek yürüyelim biraz da…” Böyle düşünenlerin sayısı arttıkça öncekilerden daha iddialı yeni dergi ve gazeteler yayınlanmaya başladı. Hasret, Genç Arkadaş, Töre gibi dergiler; Ortadoğu, Bizim Anadolu, Hergün gibi gazeteler bunlardan bazıları idi.
Divan’dan Doğuş Edebiyat’a Dergicilik Yıllarımız…
İşte böyle bir ortamda yayınlanmaya başlayan dergilerden biri de Divan Dergisi idi. “Resmî” sorumlusu ve genel yayın yönetmeni Beşir Ayvazoğlu olan “Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi” Divan’ın da aslında “abi”si Ali Akbaş idi. Ülkü Ocakları ve MHP Genel Merkezi ile ilişkisini Lütfi Şehsuvaroğlu’nun yürüttüğü Dergi’nin oldukça kalabalık ve kaliteli bir yazar kadrosu vardı. Dergi’nin mutfağındaki isimler Beşir Ayvazoğlu, Lütfi Şehsuvaroğlu, Yağmur Tunalı, Bayram Bilge Tokel; yazarlar arasında ise, Ülkü Pınarı kadrosuna ilaveten Ahmet Turan Alkan, Musa Doğan, S.Kemal Tural, Bahattin Karakoç vs. yer alıyordu.
D. Mehmet Doğan’ın öncülüğünde o günlerde kurulan Yazarlar Birliği kurucu üyelerinin –Vedid Eymen müstearıyla yazan Necmeddin Türinay başta olmak üzere- neredeyse tamamı Divan’ın da yazarları arasındaydı. Kimse bağırmıyor, slogan atmıyor, küfretmiyor, kimseyi hain ilan etmiyor; ciddi, seviyeli, derinlikli kültür, sanat, edebiyat yazıları ile –belki de ilk ve son olarak- adam gibi bir kültür/edebiyat dergisi çıkarıyordu ülkücüler. Fakat derginin bu strateji, kadro ve içerikle ancak dört beş sayı çıkmasına tahammül edebildi “Genel Merkez”. Beşinci sayıdan itibaren yazar kadrosu ve içerikte yapılan değişiklikler derginin “titreyip kendine dönmesini” sağladı ve yoluna öylece devam etti.
Benim de Yüksek Teknik Öğretmen Okulundan mezun olup kurada Iğdır Endüstri Meslek Lisesi’ni çektiğim günlerdi. Bir gece Prof. Sadık Kemal Tural beni arayarak, öğretmenliğe başlamayıp Divan dergisinin yeni yayın döneminde de (Yağmur Tunalı ile birlikte) ekipte yer almamın doğru olacağını, bunun aynı zamanda “Genel Merkez”in de görüşü olduğunu söyledi. Ali abi ile istişare ederek öğretmenliği tercih etmenin doğru olacağına karar verdik. Divan Dergisi de “milliyetçi-ülkücü” çizgisini daha belirgin hâle getirerek yayın hayatına devam etti.
Dergi deyip geçmek olmaz; bizim kuşağın okuyup yazanlarının iflah olmaz bir hastalığı idi dergi çıkarmak. Aslında dergi çıkarmak da “vatan kurtarma”nın bir parçası hatta mütemmim cüzü idi. Hele dergi ile ilgili merhum Cemil Meriç’in o günlerde söylediği “Dergi; hür düşüncenin kalesi” gibi yaldızlı sözleri de duyunca dergicilik bizim için âdeta kutsal bir vazifeye dönüştü. Ali abi bu dergi çıkarma sevdamızı, akıl hastanesinde tedavi gören birinin iyileşip iyileşmediğini test etmek için hasta ile doktor arasında “uçkur lastiği” metaforu etrafında geçen o meşhur ve maruf diyaloğun hasta tarafından söylenen son cümlesi ile anlatırdı: “Sapan lastiği yapacağım”. Gerçekten de içimizden birinin diyelim bir kenarda üç beş kuruş birikimi olduğunu öğrensek, arkadaşlarımızdan birinin ailesinin zengin olduğunu duysak ya da diyelim bir iş adamı ile karşılaşsak derhâl “sapan lastiği yapma” sevdamız depreşirdi.
Ali abinin de başında veya içinde bulunduğu dergi çıkarma operasyonlarımızın çoğu bu tür şartlarda gerçekleşmiştir. Hayatı boyunca çeşitli dergiler çıkardığı gibi pek çok derginin yayın ve yazı kurulunda yer aldı. Özellikle edebiyat/sanat dergilerini takip eder, beğendiği dergilere arada şiir gönderirdi. Biz Divan’dan değil, Divan bizden uzaklaşınca, Alper Aksoy’un sahipliğinde Kayseri’den, Ankara’ya taşınan Doğuş-Edebiyat Dergisi’ni çıkarmaya başladık. Bundan önce, yine Alper Aksoy’un patronajlığında üç ayda bir yayınlanan “Millî Eğitim ve Kültür” dergisini çıkaran ekibin de içinde idik. Yavuz Akpınar’ın Kardeş Edebiyatlar, rahmetli Bahattin (Karakoç) abinin Dolunay gibi dergilerinin de Ankara bürosu gibiydik birlikte. Ardından Ali abi, Kanat adlı kültür edebiyat dergisi ile Avrasya Yazarlar Birliğinin yayın organı aylık Kardeş Kalemler dergisinin hemen bütün yükünü omuzladı.
“FRTEM” Yıllarımız ve Radyo Programcılığımız
Dört beş aylık Iğdır macerasından sonra tekrar Ankara’ya tayinimi yaptırdım. Millî Eğitim Bakanlığına bağlı o zamanki adı Film Radyo TV ile Eğitim Merkezi (FRTEM) olan kurumda radyo program yazarı olarak çalışmakta olan romancı arkadaşlarımız Alper Aksoy ve Hasan Kayıhan’ın teşvik ve tavsiyeleri ile 1979 yazında aynı kuruma benim de atamam yapıldı. Aradan iki üç ay geçmeden Gazi Eğitim Enstitüsü hocalığından bir başka okula, Ankara Meslek Yüksek Okulu müdür yardımcılığına sürülen Ali abinin de FRTEM’e atanmasını sağladık. Ve böylece “radyo program yazarı” unvanıyla aynı odada kesintisiz yedi yıl sürecek bir de resmî mesai arkadaşlığımız başladı.
Bizim dışımızda herkesin solcu olduğu/göründüğü bu yerde, Osman Oktay ve rahmetli Halil (Can) abi de dâhil, altı “sağcı” olarak boyalı bakla gibi göze batıyorduk ama Allah için hepimiz de MEB tarafından ortaöğretim okullarına yönelik olarak hazırlanan ve TRT Ankara radyosunda yayınlanan Okul Radyosu programlarını başarıyla götürüyorduk. Hele Ali abi yazdığı kültür programlarının metinlerine şiir yazar gibi özen gösterir ve her program metni telif bir eser ciddiyetinde ve ağırlığında olurdu.
Ben Ocak başı/Tarla Dönüşü adında köy hayatını konu alan, köylü insanların tarım, ziraat, sağlık, hayvancılık gibi konularda eğitim ve bilgilendirilmelerine yönelik haftalık periyodlu dramatize bir program hazırlıyordum. Ali abi ile yazdığımız program metinlerini birbirimize okuyup görüş ve eleştirilerimizi almadan kesinlikle prodüksiyonunu yapmazdık. O da bir köy çocuğu idi hatta köyü ve köylüyü benden çok daha iyi bildiği için benim programlara çok yerinde katkıda ve eleştirilerde bulunurdu. İşte ne olursa böyle zamanlarda olurdu. Birbirimize köy hayatımızı, çocukluğumuzu ve köydeki insan manzaralarını iliklerimize kadar hissederek, yaşayarak öyle bir anlatırdık ki bazen saatlerce sürerdi bu. Artık birbirimizin köyündeki insanları, tipleri, karakterleri ve belli başlı olayları en ince ayrıntısına kadar biliyorduk. Benim ziyaretime bizim oralardan biri geldiğinde Ali abi mesela, “Gürcü’nün Nafis nöörüyo, selam söyle” dediğinde veya “Gıraynı’nın Becet nasıl” diye sorduğunda bizimkiler şaşırırdı “bu adam bunları nereden biliyor” diye. Ben de Ali abinin yakınları geldiğinde Dirgen Ali’den, Haceli Dayı’dan söz açar, Güz Ana’dan ağıt okurdum.
Bu sohbetlerimizin asıl mayasını halkımızın asırlar içinden süzülüp gelen dili, kültürü, inancı, töresi, edebiyatı, şiiri, türküsü, destanı oluştururdu. Kendi köylerimizin o zengin ve renkli insan manzaraları yanında türkülerini, ağıtlarını, masallarını da bilirdik elbet. Âdeta bir dil, kültür ve folklor şölenine dönüşen bu sohbetlerimize gâh Dede Korkut konuk olurdu gâh Köroğlu. Gâhi Şehriyar’ı selamlardık Heyder Baba’nın zirvesinden gâhi Türkmen Mahdumkulu’yu Hazar ötesinden… Çocukluğumda ebemden dinlediğim bir “heykâ”yi ya da anamdan duyduğum bir masalı anlattığımda Ali abi heyecanla ya Deli Dumrul’un kadim izlerine rastlar ya da Köroğlu destanından bir epizodu hatırlardı… Hatıraların rüzgârıyla aklımıza ve dilimize düşen kelimelerin, kavramların izini Kaşgarlı Mahmut’a kadar sürdüğümüz olurdu.
Ali abinin klasik şiire ve kültüre, özellikle Divan şiirine hâkimiyeti yanında Batı edebiyatına ve şiirine vukufu da ileri derecede idi. Ali Nihat Tarlan’ın ve Cahit Tanyol’un öğrencisi olarak hem Doğu’yu hem Batı’yı derinlemesine tahlil ve analiz eder, Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etmekten hiç yüksünmezdi. Shakespeare ile Mevlana’yı hakikati aynı üst perdeden konuşan insanlığın büyükleri olarak görürdü. Eski Yunan klasiklerini mesela Homeros’u, Dede Korkut Destanı ile Andersen’in masallarını Doğu’nun Bin bir gece Masalları ile harmanlayarak okur, çarpıcı yorum ve tahliller yapardı. Goethe ile Hâfız’ı, Sadi ile Şeyh Galib’i birbirinden pek de farklı görmezdi. Fuzuli’yi şerh ederken bazen bir köy türküsüne tutunur bazen bir ayet mealine sığınırdı. En çok sevdiğimiz Yunus ile Karacaoğlan bizim için iki “emmi uşağı” gibiydi. Herkesten farklı olarak beraberce Yunus’tan türkü, Karacaoğlan’dan ilahi söylediğimiz çok olmuştur.
İşte türküler üzerine söylenmiş edebiyatımızdaki en güzel şiirlerden biri olan o muhteşem “Bizim Türküler” şiiri başta olmak üzere Mükerrem Kemertaş üzerinden yine türkülerimizi anlattığı “Hüma Kuşumuz” şiiri; günümüzün başarılı halk müziği sanatçılarının isimleriyle anıldığı “Saz ü Söz” adlı şiir ve bana ithaf etmek lütfunda bulunduğu o enfes “Türküler” şiiri gibi bu vadideki pek çok şiir o yıllarda yazıldı ya da tamamlandı. Bu arada ben de “en güzel” şiirlerimi ve en güzel bestelerimi o yıllarda yaptığımı söylemeliyim.
Acımasız Bir Şiir Eleştirmeni
Aslında bu sohbetlerimizin merkezinde hep şiir olurdu. Çünkü Ali abinin ruh, gönül ve düşünce dünyasında şiirin çok ayrı bir yeri vardı. Şiiri sadece güzel ve süslü söz söyleme sanatı olarak görmezdi hiçbir zaman. Hatta “sanat”ın “tasannu” kelimesi ile yakın akrabalığı dikkate alındığında şiir onun için “sanat” bile değildi. Çünkü Ali abi için şiir gerçek bir ihtiyaçtı, hem de onsuz yapılamayan bir ihtiyaç: yemek, içmek gibi neredeyse. Şiirde ve nesirde laf oyunlarına, söz cambazlığına, göz boyamaya kısacası kendisinin “vırızlı konuşma” diye tabir ettiği gösterişe hiç tevessül etmezdi. Ne söylediği kadar nasıl söylediğine de çok önem verirdi. Fakat yine de şekilden daha çok özü önemser; çeşitli form, vezin ve türlerde de iyi ve güzel şiir yazılacağına inanırdı. Kendisi yazdı da. Şiirleri arasında buna örnek gösterilecek çok sayıda şiiri var.
Samimi, sade ve anlaşılır olmayı önceleyen bazı şiirlerini “basit” olarak niteleyenlere, basitliğe düşmeyen sadeliğin değeri ile sanatta sehl-i mümteninin zorluğu ve önemini saatlerce anlattığı olurdu. Süsü, gösterişi, fiyaka yapmayı, eleştirdiği kadar kof romantizmi, arabesk duygusallığı ve kuru hamaseti de hiç sevmez, böylelerinin taklitçiliğe dayanan özentili tutumunu “vırızlı konuşmak” tabiriyle ti’ye alırdı.
Bu konulardaki düşünce ve yaklaşımlarını soran, merak eden herkese, kim olursa, yaşı başı ne olursa olsun usanmadan, yüksünmeden saatlerce anlatırdı. İlk şiir denemelerini getiren gençlerle çok yakından ilgilenir, eleştirir, yol gösterirdi. Hele sanat adına, şiir adına bir cevher olduğunu sezerse o kişinin peşini bırakmaz, yazdıklarını kılı kırk yararak okur ve eleştirilerini söylerdi. İnsani ve ikili ilişkilerinde incelik, kibarlık ve centilmenlik timsali davranışlardan hiç taviz vermeyen Ali Akbaş, şiir eleştirisi söz konusu olunca tüm içtenliği ile her şeyi söyler hatta çoğu zaman hatır gönül bile gözetmezdi. Çünkü şiir ona göre soylu bir sanattı, ciddi bir işti ve herkesin şair olmak gibi bir mecburiyeti yoktu. Yazdıklarını Ali abiye okuyarak görüş ve eleştirilerine başvuran bazı kişilerin, övgü ve pohpohlama beklerken tam aksine dürüst ve objektif eleştiri ile karşılaşmaları karşısında üzülüp hatta hayal kırıklığına uğrayıp gittiklerini bilirim.
Şükrü Karaca ile Tanışmamız
Bunlardan biri de rahmetli Şükrü Karaca idi. Kayseri’de stajyer avukat olarak çalıştığı yıllarda (1981 olabilir) bir gün koltuğunun altında bir dosya dolusu şiirle FRTEM’deki odamıza çıkageldi. Alper Aksoy’un patronajlığında Doğuş Dergisi’ni çıkardığımız yıllardı. Rahmetli Şükrü duruşu, tavrı ve bakışları ile “oku da gözün şiir görsün” edasıyla dosyayı Ali abiye uzattı. Şiirlerin tümünü elinde kalemle çizerek, not alarak, çeşitli işaretler koyarak okuyan Ali abi, saatler sonra, beğendiği için bir kenara ayırdığı üç beş şiiri eline alarak, hatırladığım kadarıyla, “Eğer şiire devam etmek istiyorsan –ki bence devam etmelisin- bu şiirler gibi yaz. Çok oku az yaz. Her yazdığını şiir zannetme” mealinde uzun bir nutuk çekti.
Rahmetli Şükrü şiirleriyle ilgili eleştirileri umursamaz görünmeye çalışarak bana bakıyordu. Gözleri, jest ve mimikleri ile “bu adam hep böyle mi, kimseyi beğenmez mi, herkesi eleştirir mi böyle acımasızca, hiç de övdükleri kadar değilmiş” der gibiydi. Beklemediği bu sözler karşısında ne diyeceğini bilemeyen Şükrü, benden de Ali abiye hak veren bir yaklaşım görünce öyle kendini savunmaya filan gerek görmeden şiirlerini toplayıp gitti.
Birkaç ay sonra Ali abinin “yazacaksan böyle yaz” dediği şiirleri bile sollayan başarılı yeni şiirlerle geldi. Ânestü Nâra’nın büyük bölümünü oluşturan şiirlerdi bunlar. Beş altı ay sonra Münacat, bir yıl sonra o meşhur Naat’ı yazdı. Ki Münacat, benim de jüri üyesi olduğum ve herkesin rumuzla katıldığı Türkiye Diyanet Vakfı Şiir Yarışmasında birinciliği kazandı daha sonraki yıllarda artık Şükrü de Ankara’ya taşınmış ve bizim aileden biri olmuştu. Yazdıklarını Ali abiye göstermeden kesinlikle yayınlamazdı. Üçümüz neredeyse gece gündüz beraberdik.
Bir Ev Alma Hikâyesi
Ali abi ile aynı odayı paylaştığımız yetmiyormuş gibi, bir sene sonra, kaderin karşımıza çıkardığı sürpriz bir imkân ile Beşevler’deki iş yerimize oldukça yakın ve birbirine komşu iki semtten birer daire satın aldık. Benim Bahçelievler 6. Sokak’ta, Ali abinin Emek 73. Sokak’ta yer alan evlerimizi satın alma sürecinde ilginç şeyler yaşadık.
Gücümüzü çok aştığını bildiğimiz hâlde, “belki de buluruz” ümidiyle, o yıllarda özellikle Bahçeliveler’de çokça bulunan müstakil, bahçeli evlere de müşteri oluyorduk. Ev sahibinin istediği parayı duyunca tabii ki moralimiz bozuluyordu ama biz asıl, böyle güzel evlerde oturan insanların güzel işlerle, mesela şiirle, müzikle, sanatla vs. ilgilerinin olup olmadığını -‘üstümüze vazife sayarak’- daha çok merak ediyorduk. Ali abi bunu anlamanın ve gereğini yapmanın yolunu müthiş esprili bir dil ve hayal gücü ile öyle bir anlatırdı ki… “Bayramcığım, eline şöyle kızılcık ağacından kırılmaz bir değnek alacaksın, eve girip sahibine yekten soracaksın, “kardeşim şiir yazıyor musun? Yok! Müzikle ilgileniyor musun, bir enstrüman çalıyor musun? Yok! Herhangi bir sanatla ilgin var mı? Yok! E bunlar sende yoksa senin bu evde ne işin var? Hadi kardeşim, hemen çık.. çık.. yürü. Çıkmazsa kızılcık değneği hazır… Yer misin yemez misin…”
Ali abi yalnız başına ev aradığı bir gün, satılık daire levhasını görüp müşteri olduğu evin sahibi TRT Ankara Radyosu Sanatçısı rahmetli Hüseyin Gökmen çıkmış. Ali abi misafir gibi çay, kahve ile ağırlandıktan sonra eve ne kadar istediklerini sormuş. Bundan sonrasını öyle içli ve duygulu bir sesle anlatırdı ki, her hatırladığımda Hüseyin Gökmen’e içimden rahmet okumak gelir. Merhum sanatçımız tam bir sanatçı inceliği ve ticari acemilik ile Ali abiye şöyle cevap vermiş: “Valla kardeşim doğrusunu söylemek gerekirse bir 160 bin diyoruz, bir de 150 bin…”
Ali abi bu cevaptaki saflığı, temizliği, hesap bilmezliği, dünyalık işlerden uzak oluşu yüreğinin derinliklerinde hisseder ve hatta bu cevapta biraz da kendini gördüğü için çok duygulanarak anlatırdı. “Bir sanatçı olarak ticaretin ne kadar acemisi.. Yani açıkça diyor ki, 160 diyoruz ama siz ona bakmayın, 150’ye vereceğiz…
Unutulmayan Bir Aşkın Kısa Hikâyesi
Ve nihayet ikimiz de kiradan kurtularak hayatımızda ilk defa ev sahibi olduk. İş yerinde bitiremediğimiz sohbeti evimize taşır, gece geç vakitlere kadar konuşur, tartışır, şiir okur, türküler söylerdik beraber. Bu gecelerin en istikrarlı müdavimlerinden biri de rahmetli Şükrü Karaca idi. Haftanın iki üç günü ya bizim evde ya Ali abinin evinde beraber olurduk artık yatalım dediğimizde çoğu zaman şafak söküyor olurdu ve hangimizin evinde isek orda yatıya kalırdık. Çocuklarımız kardeş, eşlerimiz iyi geçinen iki elti gibiydiler. Maaşlarımız aybaşı gelmeden biterdi ve kimin cebinde para kalmışsa onu paylaşırdık. Sigara alacak paramızın olmadığı günler olurdu ve içtiğimiz paketteki sigarayı bölüşürdük çoğu zaman.
Evlerimizden hiç misafir eksik olmazdı… Misafirlerimiz çeşit çeşit, sınıf sınıftı. Ve ikimizin de arabası yoktu. Otobüslerle, dolmuşlarla ve taksilerle bu misafirlerimize hizmet vermeye çalışırdık. O yıllarda arabası olan insanların sayısı belliydi. Bizim çevremizde arabası olan yoktu. Köyden, memleketten gelenler olurdu başta hastane için olmak üzere. Yurt içinden veya dışından şair, yazar, sanatçı dostlarımız, arkadaşlarımız gelirlerdi. Bir de Sovyetlerden, Çin’den ve Balkanlar’dan bazen turistik amaçla bazen de kaçak köçek gelenler eksik olmazdı. Ali abinin böyle misafirlerden haftalarca hatta belki de aylarca kalanları olurdu. Ali abinin mübarek ve değerli eşi Ayten yengenin bir gün bile şikâyet ettiğini, surat astığını, gönülsüz yemek yaptığını ve zoraki ağırladığını görmedim, duymadım, hissetmedim. Ali abinin yanındaki ve arkasındaki en büyük güç her zaman ve her yerde eşi olmuştur. Şu anekdot bunu daha iyi anlatacaktır sanıyorum:
80’li yılların başı, yeni evlenmişim, Keçiören’de dağın başında bir evde oturuyoruz. Ali abiyle belediye otobüsünden indik, yaz günü gece geç vakit yürüyerek bizim eve geliyoruz. Ali abi İstanbul’dan, öğrencilik yıllarından falan anlatırken, nostalji rüzgârı aldı sevda yıllarına savurdu. Şiir yazar gibi, kelimeleri titizlikle seçerek, saygılı ve duygulu bir dille bir kızdan bahsediyor. İlk sevgili, ilk aşk… Güzelliği, hanımefendiliği, karşılıklı duyguları, evlilik hülyaları ve nihayet şiirlerindeki izleri… Uzun uzun anlatıyor. Derken, bir ara durup birden bana dönerek çok mahrem ve önemli bir sır verir gibi şöyle diyor: “Bayramcığım senden ricam bunları kimse duymasın… Bir sen biliyorsun bir de yengene anlattım…”
Ve birden aynı anda öyle bir gülmeye başlıyoruz ki sormayın…
FRTEM Yıllarından Hatıralar
Film, Radyo, TV ile Eğitim Merkezi’nde beraber geçirdiğimiz yedi yıl, ikimizin de kişisel tarihlerinde çok önemli izler bırakan, derin hatıraların ve olayların yaşandığı yıllardı. 12 Eylül dönemini hemen öncesi ve sonrası ile en yoğun şekilde orada yaşadık. Sonrası ile ilgili yaşadıklarımızdan sadece bir örnek olay aktarmak istiyorum.
Darbeciler her kurumda olduğu gibi bizim oranın da başına bir emekli askeri (Emekli Mükerrem Albay) müdür olarak atadılar. Millî Eğitim Merkez’de de gölge Bakan gibi görev yapan bir Salman Albay var, bizim müdür de dâhil hepsi onun emrinde ve gözetiminde her şeyi zapt-ı rapt altına almak, kendileri dışındaki herkese vurdukları “vatan haini” damgası ile kimseye göz açtırmamak için canla başla çalışıyorlar. Bu Salman Albay, birkaç hafta önce, Öğretmen Okulları Genel Müdürü olan rahmetli Ayvaz (Gökdemir) ağabeyin odasına baskın yaparak gözdağı veriyor. Olay basına yansıyor filan derken Ayvaz abi bizim iş yerine yakın bir yerdeki Tevfik İleri İmam Hatip Lisesi’ne Edebiyat öğretmeni olarak sürülüyor.
Ayvaz Abiye geçmiş olsuna gidiyoruz, o da bize uğruyor derken bu bizim Albay’ın gözünden kaçmıyor. Bir gün öğlen üzeri avenesi ile bizim odayı basıyor. Üçümüz de her zamanki gibi ve biraz da resmî görevimizin bir gereği olarak okuyup yazmakla meşgulüz… “Eller yukarı, kıpırdamayın” der gibi “masanızdaki ve önünüzdeki kitapları derhâl toplayıp verin” diyor. Ali abinin önünde Cemil Meriç’in Bu Ülke kitabı var, benim masamda Töre Dergisi var, Halil Can abi de Yeni Devir gazetesini tetebbu ediyor… “Sizin işiniz gücünüz yok mu, göreviniz program yazmak değil mi, bunların ne işi var masanızda?” diye gürlüyor Albay müdürümüz. Biz de “program yazmak için okumak gerekir, bunu sürekli yaparız” gibisinden bir şeyler söylüyoruz ama dinlemiyor bile. Yardımcısı Hüseyin Aktem’e suç unsurlarını toplatıyor, tam çıkacakken benim masaya komşu, dolaplarla bölünmüş küçük bir yer dikkatini çekiyor. “Burayı ne olarak kullanıyorsunuz?” diye soruyor. Sorusundan burasının niçin kullanıldığını bildiği anlaşılıyor. Ben de bildiği ama beklemediği bir cevap veriyorum: Namaz kılıyoruz efendim! Bir an şaşırıyor, “Burası resmî bir yer, resmî kurumda namaz kılınmayacağını bilmiyor musunuz” gibilerinden bir nutuk daha atıp gidiyor…
Derken aylar sonra suç unsurları incelenerek hazırlanmış bir rapor ulaşıyor elimize. Töre dergisi yasaklı bir dergi olmamakla beraber “koyu ülkücü tarafgir ve katı ideolojik yayın yapan” bir dergi olarak mahkûm ediliyor. Cemil Meriç’in Bu Ülke ’sinde Kemal Tahir’den ve Kerim Sadi’den bahsedildiği için komünistlerin övüldüğü yorumuyla kitabın imha edilmesine karar veriliyor. Kendisine “bu kitabı imha edeceksiniz Ali Bey” diyen Müdür yardımcısına Ali abinin cevabı: “Kitap imha etmeyi siz iyi bilirsiniz, siz imha edin gönlünüz, vicdanınız elveriyorsa…”
Tabi bizim Albay bizi iyice mimlemişti artık. Sabahları eline kâğıt kalemi alır, giriş kapısına dikilir, başta biz olmak üzere mesaiye geç gelenlerin kaç dakika geciktiklerini not eder, dakikaları saate, saatleri güne çevirerek yıllık izinlerimizden düşerdi…
“Sincan Dedikleri Bir Büyük Şehir”
O yılların her gününü, her anını birlikte geçirdiğimiz, asıl mesleği Fransızca öğretmenliği olan, ellili yaşlarının başında geçirdiği kalp kriziyle aramızdan ayrılan rahmetli Halil Can abiden söz etmemek olmaz. Çünkü Halil abi bizim için farklı bir duruşun, tavrın, mizacın insanıydı. Entelektüel birikimi “İslamcı” damardan beslenen, Yeni Devir gazetesini satır satır hıfzeden biriydi. Atasoy Müftüoğlu’nu sıkı takip eder, İonesco’nun Fransızca aslından tercümeler yapardı. Bir de kalitesiz mukavvadan çeşitli form ve ebatlarda son derece eli yüzü düzgün küçük karton kutular imal ederdi. Bizden farklı olarak beş vakit namazını aksatmaz, günde iki paket filtresiz Birinci sigarasını mutlaka çayla içer, sigarayı su ile dolu kül tablasında söndürürdü. Oldukça kısa ve tıknaz vücudunda daha da iri görünen içi kitap dolu emektar çantasını sırtına asar, her gün banliyö treni ile Sincan’a gidip gelirdi.
Bu kendi hâlinde, sakin, derviş mizaçlı insanın annelerine daha yakın duran iki güzel kız evladından ve bizlerden başka sanki kimi kimsesi yoktu. Oldukça sakin ve olgun görünen eşi ile ruhen hiç uyuşamadığını, anlaşamadığını bizimle dostça paylaşırdı. Bir yanda dünyası kitaplardan, okumaktan, yazmaktan ibaret olan entelektüel bir koca, diğer yanda evde dergi, kitap görmeye dahi tahammül edemeyen bir eş…
İşte Halil abinin bu kendi hâlindeki biraz trajik, biraz dramatik hayatı ve kişisel dünyası bizi çok etkilerdi. Sıra dışı ve standart dışı bir hayatı ve kişiliği vardı. Bir gün Ali abiyle odamızda otururken içimizden Halil abiye ağıt yakmak geldi. Yarı mizahi, yarı ironik üslup doğal olarak kendiliğinden oluştu. Bir Ali abi söyledi, bir ben. Çoğu dizesi Ali abiye ait olan ayaklı koşma türündeki bu tam ‘halk işi’ bitmemiş ağıttan dizeler:
Halil Can’a Ağıt
Ankara’yla şu Sincan’ın arası
Safisinden daha ağır darası
Bir gün gelir kahpe felek sırası
Rüzgâr sallar ham meyveler dökülür
Demiryollarında ömrüm sökülür.
Üşüdüm de bu yollarda üşüdüm
Bu çantayı otuz sene taşıdım
Hep emekli oldu benim yaşıtım
Kahpe felek emeklerim nic’oldu?
Tek maaşla yaşaması güç oldu
Hayaller kurarım inceden ince
Uyku tuttu Behiç Bey’e gelince
Bir gün kader yüzümüze gülünce
FRTEM dediğin bir büyük yapı
Omzumu kesiyor çantamın ipi
Odam kuzeydedir yağar kar, tipi.
Albay’ın sözleri zehirden acı
Bir tek bana yeter Aktem’in gücü
Birinci cuvara bunun ilacı
Sabah ezanında kalktım oturdum
Üç demlik çay, kırk cuvara bitirdim
Halil’in dili de Fransız dili
Ne zaman dinecek bu hayat seli
Dolunaya benzer başının keli
Gençliğimde ben bir deli suyudum
Gece oturdum da gündüz uyudum
Kimse bilmez şu bendeki dramı
Bir derde tutuldum kanser veremi
Bire kahpe felek yaktın çıramı
Nic’oldu da şu gençliğim nic’oldu
Ankara’ya gidip gelmek güç oldu
Eline de almış roman kitabı
Eskimiş yaprağı yırtılmış kabı
Halil’in yuttuğu aspirin hapı
Yazar Ali Akbaş kendini yazar
Halil Can diyerek dengini yazar
Halil’in hayatla cengini yazar
….
Buraya kadar yazdıklarımın, Ali abi ile ilgili yazmam, anlatmam gerekenlerin çok küçük bir bölümü olduğunu özellikle belirtmek esterim. Ali abi üzerinde uzunca durulması gereken meziyetlere sahip bir insan. Neşet Ertaş Usta’nın babası için söylediği gibi o bir “insan velisi” aslında. Tam bir çağdaş derviş; yüce gönüllü, fedakâr, dürüst, idealist. Şairliği, ulusal ve uluslararası ödüllerle taçlandırılmış, hayatını şiire, şiirini hayatına adamış, Türkçenin yaşayan en büyük şairlerinden biri.
Şiiri hayatının merkezine koymanın, şair olarak yaşamanın getirdiği bütün yükü ve olumsuzlukları onurla kabullenip taşıyan soylu bir yürek, engin bir gönül. Sadece sanatıyla değil, insanlığı, dostluğu, arkadaşlığı, fedakârlığı, yardım severliği ve dürüstlüğü ile de örnek bir insan.
İşte bu iyi insan, harika dost ve mükemmel şaire kimileri Ali Akbaş der, kimileri Ali Hoca, kimileri de Ali Bey. Ben hep “ağa/bey” bildim ve Ali abi dedim ailenin yaşça büyük abisi gibi. Dostluğumuz, kardeşliğimiz Allah’ın bir lütfu idi. Bu lütuftan öte dünyada da mahrum olmamak dilek ve duasıyla…