ALİ AKBAŞ


 01 Ekim 2022


Ne kim yazar ise şîrîn düşer

‘Aseli resm itse zenbûr üşer

 

Zaman zaman Gazi Üniversitesi D Blok’taki odamıza uğrayan Ali Akbaş Hoca, Özbay’la benim önümüze, bir (birkaç) şiirini koyar ve “tezgâhtan yeni çıkmış” bu eserleri, muhtemelen ilk olarak iki çift yabancı göze gösterirdi. Ya da ben öyle zannederdim. Belki bu ikrâmlar, birer “mavi boncuk” idiler ki vebâli bize düşmez.  “Gösterilmez yâdigâr-ı âşinâ bigâneye.” vehmiyle onun bizi sevdiğine inanmayı tercih ederdik ki bu, bizim için büyük şerefti. 

Deniz Feneri şiirini de tekemmül etmiş hâliyle ve yanında iki “kardeş”iyle birlikte önüme koyduğunda, günün bereketine şükrederek sayfaları içmeye başladım. Diğer ikisi de çok güzeldiler; ama bu Deniz Feneri, âdeta canımı yakacak kadar güzeldi. Ne diyeceğime karar vermek için biraz düşündüm. “Abi” dedim, “yüz sene sonra da bu şiiri okuyacak bir Türk, senin sanatkârlığına, muhteşem Türkçene ve buram buram millî efsane tasavvurlarıyla bezeli, rikkat kokan şu şiire hayranlık duyacak ve elinin ulaşabildiği torunlarımıza iletme telâşına düşecek… Bu, bir klâsik! Elimize doğduğu gün bir klâsik!” Üstâdın cevabı, ona lâyık bir incelikteydi: “Kardaş, 30 senedir cebimde geziyor.”

Ali Akbaş gibi bir şairin cebinde 30 sene gezen şiir, elbette demini tam almış; ruhlara sinecek kıvama gelmiş olacaktı. Bu vâkıayı, sonraki çeyrek asırlık hocalığımda, şiir meraklısı talebeme çok sık naklettim. 

Olmuş-olacak ne varsa, elbette Levh-i Mahfûz’da mukayyeddir. Her söz ve yazı da öyle. Şu anda, bilhâssa hakîkî şâirlerin sözleriyle ilgileniyorum... Cenâb-ı Hak, o sözleri, yazıları söyleyip yazacak kullarına, söyleyip yazma ilhâmı veriyor ve onları, Levh-i Mahfûz’daki şeklini keşfedinceye, kaydedinceye kadar inim inim inlemeye, kelimeleri kovalayıp uykusuz kalmaya mahkûm ediyor gibime gelir. O zirveyi yakalamak, hiç kolay değil. Kolay olsa, ben de peşine düşerdim. İşte Ali Akbaş, bu gayreti, bu eziyeti, bu inim inim inletici azâbı talep edecek kadar aşklı, vefâkâr bir şâir. Okumadan bilinmez. Sehl-i mümteni’, onun şiirlerinde vak’a-i ‘âdiyedir. Elindeki metni, Levh-i Mahfûz’daki orijinaliyle eşleştirmeden teslim olacak, “Tamam, bitti!” diyecek bir sanatkâr değildir. Şiirin kemâl hâli ancak ulaşıldığında ve ulaşanın çalkanıp duran, çırpınan kalbi mutmain olduğunda hâsıl olmuştur. Yani, herhalde öyledir. Yaşayan bilir. Ali Akbaş’ın şiirlerini okuyunca, bende daima bu tekemmülü fark etme itikadının ziyadeleştiğini hissederim.

Şaire rahat yoktur. Bir şiir oluyor, oluyor da nasıl oluyor? Şairler, dünyaya sıradan insanlar gibi bakmıyorlar. 

Ali Akbaş “dede” olmuştu. Evlat ve torunla alâkalı çok muhabbetler vardır. “Bakalım Ali abinin evlat-torun meselesine bakışı nasıl?” diye düşünüp sordum. “Benim için ha benim çocuğum veya torunum, ha seninkiler, ha Özbay’ınkiler; ha bir yarı çıplak köylü çocuğu; ha bir çingene çocuğu; hepsi aynı… Hepsinin hayranıyım. Hepsi bana dünya güzeli ve aynı kıymette görünürler. Onları ayırt edemem.” dedi. 

Etrafına böyle bakan bir adam için ilham kaynağı problemi elbette olmaz. Bir kere yazıyor; bekliyor; ekliyor-çıkarıyor, değiştiriyor… Gene bekliyor… Bekliyor… Bekliyor… Sonra gene.. sonra gene.. bir daha demliyor; süzüyor; ayıklıyor… Sonra mutfağından (!) elinde bir hârikulâde güzellikle çıkıyor… Herkes bayılıyor eserine… O ise başını sallayıp “Mutfaktaki harâbiyetleri gören yok tabiî!” diyor. 

 Ali Akbaş şiiri, bence de şöyle zuhûra geliyor…

 

 

 

ŞİİR OLUYOR

Leyla’nın başına örttüğü tül gibi ince dolunay
bir buluta bürününce

şiir oluyor

kumsalda bir kedi gibi uysal dalgalar
ayağımı yalıyor 

şiir oluyor

bahçede çim biçiyor bir ihtiyar 

kokusu
genzime doluyor 

şiir oluyor

apansız bir yıldız düşüyor

göğümüzden içimize
köz düşüyor 

şiir oluyor

siyeci bozulmuş viran bahçelerde
güller soluyor,
şiir oluyor

kelimeler gözlerimde bir avuç kum
çıkarıyorum,
şiir oluyor.

Devam et Ali Abi; dünyaya, Türklük âlemine ve en çok da lime lime kılınmış, vıcık vıcık edilmiş Türkçemize çok lâzımsın. Evet, en çok da Türkçemize… Her bir kelimesini bin candan daha muazzez ve elzem gördüğüm Türkçeye… 

 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 190. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 190. Sayı