HaftanınÇok Okunanları
Ayşe Solmaz 1
FEYZA TUĞÇE FIRAT 2
ZEHRA TAŞDEMİR 3
NIKA ZHOLDOSHEVA 4
Emrah Yılmaz 5
HİDAYET ORUÇOV 6
KEMAL BOZOK 7
Şair Ali Akbaş ile 1977 yılında, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Müdürü Yılmaz Terzi’nin aracılığıyla tanıştık. O yıl okulun dergisi olan Ülkü Pınarı dergisini çıkarmak üzere birkaç arkadaş bir araya geldik ve talebimizi okul müdürü Yılmaz beye ilettiğimizde son derece olgun karşıladı ve destekleyeceğini söyleyerek Ali Akbaş’ın adını verdi. Ali hocanın adını ilk defa orada duymuştum. Daha sonra öğrenecektim ki ilk gençlik yıllarımızdan itibaren, marş olarak büyük bir heyecanla okuduğumuz marşlardan biri, onun şiiri imiş:
Sende bütün umutlar
Göğe yükselsin tuğum
Haykırıyor Bozkurtlar
Selâm sana başbuğum
Sokakları, meydanları, caddeleri salonları ve hatta stadyumları inlete inlete okuduğumuz bu marş, Ali hocanınmış da haberimiz yokmuş. Son dörtlüğü, heyecanımız bütün Türk illerini saracak ve bu etki ile bütün esir Türkler esaretten kurtulma gücünü bu şiirin mısralarından ve heyecanımızdan bulacak ümidiyle gırtlaklarımızı yırtarcasına okurduk:
Tanrım güç versin sana
Acısın Türkistan'a
Selâm selâm Turan'a
Selâm sana başbuğum
Ali hocanın şiir gücünü daha yakından gördükten sonra, bu marştaki heyecanı besleyen edebî değeri de fark etmeye başladıysak da, onunla sohbetimiz bizi saf şiirin dünyasına çekti ve bu marş bizim için sadece grup psikolojilerinin harekete geçtiği anlarda hüküm sürmeye başladı. Çünkü Ali hocanın şiir anlayışı daha geniş ve çok daha derin duyarlılıklar dünyasını yansıtıyordu.
Ali hoca ve Bayram Bilge Toker (Tokel) , o yıllarda Millî Eğitim Bakanlığı’nın Film Radyo Televizyon ile Eğitim Merkezi’nde çalışıyorlardı ve o kurum da Talim Terbiye Kurulu binasında idi. Bizim okul ve Talim Terbiye binaları yakın olduğu için, uygun mevsimlerde akşamüstleri, iş çıkışı Ali hoca ve Bayram Bilge, Yüksek Öğretmen’e gelirler, sohbetler ederdik. Sevgili Bayram’ın ilk bağlamalarını ve şiirlerini de orada dinledik. Ali hoca şiir söylüyordu ama şiir söyleme birikimi kadar da poetik donanımını aktarıyordu bize. Fakültede derslerde aldığım kuru bilgilerin hayat bulmuş şeklini anlatıyordu Ali hoca. Hayal dünyası, kurgu, duygu zemini, kelime işçiliği, ses… Sohbetlerde hep bunlar üzerinde durur ve ne güzel örnekler okurdu!... Kendinin şiirlerini, Behçet Necatigil, Cahit Külebi şiirlerini... Kendisi de Kahramanmaraşlı olduğu için Abdurrahim Karakoç ve Bahattin Karakoç şiirlerini de okurdu. Ondan duyduğum ve şiir okuma konusunda beni en çok etkileyen cümlelerden biri, “Necatilgil şiirleri, yüksek sesle okunacak şiirler değildir; sevgilinin kulağına fısıldanacak şiirlerdir.” cümlesidir.
O günlerde edebiyat dergilerinin birinde yayınlanmış mıydı bilmiyorum ama çok güzel bir şiiri dolaşıyordu bizim arkadaşlarımız arasında. Bir şiir gecesinde Ahmet Nezihi sahnede de okumuştu galiba bu şiiri:
Köy dağların ardında kaldı
Bir gün çıktım yel yepelek
Köy dağların ardında kaldı
Türkülerimi unuttum
Gitgide ıradı kağnı sesleri
Bir daha uğramadım
Halbuki Elif’e sözüm vardı
Hiç varmadım
Kız dağların ardında kaldı
Sanırım
Özlemiş, özlemiş alışmış Elif
Artık çoluk çocuğa karışmış Elif
Biliyorum ardımdan atıyorlar
“İnsanoğlu çiğ süt emmiş emmoğlu
Sözü savı molur?
Mümkünü yok,
Dönmez artık
Dönmez o!”
Bu şiirdeki
“Halbuki Elif’e sözüm vardı
Hiç varmadım”
kısmındaki duygu insanı kahrediyor ve öbür taraftan da “vardı-varmadım” kullanımındaki tezat, edebî hayranlık uyandırıyordu. Öte yandan, henüz doğru dürüst âşık bile olmamış bizler için,
“Özlemiş, özlemiş alışmış Elif
Artık çoluk çocuğa karışmış Elif”
mısraları, kahır ötesi duygular yaşatıyordu bize.
Ali hoca mesai dışında vaktinin bir kısmını Yüksek Öğretmen’de geçirir olmuştu. Çoğu zaman öğrenci odalarında sohbet ediyorduk. Sokaklarda silah ve bomba seslerinin yoğunlaştığı bir dönemde biz bir grup genç ile birlikte Ali hocadan edebiyat ama daha çok şiir sohbetleri dinliyorduk. Muhterem eşi çocuklarından birinin doğum sancılarını çektiği akşamlardan birinde Ali hoca maalesef Yüksek Öğretmen’de bizimleydi.
Ali hoca, bir yandan da bizlere dergi çıkarmayı öğretiyordu. Ülkü Pınarı’nın hazırlanması, mizanpajı, pikaj-montajı konularında bilgiler de veriyordu. Dergicilik damarımız onunla başlar.
Zaman zaman da Demetevler’deki evine davet ederdi biz gençleri…
Bir gittiğimizde, şair Şehriyar (1907-18 Eylül1988)’ın kendi sesinden Heyder Baba’ya Selam şiirini kasetten dinletti. (Ses kasetini Ali Yavuz Akpınar hocamız İran’dan getirmiş.) Ben o akşam o şiir okumayı dinlediğimde, lise yıllarımda okuduğum şiirleri hep yanlış okuduğumu anladım. Meğer şiir okumak sadece bağırmak değilmiş; her şiirin istediği bir ses varmış ve şiirdeki ritmi hem hissetmek, hem de hissettirmek lazımmış. Şehriyar şiirin istediği sesi kullanıyor ve o 4+4+3 hece ritmini mükemmel okuduğu gibi çok etkili bir şekilde de hissettiriyordu. Bunları bilen Ali hocanın Necatigil şiirlerinin nasıl okunacağını söylemesinin sadece bir tecrübe değil, bir edebî şuur olduğunu da anlıyordunuz.
Şiirli sohbetli bir akşamdı gene Ali hocanın evinde… Muhterem eşi büyük bir tepsiye tavuklu bulgur pilavı koymuş, getirdi. Biz 4-5 genç için unutulmaz bir akşam yemeği olmuştu. O pilavın tadı hâlâ damağımdadır.
Sonra Divan dergisi maceramız başladı. Ülkü Pınarı’ndaki grubumuz daha da genişlemiş ve profesyonel bir ekip olarak çalışmaya başlamıştık. Derginin her safhasında Ali hoca vardı ama künyede pek adı geçmiyordu; 4. Sayıdan itibaren yazı heyetinde yer alıyordu. Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümünden Musa Doğan hoca da bizlerle beraber olmaya başlamıştı ve onun evi de yakındı. Zaman zaman Musa hocanın evinde sohbetler ettik ve Musa hocanın o güzelim hikâyelerini ilk defa orada dinledik. O hikâyelerden birinde geçen “Bu ağaçlar hiç radyo sesi duymamıştır” cümlesi ve “Nilaayy!/Laaay!...” seslenmesi hâlâ hatırımdadır.
Ali Akbaş, yeni şiirin bütün imkânlarını kullanan bir şair olmakla beraber, şiirlerinde şehir atmosferinden çok, kırsal kesim ve bozkırı yansıtmıştır. Doğuş Edebiyat’ın Yeni Dizi 2. sayısında (Mayıs 1982) yayınladığı Söğüt ve Serçe yazısı, bir deneme olduğu kadar, sanki onun poetik anlayışını da yansıtan bir metindir. Mesela muhtevalarına girmeden bile şu şiirlerin başlıkları onun şiirdeki sosyal zemini ve kurgu dünyasını yansıtır sanırım: Ardıcın Türküsü, Öğleyin Köy, Leyleklerin Türküsü, Kuş Destanı, Çoban Bizden Yoldaşlı, Nineme Ninni, Kır Mektebi, Bebeklerin Türküsü, Kuş Sofrası, Dağlara Destan, Masal Çağı… Daha arttırılabilir bu şiirler…
Elbette Ali Akbaş, klasik geleneğin sesini de yansıtan; onları tekrar işleyerek yansıtan bir şairdir. Mümine Hatun’a Gazel, Göz Gazeli, Nûn Gazeli, Fuzûlî gibi şiirleri, geleneğin modern zamanlarda yeşerdiği vadilerdendir.
***
Aralık 1982’de Fırat Üniversitesinde göreve başladıktan sonra da Ali hoca ile irtibatımız hep devam etti. Ankara’ya her geldiğimde buluşmaya gayret ettik. Bir ara neşredilmesinde katkısının olduğu ve mesela Mehmet Can Doğan’ın adını ilk defa gördüğüm Kanat dergisinde gene bir grup genç ile edebiyat dünyasını zenginleştirme gayretindeydi.
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinin ortak zorunlu Türk Dili derslerine giriyordu. Pek çok okutman, gençlere gramer zulmü yaşatırken Ali hoca, gençleri yazmaya teşvik ediyordu. İşte o gençlerden birisinin yazdığı bir metni, yıllarca üniversitede öğrencilerime okudum. Şimdi dosyalarımın birisinin içindedir. Bulduğumda size de okuyayım…
***
1991 Eki ayının son günleri Ali hocayı Elazığ’a davet ettik. Geldi ve birkaç gün değişik mahfillerde sohbetler etti. Sohbet dışındaki zamanlarda, Harput, Hazar gölü başta olmak üzere beraber gezdik. Hazar gölüne giderken, yokuşa tırmandığımız anda, bol ayvalı bir dereden geçiyorduk ve ben “Bu dere baştan başa ayvalı bağ” türküsünü okudum. Daha sonra Ankara’ya bir geldiğimde Ali hocanın “Namık bu dere, o dere mi?” diye bir şiire başladığını gördüm ama o şiir bitmedi; daha sonra Elaziz’e ve Fırat’a maniler söyledi.
Ali Akbaş, “Esir Türkler” konusunda çok hassas bir şairdi ve sanırım Asya Türk topluluklarıyla ilgili olarak en etkili ve en lirik-epik şiiri o söylemişti: Göygöl…
Bir seher vaktinde vardım Göygöl’e
Burda kızlar gül takıyor kâküle
Alev alev bir gül attım su yanı
Sunam derin uykusundan uyandı
mısralarıyla başlayan şiir, coğrafya lirizmi ve romantizmi üzerinden bir hafıza tazeleme ve bilinç uyandırma imkânı veriyordu.
Ali Akbaş sadece Azerbaycan değil, diğer Türk dünyası nehirlerinin ve topraklarının da şairi olmuş ve Balkanlarda yaşanan ve özellikle Bosna halkına yapılan Sırp zulmünü de şiir vasıtasıyla geleceğe aktarmıştı. Anlattığı topraklarda yaşanan zulmün biteceğine son derece emin bir söyleyişi vardı Ali Akbaş’ın. İlk gençlik yıllarında zihnimize kazınan
Çoşsa kudursa deniz tufan olsa giderdik
Elde değil bir kere maviye gönül verdik
mısralarındaki azim ve bu azmi besleyen şiiriyyet, birkaç kuşağın bilinç dünyasını etkilemiş ve taze tutmuştur. 1991’den sonra SSCB’nin yıkılmasından sonra yaşanan özgürlük, Ali hocanın şiirlerini okuyarak büyüyen bizler için sürpriz olmamıştır.
***
Ali Akbaş’ın şiir hafızamıza katkısını buraya aktarmaya kalksam, muhtemelen Bütün Şiirleri (Ankara 2015) adlı kitabının pek çok sayfasını aktarmış olurum fakat şu beyti aktarmadan geçemeyeceğim:
Bizim kızlar bulmayınca dengini
Kimi türkü yakar kimi kendini
Bu söyleyişte, Ali Akbaş’ın şiirlerinin psikolojisi, sosyolojisi, coğrafyası, sosyal zemini ve derin trajedisini görmek mümkündür.
***
Ali Akbaş sadece şiir söylemezdi… Nesir vadisinde de kalem atını koşturdu… Bizim kuşağın en fazla etkilendiği nesri Kız Evi Naz Evi adlı masalıdır. Daha önce başka bir yerde yayınlanmışsa da geniş okuyucu kitlesine ulaşması, Divan dergisinin 6. Sayısında (Nisan 1979) sayısında neşredilmesiyle olmuştur. Bora ile Çimen’in aşkının anlatıldığı bu masal, ferdî edebiyat için en güzel masal metnidir. Zaman zaman masal üslubunun ve zaman zaman da Dede Korkut anlayışının egemen olduğu bu metin, “kültürü yeniden üretme” zihniyetinin mükemmel bir tezahürüdür. (Bu masalı, DTCF’de Halk Edebiyatı dersinde, sınıfta okumuştum. Arkadaşlar ve hocamız Hasan Özdemir çok beğenmişti.)
***
Ali Akbaş’ın şiiri üzerine yazılar yazdım. İlkyazım Elazığ’da gençlerin çıkardığı Nilüfer dergisinin ilk sayılarından birinde idi ve başlığı “Bir Ses ve His Mistiği Ali Akbaş” idi. Sonraki yazım, Türk Yurdu’nun 1996 yıllığında idi ve “Veda” şiirini de orada iktibas etmiştim. Ali hoca, garip gelmiş garip gideceklerden biri olarak şiirini şu hançer gibi dörtlükle bitiriyordu:
Bilmiyorum nerde kalır ölüm
Hangi diyar, hangi mezar
Benim gibi garip ozan
Kendi ağıdını kendi yazar
Ali Akbaş şiiriyle ilgili son yazım da Kasım 2017’de çıkan Türk Edebiyatı dergisinin 529. Sayısında “Ali Akbaş’ın Şiirlerinde Şiir Başına Düşen Kuş Sayısı” başlığıyla çıkmıştı.
***
1977’den sonra ve 1980 başlarında, Ali hocanın şiirlerinin pek çoğunun doğumuna şahitlik etmişizdir.
Ali hoca bol yıldızlı ve derin gökyüzü tasvir ettiği bir şiire başlamış:
Yıldızlar,
İri, şehlâ gözlerdir
Geceyi gamlı kılan
Uzaktan süzer bizi
El değmemiş terütaze tenleri
Ölmüş ergen kızlardır
Yıldızlar
Şiirin gürül gürül akan ırmağının sesi hissediliyor ama henüz kelimelere dökülme aşamasında… Oluşan mısraları dinledikten sonra ben, “Hocam, burada anlatılan gece, tıpkı Cemal (Kurnaz) abinin anlattığı Urfa geceleri gibi. Cemal abinin ilk öğretmenlik yeri Urfa imiş. Gece gökyüzünün bu kadar geniş ve bu kadar yıldızlı olduğunu orada görmüş. Gel bu şiirin adını ‘Harran Gökleri’ koyalım.” dedim ve elindeki yazma nüshayı aldım. Şiir Doğuş Edebiyat dergisinin yeni dizi 1. sayısında (Nisan 1982) çıktı. Sonra başka şiirlerinin de ön çalışmasından nüshalar aldım.
Ali hoca, Ekim 1991’de Elazığ’a geldiğinde oğlum Mehmed Şehriyar 6 yaşında idi. Ali hocanın Kuş Sofrası adlı kitabı da o yıl neşredilmişti. Oğlumun adına imzalamıştı. Ben oğluma oradan şiirler okudum. Oğlum en çok Uykuya Doğru şiirini okuturdu:
Anneciğim
Düşümde bir kuşmuşum
Kucağından uçmuşum
Anneciğim
Düşümde bir mektupmuşum
Gideceğim yeri unutmuşum
Anneciğin
Aç beni, oku beni
Basmadan uyku beni
Anneciğim
Allah ne kadar yakın
Konuştum, duydu beni
Anneciğim
Yollar beni çağırır
Kuşlar beni
Uyku beni
Su beni
Ne tuhaftır, şiirin sonuna doğru oğlum uykuya dalardı. Mısraların kısalması, uyanıklıktan uykuya geçişi sağlardı âdetâ.
SON SÖZ
Ali Akbaş şiirinin duygu dünyası, bereketi ve çoraklığıyla, enginliği ve derinliğiyle bu coğrafyanın ve bu bozkırların kahırlı dünyasının şiiridir. İnsanın tabiatla ilişkisini ve toplumsal yapıyı kültür zeminli anlatan Ali Akbaş yerel malzemeden evrensel çizgiye ulaşan bir şiir sesidir. Gerek muhteva ve gerekse şiir tekniği açısından hem gelenekten beslenen hem geleneği yeniden oluşturan bir şair olarak kabul edilebilecek olan Ali Akbaş, pek çok serbest yazıya konu edilmelidir.
Ben 45 yıldır onun saf şiir anlayışıyla oluşturduğu şiir atmosferinin büyüsünden çıkamadım ve çıkamadığım için de mutluyum.