ALİSA


 01 Temmuz 2021



Hiç kimse unutulmaz.

  Hiçbir şey unutulmaz.

            Kızıl-Çap’ın yukarısında bulunan yeşil ovadaki bu Kırgız köyü bizim. Gölün kıyısındaki halk buraya Şelale diyor. Yakında bu köyden bir davetiye almıştık. Gideceğimiz gün şehirdeki tüm hemşerilerimizi çağırdık ve araba dolusu insanla yola çıktık.

Bu hikâye; bizim o köyde katılmış olduğumuz şölen ve herkesi etkileyen bir olay hakkındadır.

Alisa, Şelale köyündeki tek mavi gözlü kızdı. Bizde ela göze de mavi diyorlar ama Alisa’nınki öyle değil masmavi bir gözdü. Yazarların ve şairlerin öyle gözleri gölün derin maviliğine, baharda yağmurdan sonraki masmavi açılan gökyüzüne benzettiği eserleri vardır ya, işte tam da öyle maviydi Alisa’nın gözleri. 

Arkadaşlarla okuldayken Alisa’nın gözlerinin niye bizimkinden farklı olduğunu anlamıyorduk. O zamanlar kimin fiziksel özelliği nasıl pek bilgimiz yoktu, sonradan 9-10. sınıfa geldiğimizde herkes ayrı ayrı güzelliğe sahip oldu, büyüdü. Özellikle Alisa’nın masmavi gözlerinde muhteşem bir güzellik olduğunu fark ettik.

Alisa kırmızı bakır gibi dalgalı örülmüş saçlarının birisini öne diğerini arkaya bırakarak gözümüzün önünde büyümeye başladı. Boyu da uzadı. Kız çocuğu, kendisinin büyüdüğünü hissedince düşünceleri de değişerek arkadaşlarının ulaşamayacağı birisine dönüşürmüş. Sınıftaki erkek arkadaşlarının ulaşamayacağı biri olurmuş.

Biz de bir zamanlar Alisa başta olmak üzere yakın kız arkadaşlarımızdan uzaklaşmıştık. Ama insan kardeşini unutamadığı gibi sınıf arkadaşını da unutamazmış. Alisa’yı da hep özlüyorduk, hep görmek istiyorduk.

Birbirimize söylemesek de onun uzun kirpiklerinin ortasındaki masmavi gözlerinde ve yüzünde farklı bir şey olduğunu anlıyorduk.

Sonra her birimiz büyüdükçe: “Alisa, Şadıbek’in öz kızı mı, değil mi?” diye garip şeyler düşünmeye başladık. Ancak bunun gibi değişik şeyler halk arasında söylenmezdi. Hatta köydeki insanların Alisa’nın soyunu ve kökünü sorguladığını bile duymamıştık. 

Halk içinde belki kimsenin bilmediği Alisa’nın kalbini kırmayalım diye söylemediği sır yakın zamanda tesadüfen açıldı...

Bir gün Şadıbek’in evine komşusu Satar geldi. Önceden kimseden korkmayan Satar, bu sefer bir şeyden saklanmış, korkuyormuş gibi gelip Şadıbek’le başbaşa konuştu.

- Şake, dedi iki tarafa baktıktan sonra aceleyle onun kulağına fısıldayarak. -Alisa’yı Ukraynalı akrabaları arıyormuş. Bürodan tarafa gitmiştim, bir yabancı kadının Olesya adlı kızı aradığını söylediler.   

- Ne? Ne? Doğru düzgün anlatır mısın?!

- Anlatıyorum işte. Kızını biri arıyormuş diyorum.

- Kim? Nereden gelmiş?

Çok kez şaka yoluyla kandırılmış olan Şadıbek duyduklarına inanamadı. Ama kalbinde bir duyguyu hissetse de komşusundan gizleyerek elini sallayıp arkasını döndü. Ancak Satar’ın söyledikleri bu sefer gerçekti.

Ukrayna’dan gelen kadını herkes duymuştu. Şelale köyünün sokaklarında herkes bu olayı konuşuyordu “Ta oralardan gelip de bir kişiyi elbet bulur da zavallı Şadıbek ne yapacak? -Ee Alisa o kadınla gidecek mi, karakteri de değişikti” diyorlardı köylüler. 

Yabancı kadın ise Olesya’yı herkese sorup bulamayınca köydeki iki odalı otelde kalmaya karar vermişti. Otel hizmetçisi Burulça yabancı misafirine saygı gösteriyor, üzgün kadına bakıp konuşmaya cesaret de edemiyordu.

- Ukraynalı mısınız? dedi pasaportuna bakarak. -Bize uzaktan pek misafir gelmez, burası çoğunlukla boş kalır.

Kadın kafasını sallayıp sessizce oturdu. Sonra o birden bir şeyi hatırlamış gibi Burulça’ya bakarak:

- Siz buralı mısınız? dedi.

- Çok seneler geçti buraya taşınalı. Ben aslen göl kıyısındanım.

- Bir zamanlar burada Potapenko Mariya adlı bir Ukraynalı kadın yaşamıştı. Belki siz tanırsınız?..

“Olesya’yı arıyorum” diye bütün gün herkese sormanın yanlış olduğunu düşündü. Onu düşününce de aklına başka bir fikir geldi. Olesya hakkında ağzını açmadan öncelikle ablası Mariya’yı araştırmaya başladı. Olesya deyince herkes gözleri büyüyerek bir şeyler düşünüp başını sallayıp hayır diyorlardı. Bazıları hayır böyle bir kız yok bizim köyde diye kadına şüpheyle bakıyorlardı. “Sözler gerçeği gizleyebilir, ama gözler gizleyemez.” Köylülerin gözlerinde bir gerçek olduğunu hissediyordu kadın. Onu hissedince de Olesya’yı bulacağına inanıyor, bazı insanların bilerek bilmiyorum demesine alınıp sinirleniyor, karşısındaki Kırgızları hırpalayacak gibi olsa da kendisini zor tutuyordu. Burulça da onlar gibi mi diye şüpheyle bakıyordu. Ancak tam tersine misafirine saygı göstererek, hiç kötü niyeti olmayan Burulça, ta uzaklardan Şelale’ye çocuğuyla gelip sonra vefat etmiş Mariya hakkında tüm bildiklerini anlattı. Misafir kadın ağladıkça Burulça’nın da gözlerinden yaş geliyordu. Mariya’nın sarışın kızını, köydeki Şadıbek adında birinin evlat edindiğini de söyledi.

Daha sonra Burulça’nın bu yaptığına köyde yaşayanların bazıları kızarken bazıları da: “Ne yapsın o da bir zamanlar yakınlarını bulamamıştı, yabancı kadına acıyarak bildiklerini söylemiştir” diye konuşuyorlardı. Sadece Şadıbek Burulça’ya bir şey demedi. Hatta bir cinayet sırrı açılmış gibi yabancı kadının yanında sessizce oturuyordu.

Bu olay misafir kadın otelde kaldığı günün ertesi sabahı olmuştu. Şadıbek, köyün ortasındaki büyük sokakta evine doğru yürüyen kadını görünce güneşlendiği yerden hemen kalkıp cübbesinin eteklerini düzelterek öfkeyle “-Sonunda gelecekti!” dedi. Sonra ne yapacağını bilemedi. Kendini koyacak yer bulamadı, kapının önünde çaresizce durdu... 

Komşusu Satar, dün yabancı kadın hakkındaki soğuk haberi verince Şadıbek’in kalbi taş gibi donmuştu. Hem “acaba ne zaman gelir, her an gelebilir” korkusuyla endişeleniyor hem de inanamayıp sık sık pencereden bakıyordu.

Ancak gece kimse gelmediği için Allah’a şükür diyordu. Sonra erkenden kalkıp da kimse ağzından kaçırmazsa bulamayıp geri döner dedi. Daha sonra “Ya aptal adam, milletin ağzını nasıl tutarsın, sonunda her şey açıklanır, gizlenen iş kırk yılda bile açığa çıkar” diye kendini suçluyordu. İşte o korkunç olay şimdi karşısında ona doğru geliyordu.

Şadıbek: - Hey Satar, dedi yabancı kadın evine geldiğini görünce telaşlanarak. -Satar gelsene buraya.

Komşusu Satar da ahırın üstünde işini yapıyormuş gibi görünse de iki gözü Şadıbek’in evindeydi. Komşuların dün akşamdan beri planı Alisa’yı yabancı kadınla buluşturmamaktı. Rusça’yı iyi bildiği için kadına cevabını verecek olan Satar’dı. 

Sonra zayıf ve yeşil kabanlı kadın kapıya geldiğinde Şadıbek düşecek gibi titreyip beti benzi attı. Kapı önünde yatan tekerleğe oturdu.

- Kimi arıyorsunuz?

Satar, kadının konuşmasını beklemeden sesini yükselterek kabaca davranıp ileriden gelirken seslendi. Yanakları çökmüş, yüzü buruş buruş adamın bu davranışından çekinmiş gibi kadın konuşamadan suskun bir şekilde durdu.

Alisa ise koridorda duş almış saçlarını tarıyordu. Önce dışarıdaki seslere bir anlam veremedi. Yabancı birisinin sesini duydu, ancak acaba kim diye pencereyi açıp da bakmadı.

İşte böyle birbirini tanımayan ama kandaş iki insanın buluşmasına az kalmıştı. Şadıbek bundan sonra ne olacağından korkarak evinin kapısı üzerine düşecekmiş gibi bakıyor, gözleri ateş gibi kızarıyordu. Zaten olacak işe çare mi vardı. Kapı açıldı ve Alisa dışarı çıktı. Sanki kızın parlayan masmavi gözleri onun kimliğini yabancı kadına söylüyordu.

- Olesya! dedi yabancı kadın. Bir şeyler saçmalayan Satar’a önem bile vermeden Alisa’ya doğru yürüdü. Alisa, gelip kucaklayacak diye düşündü, ama hemen durdu. Alisa, şaşırmış gözleriyle kendine doğru koşan yabancı kadına dikkatle bakıyordu.

Ancak kadın hemen kendine gelerek her şeyi Alisa’ya anlatmak istedi. Bu arada Satar sinirlenerek kadını konuşturmamaya çalışıyordu.

- Siz hanımefendi, istediğiniz gibi eve gelip çocuğunuz sizin mi, değil mi demeye hakkınız yok. Bunun için kanunla konuşacaksınız.

İnsan arayacaksan kanunla ara, yoksa... -Ey Şadıke, dedi Şadıbek’e bağırıp. Ne susuyorsun? Defol desene bu kadına!

Şadıbek Satar’ın özellikle Rusça bağırdığını anladı mı, yoksa anlamadı mı, kendi adını duyunca başını kaldırdı. Sonra sessiz ve üzgün bir şekilde oturdu. Kadın ise Satar’a cevap veremedi, aynı zamanda Alisa’ya da bir şey söyleyemedi. Daha sonra sinirlenen kadın Satar’ın bağırmasına rağmen:

- Ya Allah’ım, sana kimse bir şey anlatmamış mıydı? Sen Olesya’sın benim vefat etmiş ablamın kızısın! Ay canım Olesya, seni ölmeden buldum mu şimdi?!

İçi umut ve öfkeyle dolu kadın, delirmiş gibi ağlıyor, Alisa’nın dizlerinin dibine düşmemek için kendisini zor tutuyordu. Rüya gibi bir olay Alisa’nın içini soğutarak moralini bozmuştu. Karşısında ağlayan kadına bir şey demedi. Sessizce oturan babasına sinirlendi. Böyle bir olayın yaşanacağını hiç düşünmemişti. Bu yüzden sen Olesya’sın... Ablacığım gibi kelimeler aklından aldı, onun gönlünde böyle bir şeylere yer yoktu.

Kim bilir belki bu gürültüyü duyan komşular ve bir de kolhozun başkanı gelmeseydi olay büyüyebilirdi. Başkan geldiğinde önceden bir kelime bile söyleyemeyen Alisa, babasına niye bu kadına bir şey demiyorsun dercesine baktı. Sonra bir şey unutmuş da şimdi hatırlamış gibi ağlayacak duruma geldi, ama hemen dönüp evine girdi. Kızı evine girer girmez atın üstündeki başkana

- Eh canım, bu bizim köyde hükümetin gücü, etkisi var mı?! Ya da sokaktaki herkes birisinin çocuğunu alabilir mi?

Şadıbek kendini kontrol edemiyor, titriyordu. O, kadına sinirlenmişti, ama başkana bağırmak istiyordu, sesi kısıldı.

Her şeyi anlayan başkan attan inip elini Şadıbek’e doğru uzatarak o kadına

-Hanım, böyle bir iş için muhtarlığa gelmeniz lazım. Ya da günümüz böyle sokak sokak dolaşarak insan arama zamanı mı? Bu yaptığınız yanlıştır. Haydi muhtarlığa gidiniz. Satar sen hanıma yolunu göster. 

Böylece Alisa hakkında muhtarlık bürosunda konuşma gerçekleşecekti. İşin aslı böyleydi. Alisa’yı evlat edindiğinde Ukrayna doğum belgesi de onun elindeydi. Ama savaş bittikten sonra da kızı kimse aramadı. Küçücük bebeği kucağına alarak birisinin mutlaka arayıp geleceğini bekledi. Bazen karısına “ne yapacağız, akrabaları gelirse sarışın kızımızı vereceğiz” diye kıs kıs gülüp kendini bu psikolojiye hazırlıyordu. O sırada küçücük Olesya’nın ismini söylemek zor olduğu ve Kırgızca ünlü uyumuna uydurmak için Alisa demişlerdi. Herkes zayıf ve sarışın kızı gördüğünde “Oy bu Şadıbek’in kızı değil mi?” diyerek bir sırrı hatırlamış gibi bakıyorlardı. Sadece bir iki sokak yaramazları e baksana bu kız ne kadar büyümüş diyorlardı. Böyle saçma sapan konuşanlarla Şadıbek hep kavga ederek ağızlarının payını veriyordu.

Alisa okula gideceği zaman Şadıbekova Alisa diye yeni kimlik almıştı. Kızını arayan kimse yoktu. Bir de Alisa, anne babasına saygılı davrandığından Şadıbek’le karısı seviniyor; “Allah’ım bize evlat verdi” diyorlardı. Çünkü onların tek oğlu Ukrayna’da şehit olmuştu. Çok genç olan, iyi ile kötünün farkına bile varamayan, çocukken savaşa gidip şehit olan oğlunun gölgesi gibi Alisa, Şadıbek’in güvendiği tek dağ gibiydi. Ayrıca karısı vefat ettikten sonra her şeyi Alisa’ydı. Ne de olsa bir gün birisi gelip Alisa’yı arayacağından korkuyordu.

Nice seneler geçti. Alisa’nın teyzesinin dediklerine göre kızın babası Potapenko Mihail İsidoroviç’in iki oğlu da savaşta ölmüş.

Muhtarlık bürosunda yabancı kadın ağlayarak Potapenko’nun hüzünlü kaderini ve onun mutlu ailesinin dağıldığına kadar her şeyi bir bir anlattı. Önceden “Alisa Şadıbek’in kızı, ben şahidim” diyerek yalan söyleyen Satar, kadının anlattıklarından sonra sessizce oturdu. Yalan olduğunu bildiği halde nereye kadar mücadele edebilirdi ki? Satar Alisa’nın kim olduğunu herkesten iyi bilir. Bundan dolayı kadına söylediği yalanlardan sonra kendisinden bile nefret etti. Ama ne çare, en yakın komşusu Şadıbek’e kıyamıyor, bu nedenle mücadele ediyordu.

Şadıbek ise “-Ben kendi kızımı tartışacağım diye oraya gelmiyorum” diye evde kalmıştı. Bunun sebebi de gerçekten korkmasıdır belki. Eğer Alisa küçük olsaydı böyle birisi arayıp geldiğinde hiç karşı çıkmazdı. Fakat senelerdir kimse gelmiyordu. Kız büyüyüp yetişkin insan olduktan sonra kızından nasıl ayrılır? Yirmi senedir kucağında büyüten Alisa’sını nasıl da hiç tanımadığı, görmediği birisiyle gönderir?

Bu gibi şeyleri düşünüp sinirleniyordu. Eğer muhtar Alisa senin kızın değil derse, düşünceleriyle mücadeleye hazırlanıyordu. Ama muhtar Şadıbek’in beklemediği haberi göndermiş.

- Alisa kendi kaderini kendi seçer. Eğer o Ukrayna’ya gitmek isterse gider, istemezse kalır demiş. Şadıbek’i muhtarlığa çağırmış. Şadıbek gerçekten de olayı etraflıca düşünerek kendisini hazırlamıştı. Yalnız bu kız kendi isteğiyle benden gidecek mi diye düşünmemişti.

Sonraki haftada Şadıbek Alisa’nın her yaptığını, moralini, çıkardığı seslere varana kadar gizli gizli kontrol ediyordu. Bazen bir şeyi merak ediyormuş gibi düşünceli ve sinirli bazen de yastığa yüzünü koyup ağlamış gibi gözleri şişmiş ve morali bozuk haldeydi. Bir gün neşeli bir gün üzgündü, Alisa. Böyle bir günde Şadıbek kendini iyi hissediyor, hatta geçenlerde gelip giden kadın hakkında boşuna gelmiş zavallı kadın. Sen beni bırakmıyorsun değil mi kızım? diye söylemek istiyordu. Ancak böyle söylemeye cesaret edemiyor, kendini suçlu hissediyordu. Niye, hangi günahı için böyle hissettiğini kendisi de bilmiyordu. Kızının gözlerine bakamıyordu. Alisa işinden gelip eve girdiğinde Şadıbek dışarıya çıkıyordu. Kızı Alisa da çıkarsa Satar’ın evine doğru gidiyordu. Böylece baba ve çocuk arasında kötü bir izlenim oluştu.

Kadın ise muhtarlık bürosunda Alisa’yla baş başa konuştuktan sonra geri dönmüştü. Çünkü Alisa o anda nedense kendini tutamayıp o kadına da başkanın sekreterine sinirli bir şekilde bakmıştı. Sonunda o kalbini kıran sözlere dayanamayıp

- Ben hiçbir yere gitmeyeceğim! deyip kapıdan çıkmıştı. Alisa’nın bu yaptığı başkaları için nasıl bir anlam ifade ediyor bilmiyorum, ama Satar buna seviniyordu. Oradaki olayı Satar koşarak gelip Şadıbak’e anlatmıştı.

- Şake, kızına teşekkür ederim. Kendisi de dik başlı kızdı, sağ olsun! Ben hiç yere gitmem, geri dönebilirsin! dedi o kadına.

Çok sevinen Satar gerçekle yalanı karıştırıp Alisa’nın hiçbir yere gitmeyeceğini söylemişti. O Şadıbek’in işi için kendini bir şey sanıyordu. Bir gün tesadüfen köydeki otele gidip Burulça’yı gördü. Alisa’yı arayan o kadını Şadıbek’in evine Burulça gönderdiğini birisinden duymuştu.

- Ey dili kesilmiş Burulça, herkese bir şeyler uydurup saçmalamışsın? Ya da Şadıbek’in kızına başka baba mı buldun? diye sokakta herkesin duyabileceği şekilde bağırıp çağırdı. Temiz havada bu sesler okula kadar duyulmuştu. Oradan Alisa çıkageldi. Kız yanına geldiğinde Satar hala Burulça’ya bağırıyordu.

-Size ne oldu Satar ağabey dedi Alisa.

-Ne olmuş bana? Şu ağzını kapatamayan Burulça’ya diyorum yalan söylemesin!

Alisa hakkındaki gerçeği söylediği için Burulça kendisini hain gibi hissediyordu. Bu yüzden de bağırıp çağıran Satar’a karşı bir kelime bile söyleyemedi. Herkes benden nefret ediyor diye düşünüyordu. Alisa yanına geldiğinde yerin dibine geçmek istedi.

Alisa bana kızacak şimdi derken “-Burulça ablamın ne suçu var? O da bildiğini söylemiştir. Siz o olayı öğreneceğinize evinize gidip dinlenin.” dedi Satar’a.

Satar, bunu duyduktan sonra ne yapacağını bilemedi. Ya bu kıza baksana, ben bunun için mücadele ediyorum, bunun ise söylediklerine bak! Burulça bildiğini söylemiştir diyor!..

Alisa’ya küstüğünü içine sığdıramadan o gün Şadıbek’e de geldi.

- Şadıke ben Alisa’dan umudumu kestim. Davacı kadına beni bırakıp da şimdi benim hakkında konuşmayınız diyor. Sonra da Burulça Ukraynalı kadına bildiğini söylemiştir diyor.

Yalan söylese bile Satar’ın bu dedikleri Şadıbek’i merak ettiriyordu. Ama sabredip bir şey demedi. Sadece sarhoşmuşsun Satar biraz dinlensene dedi.

Bu günlerde Şelale’de savaşta şehit olanların heykellerini dikiyorlardı. Bizim köy, köy olduğundan beri en büyük olay heykellerin dikilmesi idi. Bu olay okul ile kulübün ortasındaki meydanda gerçekleşiyordu. Şehirden gelen taş ustaları yaptıkları işi kıskanıyor, kimse görmesin diye tahtalarla çevresini kapatmışlardı. Böyle saklasalar da oraya doğru birisi gelince moralleri bozuluyordu. Yaklaşıp tahtanın deliklerinden bakan öğrencilere “-Niye bakıyorsunuz? Öğretmeninize söyleyeceğim”, diye Osmonkul gibi kara sakal ustalar sopasıyla kovalıyorlardı. O yumruğunu göstere göstere içeri girdikten sonra çocuklar geri gelip içeriye girmenin başka yollarını arardı. Ama bugüne kadar hiçbir çocuk tahtanın içerisinde ne olduğunu, harika bir şeyin yapıldığını göremedi.

Bir gün bıyıklı delikanlı sinirlenerek okula geldi:

- Çalışmak mümkün değil, sayın müdür. Eğer çocuklarınızın oraya gelmesine engel olmazsanız biz çalışmayacağız.

Gömleğinin kollarını yukarı bükmüş, kafasında kocaman eski sambreroyla meclis odasına girdiğinde bu delikanlıyı ilk defa görmüştü Alisa. Müdür, taş ustalarını rahatsız eden öğrencilerin işini Alisa’ya vermeseydi o bıyıklı ile tanışmayacaktı.

- Alisa siz bu delikanlıyla gidip yaramaz öğrencileri bulunuz, dedi müdür onun böyle geldiğini hoş görmeden. Dışarıya çıktıktan sonra Alisa: “-Çalıştığınızı öğrenciler görse kötü mü olur? Niye bu kadar gizliyorsunuz?” dedi.

- Siz ders yaparken biz gelip sınıfınıza bakarsa siz ders yapabilecek misiniz? 

- Tamam. Öğretmenin sesini özlerseniz gelebilirsiniz. Ama bu heykelleri dikmek için öğrenciler de üç senedir para toplamıştı, düşünebiliyor musunuz? Bu heykelleri atalarımıza biz dikiyoruz diye biliyorlar.

-Siz bana eğitim bilimlerinden giriş yapmayınız. İnşaat işleri tamamlanmadıkça öğrencileriniz buraya gelmesinler, lütfen. Bize engel oluyorlar.

- Niye engel olur ki, onlar elinizi mi tutuyorlar?

- Öyle değil, ama heykeller tamamlanmadıkça kimse görmemeli anlatabiliyor muyum?

- Bu bir kıskançlıktır. Yoksa hepsini bitirdikten sonra insanları şaşırtmak mı istiyorsunuz?

- O bizim iş...

- Çocukları da düşünmek lazım. Onları hep suçlu olarak görüyorsunuz.

- Demek ki sizden hayır yokmuş. O zaman biz ne yapacağımızı biliriz. Hoşça kalınız!

Sinirlenen usta Alisa’dan cevap bekliyormuş gibi bakıyordu. Sonra hemen dönüp iş yerine gitti.

Ertesi gün Alisa taş işçilerine karşılık vermek istedi. Altıncı sınıfın öğrencilerinden bir grup oluşturarak ustalar dinlenirken yanlarına geldiler. 

- Vay, dedi öğrencilerin yaklaştığını gören taş işçisi tahtanın deliğinden bakarak bize öğretmen başçılığıyla delegasyon geliyor!

-Bakayım.

-O kimmiş?

Ustaların arasında orta yaşlı, şişman adamdan başka hepsi koşarak gelip deliklerden bakıyorlardı.

- Aaa dün bana kendini gösteren kızmış. İntikam almaya geliyor. Cambıl sen çık da bu delegasyona kabaca davran. Çok konuşup saçmalama, ne istediğini sor. Anladın mı kaba davranacaksın! 

Osmonkul böyle derken şakaları seven Cambıl tahtadan dışarı çıkıp Alisa’yla yüz yüz geldi.

O günden itibaren Alisa’nın taş işçileriyle ilişkisi başladı. Başkanının yasaklamasına rağmen Cambıl gibi taş işçileri çocukları içeriye alarak yeni yapılan heykelleri gösterip taşın sırrını ve nasıl bu mesleği edindiklerini anlattılar. 

Bazı çocuklar meraklı gözlerle, “-Biz de böyle meslek sahibi olmak isteriz”, dediler.

Alisa bu olayı okulda meslek seçimini bir ders olarak düzenlemişti. Osmonkul başkana da dalga geçerek teşekkür edip utandırmıştı.

Başkanının böyle alçalması Cambıl’ın hoşuna gitti. Şimdi o Alisa’nın peşinden koşmaya başladı. Akşamları sinemaya ya da partilerde kendi grubunu bırakıp hep Alisa’nın yanında gidiyordu.

- Niye bize gelmiyorsunuz? Yoksa öğrencileriniz mesleğini seçti mi? diye hep soruyordu. Alisa da dalga geçerek “-Sizin mesleğinizi bizim öğrencilerimiz beğenmemişler. Bütün gün taşa vurarak oturuyorlar, bu mu meslek diyorlar.” diyerek güdü. Bu durum Cambıl’ı daha merak ettiriyordu. Bunların hepsi sadece oyun, şakaydı, ama Alisa iki üç kere taş işçilerinin yanından geçti. Maalesef bu sefer de Cambıl karşıladı.

- Senden başkaları benden nefret mi ediyor? dedi Alisa öfkeli bir şekilde.

- Benden başkasının Allah belasını versin. Şehirdeki kadınlara her gün mektup yazarak başının etini yiyorlar.

- Sizin kadınınız öyle mektup yazmıyor mu, ya da cahil mi?

- Ben evli birisine benziyor muyum, Alisa?

- Demek ki onların...

- Bir kadını olsa da iyiydi...

Cambıl yüzünü buruşturarak kendi arkadaşlarından tarafı göstererek bir şey diyecekti, ama tahtanın deliğinden birisi “-Ey biçare, tüm yalanlarını bitirme, biraz da kalsın. Evine gittiğinde karına hangi yalanı söyleyeceksin.” dedi.

Böyle deyince tahtanın arkasındakiler kahkaha attılar. Alisa bu seslerin arasından Osmonkul’un sesini arıyordu. Onun sesine bazen benzetiyor bazen de benzetemiyordu. Çocuk gibi niye gülmedin diye darılıyor, bu küsmesinin bambaşka gönül işi olduğunu bilmiyordu.

Pazar günü heykellerin açılış töreninde söyleyeceklerini kâğıda yazmak istemişti. Ama bir şeyler bulup söylerim diye düşündü. Kolhoz başkanıyla okul müdürü zorlamasaydı konuşmayacaktı. İkisi de aynı cümleyi tekrarladılar.

- Her zaman beni zorluyorsunuz, heykellerin açılış töreninde benim ne işim vardı?

Alisa önce reddetmişti. Gerçekten de okuldaki küçük meclisten muhtarın işine kadar Alisa’yı konuşturuyorlardı.

- Konuşma işini Alisa herkesten iyi yapar, diye köydekiler alışmışlardı.

- Tamam, söyle kızım, bildiğini utanmadan söyle. Günümüzde kâğıda yazıp yazıyı okuyamazsak olmaz, zaman böyledir diye kızına destek çıkıyordu.

Ama bu sefer de kızının konuşacak diye düşünmemişti. Gönlünde düşündüğü babasından gizlediği bir işi var Alisa’nın. Bu işi gerçekleşirse Alisa halkın önünde benim babam Potapenko, ağabeylerim falan filan diyecekmiş gibi geldi. Gerçekten de böyle olursa Şadıbek’in yaptığı babalığı bunca sene verdiği emeği kim düşünür?

Sürekli bunları düşünerek kendisini Olesya konusunda suçlu mu, suçsuz mu olduğunu bilememişti ve başka birisinden de duyamamıştı. Şadıbek Satar’ın söylediklerini düşünüp endişeleniyordu. Eğer onca öğrenci gelmezse belki kısaca bizim gizli dediğimiz olay böyle kalacaktı. Bir gün Şadıbek’in evine savaşta şehit olanların adını soyadını yazacağız diye öğrenciler geldi. Şadıbek bu işlerden pek anlamasa da önce oğlunun adını söyleyip sonra bunu ne yapacaksınız diye şüpheyle sordu.

-Heykellere yazacağız, baba.

-Hmm, deyip Şadıbek düşünceli bir şekilde kalmıştı. Sabaha kadar onu düşünerek ertesi gün muhtarlığa gitmişti.

-Ben bir şeyi kısa düşünerek geldim buraya. Sizler ne dersiniz bilmiyorum, dedi.

-Söyleyin bakalım...

Benim düşündüğüm gibi yaparsanız umarım ki yanlış olmaz. Benim kızımın Ukraynalı babasıyla iki kardeşi savaşta şehit olmuşlar. Arkasında ağlayacak kimsesi olmadığı için unutulmuş zavallılar. Kız olsa da sonuçta bir evlattır. Alisa burada olduğu için şu heykellere de onların ismini eklesek. Millet ne der?

Ne hakkında konuştuğunu anlamayan muhtar “-Bu sadece bizim köydekiler için dikilmiş heykeldi. Millet ne der acaba?”

-Dirisi nerede olursa ölüsünün adı da oradadır Sake. Neyse siz bilirsiniz, ben sadece bir söylemek istemiştim. Ben kıskanmıştım. Ben kıskanmıştım, ama Alisa kim olduğunu öğrendi. Ondan adını gizlemeyeceğim. Kızın teyzesiyim diyen kadın inatçıymış, ülkesine dönmeden şehirde kalıp Alisa’ya mektuplar yolluyormuş.

- Aaa Şadıke, geçen hafta kızınız Balıkçı’ya gitmiş.

- Giderse gitsin. Teyzesi başının etini yiyip rahatsız etmiş galiba. Bakıyorum, bir gün eşyalarını toplayıp yola çıkacak gibi görünüyor. Ya Rabbim, yuvadan kuşunu uçurmak böyle olur diye kalmıştım. Kızım bana bir şey demekte zorlanarak konuşmadan gitmişti. Ama gitmek o kadar da kolay değil, kızım o gün geri döndü. Ya Rabbim, çok şükür dedim! Mutlu ol, eksilme dedim. Ama hala kendimi suçluyorum. Ben kendi oğlumu kaybettikten sonra birisinin çocuğunu davacı gibi kucağıma alarak yanlış mı yaptım acaba? diye düşünüyorum. Tamam dedim sonunda, kızım benim kucağımda büyüsün, ekmeğimi yesin, ama atalarını bırakmasın, unutmasın. Benim teklifimi düşünün.

- Şadıbek’in sonraki gelişinde teklifinizi kabul ettik, dedi başkan. Belki bundan sonra başkan ile müdür Alisa’yı açılış töreninde konuşturmaya çağırmıştır. Belki de onlar Alisa’nın törende konuşmasının bambaşka anlama geleceğini düşünmüştür. Ancak bu Şadıbek’in sinirini bozdu. Senden başka konuşacak kimse yok mu kızım? Herkes çıkıp da konuşacak gibi orası bir meclis salonu değil diyecekti kalemini alıp konuşmasına hazırlanırken. Ama içindekini söyleyemedi. Sonra da boş verdi. Gönlünde ne varsa onu söyle, bana kötü bir niyetin varsa sen bilirsin kızım.

            Eline kalem, kâğıt alıp ne yazacağını bilemedi. Dörtgen beyaz kâğıtta filmlerdeki gibi bombalar patlıyor, ateşler çıkıyordu. Gözüne toprakların uçtuğu sonra yere doğru gelirken askerlerin kolu, bacağı ayrı ayrı başları kanla boyandığını gördü. Kimin kim olduğunu tanıyamadı. Çünkü Alisa babasını da ağabeylerini de görmemişti.

            Böylece geceye kadar oturdu ve yazmaya başladı. Sonra mecliste, törende nasıl konuşulursa öyle devam etti. Cümlelerinin sonuna ünlem koydu. Ortasına, “heykel dediğimiz bir mezarlık değildir, o nesillerimize vatanımızı, milletimizi korumayı hatırlatan duygu, onları eğitecek kutsal şeydir.” dedi. Sonunda da her sene zafer bayramında önüne çiçek koyarak onların bizim için yaptığı kahramanlıklarını unutmayacağız, dedi ve noktayı koydu. Yazdıklarını okuyup beğendi.

Biz şehirdeki Şelaleliler köye ulaştığımızda okul ile kulübün ortasında halk toplanmıştı. Kırmızı kravatlı öğrenciler beyazla kapatılmış heykelin etrafında ellerini tutuşarak duruyordu. Sadece onların tutuştuğu ellerin arası açıktı. Geniş sahada başka boş yer yoktu. İşte bu kalabalıkta birbirini bulamayanlar çoktu. Köy sovyetinin başkanıyla okul müdürü havadan sudan koşuyorlardı. Kolundaki saatine bakarak, kalabalık içinde bugünkü konuşacak insanları arıyordu.

- Kimi kaybettin de bulamıyorsun Sake? dedi birisi.

- Alisa’yı arıyorum, konuşacaktı.

Aaa, konuşacakları arıyorum desene. Alisa konuşmayı bekletmeden gelir, onu merak etme sen başkalarını bul.

Böyle tesadüfen Alisa’nın adını duyduğumda bir zamanlar kaybettiğim değerli insanı bulmuş gibi heyecanlandım. Alisa Alisa diyerek ben de kalabalıktan onu aramaya başladım. Ne kadar çabalasam da onu bulamamıştım. İnsanları iterek 4-5 kere dolaşsam da bulamadım. Sonunda gelmemiş diye üzülmüştüm, ama o kalabalığın içindeymiş.

Öyleye doğru merkezdekiler geldi. Arka arkaya duran arabalardan inerek bize doğru yürüyenler heykelin karşısına geldiğinde kırmızı ipek kurdele çekilmişti.

- Biz çoktan hazır olmuştuk... dedi başkan ilçe başkanının sekreterine beklettiğine sinirlenerek.

- Biraz geç kaldık. Şimdi başlayabilirsiniz.

Başkan kurdeleye doğru adım atarak makası ilçe komisyonu sekreterine uzattı.

- Yok, bu kurdeleyi köyden birisi kesmesi lazım, diye rahatsızlık duydu. 

- Onu da düşünmüştük, Kasım Musaeviç. Kesecek insan çok birisine versem öbürü darılır. Kurdele bir tane. Siz kesiniz...

Başkan böyle deyince sekreter kabul etti. Her mesleğin, kuruluşun temsilcileri ilçe komisyonu sekreterinin arkasından geldiler. Kasım Musayeviç’in elindeki makas çırt etti, kızıl kurdelenin ucu rüzgârda uçtu. Heykelin arkasındaki askerler gökyüzüne ateş ettiler. Bu kadar gürültüyü duymamış köy titriyor, pencereler gıcırdıyordu. Gürültü bittikten sonra beyaz örtüyle kapatılmış heykelleri açtılar.

O an sanki rüzgâr durmuş, gölün dalgalanması kesilmiş gibi geldi bana. Birbiriyle konuşup birbirini arayanlar hemen susarak aynı anda nefes alıp gözlerini aynı noktaya diktiler. Binlerce insan hareket etmeden resim gibi kaldılar. O kadar sessizlikten saatimin kordonuna zır-zır dokunarak atan kan damarlarımı hissediyordum. Orada bir ihtiyar adam sakalını yavaş yavaş okşayarak bir şeyler mırıldanıp âmin dedi. 

            “R-r-r-r-r” etti tüfeğin sesi. Heykele bakıp sessiz düşünen insanlar titreyerek tüfek sesine uyandılar.

            Ben heykelin her tarafına dikkat ederek bakmaya başladım. Dörtgen kaideden yukarıya doğru çıkarak kırmızı granit ağaçlara kadar uzanmış, sanki aşağıdaki bizi büyüleyerek sakinleştirmiş gibi geldi. Oradaki herkes farklı düşünmüştür. Kaidenin üstünde bir askerin ya da bir annenin şekli yoktu...

            Bu heykel güçlü bir ateş gibi yükselmiş sonra taş olarak kalmış gibi ya da kocaman bir yıldırımın sesi gibiydi. Yine bakıyorsun son nefesi, kalbinin son atışı, bağırdığı son sesi gibi... Yoksa bu sesler rüzgâra mı dönüşmüştür... Şimdi benim gördüğüm heykeli şehirde ya da başka köyde görmemiştim. Ona bakınca hemen anlamak mümkün değildi. Önce karşılaşmadığım büyük bir kutsal şeye yaklaştığımı anladım.

            Zaman geçiyordu. Kimin ne yaptığını, kürsüye kâğıdıyla çıkıp ne söylediğine önem vermedim. Ses yankılanarak uzaktan geliyordu.

            Sonra omuzları kulağına kadar gelmiş, çift bastonlu bir ihtiyar geldi. Bu insana halk “ihtiyar Osman” diyordu. Bacağındaki savaş yarası hep acıdığından dışarıya çıkamıyor diye duymuştum. Sadece bugün halk karşısına çıkmıştı. Bugünkü törenden başka düğün, eğlence ve törenler onu yerinden kaldıramamıştı. Bu sebepten de onu görenler önce şaşırdılar, sonra ona bakarak sakinleştiler.

İhtiyar Osman konuşamıyor, sesi boğuluyordu. Sonra kürsüden destek alarak öfkeli bir sesle, “-Halkım, başka ne diyeceğim? Savaş diriyi ölü, ölüyü de ölü yapacak” diyerek ağlamaklı bir şekilde heykelin arkasına geçti.

Sonra tekrar r-r-r-r-r-r-r diye tüfek sesi herkesi titretti. Millet üzgün, herkes bir şeyler düşünüyor, bazıları konuşuyordu.

- Şimdi kim konuşacak, kimin sırası? -Öndeki delikanlı etrafa bakıyordu.

- Şşşş, yaramaz, konuş konuşma ne fark eder? Ya da vefat edenler geri mi döner? Sus da bu mezar taşına dikkat et. Konuşup ne yapacaksın? dedi gözyaşlarını silerek bir baba. O an gerçekten de kürsüde kimse yoktu, herkes üzülüyordu.

            İlçe komisyon sekreteri başta olan grup da yerlerinden hareket etmediler. Biraz sonra sol taraftakiler itişerek birisine yol açıyorlardı. Oradan başına çiçekli başörtülü kız çıkıp heykele yaklaştığında şaşırmaktan gözleri büyüyerek hemen durdu.

            Ben bu hikâyeyi yazacağımda olayı sordum, Alisa durduğunda kaide üzerindeki “Potapenko G. M.”, “Potapenko B. M.”, “Potapenko M. İ.” yazılarını okumuş dedi fark edenler. Belki de babasının ve iki kardeşinin isimlerini okuyup heyecanlanmıştı. Her zaman onları kendinden, kaderinden uzak tutan Alisa, bu sefer kendisinin onlara ait olduğunu anlamıştır. Yoksa duyduğuma göre, Alisa hiç ağlamıyormuş, üzülmüyormuş.

            Ben de gördüğüm gözlere inanamadım. Hemen yüzü bembeyaz bir şekilde iki kolunu sallayarak gözü görmemiş ve kulağı duymamış gibi kürsüye gelip sessizce durdu. Kızın güçsüz halini, bayılacak gibi olduğunu gören kadınlar, “-O kızı tutun, bayılıyor!” diye bağırdı kürsüden tarafa. Sonra o kadın yüzünü örtüsüyle kapatıp ağlayıverdi. Bunları seyreden birçok kadın erkek, yaşlı genç gözyaşlarını tutamadılar. Millet geçmişteki öfke ve üzüntüsü için gözyaşı döküyordu. 

Yüzü bembeyaz olan dudakları titreyen Alisa hala kürsüde duruyordu. Biraz sonra kendine gelip elindeki kâğıdı yüzüne doğru kaldırdı. İşte bu, kendine geldi şimdi konuşmasına başlar diye düşündüm. Kendi kendime mırıldanıp Alisa’ya destek veriyordum. Konuş Alisa, burası yas tutacak yer değil. “Söz gizli duyguları açığa çıkarır, söz insanın kalbini birleştirir.” Düşündüğünü, hazırladığını hepsini söyle. Haydi başla... dedim düşüncemde. O da bunu duymuş gibi kâğıda bakıyordu.

Ama benim çabuk söylesene demem yanlışmış, bunu sonradan anladım. Kim bilir belki de insan kendisi yaşamadan anlayamaz. O gün Alisa’da bir tuhaflık vardı. Konuşamıyor, dudakları titriyordu. Daha sonra göğsündeki sıcak nefes dışarıya çıktı. Ağlayarak kâğıttaki vatandaşlarım, kardeşlerim kelimelerini okuyabildi. Alisa yine ağlıyor, bir ihtiyar adam:

-Yaa, diyerek arkaya döndü “-böyle bir hayat da varmış!” 

Zaman geçiyor, Alisa hala herkesin önünde ağlıyordu. Onun sırtını sıvazlayıp tamam artık ağlama diyecek kimse de yoktu. Meğer bu millet, bu kalabalık Alisa’yla aynı düşünüp beraber üzülüp beraber ağlıyormuş. Alisa belki hayatında hiç görmediği öbür dünyaya giden akrabalarına çocukluk duygusuyla ağlamıştı. Nerede ve kim olursa olsun Potapenkkolar’ın insanları unutmadan taş üzerine adlarını yazmıştı. Yoksa benim diyemediğim başka şey de mi var? Bilmiyorum.  Kısaca milletin o üzülmesinde Alisa’ya acımak, onun kaderine ortak olmak vardı. Burada bir ya da iki insanın yapamadığı gizli ve kutsal bir şey vardı. İşte bu kutsal şeyi tüm Şelaleliler’in anladığına ve beraber olduğuna inandım.

Belki de hayatın her şeyini görmüş, neyin iyi neyin kötü olduğunu anlayan Şadıbek Potapenkolar’ın ismini yazdırdığı kutsallıktır. Şadıbek muradına ermişti. O yavaşça kürsüye geldi ve Alisa’nın kolundan tuttu.

Biraz sonra baba kızın evine doğru yürüdüğünü gördüm. Onlara bakıyorken yanımda birisi:

- Zavallı kız, çok zorlandı. Evine gidip dinlensin.

- Ya zor, bunca seneden sonra akrabalarının haberini duydu. Öte yandan iyi oldu, Şadıbek kızına sahip çıktı. Yoksa kendisi de, kızı da yersiz gibi herkesten saklanıyordu.

- Bundan sonra Alisa hiçbir yere gitmeyecek, Potapenkolar’ın ruhu da bizim Şelale’de kalacaktı!

- Aaa taş işçilerinin başkanıyla Alisa... Evet evet o delikanlı. Şadıbek’lerin arkasından gelen. Bak...

- Evet, Osmonkul.

-Aaa. İyi, iyi birisine benziyor.

Ayrıca bu son cümleyi duyduğumda ilginç bir durum yaşadım. Alisalar’ın gittiği tarafa doğru baktım. Gerçekten de biz geldiğimizde heykelin yanında duran uzun boylu, esmer delikanlı onlarla beraberdi. Önce Şadıbek’in elini öptü sonra da Alisa’yla selamlaştı ve beraber sokakta konuşarak yürüdüler.

Biraz sonra onların gölgesi birleşmiş gibi göründü.

Alisa, çocukluk arkadaşım, Şelale’deki tek mavi gözlü kız. Sen bugün Osmankul ile birleşmişsindir, bugün sen iki millete çocuk olarak yeniden doğmuş gibisin!

Bunları düşündüğüm zaman gönlümde bir şeyin eksildiğini, içimde bir duygu olduğunu ve bu duygunun bana acı verdiğini hissettim. Bu duygu çocukluk yıllarımdan beri Alisa’yı başkalarından kıskanm

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 175. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 175. Sayı