Alkarısı Cin ve Kayıp Kız


 01 Mayıs 2022


Gözlerini açtığında, görkemli ve heybetli Ural Dağları’na doğru yaklaştıklarını görebiliyordu Sayina. Yorgunluktan kılını bile kıpırdatamayacak bir hali vardı. Zavallı atlara üzülmekten alıkoyamıyordu kendini. Nallarının neredeyse çatlayacak olduğunu düşünüyordu. Etrafta, atların nallarının sesinden başka ses yoktu. Sanki araba, bu boş dünya arazisinde tekti, yapayalnızdı. Akıp gidiyordu dağların arasında, ağaçların gölgesinde. Bulutsuz göğün altında, yıldızlar henüz o saatlerden itibaren epeyi belirgindi.

 “Şu yıldızlara bir bak. Tanrı yaratmış lâkin, neden bu kadar mağrurlar?”, diye düşündü. Mağrur yıldızları izlerken başını biraz daha eğip, iki genç atın çektiği iki kişilik küçük tahta bir odanın üzerine atılan perdeleri iyice araladı. Gökyüzünde uçan bir sungur gözlerine ilişti. Kanatlarını açmış, özgürce uçuyordu. Sayina, sungurun en az yıldızlar kadar mağrur olduğunu düşündü. Kanatlarının altında kalan topraklara, kendisi mi hükmediyordu? Gün çoktan batmak için solgun ışıklarını saçmaya başlamıştı. Etrafında oluşan kızıl halkalar gittikçe sararıyordu. Yer yer verimsiz topraklar, yer yer de zengin ağaçlar geliyordu. Bazen de çalılar yolun iki tarafını sarıyordu. İhtişamlı bir bahar tablosunu andıran bu kadar muazzam bir manzarayı uzun süredir görmemişti. Böylece perdeyi kapatıp, yaklaşmakta olan gecenin giz dolu karanlığına doğru salıverdi kendisini. 

Kucağındaki körpeye baktı. Alnına nazik bir öpücük bıraktı. Aykız’ın bembeyaz kundağa sarılı, dışı tüylü, içi ise kalın bir deriden yapılan, elle dikilmiş yeleğin içindeki minik bedeni ne kadar da rahat görünüyordu. Küçücük gözleri derin uykulara dalmıştı. Üzerindeki şarap renginde olan kaftanını düzeltti. Başına taktığı tofunu indirdi. Balıksırtı örgü saçları, tofunu altından başına örttüğü beyaz tül şalın altında kaldı. Bebeğini izleyen gözleri kısılınca, elmacık kemikleri daha çok belirginleşti ve pembe dudağının kenarında bir gülümseme belirdi… Doğum yapalı henüz üç günü bile bulmamışken, Çuvaşya’daki evlerine doğru yola çıkma kararında ne kadar ısrarcı olduğunu hatırlıyordu Sayina. Eşinin Başkurdistan’daki ailesi, loğusalıkta yola çıkmanın ne kadar tehlikeli olduğunu anlatıp dursalar da nafile. Bunları düşünürken içini saran hazin duygu eşliğinde, Başkurdistan çoktan geride kalmıştı bile.

 

Gün tamamen kararmaya başladığında böceklerin dahi sesleri kesilmişti. At arabası iyice ağırlaşmıştı. Belli ki atlar epeyi yorgundu. Çok geçmeden duruverdiklerinde, Sayina, yavrusunu göğsüne sıkıca bastırdı. Mevsimlerden bahardı, hava gündüzleri epeyi güzeldi, lâkin o akşam güzün ıssız ve soğuk akşamlarına benziyordu. Rüzgâr yoktu ama, bir şeyler Sayina’nın yüreğini titretiyordu. 

Perde bir anda aralandı. Eşi Uraz’ın yorgunluktan omuzları düşmüştü. Gözleri uykulu idi. Üzerine giydiği zırh benzeri, toprak renginde bir deri yelek vardı. Kıvrık burunlu ayakkabıları, karanlıkta pek belli olmuyordu. Alnına bağladığı siyah kuşak, gözleri ile aynı renkte idi.

 “Katunum, ileride bir ateş gördüm. Şavkı göğe vuruyor. Ormanın yarısını aydınlatıyor. Konaklama yeri olmalı. Atlar da çok yorgun düştü. Siz de hırpalandınız. Oraya gidip, günün aymasını bekleyelim, bu sayede de biraz dinlenelim”, dedi Uraz. Gözlerinin altındaki çizgiler gerilmişti. Elleri, atın boyunduruğunu tutamayacak kadar yıpranmıştı. Sayina, eşinin bu yerinde teklifine başını evet anlamında sallayarak cevap verdi. Perde yeniden kapandı. İçerisi karanlığa gömüldü… 

Tekrar hareketlendiklerinde, artık ağır adımlarla ilerliyorlardı. Öteden görülen, ormanı şavkıyla mest eden ışıklar, araba yaklaştıkça onlardan uzaklaşıyor gibiydi. Bir, iki, üç… Defalarca aynısı tekrarlanıyordu. Bir labirentin içinde hep yanlış yöne hareket ediyor gibi idiler. Onlar ışığa yaklaşmaya çalıştıkça, ışık onlardan uzaklaşmaya çalışıyordu. Ve hatta kaçıyordu. Deminden beri ağır adımlarla ilerleyen atlar bir anda hızlanınca, bitkin hallerinden eser kalmadı. Sayina, Uraz’ın atlara bağırışını duyduğunda, evladını kucağına bastırdı hemen... Atlar kontrolden çıkmış gibi idiler. Var güçleriyle dört nala koşuyor, arabayı bir sağa bir sola hızla savuruyorlardı. 

Sayina’nın çığlıkları, Aykız’ın nazlı ağlayışınakarıştı. Uraz’ın bağrışma sesi duyuldu ve atlar çılgınca kişneyerek şaha kalktılar… Yıldızlar gözlerden kaybolmuşlardı. Kadifemsi karanlık göğün altında, etraf toz duman olmuştu. Biri bir ışık tutsa, bir yerden ateş yakılsa da gözleri etrafı bulanık da olsa biraz görebilseler… Atlar arabaya bağlı halde yan yana duruyorlardı. İkisi de çok uysaldı. Sayina’nın gözleri eşini arıyordu. Uraz ise, atlardan biraz ötede duruyordu. Yanan fanusu onlara doğru tutuyordu. Sonra Kendisine yaklaşıp elindeki fanusu Sayina’ya doğru uzatıp baktı. “Sayina? Sayina?”, diyerek tekrar ediyordu. Gözleri henüz hiçbir yeri net göremiyordu Sayina’nın. Beyaz tül şalı başında değildi. Ellerinin acı içinde sızladığını hissediyordu. Boynu tutulmuştu ve üzerindeki kaftanı, iki parçaya ayrılan arabanın bir kenarına ilişmişti. Kaftanın astarı ise bacaklarına dolanmıştı. Ayağa kalkmasına engel oluyordu. “Uraz?”, diyebildi nihayetinde. Kucağındaki kalın tüylerle kaplı yeleği açtığında, Aykız, tüylü yeleğin içinde yoktu… Yelek bomboştu. “Uraz! Aykız yok! Aykızım yok!” Titrek sesi korku ile doldu. Gözyaşları tiz çığlıklar içinde akmaya başladı. Uraz, iki kolundan yavaşça tutmaya çalıştı onu. Eteğinin iliştiğini görünce de göğsüne sakladığı çakısını çıkarıp, bir çırpıda kesti. Tam o anda, etraftaki çalılıkların hareketlendiğini gördüler. Orada birileri vardı. “Tanrım!”, diyebildiler hep bir ağızvdan… Birisi çalıların arasında hızla koşuyordu. Kucağındaki beyaz örtü, ay gibi parlıyordu. Bu oydu! Sayina ve Uraz’ın kızları Aykız’dı… Bebeği almış kaçıran kişiyi bir türlü göremiyorlardı. Kısa boylu, habis bir varlığa benziyordu. Henüz onlardan uzaklaşamadan, Uraz yerdeki çakısını aldı ve hızla peşine takıldı. Çalılığa girince, Uraz da peşinden girdi. Ancak biraz ileride gözden kayboldu. Arazide, hışırtı sesleri çok boğuk duyuluyordu. Gittikçe gürleşen ve yükselen çalılar, onu saklıyor olmalıydılar. Ne yapacağını şaşırmıştı ki bir anda çalıların arasında saklanma fikri aklına geldi. Pusuya yatıp, o ufak varlığın yanından geçmesini bekleyecekti. Derin bir sessizlik çöktü, Sayina’nın uzun boyu, çalılıkların arasından görüldü. Ve o an hafif bir hışıltı sesi duyuldu. Uraz da yavaşça ayaklandı. Boyunu geçen çalıların arasında ağırca hareket edip,hışıltıya doğru yaklaştı. Tam o sırada, zifiri karanlıkta, bir şeyin kuyruğunu bastığını hissetti. Çakısını hazırladı. Gördükleri karşısında dili tutulacak gibi idi. Aklına mukayyet olmak için direnip durdu. Ufak, lanet bir varlık, kucağındaki kundakta Aykız’ı kaçırmıştı. Uraz, çakısını hızla ona doğru savurduğunda kulaklarının perdesini tırmıklayan itici bir sesle ağlamaya başladı. “Beni bağışla, beni bağışla! Bebeği sana vereceğim!”, diyordu. Duydukları karşısında çatık kaşları daha çok çatıldı. Alnındaki damarlar belirginleşti. Bebeği ondan hızla aldı ve çakısı ile kuyruğunu kesmeye çalıştı. Ancak o, durmadan yalvarıyordu. “Sizi rahat bırakacağım. Size söz veriyorum. Bebeği ben istemedim. Beni bağışla, beni bağışla!..”, diyerek durmadan yalvarıyordu. Uraz bir anda haline acıdı. Onu bağışlamaya karar verdi. Ve ayaklarını kuyruğunun üzerinden çekip, “eğer bir daha karşımıza çıkarsan, kuyruğunu kesmekle yetinmem, seni ikiye bölerim” diyerek bağırdı Uraz. Işık hızında, çalılıklar ortadan ikiye yarıldı ve küçük cin, gözlerden kayboldu. Uraz arabaya döndüğünde, Sayina’nın hâlâ yerde yattığını gördü. Baygındı. Gördükleri karşısında hayrete düşmüştü. Şaşkınlık içinde Sayina’ya bakıyordu. Az önce çalılıkların arasında gizlenirken, eşinin ayakta olduğunu görebilmişti. Ancak şimdi, yerde yatıyordu ve üstelik de baygındı. Daha fazla oyalanmayıp, Bebeğin kundağını çözdü. Onu beline sıkıca bağladı. Yerde diz çöküp, Sayina’yı ayıltmaya çalıştı. “Sayina? Sayina aç gözlerini” Sayina’nın gözleri bir anda açıldı. Gözbebeklerinde alevler yanıyordu. Gözlerini Uraz’ın gözlerine dikti. İki eli ile, kollarını sıkıca kavradı. “Aykız’ım nerede?”, dediğinde boğuk ve kaba bir ses çıktı boğazından. Uraz’ın bedenini, uzunca kolları ile sıkıca sardı. “Bebeğimi bana ver”, diyerek, Uraz’a daha çok yaklaştı. Bu, Sayina değildi. Uraz’ın sesi, üzerine çöken karabasan gibi idi. Duyulmuyordu… Ne kadar çırpınıp dursa da ondan kurtulamıyordu… Bir an var gücüyle kollarını itip, boğazına yapıştı Uraz. Alkarısı ise, onu bir türlü zaptetmeye çalışıyordu. Kapana kısılmış olduğunun kendisi de farkında idi. Uraz çakısını aldı hemen ve bir eli Alkarısı’nın boğazını sıkarken, bir eli ile de çakısını boğazına dayadı. Kılcal damarları, kızıl kızıldı. Uraz’a karşı ne yapacağını bilemedi ve güneş doğarkenki kuşların tatlı şarkılarından daha güçlü bir ses kullandı. Aldatıcı bir dili vardı. “Ey Uraz, ey Uraz! Beni bağışlar ve Aykız’ı bana verirsen, sana on asil at vereceğim. Henüz güneş görmemiş, boynuna boyunduruk takılmamış, sırtına binilmemiş genç atlar… Dilediğinde katunların en güzeli, dilediğinde yavru bir kısrak olurlar…” “…”, yanıt vermedi Uraz. Alkarısı’nı öldürmek için var gücüyle boğazını ittirip sıktı. “Ey Uraz, Ey Uraz! Dilersen sırtına eyer vurulmamış atlar, dilersen de büyülü katunlar… İki dağın arasında dövülen etlerle yapılmış aşlar, doyum olmaz kımızlar… Dökülürcesine gümüş taslardan…” Gökyüzünde kuvvetli bir şimşek sesi duyuldu… Alkarısı, gözlerini Uraz’dan ayırmadan: “Dilersen altın hançerler, kılıçlar… Ki onlar bin atı bir anda devirir, on bin atlıyı şavkıyla öldürür… Dilersen parıldayan zırhlar, dilersen de iğne iplik değmemiş giysiler…” Uraz’ın sabrı kalmadı. Alkarısı’nın boğazına sürdü çakıyı, çenesinin altından indirip, göğsüne dek yarmaya çalıştı. Alkarısı’nın memnuniyetle sunduğu dileklerine boyun eğmeyeceğini bildi. Bu durum, Alkarısı’nı epeyi sinirlendirdi. Ve tüm ile sirkelenip, çakının düşmesini sağladı. Alkarısı, Uraz’ın beline sıkıca bağladığı bebeği hızla aldı. Ve Uraz’ı metrelerce öteye itip, yerlerde sürükledi. Kayaların arasına girince, iki büklüm oldu Uraz. Biraz daha ötede,Sayina’nın kendisine doğru koştuğunu görebiliyordu. Alnından sızan bir sıcaklık, dudaklarının kenarına süzüldüğünde, sertçe sıktığı dişlerine değip, midesini bulandırmaya yetti. Böylece alnının kanadığını anladı… Sayina hızla gelip yanında diz çöktü. Uraz’ın hâlâ ayık olduğunu gördüğünde üzerindeki zırhını aradı. Çalısı yerinde değildi. Hızla yerinden fırladı Sayina. Arabanın etrafını aradı, çalılıkların arasına bakıp kendisine elverecek bir şeyler aradı, arabanın kopuk tahtalarından bir tahta parçası aradı… Etrafta hiçbir şey bulamıyordu. Ve ayakları, yerdeki çakıya takıldı. Tökezlediğinin farkında dahi olmadan hızla yerden alıp, Aykız’ı kaçıran Alkarısı’nın peşine düştü. Tereddüt dahi etmeden çalılıkların arasına daldı. Ardından yol tekrar boş araziye çıktı. Yeniden çalılıklara daldı ve yeniden boş arazide olduğunu gördü. Alkarısı kendisinden gittikçe uzaklaşıyordu. Sayina koştukça, Alkarısını koruyan ve gizleyen çalılar, kendisini boş araziye itiyordu. Nefes nefese kaldığında, olduğu yerde durdu. Başını kaldırıp, alkarısına baktı. Sol elini havaya kaldırdı ve gözlerinin hizasına getirdi. Sağ kolunun dirseğini göğüs kafesine dayayıp, omuzlarının hizasına çıkardı. Nişan aldı ve çakıyı geriye doğru atıp, öne doğru hızla savurdu. Çalılar çakının önünü kesmeye başladılar. Birlik olup, çakıyı durdurmaya çalıştılar. Lâkin çakı, hepsini paramparça etti. Savruldukça hızlandı, hızlandıkça daha çabuk savruldu. Ve gittikçe uzaklaşan Alkarısı’nın beline, iki omuz kemiğinin tam ortasına isabet etti. Etrafa yayılan tuhaf kokuyu ayırt edemedi Sayina. Hızla çalılıkların arasına daldı ve kızının yanına yetişti. Alkarısı gözlerden kaybolmuştu. Yerde, yoğun ve pis bir sıvının, ayakları altında kaldığını hissetti. Aykız’ı kucağına aldı. Gözyaşlarının kuruduğu yanakları, şefkatle gülümsediğinde titriyordu. Kollarının arasındaki kızı ile birlikte, çalıların arasından döndü. O döndükçe, çalılar eski boylarına dönmeye, çalılar kısaldıkça da gökyüzü aydınlanmaya başladı. Sönük yıldızlar, yeniden parladı…

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 185. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 185. Sayı