HaftanınÇok Okunanları
COŞKUN HALiLOĞLU 1
KEMAL BOZOK 2
HİDAYET ORUÇOV 3
Kardeş Kalemler 4
Emrah Yılmaz 5
BAYAN AKMATOV 6
MARUFJON YOLDAŞEV 7
Avcı tek atışlı tüfeğinden kundağı çıkartarak yağlı bezle durmadan siliyordu. “Kapar’ın kanlı kırması” olarak herkesçe bilinen tüfeğin namlusu o kadar cilalanmış ki çok iyi parlıyordu. Merhum babasının yadigarıydı. Koşalak’ın tepelerinde ava çıkardı babası. Hiç değilse bir tavşanı vurup evine getirmişti bir zamanlarda ve övünerek: “Bu tüfeğin namlusundan bin av çıkar,” demişti. Babası ganimetle döndüğü sırada annesi eteklerini toplar, önüne su testisiyle bakır leğeni koyar ve içine sıcak su dökerdi. “Bu günlerde kazanını kaynatarak taze et yiyen kim var?” diye yüzü beyaz kesilen babası avucuyla su içerek sormuş, annesine dikilerek şöyle demişti: “Söylesene! Şu nimetten mahrum kalan bizleriz herhalde. Millet domates ile hıyar yiyerek geçiniyor.” O, mermi yağdırırım diye dizgini dizine vura vura koşturan babasının atını otlatıyordu. Bozkırda gezinen vahşi hayvanları ahırdaki evcil hayvanlara bakar gibi yaşadı babası ve hiç hayvanları çoğaltmadı. Miras olarak bıraktığı sadece tek bir ev ile beş altı hayvan vardı. Güneş battığı zaman ocak yanında duran lambayı yaktı. Gölgeler evin dört bir köşesine saklandı. Kazanı kaynatan ateş azalmış, ocağın önünde bulunan ılgının biri iki dalını attı ateşe. Taze etin kokusu sardı odayı, bir sıcaklık kucakladı evini. Ocağın dibinde uzanarak babasıyla annesinin büyütülen resimlerine baktı. Lambanın sararan ışığıyla yüzü her zaman beyaz kesilen babasının siması nurlanmış gibiydi. Keskin bakışları yumuşamıştı. “Kurdun yavrusunu vurmadan önce ana ile baba kurdu öldür. Yoksa çobanların otlattıkları hayvanları yok ederler...” der gibiydi. Babasının kurt tuzağına benzer huyunu iyi bilen Kakpar onu hayatında bir kere öfkelendirmiş. Askerlikten döndüğü yıl idi. Yatılı okulda okuyan Hatice’ye, yani şimdiki iki evladının annesine evleneceği zamandı. Millete hava atarak, asker üniformasını çıkartmadan dört beş ay gezinmişti. İşte o havayla… komşu köye at koşturup Hatice’yi ayarladı… Nikah kesildi. Düğün, dürün derken öfkeli sesler yükseldi. Birkaç akrabasıyla birlikte istişare ederken babası: “Dürüne yakalı gömleği hediye edeceğiz,” diye verilecek hediyelerin listesini okudu. “Koca dürüne yakasız elbise olmaz ki zaten?!” dediler gelen misafirler. Elindeki azıcık malıyla yetinen babasının gözlerinden ateş püskürdü. Fakat sessiz kaldı. Sessizliği bozan annesi: “Allah çok versin...” diye mırıldandı. “Pekala, gelinin annesine ne var?” diye herkes meraktan patlıyordu. “Annesine renkli başörtüsü diyorum,” dedi annesi sesini kısarak. “Başörtü de nedir? Hiç olmazsa, yelek giydirin,” dedi Kapar. “Oğlum, sen askerlikten yeni geldin. Bu ince işlere hiç önem verme. Git, işine bak,” diye dayısı seslendi. “Pekala, düğüne ne keseceğiz?” “Lekeli ineğimiz yok mu?” dedi yine anne ile babasını konuşturmadan. “Baban ne der?” dedi dayısı yastığa yaslanarak. “Evlenen ben değil miyim? Niye bunlar organize işlerime karışıyorlar? Adalet nerede?” diye kendisine karar verme hakkı verilmediğinden dolayı sinirlenen Kapar bu kez yine karıştı: “Baba ne bilir?” İşte o anda yüzü beyaz kesilen ihtiyar baba adeta bir ecel meleği gibi yerinden fırladı. O kadar sıkıldı ki, içi içine sığmıyordu: “Lanet olsun! Evlenen sadece sen misin, lan?! Ne bu ya?! Tek ineğimiz keserek yarın gelini mi sağacaksın, söylesene!” Gelen akrabalar ihtiyar babayı teselli ederek “Bunu için kızılır mı? Haaa!” diye boşuna öfkelenmemesini istediler ve sakinleştirdiler za vallı babayı. Lambanın sararan ışığı yüzlerinde oynadığı anne ve babasının resmi duvara dayanarak sanki oğullarına “Oğlum, bak...” der gibiydi. Kapar silahını yeniden topladı ve koridordaki uzun kalın çiviye astı. Kazandaki hazır olmalı, birkaç dakika sonra tabaklara servis edilir. Yarın erken kalkmam gerekiyor, hemen yemeğimi yeyip uzanalım derken dışarıda at kişnedi. Sonra kapı açılarak: “Selamün aleyküm!” diye kısa boylu sarı adam içeriye girdi. “Aleyküm. Hadi gel!” “Kapar abi, ne bu ya?! Tek başına oturuyorsun? Yenge nerede?” diye sarı adam dizlerini kucaklayarak oturdu. “Bizim şu Jetes değil misin? Hoş geldin!” “Seçim için koşturuyorum. Adayları seçin, milletvekili yapalım diye propaganda yapıyorum.” Hatice’ye hem akraba olur hem de dünyada olup biten herşeyden haberdar olan bu adam pek ilginçtir. “Hatice yaramazlar için okula gitti. Selam iletmiş “Ablamın et kavurmasını özledik!” diye. Kazandaki çorbayı istemedikleri belli, geziyorlar.” “Ne zaman gelecekler?” “Dükkana giderler. Belki yarın gelirler.” “Demek abi bugün yalnızsın ha. Kazan ile mutfağın sahibi sensin. Ne güzel!” diye Jetes sofranın başına geçti. “Koyun kellesi de ne?” “Bir kurbanlık idi. Etini kavurup işkembede sakladık. Kellesiyle kaburgalarını hangi dürünüme nasip olur, bilmem? Kazana attım işte. Nasibin kazandadır senin, demek sana nasip oldu. Hadi buyrun!” “Barekallah! Ben de iliğime üşümüştüm. Yaz rüzgarı yavuzu da yıkar derler. Hem şu atımın yürüyüşü de kötü. Midemi boşalttı.” Kaparın elinde bir kelle paça, diğeri ise Je tes’in elinde. “Yahu, abi şuna bak be! Bu koyunda hiç beyin kalmamış ki. Tarladan eve nasıl dönerdi?” diye bembeyaz beynini ağzına götüren Jetes ev sahibine gözlerini kamaştıra bakıyordu. Kapar kaburgayı temizlerken mırıldandı. “Seçim de artık doyurdu be abi,” dedi arkasından çorbayı üfleyerek. Az önceki gibi değil, damağından geçmiyordu. Demek doymuştu. “Sahibeden ile karısı Ağibe milletvekili adayı için mücadele veriyorlar. Sanki düşman toprakları işgal etmiş gibi.” “Yapma ya, haberler sendeymiş.” “Deme ya abi. Kocası Kete sülalesinden çıkan Seysenbay’a destek verdi, karısı ise Tama sülalesinden olan Sarsenbay’a taraftar oldu. Savaş meydanı gibi valla. Dünya küreselleşme sürecine girdi, bunlar hala sülaleden bahsediyorlar... Cahillik işte, ne yapalım?” diye elleriyle yüzünü sıvazladı. Cehalete incinen sofra duasını bile unuttu. “Hangisi galip geldi, kim mağlup oldu?” “Tabi ki, Ağibe. Tama sülalesinden çıkanlar: “Kardeşimizi seçmezsen, sana gün yüzünü göstereceğiz!..” diye… Kadıncağız güçlüydü. Her ne ise, avladın mı birşey?” “Çakallar hayvanlara saldırıyorlar. Bakalım çakalların işine.” “Çakal mı?” “Evet. On senedir Koşalak’ı çakallar saldırıyorlar.” Jetes yaslandığı yerden yuvarlandı. Yastığı girişe doğru fırlattı. “Çakal mı?” dedi yine. Güldü mü, ağladı mı, belli değil. Yüzü morardı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Kapar’ın eğitim gören bu adamla şakalaştığı an, bu andı. Ya korkar, ya da panikleşir. Şu karakteriyle Sahibeden ile Ağibe’yi nasıl kavga ettirmesin ki? “Evet, çakal...” “Allah korusun abi!” diye yaslanacağı yastığı bulamadan kafasını duvara çarptı. “Ay! Ay! Huzur içinde yaşayan milletin milli hazinesine tüfek dayatmak ta nedir abi? Kafa yemiş olmayasın!” Bu laf Kapar’ın yüzünde belirlenen gülümseyi ürküttü: “Ne hazinesi? Hangi zenginlikten bahsediyorsun sen? Kimin o?” Jetes kelime-i şehadeti söyleyememiş gibi mırıldanarak etrafına göz attı. Cebinden bükülen bir kağıdı çıkartarak dizlerin üzerine koydu. “Kalem nerede?” diye aramaya başladı. “Adaylarımı barıştıracağım darken kalemimi de kaybettim. Kapar abi evde kalem var mı?” “Onu ne yapacan lan? Yok öyle birşey. Yerin dibinde karıyla birlikte kardeşimizle mektup mu yazışıyoruz sanki?” “Kalem yani. Cehalet, seni ne edeyim?” diye çaresiz kalan Jetes gözlerinde öfkesi olan ev sahibine dikilerek kafa salladı. “Hey beyefendi! Söyler misin? Ben kimin hazinesine el sokmuşum?” “Çakalları avladığın doğru mu?” “E doğru olsa, ne olur?” “Öyleyse, bu ta Amerika’nın milli hazinesi olarak bilinen hayvandır.” Kapar kah kaha attı. Kah kah! Kurt ile tilkinin ortasında olan bir yaratığa o kadar değer verilmesine bak! Kurt gibi heybetli, tilki gibi kurnaz olmayan, grup halinde dolaşan, ölen hayvanların etlerini yiyen aç ve zayıf bir yaratığa ok harcamak bile yazık… Geçen sene, karın ilk yağdığı gün Koşalak’ın tepesini aşarken derenin dibinden çakalın sesini duymuştu. Dereye doğru inerek bakınca, çakallar yavrularıyla birlikte bir danayı ortalarına almışlar. Her taraftan delirilcesine cıyaklayıp zavallı dananın kuyruğuna yapışmışlar. Çaresiz kalan dana terlemiş vaziyette, gözleri fal taşı gibi açılmış haliyle mücadele veriyordu. Şimdi olmazsa… Atlı adamı gördüğünde çok mu korktu, evvela yere yıkıl dı, sonra yeniden kendini kaybetmiş gibi ayağa kalktı. “Şeytana bak!” diye avcı alelacele iki kere vurdu. Sonra kuyruğunu bağlayarak yerinden kayboldu. Karlı toprakta sürüne sürüne derisi yünden arıldı. Deriler kumaş gibi işlendi… “Pekala, bu zamana kadar ne kadar çakalı korkuttun?” “Sende hiç akıl var mı, lan? O kadar çakalı ben nerden sayayım, kardeşim!” “Ne oldu? Senin çakallarına mı acıdım diye zannetin? Senin ne büyük felakete duçar olduğunu söylemeye çalışıyorum, o kadar,” diye Jetes bükülen kağıdını digger dizinin üzerine koydu. “Cahilmişsin, öyleyse, çakallarını tarihini dinle bakalım. Teknik ile teknolojisi geliştiği için ve insanların nüfusu arttığı için Amerika’nın toprağı daraldı ve çakallar yok olmasın diye Asya ile Afrika kıtalarına göndermişler. Asya ise, şu bizim bulunduğumuz Koşalak.” “E sonra?..” “Ne sonrası? Amerika’daki sorunlar çözüldükten sonra ve buradaki çakalların sayısı çoğaldığında geri isteyecekler. Milli hazinelerini dışarıda bırakacak değiller ya?” “Allah Allah?!” “Ya inanmıyorsun bana. Son on sene içerisinde burada kurt ile tilkiden başka hayvana rastladın mı, söylesene?! Öyleyse, bu kadar cayıklayan çakallar gökyüzünden düşmüş değiller ya?..” “Sahi mi? Şunları yazanlar başka hazine bulamamışlar mı?” “Cehalet işte,” diye Jetes dizlerini vurdu. “Yahu, onlar var ya, çekirgeleri bile milli değer olarak kabul ederler. Çok inceler araştırırlar. Hatta yetiştirirler. Eğer kunduzun derisinden şapka takan, tilkinin derisinden yaka saran birini görürlerse, hemen içeriye atarlar.” “Daha neler?..” “Diri hayvanı öldürdüğü için atarlar. Çünkü onların da yaşama hakkı vardır. Demek bu bir suçtur esasında.” Kapar bu sözlerden sonra rahatsız oldu, panik içine düşmüş gibiydi. Jetes’in dizisindeki kağıda göz attı, kağıt yoktu. Cebine mi soktu, belli değil... Kalemin bulunmaması daha mı iyi oldu acaba, yoksa... Hani Koşalak’ta avı kovalayarak atı terletip tepeden tepeye koşturan ihtiyar babası buna bazen kızardı ya: “İnce derilisin. Tam mücadele vereceğin anda pes ettin. Kırbacıyla dövüşmek yerine korkuya sarılmış zavallı,” diye fırçalardı. Kocasına söz söylemeye cesaret edemeyen annesi ise, “Öküzü enendikten sonra güya gözlerimiz açıldı ya,” diye nazlanırdı. “Hayalin bir gün gerçekleşir inşallah,” der annesinin sözüne kulan asan babası kah kaha gülerek. “Şu it oğlu itin askerlikten döndüğünde hepimize hava atması nerede? Hani cesurdu, hani diriydi bu kopek? Ben onu kastettim…” “Jetes, sen saçmalamıyorsun değil mi? Afrika’ya nasıl gönderirler ya?” diye Kapar sohbetini Koşalak’tan uzak tuttu. “Deme ya… Geçende televizyonda izledim. Zenciler nerdeyse hepsini vurmuşlar. Sonra askerler helikopterlerle gelip yakalıyorlardı.” “Çakalları mı?” “Ne çakalı? Zencilerden söz ediyorum.” “Zavallılar…” “Bir kavmin aksakalını ellerine kelepçe takarak, “Size emanet ettiğimiz milli zenginliğimizi yok ettiniz. Şimdi bizden çok şeyler göreceğiniz var. Köle olarak ne güzelsiniz, ama insan olarak hiçbir değeriniz yok,” dedi ve o aksakalın gözüne bir çarptı ki, kalbim titredi valla…” “O kadar milletin içinden her taşın altında bir ucubenin bulunduğunu uzaklardan nasıl bilmişler?” “Ne yapalım cehalet işte,” diye Jetes cebindenki kağıdı yeniden çıkarttı. “Uzaydan! Senin parmak oynattığına kadar tepeden izleyerek aynadan görüyorlar. Senin her malını sayıyorlar. Baksana! Yoksa o kadar para har cayıp her sene uzaya gemi boşuna mı gönderiyorlar sandın?” Az önce “Uzayda!” dediği anda Jetes’in işaret parmağı hava kaldı. Parmağa göz atınca hala hava kaldığını gördü. Meselenin ciddiyetini yeniden kavrayan Kapar titredi: “Köle olayım, şu parmağını indirsene,” diye yalvardı. “Çakallar sana kurban olsun, hadi yatalım.” Şu baş belasına baksana, insanı ister istemez korkutuyor… “Zamanında dünyaya hükmeden Saddamı bile yılan gibi gizlendiği delikten çıkarabildiklerinde, sen de nice olursun? Helikopterle “Hadi Kapar! Elbiseni giy bakalım! Çakalların gerçek sahibi kim olduğunu hala bilmezmişsin. Elektrik sandalyeye bağlarız seni. Diri diri yan bakım. İşin bitmiştir senin!” diyerek götürseler, n’olacak? Çok şükür halim çok iyi. Henüz gelin olmadan annesiyle babasını dürünlerle kavga ettiren eşi de saçlarını ağartmıştı. Üç evladı da annesinin dediklerine inanır babalarını karşılarına alırlardı. Şimdi baksana... Eşi çakalın iki derisinden birisini Astana’da yaşayan kız kardeşine göndermiş, diğerini ise, paltosunun yakasına diktirmiş... Astana’daki baldızından şu şubat ayında mektup gelmişti. “Çok ama çok değerli Kapar enişteme selamlar...” diyerek başlayan mektupta adeta kan kusuyordu. “Nasipse, eğitimimi tamamladıktan sonra burada kalırım diye düşünüyorum...” der. Niye yerin dibine gitmiyorsun? “Sahi, enişte, bana gönderdiğiniz deriyi aldım. Alev gibi göz önümde yanıyor. Kürkün yakasına diktirdim. Öyle yakıştı ki, anlatamam. Sokakta dolaşan yabancılar bile ellerini değdirmeden, kafalarını sallatmadan geçmiyorlar. Hayret içinde kalıyorlar. Bana nazar değmez bundan sonra. Mümkünse, bir-iki tanesini yine gönderirsiniz. Arkadaşlarıma söz verdim...” Yok canım, daha neler?! Bu ne soysuzluk ya! Astana’da neyin peşinde bu kız? “Koşalak’ta avcı eniştem vardır, çakalları yakalar, böyle yakayı kim ister?” diye millete ilan edip çekirgeye bile insan gözüyle bakan yabancıların önünde hava atıyor demek. Allah canını almasın, şu hatun da birdenbire Kanışken’e kaçmış… Şu it oğlu it te habire kağıdına bir şeyler not etmekle meşgul, boşuna değil herhalde? Amerika’nın gizli ajanı olmasın. Yine bedava can vermek var mıdır? Birkaç soruyla yine kurcalamayı arzuladı: “Jetescim, akıllı çocuğum, bana söyler misin, yani şu çakallara hayvanlarımızı göz göre göre mi verelim ha? Bu mahluk onların zenginliğiyse, şu kurban olan hayvanlar, bizim nafakamız değil mi?” Jetes bir tabak yoğurdu ağzını götürüp yudumladıktan sonra kenara koydu. Sonraki sohbete hazırlıklı gibi kendini dik tuttu: “Dışı boş, içi bok olan hayvanı mı kastediyorsun? Senin hayvanların sana avucunu yalatarak kuyruklarıyla petrolünü çekmiyorlar mı? Petrolünü diyorum! Ey, Kazak oğlu bunu niye düşünmüyorsun?!” Kapar birdenbire irkildi. Altına serdiği yorgana bakıyordu. Kırışmış meğer. Kapının deliğinden midir, yoksa pencerenin çatlak camından mıdır, bir cereyanın olduğunu hissederek üşüdü. Fakat korku duygusunu dindirmek istedi ve: “İhtimal, güçlü bir devlet...” diyerek bu konuya pek ilgisiz olduğunu hissettirmek için lambadaki ışığı bir azalttı. “Tabi ki canım! Onlar bizim gibi mi sanki? Onlar Anayasaya kilitlenmiş milletlerdir. Hani Clinton’u bilirsin değil mi?” diye Jetes işaret parmağını kaldırdı. Yorgana sarılarak uzanan Kapar ise: “Görsem tanırım...” diye fısıldadı. “İşte Beyaz Evdeki olay bilirsin ya, hani bir oruspu kadınla… İsmi neydi ya? M-mo… Ma…” “Marziye,” diye Kapar yorganından kafasını çıkarttı. “Marziye de nereden çıktı? Koyşıbay’ın karısını mı düşünüyorsun?” Kapar gözlerini kapatıp kafasını yorgana sakladı. “Monşak mı, Boncuk mu?” “Ne ise bir delik boncuğun birisi işte. Kurban olayım, koltuk dayandırır mı? Clinton beyefendi işte o kadınla ilişki kurmuş… Onun karısıysa, “Bir eve iki kadın sığmaz, sana kötü günler yaşatacağım” demiş…” Sohbetin konusu çakallardan uzaklaşınca gönlü rahatlayan avcı, uzandığından utandı ve kendini biraz topladı. “Ne büyük skandal olmuş desene!” “Deme ya. O kadın, “Beni ya ikinci karı yaparsın, yada sana ayırdığım zamanım için ödeme yap” diyerek…” “E sonar?” “Clinton karısından utanarak iki derede kaldı. Sonra o kadın “Benim onuruma dokundu, çektiğim az değil, şu kadar para ödemelisin” diye mahkemeye şikayet etti...” “Korkunç!” “Asıl korkunç sonunda. Bu kavgaya millet şahit oldu. Sesler yükseldi. Erkeklerin taraftarları, “Aferin, Clinton! Ne oldu sanki? Az bile…” diye destek verdiler. Kadınlar ise, “Erkek yaparsa, bunu yapar zaten. Hepiniz dişinin peşini bırakmazsınız. Erkeklere ders olsun diye bu başkanı içeriye atmak lazım!” diye inat ettiler. E abiciğim kadınlara ne dersin?” “Pekala yargıladılar mı?” “Kurban olayım, benim sevgili vatandaşlarım! Şu beladan beni kurtarın lütfen!” diye milletin önünde mağdur görünerek yine destek topladı. Sonra paraları o kadına vererek paçasını zor kurtardı.” “Kanun işliyormuş meğer.” “İşlemeseydi, devlet olmazdı. Düşün şimdi, halkının önünde oruspuluk etti nerdeyse, ölecekti. Peki çakalları öldürenleri ne yapsınlar? Şu kadının adı neydi ya? Dilimin ucunda…” Lambanın yağı mı bitti belli değil, ışık sönecek gibi oldu. Yorganın içinde uzanan Kapar’ın düşünceleri dünyanın dört bir yanında geziniyordu. Uyuyor muydu, derin düşünce lere mi daldı belli değildi. “Buldum!” diyen acı acı yükselen ses kulağının pasını çözdü. “Neyi lan?” “Mo-ni-ka!” “Git buradan it oğlu it!” O gece rüya gördü. Saddam Hüseyin’le birlikte Koşalak’ın beyaz kumlarında at koşturuyorlarmış… Ertesi gün alnındaki iz iyice derinlemiş, ağzını zor açıyordu. Vücudu o kadar uyuşmuş ki, yavaş hareket etti. Duvarda asılı olan tüfeğine bakmak istemedi. Jetes sabahın köründe evi terk etmiş. Her ne kadar karları eriten mart ayı gelmiş ise de, dışarısı soğuktu. Ahırdaki birkaç davara ot vermek için dirgeni eline aldı. Hatice: “Ahırı saman otlardan ve pisliklerden iyice temizledim,” demişti. Doğruymuş meğer. Gerçekten de tertemizdi. Hayvanlarına ot verdikten sonra nedense evine girmek istemedi, dışarıda oyalandı. Şeytan gibi damdan düşen şu adama bak! Düşünce dünyasını alt üst etti. Bilmediği belası yok adamın. Yıllar önce “Gorbaçev yaşasın!”, “Perestroyka yaşasın!” diye at koşturup her tarafı zehir zemberek etmişti. Hayvanlarını otlatan millet sanki “Yaşamasın!” der gibi he bire bağırıp sloganlar atmıştı. Gorbaçev gidince Jetes’in eski söylentileri değişti. “Böyle olacağından haberim vardı. Karga pislik bırakmış gibi kafasındaki benini de sevmedim. Eşi Rayısa ise, bizim kızdır, tatardır. O da kocasına hükmetti. Damadımız ise korkaktı. İki arada bir derede kaldı...” diyerek rüzgar gibi esmişti. Dünkü anlattıkları neydi ya… “Küreselleşeceğiz, sınırları yıkacağız, hepimiz kucak kucak sarılacağız...” dedi. Hay Allah, bu it oğlu itin kucağına kim ihtiyaç duyar?.. Her ne kadar falanı “beyaz” desen, o da bir yol bulur eksik yanını bahis eder. “Alkol kullanması iyi değildi, çok utanç verici...” diyerek Eltsin’i de koltuğundan düşürmüştü ya? Cebindeki kağıdı bırakmadan çakalları savundu it oğlu it, demek bir bela gelecek... Danaya saldıran çakalı vurmak istediğinde ise, çakal kurt yada tilki gibi kaçmadı. Hiç hareket etmeden inadına duruyordu ki, kendisiyle “Ne yapabilirsin ki?” diye dalga geçer gibiydi. Sadece kedi gibi “miyav” yaptı. Kapar ise, kendi kendine “Ne demişler “Yolcu yoluna gerek!” diyebilmiş. Arkanda Amerika gibi dayanak devletin varsa, mermiyi kim umursayacak ki? O gün ne olursa olsun bir çakalı vurdu. Derisini süzdü. Etini çöpe atmak istemedi. Köpeğin tabağına attı. Kutjol ismindeki köpeği ise, burnunu ateş koruna dokundurmuş gibi ürperdi. Evden uzaklaşarak kaçtı. Birkaç gün gelmedi. Köpek te olsa, çok değerli hayvan, kötü koku alınca yada birşeyi hissedince evini bile terk etti. Demire gerilen iki çakal derisini atın eyerine bağlayarak Kanişken’e götürdü. Orada kurt derisine altı bin tenge verirler, çakala ise o miktarın yarısı. O da az değildi. Alan kişiler eskisi yoktu. Yine küçük bir deri kokan kulubenin içine girip uzattı. Daha birkaç gün önce deriyi kapmak için el alem buna saldırıyordu. Kulube içindeki adam: “At bunu abiciği!” dedi kendisine arka dönerek. Büyük bir felaketin olacağını hissetti o anda... Allah’ın kulu belayı kendisi bulur. Derileri atmadan evine getirdi ve iyice işletti. Öğleden sonra çay demledi. Birkaç kase çay içti. İçinde kaldı bu çakal olayı. Dışarıya atamıyordu. Sonra: “Allah’tan kork, vazgeçtim!” diyerek mırıldandı ve yüzünü sıvazlayarak ayaklarını uzattı. Uzanınca göz önüne yine tüfeği ilşti. Tam o esnada: “Allah belanı versin! Nerdeyse düşmanımla baş başa kalacaktım. Hatun da gelmedi!” diye yerinden fırladı. Güneş ufuğa doğru kaymış. Ahırda koyun kuzu meleştiler. Peline doyan kuzular susadılar. Kargalar uçuştular. Evin çatısına çıktı. Simsiyah yağ sürülmüş gibi baca vardı. Dumansız baca da garipmiş. Uzanan yola doğru baktı. Uzaktan birşeyin hareket ettiğini gördü. Hatice olmalı evine acele eden. Deriyi paltonun yakasına diktirmişti kadıncağız... Kanişken’de kim sahip çıkar ki? Yazması olan kağıda dayanır. Bebeklerine kadar televizyonun önünde uzanarak yatarlar. Onlara hava atmıştır herhalde... Düşmanları koyunlar gibi memeleştirmiştir. Ölmek istese can ciğerinden tatlı, gömülmek istese toprak taştan daha katı… Of çekerek etrafını izledi. İki çakalın kafası çatı üzerindeydi. Titremeye başladı. Soğuk ter döktü. Kafası zonkluyordu, çocukluk döneminden kalan radyonun anlamsız sesleri kulaklarını çınlatıyordu. “Yaramaz çocuklar çatıya fırlatmışlar,” diye kafasını salladı. Ansızın bakışları bulandı, halsizlik üzerine çöktü. Kendisi topladı ve çakalların kafalarına göz atınca sanki ikisi de onu takip ediyor gibiydi. Ucubeler gibi göz dikmişlerdi. Hatta tırnaklarıyla toprağı kazan gulyabaniler gibi cehenneme doğru sürükleyeceklerdi sanki. “Merak etme Kapar! Afrikalıları götürdüğümüz gibi seni alırız! Miyav, miyav...” der gibiydi. Canı sıkıldı. Sanki medet bekler gibi yolu izledi. Hatice evine acele ediyordu. Paltosunun yakası ateş koru gibi yanarak göze öyle batıyordu ki. Yaka değildi, sanki çakal boyununa sarılarak hiç bırakmıyordu. Gök yüzünde dolaşan kargalar mıydı belli değil, fakat gök yüzünü bulutlar kaplamış gibiydi. Radyo sesi kulakları öyle çınlatmıştı ki, helikopter sesi geliyordu. “Allah Allah!” dedi çaresiz kalan avcı bacaya dayanarak. “Pis çakallar gitsinler Amerika’nın milli zenginlikleri olsunlar. O zaman ben kimim? Devletin zenginliği miyim, yoksa… Biçare gezen sahipsiz birisi miyim? Bu dünyadaki kazancımla, öbür dünyanın imanıyla bir şeyler isteme hakim yok mu? Sağ el hain olsa, sol el imdada koşmaz mı? Bu devlet devlet midir, yoksa hayvanlar ahırı mı, lan?!” Gözleri yaşardı. Batan güneş fani dünyanın güzelliğinden vazgeçmek istemez gibi her tarafı aydınlatıyordu.