Anadolu Çırağı


 01 Aralık 2021



Azerbaycan’ın kendi egemenliğini
korumayı başarabilmesi
için Enver Paşa bazı
çalışmalar yürütüyordu Bu
nedenle kardeşi Nuri Paşa,
ve amcası Halil Paşa’ya Azerbaycan’ın
uluslararası alanda
nüfuzunun yükselmesi
ve onun ulusal ordusunun
güçlenmesi için daha sıkı
bir çalışma yürütüyorlardı.
Azerbaycan’ın kurtuluşu, neredeyse
Enver Paşa’nın aile
meselesi olmuştu.
Öyle ki annesi Ayşe Hanım’ın
genç Enver’e gönderdiği mektupta: “Oğlum
Enver, başladığın işi bitirmeden geri dönersen,
sütümü sana helal etmem,” diye yazmıştı.
Azerbaycan Halk Cumhuriyeti, kardeş Osmanlı
Devleti’nden askerî yardım istediğinde,
Türk Ordusu’nun genç subayı Ahmet Erenoğlu
askerî eğitimini yeni bitirmişti. O, çok
istekli bir şekilde askeri eğitimlere katılıyor,
cepheye gitmek için sabırsızlanıyordu. Askerler
kendi birliklerinin yakın bir zamanda Kafkasya’ya
gideceğini konuşuyorlardı. Askerî
görevde olan Ahmet, Azerbaycan’ın Osmanlı’dan
askerî yardım istemesi haberini büyük
bir sevinçle karşılamıştı. Bu haberi duyduğu
andan itibaren her namaz
kıldığında, Bakü’ye gitmesi
için Allah’a dua ediyordu.
Bakü’nün kâfirlerin işgalinden
kurtarılmasına katılmak,
onun için her şeyden önemliydi.
“Kafkas İslam Ordusu, Bakü’yü
Taşnak-Bolşevik işgalinden
kurtarmak için savaşa
hazırlanıyor,” haberi, onu
çocuklar gibi mutlu etmişti.
Sabırsız bir şekilde yola çıkacağı
günü bekliyordu. Gündüzleri
çeşitli işlerle uğraştığından
zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordu;
ama geceler bir yıl kadar uzun geliyordu
ona… Uykusu arşa çekilmişti sanki… Uykuya
dalmak için karyolasına uzanarak, saatlerce
tavandaki çizgileri sayıyordu…
Ahmet’in babası birkaç yıl Bakü’nün Bibiheybet
petrol rafinerisinde işçi olarak çalışmıştı.
Daha çocukken babasının Bakü hakkında
anlattıklarını hevesle dinliyordu. Azerbaycan’ın
rengârenk doğası, insanların misafirperverliği,
mavi Hazar’ın güzelliği, diğer
bütün duydukları, onun içinde Azerbaycan’a
ve Azerbaycan’da yaşayan soydaşlarına karşı
tükenmez bir sevgi yaratmıştı.


Daha o zamanlardan Bakü’yü görmek isteği
onun için her şeyden önemliydi. Bir zaman
sonra büyüyecek, babası gibi Bakü’ye gidip
orada petrol rafinerisinde çalışıp, kendine
güvenilir arkadaşlar edineceğini düşünüyordu.
Ancak şimdi durum farklıydı. Azerbaycan’a
gitmek ve orada rahat rahat gezip
dolaşmak için önce Bakü’nün düşmanlardan
kurtarılması gerekiyordu.
* * *
Dünya çalkanıyordu adeta... Bu koca dünyayı
sallayanlar, yeryüzünün sahibi olmak isteyen
devletler, sallananlar ise özgürlüğe kavuşmak
isteyen halklardı. Her yerden kanlı haberler
geliyordu. Birinci Dünya Savaşı bitmişti ama
hâlâ kan dökülüyordu. Bakü dâhil olmak üzere
Azerbaycan’ın her yerinden “ah” feryadı
arşa yükseliyordu. Bolşeviklerle birlik olup
Bakü’de, Gence’de, Şamahı’da, Nahcivan’da
barışçıl Müslüman Türkleri toplu şekilde öldüren
milliyetçi Ermeniler, Aras’ın diğer tarafında
yaşayan Asurileri de kendi yanlarına çekerek
bin yıllık Türk şehirlerini ve köylerini talan
ediyorlardı. Tarihe “Cilovluluk Faciası” olarak
geçen bu katliamın yapılmasındaki maksat;
Aras Nehri’nin İran’ın tarafındaki sahili boyunca
bir Hiristiyan toplumu yerleştirmek
ve Azerbaycan coğrafyasını parçalamaktı.
Ermeni millyetçileri, Asurileri sarhoş ederek
kendi katliam hareketlerine katıyor, suçlarına
onları da ortak ediyordu. Sarhoşluğu geçen
Asuriler çoğu zaman yaptıkları işlerin farkında
olmuyorlardı. İnsanlar bunların niyetinin
buradaki Müslümanlardan kurtularak kendilerine
yeni devlet kurmak olduğunu anlamışlardı.
Tebriz, Selmas, Hoy, Urumiye ve Maku’dan
her gün acı dolu haberler geliyordu.
Dünyanın siyasi çalkantısında en çok Azerbaycan
halkı çile çekiyordu. Azerbaycan
Devleti’nin diğer devletlerden bir farkı vardı:
Azerbaycan Devleti’nin toprakları kendi evlatlarının
kanları ile boyanmıştı. Nereye baksan
kan lekesi görünüyordu.
1918’in Mart ayında Azerbaycan halkının
üstündeki bulutlar daha da kararmıştı. Taşnak-
Bolşevik silahlı birlikleri sadece Bakü’de
12 bin silahsız Müslümanı öldürmüşlerdi.
Nahçıvan, Zengezur ve Karabağ’dan her gün
kanlı haberler gelmekteydi. Mayıs ayında
kurulmuş olan Azerbaycan Halk Cumuriyeti
ülkede olağanüstü hal ilan etmişti. Sabahları
adeta gökyüzü boğuluyor, geceleri de yıldızlar
daha da hızlanıyordu sanki... Tıpkı Azerbaycan
halkı gibi gökyüzünü de boğuyorlardı.
Yıldızlar bile düşmandan kaçar gibi hızlı
hareket ediyordu.
Başkentteki durum giderek daha da kötüleşiyordu.
Vahşileşmiş Taşnak-Bolşevik askerî
birlikleri Azerbaycan’ın Müslüman ahalisine
karşı görülmemiş gaddarlıkta zulüm uyguluyorlardı.
Taşnaklar, Azerbaycanlıları toplu şekilde
öldürüyor ve soyuyorlardı. Silahsız Azerbaycanlıların
kendi memleketlerinde sakince
yaşamak için tek ümitleri Allah’tı. Böylesi bir
durumda sadece Allah onlara yardım edebilirdi.
Evet, öyle de oldu... Allah onların imdat çığlığını
duymuş, yakın bir yerde bulunan Türk
Ordusu’nu imdat isteyenlerin yardımına göndermişti.
Artık, Türk Ordusu’dan güzel haberler
alınıyordu. Büyük imparatorluklar, Türk
askerlerinin ayak seslerinden bile korkmaya
başlamışlardı. Türklerin kurtarıcı yaklaşımı sadece
mazlum halkların değil, bölgede özgürlük
ümidi ile yaşayan tüm halkların ümidiydi.
Siyasiler, büyük devletlerin meraklarını cezbeden
Azerbaycan’ın jeo–stratejik konumunu
ve Bakü petrollerinin kaderini gündemden
çıkarmıyorlardı. Dünyanın büyük bir kısmını
ele geçiren İngiliz ordusu, Bakü’yü elinde
tutmak için her şeye razıydı. Bakü’de varlık
göstermek uğruna işgal ettiği toprakların bir
kısmını geri vermeyi bile düşünüyorlardı. Bakü’yü
tamamen kaybetmek İngiliz generallerin
akıllarının ucundan dahi geçirmedikleri
bir şeydi; ama bir şekilde döktükleri kanların
sorumluluğundan kaçmaları gerekirdi. Çünkü
Andranik ve Şaumyan’ın komuta ettiği birlikler,
o kadar korkunç cinayetler işlemişlerdi
ki bu kanlı olaylara kan dökmekten usanmayan
İngiliz generalleri bile şaşakalmıştı.
18 Aralık 1917’de Stepan Şaumyan’ı Kafkasya
Fevkalade Komiserliği’ne tayin eden Lenin,
kaçan Rus askerlerinin silahlarını alarak Bakü’deki
Ermenileri silahlandıran Şaumyan’a
göz yumuyordu. Bu arada Andranik’e bağlı
birlikler Zengezur ahalisini süngüden geçir
miş, Gorusu şehrini kendisine başkent ilan
etmişti.
Durum o kadar vahim bir hal almıştı ki, General
Tomson, Andranik’e mektup yazarak
Zengezur’da kan dökmeyi durdurması emrini
verdi.
Siyah altın sevdasıyla yanıp tutuşan tek devlet
İngiltere değildi... Diğer ülkeler de petrol için
Azerbaycan Türklerinin ve Müslümanların
kanını dökmeye hazırlanıyorlardı. Güçlü devletler
sanki yarış içindeydiler: Kim daha çok
Türk ve Müslümanların kanını akıtabilirdi?
Bolşevik Rusya’sı, Bakü’yü kaybetmeyi kendisi
için siyasi facia olarak nitelendiriyordu. Lenin,
Bakü’yü ele geçirmek için hususi bir kararname
imzalamıştı. Bolşevik Devrimi’nden sonra
Sovyet Rusya’sı, Çar İmparatorluğu’nun uzun
yıllar kolonisi olarak tuttuğu yerleri yeniden
kurtarma kararını vermişti. Lenin: “Bolşevik
Devrimi ile yalnızca beyazı kırmızıya boyayarak
kendi ideolojimizi dünyaya yaymak niyetindeyiz,”
diye yazıyordu.
Onlar sanki Azerbaycan halkını kızıl kana
boyayarak başka yerde yaşadıkları mağlubiyetlerin
intikamını alıyorlardı. Bütün bunlar
yetmezmiş gibi Kafkasya’da oluşan bu siyasî
durum, keyfilik ve usulsüzlük uzun yıllar Azerbaycan
topraklarında kendilerine devlet kurmak
arzusuyla yaşayan Ermeni Taşnaklar için
büyük fırsatlar yaratmıştı. Onlar, Azerbaycan’a
karşı soykırım siyasetini güçlendirmek
için Rusya Bolşevikleri’nden istedikleri yardımı
alıyorlardı. Lenin, Bakü’nün elden çıkması
halinde yakılmasını onaylamıştı. Onun bu
fikri, Ermenileri iyice motive etti.
Taşnak-Bolşevik askeri birliklerin Azerbaycanlılara
karşı yaptıkları vahşiliklerin ardı
arkası kesilmiyordu. Onlar, çocukları diri diri
gömüyor, hamile kadınları çarmıha geriyor,
karınlarını açarak rahimlerindeki bebeklerin
cinsiyetine bakıyorlardı. Erkekler süngüye
geçiriliyor, yaşlıların kulakları, burunları ve
diğer uzuvları kesilerek çirkinleştiriliyor, sırtlarına
kaynar semaver bağlanarak günahsız
insanlara insafsızca işkenceler yapıyorlardı.
Kadınlara yakınlarının gözü önünde tecavüz
ediyorlardı. Bütün bu vahşilikleri yapan
Taşnaklar, bunlara şahit olanların bir kısmını
bilerek öldürmüyorlardı. Onları sağ bırakarak
gördükleri vahşeti başkalarına anlatmalarını,
böylece Azerbaycan’da ve komşu devletlerde
yaşayan Müslüman-Türkler arasında Ermeni
korkusu yaratmak istiyorlardı. Ne yazık ki Ermeniler
bu taktiklerle isteklerine ulaşıyorlardı.
Azerbaycan’ın Müslüman ahalisi Ermeni
kâbusundan kurtulmak için yıllardır yaşadıkları
evlerini terk ediyor, kendi memleketlerinde
mülteci oluyorlardı.
Petrol kokusuna gelenlerin ilk işi, günahsız
Müslümanların kanını dökmek oluyordu; ama
akıtılan kan, rafinerilerden çalınan petrolden
daha fazlaydı.
18 Mart 1918 günü, Bakü’de büyük bir katliam
yaşandı. Azerbaycan’ın her yerinde, giderek
artan Ermeni terörüne karşı halk korumasızdı.
Yapılan bu kütlevi katliamlar bir ay
boyunca davam etti.
Zakafkasya Demokratik Federatif Respublikası
(ZDFR) dahilinde faliyet gösteren Azerbaycan
Hükümeti, Osmanlı Devleti ile 4 Haziran
1918’de Dostluk ve Askerî İşbirliği Anlaşmasını
imzaladı ve bu anlaşma gereğince Osmanlı
Devleti’nden askerî yardım istedi. Aynı
tarihte ZDFR’deki Ermeni ve Gürcü hükümetlerinin
Osmanlı Devleti’ne karşı muharebeye
başlaması talebi, Azerbaycan tarafından kati
olarak reddedildi. Taraflar arasında yapılan
bu ve diger mühim ilişkilere gösterilen mukavemet,
Zakafkasya Demokratik Federatif
Respublikası’nın parçalanmasına sebep oldu.
ZDFR’nin parçalanması ise öncelikle Sovet
Rusyası’nın ilgisini çekti.
Bütün bunlar olurken Nuri Paşa 25 Mayıs
1918’de Gence’ye giderek Kafkas İslam Ordusu’nu
daha önce kurulan Azerbaycan
Milli Ordusu ile entegre etmeye başladı.
Musul’daki birliklerden bazı subayları da
Gence’ye çağırdı. Gelen subaylar işinin ehli
kişilerdi ancak silah ve cephane eksikliği yeni
oluşturulan Kafkas İslam Ordusu’nun önemli
bir eksiğini oluşturuyordu.
Kafkas İslam Ordusu’nun oluşturulması ve
Kazım Karabekir Paşa’nın kumandanlığında,
ülkenin doğu bölgesinde dış irticiya karşı
gösterilen mukavemet, 1915 yılında meydana

gelen Sarıkamış faciasından sonra uzun yıllar
şok halinde olan Osmanlı ve Azerbaycan
Türklerinin geleceğe olan inançlarını artırmıştı.
İnsanların kalbinde yeni bir mücadele
alevi parıldıyordu. Dünyadakı çifte standartlar,
buna bağlı olarak çağdaş Türkiye’ye ve
Azerbaycan’a karşı büyük devletlerin düşmanlık
siyaseti gütmesi her zaman zihinlerde
bir soru yaratmıştı: Acaba Sarıkamış faciası
olmasaydı dünyanın siyasî şekli nasıl olurdu?
Sarıkamış faciası olmasaydı Kafkasların ve
doğu Avrupa’nın şimdiki gerçek sahibi Türkiye
değil miydi? Sarıkamış harekatı bir tarafdan
Türkiye’nin doğu bölgesini dış irticadan
ve buna bağlı olarak hain Ermeni haydutlarını
temizledi. Aslında bu yörük Türk halklarının
kurtuluş mücadelesi sonun başlangıcı
mantığıyla birlik ve kahramanlık belirtileri
tarihe yazıldı.
Osmanlı’nın bütün yerlerinde olduğu gibi
Bakü, Tebriz, Nahçıvan, Semerkant ve diger
bölgeler de dahil olmakla beraber Azerbaycan
halkının seçkin evlatları silaha sarılarak
Sarıkamış harekatına katıldılar.
Sarıkamış faciasını kullanan emperyalist
devletler, Osmanlı Devleti’ni dize getirmek,
topraklarını bölmek ve dünyada Türk hükümdarlığına
son vermek maksadı ile çeşitli yalan
haberler yaymaya başladılar. Basın yoluyla ilk
günler 200 bin, sonra 150, daha sonra 100
bin askerin Sarıkamış’ta şehit olduğu haberini
yayarak halkın moralini bozmaya çalıştılar.
En önemli eksik, ağır makinalı tüfeklerdi.
Çünkü, karşılarında Ermenilerle birlikte hareket
eden Ruslar ve Bakü petrollerine göz koyan
İngilizler vardı. Öyleyse hataya yer yoktu.
Yapılacak en ufak bir hata, binlerce Türk’ün
canına mal olacaktı.
Nihayet hazırlıklar bitti. Cephe gerisinden
gereken istihbarat çalışmaları da tamamlanınca
ileri harekat başladı.
Türk’ün kötü talihi 30 Ekim 1918’de imzalanan
Mondoros Mütarekesi ile yeniden başladı.
Çünkü; antlaşma gereğince Kafkas İslam
Ordusu, Bakü’den çekilerek bölgedeki Türkleri
yalnız bırakınca, Azerbaycan yeniden savunmasız
kalmıştı.
Osmanlı’nın milliyetçi paşası Enver, Kafkasya’daki
durumu görerek kardeşi Nuri Paşa ve
kendisinden küçük amcası Halil Paşa’yı Kafkas
İslam Ordusu’nu kurmakla görevlendirmişiti.
Özetle Enver Paşa’da Azerbaycan’ı kolay kolay
gözden çıkarmayı düşünmüyordu. Azerbaycan’da
Türklere yapılan zulümleri günü
birlik takip ederek kardeşi Nuri Paşa’ya: “Ordumuz,
gerektiğinde ileri harekat için hazır
olsun,” diye emir vermişti.
* * *
Asker arkadaşları, sık sık Ahmet’i kendi kendine
konuşurken yakalıyorlardı; ama onun
düşlerinde düşmana karşı savaşa başladığını
hiç kimse bilmiyordu. Ahmet, Türk kanını
emen Ermeni Taşnak askerlerinden birini esir
almayı çok istiyordu. O, bir Ermeni’ye işkence
çektirmek ya da onu küçük düşürmek niyetinde
değildi. Sadece alçak düşmana iki çift
lafı vardı. Yakasına yapışıp: “Sofrasının artığını
yediğin Türklerden ne istiyorsun? Seni bu
kadar Müslüman-Türk kanı akıtmaya mecbur
eden nedir? Geçmişte sana yapılan iyilikleri
ne çabuk unuttun? Senin kötü niyetlerin sakin
hayatımızı neden bozdu?” demek istiyordu.
Nihayet Türk kumandanlığının emri ilan edilmiş,
Kafkas İslam Ordu’su Bakü’ye doğru ilerlemeye
başlamıştı. Ahmet’in mutluluğu yere
göğe sığmıyordu. Harekete geçecekleri gün
mutluluğunu paylaşmak için annesine bir
mektup yazdı. Mektubunda:
“Anacığım, sen dünyanın en mutlu kadınısın.
Çünkü, sen asker anasısın. Biz askerler vatan
için savaşır, bu yolda ya şehit ya da gazi oluruz.
Şimdi biz Türk Milleti’nin şerefini korumak
uğruna savaş yapmaya hazırlanıyoruz.
Azerbaycan’da Bakü’yü işgal eden ve Müslümanları
katleden Ermenilerden hesap soracağız.
Azerbaycanlı kardeşlerimizi yalnız
bırakmayacağız. Anacığım; sana söz veriyorum.
Bakü’yü düşmandan kurtaracağız. Bu
güzel şehri tekrar Azerbaycanlı kan kardeşlerimize
geri vereceğiz. Sana söz veriyorum:
Bakü’nün kurtarıldığı gün senin yerine bu
toprağı öpeceğim,” diyordu.
Mektubu gönderdiği gece annesini rüyasında
gördü. Annesi çok mutsuzdu. Herhalde

yegane oğlunun bahtı onu çok tedirgin ediyordu.
Rüyasında ana-oğul uzun uzun dertleştiler.
Hatta rüyasında annesi onu cepheye
yolcu etti. Ayrılırken:
–Oğlum, Bakü’de öpeceğin topraktan bir
avuç da bana getir. Onu, rahat uyumaları
için, Anadolu’daki şehitlerimizin mezarlarına
serpeceğim... Biliyorum oğlum; Bakü’nün Ermeni’lerin
eline geçmesi, tüm şehitlerimizin
ruhlarını rahatsız ediyor.
* * *
Taşnaklar Bakü’yü kan gölüne çevirmişlerdi.
Vahşiler her yerde olduğu gibi şehrin Karaşehir1
denilen yerinde de günahsız insanları
süngüden geçiriyorlardı. On-on beş yıl önce
buraya taşınan Ermeniler olaylarda daha aktif
yer alıyorlardı. Eylül ayının 7’sinde Karaşehir’de
yüzlerce ev yakılıp, insanlar öldürüldü;
ancak beklenmedik bir şekilde birdenbire
saldırılar durdu.
Bu sakinlik bir kaç gün sürmüştü ki, Eylülün
14’ü akşamına doğru vahşi Ermeniler yeniden
insanları katletmeye ve soymağa başladılar.
Bu sefer daha çok yağmalamaya başlamışlardı.
İnsanların el ve ayaklarını bağlayarak
odalara kilitliyor, sahipsiz kalan evleri ise
yağmalıyorlardı. Soydukları yetmezmiş gibi
bütün evleri kırıp, döküp dağıtıyorlardı.
Karaşehir’in genç sakinlerinden olan Ahmet
de bir hafta önce Ermenilerin vahşiliklerine
şahit olunca küçük kız kardeşi Fatma’yı onların
eline geçmesin diye bahçedeki çardağa
saklamıştı. Ermenilerden korkuyordu çünkü
onun anne-babasını ve yaşlı ninesini ahırda
yakarak öldürmüşlerdi.
Eylülün 14’ünde duyduğu silah seslerinden
tehlikenin daha büyük olduğunu anlayan
Ahmet, kardeşini başka bir yerde gizlemeyi
düşündü. Gecenin karanlığında komşusu
Mikâil’le beraber Fatma’yı da alarak zeytinliklere
saklanmaya gittiler. Onlar mahalleden
çıkarken, silahlı Ermeniler Müslümanları eski
mazot deposunun karşısında hizaya diziyorlardı.
1 Eskiden Bakü’nün petrol ile kirlenmiş bölgesi olup, Cumhurbaşkanı
İlham Aliyev’in emirleri ile çevre düzenlenmesi
yapıldıktan sonra adı “Akşehir” olarak değiştirilmiştir.
Sabaha karşı bahçenin yukarı tarafından garip
sesler duydular. Mikâil: “Siz burda bekleyin,”
diyerek onlardan ayrıldı. Beş dakika
sonra geri geldi. Meğerse aynı bahçede saklanan
başka insanlar da varmış. Daha çok küçük
kızları saklamak isteyenler, geceleyin birkaç
çukur kazıp, kızları orada gizlemişlerdi.
Ahmet’le Mikâil beraberce bahçenin yukarısına
doğru geri döndüler. Kuyulardan birinin
üstünü açarak Fatma’yı aşağı sarkıttılar ve çalı
çırpı ile kuyunun üstünü örterek gizlediler. İnsanların
yüzündeki korku ve endişe gerçekten
de dehşetli bir manzara oluşturuyordu.
Eski insanlar böyle çukurlar kazarak tuzak
kurup, fil avlıyorlardı. Doğanın en büyük hayvanlarından
olan filler, bu tuzağa düştüklerinde
çığlıkları etrafı sarıyordu. Şimdiyse bu
korkutucu tuzağın içinde Azerbaycanlı kızlar
saklanıyor ve bu korkunç yerde susuyorlardı.
Çünkü onlar için Ermeni süngüsüyle karşılaşmaktan
daha korkutucu bir şey yoktu. En korkutucu
olan ise Taşnakların cinsel tacizlerine
mazur kalmaktı.
Ahmetler Fatma’yı çukura daha yeni koymuşlardı
ki, silah sesleri daha da arttı. Zavallı Fatma’nın
anne ve babasının korkunç ölümünden
haberi yoktu.
Sabahleyin, yaşı büyük çocuklar yakındaki
zeytinlikten kovalarla su getirmişlerdi. Tam bu
anda iki gün önce kocası, iki çocuğu ve annesi
Ermeniler tarafından vahşice öldürülen
komşu gelin Dilek, kucağındaki bebeğiyle ve
sağ elinde tuttuğu demir bardakla komşuları
Sunuz Teyze’ye yaklaşarak:
–Gece çok değişik rüyalar gördüm, diyerek
gözlerini ondan ayırmadan bir yudum su içip
lafına devam etti:
–Annem gelseydi rüyanın anlamını ona sorardım,
dedi.
Gelinin sözlerinden etkilenerek gözleri dolan
Sunuz Teyze bunu bekliyormuş gibi hemen:
–Allah hayır etsin yavrum, önce akar suya anlat,
sonra gel bana söyle, dedi.
Gelin, fısıltılı bir sesle elini aşağıya indirerek
bardağı gösterdi:

–Su değil bu, dedi.
Sonra sözlerini tamamlamaya çalıştı:
–Zifiri karanlık bir yerdeydim. Çok boğunuk
bir hava vardı. Sanki nefesim kesiliyordu. Bedenimden
bir şeylerin akıp gittiğini hissediyordum
ve o bitince sanki ölecektim. Tam bu
sırada karşımda süt gibi bembeyaz bir ışık
belirdi. Aniden her yer nurla doldu sanki. Nurun
yayıldığı bir mumun havada asılı olduğunu
gördüm. Şaşkınlıkla sordum: “Hani, mum
dibine ışık vermezdi?”
İçimi okşayan tatlı bir ses:
“O duyduğun atasözü doğrudur kızım; ama
bu gördüğün Anadolu Çırağı’dır. Onun gövdesi
de ışık saçar.”
O sırada ses mi kesildi yoksa dikkatim çırağın
gövdesine mi kaydı bilmiyorum; ama o sesin
ne dediğini duyamadım.
“Anadolu nedir?” diye sordum.
Sanki benimle alay edeceğinden çekindim.
Utandığım için elimle ağzımı kapattım, dedi.
Gelin uykuda yaptığı gibi eli ile ağzını kapatınca
bardağın içindeki suyun döküldüğünü
farketmeyerek sözlerine devam etti:
–Yine içimi okşayan sesi duydum:
“Anadolu buradan çok uzak; ama insanı size
çok yakındır, aynı kandansınız,” dedi.
–Sonra ses, Anadolu’yla ilgili uzun uzun hikayeler
anlatmaya başladı. Aklımda sadece
yaşlı kadınla ilgili olanı kaldı:
–İhtiyar bir Türk kadını, vatanın bekçileri
olan askerler için ayran hazırlıyormuş. Hiç
kimse o ayranın tadından, lezeetinden doymazmış.
Bir içen bir de istermiş... Kadın da
ayranı koyarken:
“Doldurun yiğitlerim, doldurun Gazilerim!“
“Doldur ana!”
“Doldurun yavrularım!”
“Ana dolu, Ana dolu!..”
Ses, devam etti:
“Bu yerlere o zamandan beri ‘Anadolu’ derler.
Elimdeki çırağın gövdesi de o kahraman
Türk kadınının nefesinin değdiği torpaklardaki
kilden yoğrulmuş saksıdandır,” dedi.
–Dikkatli bakınca çırağın gövdesinin kendisinden
daha çok ışıklı olduğunu gördüm.
Gelin, rüyasını anlatmayı bitirdiğinde Sunuz
Teyze onun akli dengesini kaybettiğini düşündü.
Yine de anlatılanlardan etkilenerek
ağlamaya başlamıştı. Göz yaşlarını silerek:
–Allah duysun bu dediklerini yavrum. Rüyan
gerçek olsun inşallah. Doğru demişler, halkın
dediğinin bir ucu yalan olsa da, bir ucu
doğrudur elbet... Bugünlerde Osmanlı Ordusu’nun
yardıma geleceği kulaktan kulağa
dolaşıyor. Daha yeni Kars’tan da haber geldi.
Kazım Karabekir Paşa Nahçıvan’la Zengezur’a
yardım için ordu topluyor.
Orada bulunan herkes “Anadolu Çırağı” rüyasını
dinlemeye gelmişti. Sunuz Teyze’nin
muhabbetinden sonra oluşan ani bir sessizlik
minik Fatma’nın ince sesiyle bozuldu. Çukurun
dibinden abisine seslendi:
–Nolur annemi de getir! Onu öldürmelerine
izin verme...
Ahmet’in elinde balta, Mikâil’de ise el yapımı
bir hançer vardı. Onlar birbirlerine bakarak
sessizce şehire doğru yöneldiler.
Ermeni Dodo, Dadilyan Ahmet’lerin komşusuydu.
On-on beş yıl önce Ahmet’in dedesi
Dodo’ya ev alana kadar geçici bir barınak
edinmesinde yardımcı olmuştu. Hatta petrol
rafinerilerinden birinde iş de bulmuştu. Dodo
yaşadıkları kerpiçten yapılmış birbirine yanaşık,
alçak tavanlı gecekonduları temizliyor,
işçilerin artığını yiyordu. İki-üç yıl sonra bu
işi beğenmeyerek marangozluğu öğrenmişti.
Dodo, Ermenilerin soyguna başladığı her
seferde Ermenilerle ilişki kurarak komşuları
hakkında bilgi veriyordu. Eylülün 14’ünde de
durum böyleydi. Bu azgın Ermeniler, eli kolu
bağlı Azerbaycanlıların esir tutulduğu mazot
deposuna gelerek komşusuna seslendi:

–Ara2, Kasımcan, sesinizi çıkarmayın. Bunlar
gider gitmez kapınızı açacağım, dedi.
Zavallı Müslümanlar bu sefer de sinsi Ermeni
yalanlarına inanıyorlardı; ama Dodo’nun
gece yarısı deponun dört köşesine petrol
döktüğünü bilmiyorlardı. Zaten mazottan kararmış
depo duvarları bir kıvılcımla alevlenebilirdi.
* * *
Çocuklar mahalleye vardıklarında etrafta silahlı
askerleri gördüler. Ahmet iyi bir haber
alacaklarını hissetti. İlerleyip Mikâil’e:
–Galiba Türk kardeşlerimiz bize yardıma gelmişler.
Çabuk gidelim!..
–Onlar olduğunu nerden biliyorsun?
–Görmüyor musun? Şapkalarından tanıdım.
Ahmetlerin evinin alt sokağında üç tane asker
duruyordu. Onlar düşmandan korunmak
için kendilerine taşlardan kulube tarzı bir yer
yapmışlardı Ahmetler onlara yakınlaştıklarında
askerlerden biri bağırdı:
–Ey delikanlı, hayatınızı kaybetmek mi istiyorsunuz?
Asker onların durmadığını görünce daha
yüksek sesle bağırdı:
–Neden saklanmıyorsunuz?
Ahmet mutlu bir şekilde:
–Gördün mü sana demiştim, gelenler Türkler,
diyerek ilerledi.
Tam bu anda silah sesleri duyuldu. Mermi
adete yağmur olup yağıyordu. Az önceki asker
yine bağırarak:
–Koçum, size yere yatın demedim mi?
Çocuklar hemen yere yattılar Az sonra ikisi
de sırtlarında bir sıcaklık hissediyorlardı. Bu,
Türk askeri Ahmet’in elleriydi. O gençleri kurtarmak
için bayağı bir sürünmüştü. Ahmet,
zorlukla onları çekip yakındaki köşede sakladı:
“Bak buradan bir yere gitmeyin, tamam
2 Ara:Ermenilerin Türklere çağırmak için kullandıkları hitap.
mı?” deyip arkadaşlarının yanına gitmek isterken
küçük Ahmet:
–Asker abi bize yardım et. İnsanları orada depoya
doldurdular, dedi.
Asker titrek bir sesle:
–Kendiniz mi gördünüz?
–Evet... İkimiz de gördük. Biz geceyi dışarıda
–ormanlıkda geçirdik. Kardeşimi Ermenilerin
eline geçmesin diye kuyuya gizledik.
Asker bunları duyunca sinirli bir şekilde dişlerini
gıcırdattı:
–Haydi gidelim. Senin adın ne?
–Ahmet.
–Gerçekten mi? Benim de ismim Ahmet. Demek
adaşız.
Ahmet durumu asker arkadaşına anlatıp geri
döndü. Bir kaç dakika sonra onlar deponun
yanındaydılar, ancak depoda hiç ses yoktu.
Küçük Ahmet deponun kapısına doğru bir
işaret vererek:
– Ahmet abi, kapı orada; ama kilitli. Nasıl
açarız bilmiyorum.
Asker sessizce:
–Sus, sesini çıkarma! Birileri bizi izliyor olabilir.
Belki de düşmanlardan kapıyı bekleyen birisi
vardır.
* * *
Ahmet silahın süngüsüyle deponun arka tarafında
toprağı kazmaya başladı. Yarım saat
sonra depoya girdi. Depo karanlık olduğu
için önce neler olduğunu anlamadı. Karanlığa
alışınca yerdeki eli kolu bağlı insanları
görüp “Allah kahretsin,” diyerek bağırdı. Tam
da bu sırada içerdekilerden biri:
–Dodo birilerini yollamış bizi kurtaracak,
dedi.
İçeride bulunan saf ve yumuşak kalpli Müslümanlar,
kendilerini öldürmek için tuzak kuran
Ermeni’ye inanmaya devam ediyorlardı. İçeri
si gerçekten de çok kalabalıktı. Taşnaklar küçücük
bir alana yetmişten fazla insan kapatmışlardı.
Tel ve iplerle birbirlerine bağlanmış
insanlar korku içindeydiler. Ahmet yardım etmek
için aşağıya eğilerek onları çözmeye çalıştı.
Ancak bu telleri açmak, kemikleşmiş olan
toprağı kazmak kadar zordu. Nihayet bir kişiyi
kurtarabilmişti. Sonra ikinci ve üçüncü kişiler
de kurtuldular. Kurtulanlar diğer insanların
ellerini açmaya başladılar. Bazıları ise baygın
durumdaydı. Aksi gibi ambarın lağım akıtılan
tarafında bulunan insanlar, yaşlılar ve kadınlardı.
Onlar çok zorlanarak lağımdan dışarıya
çıkmayı başardılar.
Ahmet depodaki esirleri kurtararak dışarıya
çıktı. Onun adaşı Ahmet, Mikâil’le beraber
ona çok yardımcı olmuştu. Onlar daha
yeni depodan ayrılmışlardı ki, etrafı alevler
aldı. Birisi etrafa dökülen gazı ateşe vermişti.
Gece hücumlarına çok katılan Ahmet, etrafta
ne Ermeni ne de İngiliz askeri olmadığından
emindi. Tecrübeli bir asker dikkati ile küçük
Ahmet’e:
–Komşularınızın içinde Ermeni var mı? diye
sordu.
Ahmet hemen:
–Evet var, ismi Dodo. Onun Bakü’ye İran’dan
geldiğini babam anlatırdı hep. Zavallı birine
benziyor; ama çok sinsi biridir. İstersen evlerini
gösterebilirim, dedi.
Ahmet önden giderek Dodo’nun evine doğru
ilerledi. Dodo’nun tahta kapısına vardıklarında
yavaşça:
–İşte burası, dedi.
Asker kısık bir sesle:
–Siz burada bekleyin. Ermenilerden her türlü
kötülük beklenir, dedi.
Silahını eline alıp bir saniyede duvardan atlayarak
içeri girdi. Arkasına baktığında adaşının
da geldiğini gördü. O, dış kapının altından
geçerek içeri girmişti.
Avluda kimseler yoktu. Ahmetler bir tarafa çekilerek
içeriyi dinlemeye başladılar. Ev alçak
olsa da çatısı vardı. Ahmet sessizce balkona
çıkarak çatıya tırmandı. Sonra da adaşını yukarı
çekti. Çatının tam ortasında üç kişi kafa
kafaya vermiş fısıldaşarak konuşuyorlardı; ancak
onlardan birinin sesi açıkca duyuluyordu:
–Ne yazık ki geç kaldık. Keşke geceden yaksaydık
depoyu. Ben depoda kimsenin kalmadığını
düşünüyorum.
Deminden beridir onu dinleyenlerden biri:
–Artık ne olduysa oldu. Bir an önce ganimetleri
buradan çıkarmamız lazım, dedi.
Bu söz üzerine oradaki eşyaları alelacele taşımaya
başladılar.
Çatıda bulunan Ahmet bunu bekliyorlarmış
gibi hemen harakete geçti; var gücüyle bağırarak:
–Çabuk eller yukarı! Yoksa hepinizi gebertirim!
İnsanları öldüren, yağlamayan Ermeniler,
aniden duydukları bu ses karşısında şaşkına
dönmüşlerdi. Baskına uğradıklarını anlamışlardı
ama Doda kendini toplayıp zavallı bir
görüntü takınarak hemen yalvarmaya başladı.
O durmadan yalvararak Türk askerinden
imdat istiyor, tehlikeden kaçtıkları için bir
araya geldiklerini anlatarak Ahmet’i inandırmaya
çalışıyordu. Dodo kendisini kurtarmak
için silah arkadaşlarını ele vererek: “Ben yapmıyordum
onlar beni mecbur etdiler,” dedi.
Ahmet ise mağrur bir görüntüyle durup adeta
Ermenilere meydan okuyordu. Küçük Ahmet’e
Ermenilerin silahlarını göstererek:
–Ahmet, bunların silahlarını topla, dedi.
Küçük Ahmet onların silahlarını alıp dışarıya
attı. Tam o anda Ermenilerden biri küçük
Ahmet’i yakalayıp boğmaya başladı. Adaşını
kurtarmak isteyen asker Ahmet Ermenilerin
yanına yaklaşınca sırtından aldığı darbeyle
dengesini kaybetti; ancak yere düşmedi. Bir
şekilde sırtını duvara dayayıp parmağıyla tetiği
çekti.
* * *
Kahraman Türk askeri Ahmet’in her tarafı
kanlar içindeydi. Onun son nefesiydi. Küçük
Ahmet başını onun göğsüne dayayarak bağırdı:

–Ölme!.. Ölme!.. Ben size demiştim ama
Dodo çok sinsi biridir diye... Neden böyle
oldu? Keşke ben ölseydim.
Dodo ve arkadaşları ele geçirdikleri ganimetleri
alarak yola çıktılar. Ancak kaçmak onlara
kısmet olmadı. Onlar yola çıktıklarında Türk
askerleri tarafından yakalandılar.
Mikâil Türk askerlerini çağırmıştı. Askerleri
gören Dodo, yine kurnazlık yapmaya çalıştı.
Birkaç adım ileri çıkarak, elini Ermenilerden
birine uzattı:
–Askeri bu öldürdü, dedi.
İşaret edilen Ermeni deli gibi bağırmaya başladı:
–Yalan söyleme! Onu sen sırtından bıçaklayarak
öldürdün.
Dodo, hafifçe kızardı ama sakinliğini koruyarak
gür bir sesle:
–Bana iftira atıyor. Sorun bakalım, İran’dan
buraya neden gelmiş?..
* * *
Ertesi gün Ahmet’i Bakü’nün yüksek bir tepesinde
bulunan Şehitler Mezarlığı’na gömdüler.
Onunla beraber şehit olan başka askerler
de defnediliyordu. Ahmet, Azerbaycan’ın imdadına
gelip canını feda eden 1136 kahraman
Türk askerinden biri olarak şehitlik mertebesine
yükseldi.
Kafkas İslam Ordusu’nun yüksek rütbeli subayları
da dahil olmak üzere, Azerbaycan’ın
önemli siyasileri de onun cenaze törenine
katılmışlardı. Keder içinde olan bu insanların
gözlerindeki gurur açıkca görünüyordu.
Kahraman Türk Askeri, büyük cesaret sergileyerek,
soydaşlarını kurtarmak için düşmanla
göğüs göğüse çarpışmış, hain düşman tarafından
sırtından vurularak şehit olmuştu.
Ahmet’in şehit olmasından üç gün önce bir
Türk komutanı Nahçivan’da, Şerur bozkırında
Ermeni silahlı birlikleri tarafından haince
vurulduğu haberi Kafkas İslam Ordusu’nu
sarsıtmıştı. Kollarına kara bir bant takan askerler
bu olayda kendilerini suçlu görüyor,
birbirlerinin yüzüne bakamadan ve başlarını
yukarı kaldırmadan “Geçmiş olsun, Vatan sağ
olsun,” diye fısıldıyorlardı. Onun ölüp, ölmediğini
kimse bilmiyordu.
Hain Ermeni mermisiyle sırtından vurulan
Nahçıvan’daki bölge komutanı, kibrit tanesinin
başı büyüklüğündeki şarapnelle kalbinin
hizasından yaralanmıştı; ancak mermi fazla
gitmemişti. Sanki bu merminin daha derine
gitmemesi için içinden bir şey ona güç vermişti:
Bu güç; vatan aşkı, doğduğu toprakların
düşmandan kurtarılması arzusuydu.
Ahmet’in cenazesinin olduğu gün “bölge
komutanının ölümü yendiği” haberi herkesi
mutlu etmişti. Onu Kengerli’nin Şahtahtı Köyü’nden
Hüsnü isimli bir doktor ameliyat ederek,
şarapneli kalp zarından çıkararak hayata
döndürmüştü. Yenilmez kumandan hiç bir
anestezi ilacı olmadan yerli dut votkasıyla
uyuşturularak ameliyat edilmişti.
İki saatten fazla süren ameliyatta çok kan
kaybeden komutan, iki gün bilinci kapalı
kalmıştı. Ona kan vermek isteyenler yalnızca
askerler değil, Nahçıvan ve Vedi’den gelen
binlerce insandı.
SON
Şehitlik mertebesine yükselen Ahmet’i İslami
geleneklere uygun bir şekilde gömdüler.
Askerlerden biri onun cebinden çıkan bir
avuç toprağı alarak onun mezarına yaklaştı.
Ahmet’in komutanı mezarın başındaydı. Asker,
toprağı avucunun içine alarak gözyaşları
içinde onu Ahmet’in cenazesinin üstüne attı.
Tam bu sırada subay Ahmet’in vücudunun
haraket ettiğini düşündü. O Ahmet’in sesini
duydu sanki. Subay “Kalk!” diyerek askeri yanına
çağırmak istedi. Ancak lafını bitiremedi...
Tam bu sırada şehitler mezarlığının girişinde
büyük bir kalabalık vardı. Bu Ahmet’in cenazesi
için gelen Karaşehir ahalisiydi. Kalabalığın
önündeki kadınlar “Vah Yavrum vah!”
diyerek ağlıyorlardı.
Ahmet, defnedildikten sonra bir manga asker
komutanlarının emri ile silahlarını havaya
kaldırdı ve Ahmet’in yaşı kadar yani 23 defa
havaya ateş açtılar. Karaşehirli Ahmet de askeri
elbiseleri giymiş olarak aynı manganın
yanında durmuştu.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 180. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 180. Sayı