Analar Ağlar


 01 Kasım 2024

Kapıyı tıklatır tıklatmaz içeriden seslendi: 

“Giriniz!” 

Sesin sahibi, edebiyat öğretmeni olarak göreve başlayacağım Beyazıt Numune Mektebi’nin müdürü Sadullah Bey’di. Ben içeri adım atar atmaz kıvrak bir hareketle makam koltuğundan kalkıp masanın yan tarafına geldi. Orta yaşın üzerinde gösteren, kırlaşmış gür bıyıklı, gür kaşlı, gür saçlı, sert bakışlı bir adamdı. Hafif kiloluydu ama hareketli olduğu anlaşılıyordu. Ben yaklaşıncaya kadar saygıyla bekledi. Doğrusu benim iki katım kadar yaşa sahip bir insanın beni ayağa kalkarak karşılamasından dolayı biraz mahcup oldum. Çocuklar dâhil herkese saygı gösterir, herkesten saygı görür diye anlatmışlardı. Bunun doğru olduğunu görüyordum. Elimdeki zarfı uzatmadan önce o elini bana uzattı, tokalaştık.

                “Hoş geldiniz evladım. Buyurunuz…”

                “Hoş bulduk efendim. Ben okulunuza edebiyat öğretmeni olarak atandım.”

                Sanırım Sadullah Bey biraz şaşırdı ya da bana öyle geldi. Uzunca bir süre beni anlamak istermiş gibi yüzüme baktı. Bakışlarıyla gözlerimden zihnime ve gönlüme ulaşmak istiyor gibiydi. Belki de ulaştı, okudu, anladı. Sonra beni sert bakışlarıyla tepeden tırnağa inceledi. Hakkımda bir kanaate belki de varamadı. 

“Öğretmenlik tecrübeniz var mı?” diye sordu. 

“Resmî olarak yok.” dedim.

“Fakat bizim okulumuz, adıyla, kadrosuyla, yöntemleriyle sıra dışı bir okuldur.”

Ne demek istediğini anladım. Doğrusu bu benim biraz da zoruma gitti. 

“Biliyorum efendim!” dedim. “Ben de kendimi sıradan bir öğretmen olarak görmüyorum.” 

Bu defa gözlerini kısarak daha bir dikkatle baktı bana. Sonra bakışlarını elimdeki zarfa düşürdü. Acaba haddimi aştım mı diye geçirdim içimden ya da o, “Şuna bak, daha göreve başlamadan haddini aştı.” diye düşünmüş olabilir miydi? Sözlerimi saygısızlık olarak almayacağını umuyordum. Uzattığım zarfı alıp koltuğuna geçerken bana da “Lütfen oturunuz!” dedi. Sesinde ciddiyet var; kırgınlık, kızgınlık yoktu.

Zarfı itina ile açtı, içinden çıkan kâğıdı dikkatle okudu. Sonra başını kaldırıp bana döndü. Beni bir kere daha inceledi. Yüz hatları hafif değişti. Sanki birazcık meraklanmıştı ya da bir şeye hayret etmişti. Sesine açığımı yakalamış gibi bir hava vererek konuştu: 

“Öğretmenlik tecrübem yok demiştiniz!” 

“Resmî olarak yok. Üniversite yıllarımdan beri vekil öğretmen olarak çalıştım efendim.”

“Rahmetli babanızın da teşvikiyle çocukluğunuzdan beri farklı kurumların tarım, spor, binicilik, ilk yardım, hitabet, atıcılık, yüzücülük, ticaret gibi çok farklı alanlardaki yetiştirme çalışmalarına da katılmışsınız. Türk Yurdu Cemiyeti, Hilal-i Ahmer ve çeşitli vakıflar adına başarılı seminerler, kurslar ve hatta konferanslar vermişsiniz. Yaşınızdan büyük işlere kalkışmış ve başarmışsınız.”

“Estağfurullah efendim!” 

“Bütün bunlar ve yıllarca vekil öğretmenlik, tecrübe demektir. Tam benim aradığım öğretmensiniz. Başarılarınızı burada da sürdüreceğinize inanıyorum. Sizi hemen göreve başlatıyorum.”

“Teşekkür ederim efendim. Canla başla çalışacağımdan emin olunuz.”

“Haftaya okullarımız açılıyor. Şimdi gidiniz, yarın tekrar uğrayıp size vereceğim sınıflarla ilgili, program ve talimatları alınız. Hazırlıklarınızı yapınız. Haftaya hep beraber başlarız.”

“Tamam efendim.”

Kalktım. O da kalktı. Kapıya kadar peşimden yürüdü. Çıkmadan önce göz göze geldik. Bir büyüğümün bana karşı bu kadar saygılı olması beni şaşırtıyordu. Mahcup bir memnuniyetle gülümseyerek başımla selamladım.

Okuldan ayrılıp evimizin yolunu tuttuğumda resmen öğretmen olarak göreve başladığım için çok mutluydum. Haftaya da fiilen başlayacaktım. Mutluluğumu canım annemle paylaşmalıydım. Adımlarımı sıklaştırdım. Eve girer girmez lafı hiç dolaştırmadan,

“Ben artık resmen Beyazıt Numune Mektebi muallimiyim.” dedim.

Annem sevinçle sordu:

“Başladın mı?”

“Başladım anne!”

“Hayırlı olsun benim ilk göz ağrım! Çok istiyordun, oldu işte. Neyi çok istersen Allah onu mutlaka verir.”

Öğretmenlik benim babama hasret yaşadığım çocukluk yıllarımdan beri hiç değişmeyen isteğimdi. Annem ve babam bu yolda bana hep destek olmuşlar, başka bir mesleğe yöneltmeye çalışmamışlar, bu isteğimi hep beslemişlerdi. Bahçede komşu çocuklarıyla, evde kardeşlerimle öğretmencilik oynarken babam müfettiş olmuş, bizi şakadan teftiş etmiş, fakat ciddi ciddi bilgilendirmişti. Meslek bilgisine, tecrübelerine dayanarak iyi öğretmen nasıl olur, nasıl yaşar sorularının cevabını ta o yaşlarda kafama yerleştirmişti. Sonraki yıllarda, delikanlılığımda “Madem öğretmen olacaksın, şunları da bilmen; bilmek yetmez uygulaman gerekir!” diyerek öğretmenliği daha ayrıntılı, daha derinlikli anlatmış, vekil öğretmen olarak çalışırken başarılı olmam için elinden geleni yapmıştı. Bu meslekte psikoloji bilmek önemliydi. Çocuk psikolojisi, eğitim psikolojisi ve sosyolojisi, felsefe çok önemliydi. Yöntem ve teknik öğretmenin olmazsa olmazıydı. Öğretmen gereksizi değil gerekli bilgiyi öğretmeliydi. Gerekli bilgiyi anlatarak, yani gevezelik ederek değil yaşatarak öğretmeliydi. Aksi hâlde eğitim gerçekleşmez, bilgi kullanılmaz, öğrenenin sırtında yük olarak kalır, bir süre sonra unutulurdu. 

Babam bütün bunları bana hem anlatmış hem de kitaplarını okutmuştu.

“Baban!” dedi annem. 

Demek ki annem de ani bir kalp kriziyle aramızdan ayrılıveren babamı düşünüyordu. Sanki boğazında bir şey düğümlenmişti. 

“Baban hayatta olsa da bugün sana sarılabilseydi.” dedi boğuk, hıçkırır gibi bir sesle. Gözyaşlarını tutamadı. Sarıldı bana, kapandı göğsüme ağladı. Sadece annem değil hepimiz onu çok özlemiştik.   

                Kapıyı tıklatır tıklatmaz içeriden seslendi: 

“Giriniz!” 

Sesin sahibi, edebiyat öğretmeni olarak göreve başlayacağım Beyazıt Numune Mektebi’nin müdürü Sadullah Bey’di. Ben içeri adım atar atmaz kıvrak bir hareketle makam koltuğundan kalkıp masanın yan tarafına geldi. Orta yaşın üzerinde gösteren, kırlaşmış gür bıyıklı, gür kaşlı, gür saçlı, sert bakışlı bir adamdı. Hafif kiloluydu ama hareketli olduğu anlaşılıyordu. Ben yaklaşıncaya kadar saygıyla bekledi. Doğrusu benim iki katım kadar yaşa sahip bir insanın beni ayağa kalkarak karşılamasından dolayı biraz mahcup oldum. Çocuklar dâhil herkese saygı gösterir, herkesten saygı görür diye anlatmışlardı. Bunun doğru olduğunu görüyordum. Elimdeki zarfı uzatmadan önce o elini bana uzattı, tokalaştık.

                “Hoş geldiniz evladım. Buyurunuz…”

                “Hoş bulduk efendim. Ben okulunuza edebiyat öğretmeni olarak atandım.”

                Sanırım Sadullah Bey biraz şaşırdı ya da bana öyle geldi. Uzunca bir süre beni anlamak istermiş gibi yüzüme baktı. Bakışlarıyla gözlerimden zihnime ve gönlüme ulaşmak istiyor gibiydi. Belki de ulaştı, okudu, anladı. Sonra beni sert bakışlarıyla tepeden tırnağa inceledi. Hakkımda bir kanaate belki de varamadı.  

“Öğretmenlik tecrübeniz var mı?” diye sordu. 

“Resmî olarak yok.” dedim.

“Fakat bizim okulumuz, adıyla, kadrosuyla, yöntemleriyle sıra dışı bir okuldur.”

Ne demek istediğini anladım. Doğrusu bu benim biraz da zoruma gitti.   

“Biliyorum efendim!” dedim. “Ben de kendimi sıradan bir öğretmen olarak görmüyorum.” 

Bu defa gözlerini kısarak daha bir dikkatle baktı bana. Sonra bakışlarını elimdeki zarfa düşürdü. Acaba haddimi aştım mı diye geçirdim içimden ya da o, “Şuna bak, daha göreve başlamadan haddini aştı.” diye düşünmüş olabilir miydi? Sözlerimi saygısızlık olarak almayacağını umuyordum. Uzattığım zarfı alıp koltuğuna geçerken bana da “Lütfen oturunuz!” dedi. Sesinde ciddiyet var; kırgınlık, kızgınlık yoktu.

Zarfı itina ile açtı, içinden çıkan kâğıdı dikkatle okudu. Sonra başını kaldırıp bana döndü. Beni bir kere daha inceledi. Yüz hatları hafif değişti. Sanki birazcık meraklanmıştı ya da bir şeye hayret etmişti. Sesine açığımı yakalamış gibi bir hava vererek konuştu: 

“Öğretmenlik tecrübem yok demiştiniz!” 

“Resmî olarak yok. Üniversite yıllarımdan beri vekil öğretmen olarak çalıştım efendim.”

“Rahmetli babanızın da teşvikiyle çocukluğunuzdan beri farklı kurumların tarım, spor, binicilik, ilk yardım, hitabet, atıcılık, yüzücülük, ticaret gibi çok farklı alanlardaki yetiştirme çalışmalarına da katılmışsınız. Türk Yurdu Cemiyeti, Hilal-i Ahmer ve çeşitli vakıflar adına başarılı seminerler, kurslar ve hatta konferanslar vermişsiniz. Yaşınızdan büyük işlere kalkışmış ve başarmışsınız.”

“Estağfurullah efendim!” 

“Bütün bunlar ve yıllarca vekil öğretmenlik, tecrübe demektir. Tam benim aradığım öğretmensiniz. Başarılarınızı burada da sürdüreceğinize inanıyorum. Sizi hemen göreve başlatıyorum.”

“Teşekkür ederim efendim. Canla başla çalışacağımdan emin olunuz.”

“Haftaya okullarımız açılıyor. Şimdi gidiniz, yarın tekrar uğrayıp size vereceğim sınıflarla ilgili, program ve talimatları alınız. Hazırlıklarınızı yapınız. Haftaya hep beraber başlarız.”

“Tamam efendim.”

Kalktım. O da kalktı. Kapıya kadar peşimden yürüdü. Çıkmadan önce göz göze geldik. Bir büyüğümün bana karşı bu kadar saygılı olması beni şaşırtıyordu. Mahcup bir memnuniyetle gülümseyerek başımla selamladım.

Okuldan ayrılıp evimizin yolunu tuttuğumda resmen öğretmen olarak göreve başladığım için çok mutluydum. Haftaya da fiilen başlayacaktım. Mutluluğumu canım annemle paylaşmalıydım. Adımlarımı sıklaştırdım. Eve girer girmez lafı hiç dolaştırmadan,

“Ben artık resmen Beyazıt Numune Mektebi muallimiyim.” dedim.

Annem sevinçle sordu:

“Başladın mı?”

“Başladım anne!”

“Hayırlı olsun benim ilk göz ağrım! Çok istiyordun, oldu işte. Neyi çok istersen Allah onu mutlaka verir.”

Öğretmenlik benim babama hasret yaşadığım çocukluk yıllarımdan beri hiç değişmeyen isteğimdi. Annem ve babam bu yolda bana hep destek olmuşlar, başka bir mesleğe yöneltmeye çalışmamışlar, bu isteğimi hep beslemişlerdi. Bahçede komşu çocuklarıyla, evde kardeşlerimle öğretmencilik oynarken babam müfettiş olmuş, bizi şakadan teftiş etmiş, fakat ciddi ciddi bilgilendirmişti. Meslek bilgisine, tecrübelerine dayanarak iyi öğretmen nasıl olur, nasıl yaşar sorularının cevabını ta o yaşlarda kafama yerleştirmişti. Sonraki yıllarda, delikanlılığımda “Madem öğretmen olacaksın, şunları da bilmen; bilmek yetmez uygulaman gerekir!” diyerek öğretmenliği daha ayrıntılı, daha derinlikli anlatmış, vekil öğretmen olarak çalışırken başarılı olmam için elinden geleni yapmıştı. Bu meslekte psikoloji bilmek önemliydi. Çocuk psikolojisi, eğitim psikolojisi ve sosyolojisi, felsefe çok önemliydi. Yöntem ve teknik öğretmenin olmazsa olmazıydı. Öğretmen gereksizi değil gerekli bilgiyi öğretmeliydi. Gerekli bilgiyi anlatarak, yani gevezelik ederek değil yaşatarak öğretmeliydi. Aksi hâlde eğitim gerçekleşmez, bilgi kullanılmaz, öğrenenin sırtında yük olarak kalır, bir süre sonra unutulurdu. 

Babam bütün bunları bana hem anlatmış hem de kitaplarını okutmuştu.

“Baban!” dedi annem. 

Demek ki annem de ani bir kalp kriziyle aramızdan ayrılıveren babamı düşünüyordu. Sanki boğazında bir şey düğümlenmişti. 

“Baban hayatta olsa da bugün sana sarılabilseydi.” dedi boğuk, hıçkırır gibi bir sesle. Gözyaşlarını tutamadı. Sarıldı bana, kapandı göğsüme ağladı. Sadece annem değil hepimiz onu çok özlemiştik.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 215. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 215. Sayı