Anar Nesrinin Nazar Boncuğu


 01 Mart 2015


“Varlığı, hayatı, kâinatı, dünyayı yalnızca mantıkla izah etmenin imkânsız olduğunu anladım. İnsanı anlamak ise asla mümkün değil…” Anar Hayatı boyunca insanı anlamaya ve onun çeşitli yönlerini, karakterini çözümlemeğe, göstermeğe çalışan yazarın, “Nazar Boncuğu” adlı kısa romanından yukarıda verdiğim iki cümlelik düşüncesini okuduğumda irkildim. İnsanı anlamak gerçekten de imkânsız mı? Benim düşünceme göre edebiyata ikinci ad olarak “insan bilirlik” diyebiliriz. Konu da asıl edebî anlayıştır elbette. İnsanı ne psikoloji, ne sosyoloji, ne de felsefenin yardımı ile edebiyat kadar irdeleyebilirsiniz. Diğer bilim dalları insanı kesin ölçüler, şablonlar ve belirli kalıplar içinde irdeliyorsa, edebiyat onu çeşitli durumlar oluşturarak   daha farklı yollarla izaha çalışıyor. Edebiyatın okuyucuya estetik zevk vermesi de konuyu daha iyi kavramaya yardımcı oluyor. Yazar, “Nazar Boncuğu” adlı eserinin başında Alman filozofu Nietzsche’den şu alıntıyı yapıyor: “Sanat bize, gerçeğin bizleri yok etmemesi için verilmiş…” Nietzche, 19 yüzyılda yaşamış olsa da yaşadığımız dönemde Anar Beyin yeni eserini okuduğumuzda onun dile getirdiği sözlerin ne kadar doğru ve yerinde söylenmesinden dolayı hayrete kapılıyoruz. Yazarın sanat anlayışına göz atarak kendi kendime, “bu düşünce onun asıl gayesidir” diye düşünüyorum. Hakikatleri, gerçek anlamda edebî bir değer olarak ve okuyucunun sıkıp suyunu çıkarmamasını göz önünde bulundurarak dile getirmelisiniz. Bana göre Anar’ın bir tek   kahramanı vardır, insan! Onun sanat anlayışındaki yöntemler, tasvirler, olaylar yalnızca insanı, yani kahramanı ifade etmeğe yarayan objelerdir. Yazarın ilk gençlik döneminden başlayarak şimdiye kadar yazdığı eserlerde kahramanına her seferinde başka bir isim takıyor, onu defalarca denemelere tabi tutarak hayatın türlü durumları ile karşı karşıya getiriyor. Kahramanını gurbete yolluyor, vatansız bırakıyor, ölümle yüz yüze getiriyor, bazen mutsuzluk, bazen de mutlulukla karşılaştırıyor… Bunları hem insanı anlamak için, hem de biz okurlarına bir şeyler anlatmak gayesiyle yapıyor. Yazar aynı zamanda kendi sanat dünyasında yarattığı kahramanının tarafını tutuyor. Kahramanını öylesine gerçek bir tonda gösteriyor ki, olayların gidişatı bazen yazarın kontrolünden bile çıkıyor. Bir okuru olarak bazı anlarda yazarın hayrete düştüğü duygularını duyabiliyorum. Yazarın eserlerinde beklenmeyen son ve bitimde birçok konunun gizemini korumasının asıl sebebi bana göre budur. … Ancak, bütün bunlara rağmen yazarın kendi kahramanını hürriyetine kavuşturması, onu tasvir etmekten ziyade gözlemlemesi, Anar’ın kendine has sert kanunlarının olduğunu gösteriyor. İnsanın olumsuz ve olumlu yönlerini bir bütün hâlinde göstermek, her şahsı kendi diliyle konuşturmak, okuru bir bekleyiş psikolojisine yöneltmek ve genelde onun hayret etmesini sağlamak, bazen de şaşırtmak, en önemlisi ise sürekli olarak onun düşünmesini sağlamak Yazar’ın edebî anlayışıdır. Nazar Boncuğu adlı eserini henüz yayımlanmadan okuduğumda onun üslubunu her cümlesinde duyuyordum. Eser çağdaş olmakla birlikte son derece orijinal bir karaktere sahiptir, bu aynı zamanda Anar’ın edebî anlayışının kendine has bir devamı niteliğindedir. Yazar bu eserinde de kendi kanunlarına sadık kalmış, kahramanını hem hürriyetine kavuşturmuş, hem de bütün teferruatları kendine has dakikliği ile gergef gibi işlemiştir. Eser ilk bakışta “kötü nazar” ve onun neden olduğu problemlerle ilgili olduğu intibaını uyandırıyor. Doğal olarak kötü nazarın olup olmaması konusu tartışmalı olsa da bazıları inanıyor, bazıları ise inanmıyor. Ancak eserde nazar boncuğu da, kötü nazar da yalnızca birer vasıtadan ibarettir. Onlar, insan denen varlığın genel karakterini, yaratılışının bu yönünü açmaya, hayatın farklı olaylarının sebep olduğu kinini, nefretini, ıstıraplarını ve düştüğü ruh karmaşasını göstermeğe yarayan objelerdir. Yazar diğer taraftan çeşitli felsefi eserlerden, filozofların düşüncelerinden esinlenmiş, onların söylemlerinden alıntılar yaparak kötü nazarın ve böylesi bakışa sahip gözlerin varlığını, insanın kaderi üzerinde bıraktığı etkiyi de ortaya koyuyor. Eseri irdelemeden önce ondaki bazı meziyetlerle ilgili düşüncelerimi kısaca aktarmak istiyorum. Kısa romanın asıl özelliği onun çağdaş olmasıdır. Yazar yeni bir felsefi akım icat etmemiş, “kimselerin bilmediğini ve söylemediğini yazmalıyım” gibi bir komplekse de kapılmamış. Hemen her bölümün başında çeşitli alıntılarla konunun eskiliğini, binlerce yıldır bu konunun çeşitli aydınların düşüncelerinde yer ettiğini gösteriyor. İnsanın karakteri, kötü nazar, kin, çekememezlik, haset gibi konular İbni Sina’dan, Konfüçyüs’ten beri birçok bilim adamının, filozofların, realist veya romantik yazarların, şairlerin üzerinde durduğu ve çözmeğe çalıştığı konulardır. Sebebi de bunların insanla birlikte dünyaya ayak basmasıdır. İlk insanların Adem ve Havva olduğuna inanıyorsak, cetlerimizin nefislerine yenilerek cennetten kovulmaları ya da Kabil ile Habil’in arasında oluşan düşmanlığın ve kinin galip gelmesi, Kabil’in kendi öz kardeşini öldürmesi temel kaynaklar niteliğindedir. Bu rivayetlerin tarihini kimseler bilmiyor, ancak bugün de benzer olaylar ve durumlar bir yığındır. Bu sebeple ilim de, sanat da bunları araştırmaktan ve irdelemekten yorulmuyor. Yazar bu eserinde insanlık kadar eski olan bu konuya kendi bakış açısı ile günümüz penceresinden yaklaşım gösteriyor. İnsanlığın dünyaya ayak bastığı günden beri iyilikle kötülüğün mücadelesi, bilimin de, edebiyatın da üzerinde durduğu, araştırdığı konulardır. Yaşam, dünya ve beşeri ilişkilerin temelinde bunlar vardır. Avesta’da geçen Ehrimen ve Hürmüz arasındaki mücadele dünyanın sonuna kadar bitmeyecek galiba. Yazarın da söylemek istediği budur. Ancak Anar Bey konuya kendi bakış açısından yaklaşıyor ve kendi orijinal sanat anlayışını bu vesile ile yansıtıyor. İyiliği   de, kötülüğü de insanda birleştiriyor, bir tek kahramanının iç dünyasındaki değişiklikleri, tezatları, onun karakterinde ve tavırlarında bazen kendini gösteren iyiliğin, bazen de kötülüğün çeşitli elementlerini yansıtıyor. Üstelik bunları da çağdaş okurun zevklerini ve arzularını göz önünde bulundurarak yapıyor. Eserin konusu çeşitli ve son derece derin olmuş olsa da yazar olayları dinamik bir atmosferde sunuyor. Uzun uzun tasvirler ve izahatlarla okuru yormuyor. Verilmek istenen şey kısa ve özgün ifadelerle sunuluyor. Eserin 21. yüzyıl nesrinin örneği olarak kabul edilen birçok eserden farklı yönleri vardır. Çağdaşlık, dinamik ve akıcı bir eser yaratma peşinde koşan, onlardaki bilgi yükünü artırmaya çalışarak bu yolla okuyucuda ilgi uyandırmayı düşünen birçok yazar eserine bazen edebî karakter kazandırmak yerine onları ansiklopedik bilgilerle dolduruyor veya bir ilmî tez şeklinde kaleme alıyor. Bu tür eserler tek kelimeyle ruhsuz ve cansız olduğundan hafızalarda da yer etmiyor. Nazar Boncuğu ise çağdaşlığı, dinamikliği ve bilgiyi okuyucularına taşımayı gaye edinse de estetikliğinden ödün vermemiştir. Yazar her bilgiyi estetizmle dolu olan bir metinde sunabiliyor, bilginin ağırlığını yüklenip okuyucularına en güzel zevkleri tattırıyor. O bu eserde klasik bir konuyu, eskimiş gayeleri yepyeni bir biçimde kendine has üslupla takdim ediyor. Bence eserin en önemli özelliği ilginç olmasıdır. Eser, ilk cümleden itibaren sizi kendine ram ediyor. Yazar’ın en başta sunduğu, “Ağrı…müthiş ve katlanılması imkânsız bir ağrı…” – tarzındaki cümleyle insanda büyük bir ilgi uyandırıyor. Acaba bu ağrının kaynağı nedir ve neden oluşmuş? İnsan eseri okudukça bütün taşlar yerli yerine oturuyor… Eserin kahramanı Ehliman’ı canlı canlı gömüyorlar. Daha doğrusu apartmandan düşerek ölen biri aniden canlanıp mezardan çıkıyor. Yazar, mezarı ve oradaki şahısları Yunus Emre’nin mısralarıyla takdime başlıyor ve birbirini takip eden her cümle ile okuyucuyu aynı atmosferin içine sokuyor. Bu bölümü nefesimi tutarak okuduğumu itiraf etmeliyim. Yazar, kısa ve uzun, birbirinden irtibatsız cümlelerle mezardan canlanarak çıkan ve eli kolu bağlı olan insanı bürüyen dehşet atmosferini, onun   ıstıraplarını, endişelerini, kapıldığı korkuları son derece dakik ve capcanlı bir söylemle sunuyor. İnsan her okuduğu satırda kendini, kahramanın karşı karşıya kaldığı nemli, soğuk ve her tarafı kapalı bir mekânda zannediyor, böylece onun durumunu daha iyi anlıyor. Yazarın da istediği Ehliman’ı okuyucusu ile belki de özdeşleştirmektir. Ehliman’ın iç dünyasında bulunan iyilik ve kötülük tohumları her birimizin içinde vardır, zamanla onlar ortaya çıkıyor ve biri diğerini geçebiliyor. İyiliğin ve kötülüğün yeşermesi, beslenip büyümesi için yeterli ortamı sağlayan şey nedir peki? Yazar bu sorunun cevabını çeşitli bölümlerde sunuyor. Orada çocukluk kompleksleri de, yeniyetmeliğin kusurları da rol oynamakla birlikte çevrenin ve devrin acımasızlığı ile son derece sert kurallar da kendini gösteriyor. Bu bölümün bazen kahramanın, bazen de yazarın dilinden sunulması son derece ilginç bir rastlantıdır. İnsan, kahramanın düşündüğünü, konuştuğunu, bazen uyuduğunu veya daldığını zannediyor. Metinde daha sonra yazarın anlatımına geçiş yapılıyor. Bu bölümde Ehliman yeniden dünyaya geliyor…Yazarın ana rahmi ile mezarı karşılaştırması ve birbirine benzetmesi son derece etkilidir. Ancak Ehliman, dünyaya ilk defa gelişinden farklı olarak bu defa düşünceye ve belirli bir hafızaya sahiptir. Yaşamındaki çeşitli anlar hafızasında canlanıyor ve birer birer gelip gözlerinin önünden geçiyor. Ana rahminde olduğu gibi dapdaracık bir yerdedir, çabalıyor, dönüp duruyor, kurtulmak istiyor ve suyun içinden dünyaya geliyor, doğal olarak da üşüyor… Bu üşüme ise eser boyunca bir sembole dönüyor. Ehliman’ın birçok kompleksleri, duyduğu acılar özellikle bu üşüme duygusuyla ilintilidir. Ancak mezarın içinde de mücadelesi devam ediyor, yani iç dünyasındaki çarpışma, iyilikle kötülüğün kavgası. Bu sebeple kahramanın diliyle sunulan hatıralar, ilgisiz düşünceler bazen iyiliğin, bazen de kötülüğün hafızasının ürünüdür. Ehliman’ın Tanrı’yı hatırlaması, ona yalvarması, evinin önünde çayını yudumlayan bir ihtiyarı anması, Ay Kızı’nı gözünün önünde canlandırması, yazdığı şiirlerden mısralar fısıldaması, bunların tamamı Hürmüz’ün, yani iyiliğin hatıralarıdır. Sırtında yol yol izler bırakan kırbaç darbeleri, başından boca edilen buz gibi soğuk suyu, gece elbisesini giyinen Zakir’i, asla beklemediği bir anda karşılaştığı anadan üryan kadının sırtında gördüğü morarmış bardak yerlerini düşünmesi ise kötülüğün, yani Ehrimen’in hatırlattıklarıdır. Yazar bu hatıraların bazılarını sonraki bölümlerde daha geniş tarzda tasvir ediyor ve onları okuyunca insan bunların neden mezarda hatırlanmasının sebeplerini anlayabiliyor. Eserin başlarında kahramanın ölümüyle ilgili bir gönderme var ve burası da okuyucuda ilgi uyandırıyor. Bu adam nasıl ölüyor? Onu apartmandan aşağıya iten kim? İnsan bu soruların cevabını bulmak için diğer bölümleri okumak için âdeta sabırsızlanıyor. Yazar eserin başlarında henüz açılmayan mezarın karanlığını şöyle tasvir ediyor: “Zifiri karanlık… Bu da, kapalı gözlerin içindeki pembe, sarı, yeşil dairelerin oynaştığı karanlık değildi, açık durumdaki gözlerin maruz kaldığı karanlıktı!” Bölümün sonunda ise kahraman; “Gözlerimi kapıyorum. Gözlerimin önünde sarı, pembe, yeşil daireler…” kelimelerini dile getiriyor. Mezarın açılmasını ve Ehliman’ın gözlerine ışığın saplanmasını bundan daha güzel tasvir etmek bana göre mümkün değildir… Mezar açılmış, eserin kahramanı zifiri karanlıktan kurtulmuştur. Peki, mezar neden açılıyor? Herhangi bir mezarı açarak orada yatan kimseyi rahatsız etmenin kime ne faydası olur? Yazar ise bu olayı bölümün sonunda küçücük bir açıklama sunarak okuyucusunu rahatlatıyor. Mezarın açılmasının ve bunu yapan kimselerin niyetinin eserdeki olayların gidişatı ve orada yansıtılan gaye ile hiçbir ilgisi yoktur. Asıl olan ise Ehliman’ın şahsı ile karakteridir. Yazar, çocukluğundan beri kötü nazarı ile birçoklarının mutsuzluğuna sebep olan kimsenin tavırlarını ve yaptıklarını, daha doğrusu etrafında olan insanlara duyduğu kinin sebebini çeşitli olaylarla açıklıyor. Mizaçla ilgili birçok şeyin temelinin çocukluktan itibaren atıldığı söyleniyor. Yeteneğin de, bilginin de, farklılığın veya komplekslerin de temeli çocuklukta aranmalıdır. Galiba yazar da bu kanaati taşımaktadır. O, ikinci bölümü “kötü nazar” olarak adlandırıyor ve buradan itibaren Ehliman’ın çocukluğuna doğru yola   çıkıyor, onun kalbinde insanlara karşı nefret duygusunun körüklenmesine sebep olan birkaç nedeni açıklıyor. Zengin komşularının nazlı büyütülen oğlu Nasip’in her Allah’ın günü Ehliman’la dalga geçmesi, onun kafasına evlerinin balkonundan buz gibi soğuk suyu boca etmesi, ayyaş babasının annesini ve kendisini kemeriyle dövmesi, fakirlik dolayısıyla doğru düzgün bir elbise giyinememesi vs. bütün bunlar Ehliman’ın içinde kin ve nefreti gün geçtikçe büyütüyor. Gözler, kalbin aynası olarak kabul ediliyor. Bana göre göz burada yalnızca bir vasıtadır ve o, insanın iç dünyasındaki kötülükleri yönlendiren bir detaydan ibarettir. Yazarın tasvir ettiği olayları derinlemesine irdelerseniz bunun aksinin de mümkün olabileceğini görebilirsiniz. Yani başına türlü türlü belalar gelen kimse iyi bir insan da olabilir, hep güzel şeyler de yapabilir. Ancak eserde kahramanın karşılaştığı çeşitli azaplar, yaşamında karşılaştığı haksızlıklar sebebiyle kötü bir insan olup çıkmasının sebebi, kötülük tohumunun çeşitli haksızlıklardan ve ıstıraplardan kaynaklandığı biçiminde gösteriliyor. Şeytanlık karakteri Ehliman’ın içinde mevcuttur ve onun büyüyüp gelişmesi için ortam da mevcuttur, yazar da bu durumu çeşitli olaylar ve yöntemlerle okuyucusunun karşısına dikiyor. Bana göre yazarın, kahramanının bazen çocukluğuna, bazen yeniyetmeliğine, bazen gelecekteki yaşamına, bazen de öldükten sonraki hayatına yönelmesinin asıl sebebi budur. Yazar, Ehliman’ın geçmişinde, yaşamında ve geleceğinde kafasında oluşan bu soruların cevabını arıyor. Bir an, çocukluğunda babasından yediği dayakları, Nasip’in kafasına boca ettiği soğuk suyu birer teferruat olarak alırsak, yeniyetmeliğinde bu detay birçok insanın yatıp kalktığı bir kadınla olan ilişkisidir. Bütün bu detaylar Ehliman’ın zaman zaman aşağılanmasını ve hayatının her safhasında geçirdiği çeşitli travmaları açıklıyor. Aşağılanan insanın intikamı da korkunç olur, hele hele ona yaratılış olarak sahip olduğu kötü nazarla insanlara büyük zararlar vermesi gibi bir yetenek verilmiş ise. Böyle kimselerle mücadele edilmeli, onlara karşı çeşitli tedbirler görülmelidir. Eserde bu mücadeleyi yürüten de kahramanın kendisi, yani iç dünyasında bulunan ikinci benliğidir. Ehliman’ın kötü nazarla ilgili konuları ilmî yönden araştırması ve gizlicilik (ökültizm) konusunda doktora yapmak istemesi tesadüfi bir olay değildir. Aslında Ehliman kendi derdinin çaresini arıyor. Bunu da “kayıp garaj” bölümünde açıkça görebiliyoruz. Temizlik işçisi Dadaş’ın gördüğü ve eşine, son derece büyük bir korkuya kapılan şahsın tavrıyla anlattığı fareler konusu, garajdaki eşyalar falan tesadüfi değildir. Ehliman, kendi içindeki negatif enerjiyi tedaviye çalışıyor ve fareler üzerinde birtakım deneyler yapıyor. Ancak birileri bundan haberdar olduğu zaman da içindeki kötülük başkaldırıyor ve yapacağını yapıyor. Anar için böylesi olağanüstü insanlar, mistik kahramanlar genelde karakteristiktir. “Ben, Sen O ve Telefon” adlı hikâyesinde kahramanın bir kadını kıskanması, kendisiyle rekabete girişmesi veya “İlişki” adlı kısa romanında mistik olaylarla karşılaşan veya bunları kendinden uyduran öğrenci imgesi, “Kırmızı Limuzin” hikâyesinde ölüm duygusunun sebep olduğu kâbustan kurtulamayan, her tarafta karşısına kırmızı limuzin çıkan kahraman vb.’ı ele alırsak Anar’ın eserleri incelenirken onun hem fantastik, hem de sürrealist bir yazar olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Nedeni de bazı konuların yalnızca mantıkla izah edilmesinin zor olduğudur. Bu eserde Ehliman’ın Diri Baba ile görüşmesi, ya da Ashabı Kehf’e gidişi. Bütün bunlar sürrealist çizgilerle tasvir ediliyor, kahramanın da olağanüstü ve biraz da izah edilemeyen hayatını, davranışlarını belirli derecede ifade ediyor. Bütün imgelerin karakter olarak yaratılması eserin başka bir üstünlüğünü ve bütünlüğünü ortaya koyuyor. Orada bulunan en küçük, hatta epizodik sayılabilecek imge de insana bir şeyler sunuyor, etki ediyor ve düşündürüyor. Örnek olarak binlerce yıldır mezarcılık yapan Nesrullah. Ölünün dirilmesine, yani hortlayıp mezardan çıkmasına asla hayret etmiyor ve üzerindeki elbiseleri itiraz etmeden çıkarıp canlanan ölüye veriyor. Mezar kazmak gibi oldukça ağır bir işi sıradan bir şeymiş gibi kabul ediyor. Mezarlıkta bile yiyip içmeden vazgeçmiyor. Yazar aslında bu bölümle ve Nesrullah imgesi ile insan psikolojisinin ilginç bir tarafını göstermiş oluyor. Nesrullah’ta olduğu gibi son derece normal olarak kabul edilenler, mezarları açmak, cesetleri çalmak, ölünün canlanması dahi zaman geçtikçe ve yaşam devam ettikçe normal olarak kabul edilebiliyor. Ancak nedense mezardaki yaşamı gören Ehliman için çevrenin kamçıları, babasından yediği kemerler kadar ıstırap verici olarak kendini gösteriyor. Bana göre yazarın, Ehliman’ı, hayata henüz döndüğü bir zamanda daha büyük bir darbeye maruz bırakması, Zakir’in ihanetiyle karşılaştırması tesadüfi değildir. Nedeni de öldükten sonra canlanan birisi dünyaya başka türlü yaklaşabilir, karakteri değişebilir, hayata daha çok bağlanabilirdi. Başka bir ifadeyle söylersek Tanrı’nın verdiği başka bir şans sebebiyle içindeki iyilik temsilcisi, Hürmüz uyanabilirdi. Ancak Ehliman’ın dirilip kendi evine gelmesiyle birlikte kendi öğrencisinin, onun evinde ilmî başarılarını adeta çalarak öz adına geçirdiğini görmesi ve sağlığında hep sempati beslediği bir kadına sanki başka bir yer yokmuş gibi kendi çalışma masasının üzerinde sahip olduğu manzarasıyla karşılaşması gibi son derece olumsuz davranışların şahidi olması, içindeki şeytanın dirilmesine sebep oluyor. Ehliman’ın gazabına uğrayan insanlar çeşitli belalarla karşılaşıyor. Kimi kazada can veriyor, kimisi yakalanıyor veya başka bir şekilde mutsuzluğa uğruyor. Çünkü onun gazabından kurtuluş imkânsız. Ehliman Diri Baba ile görüştüğünde Diri Baba kendisine şunları söylüyor: “İnsan kendi kendini yaratıyor. İsterse Hürmüz, isterse de Ehrimen gibi yetişebilir. İnsanın içinde Hürmüz de vardır Ehrimen de…” Yazar, Diri Baba ile görüşmenin gerçek mi, yoksa hayal ürünü mü olduğunu kesin olarak belirtmiyor. Bana göre bu olay, çeşitli felsefi akımları bilen, dinî inançlardan haberdar olan, o konularda araştırmalar yapan, aynı zamanda kendi içindeki tezatlarla iç dünyasıyla birlikte duygularının da esiri olan Ehliman’ın kendi kendisiyle görüşmesidir. Bütün bu tartışmalar Ehliman’ın içinde vuku buluyor. On ikinci bölümde bu konular özellikle Hürmüz’ün diliyle yansıtılıyor. Ehliman’ın iyilik yönü burada kendini ifade ediyor. Okuduğu eserlerden, Hint felsefesinden, Karma’dan, Zen Budizm’den, egzistansiyalizmden bah sediyor, kötülükten, kendi karakterinden kaynaklanan olumsuzluklardan kurtulmanın yolunu gösterirken en sonda okuyucuya da, kötü nazardan, yani Ehrimen’den korunmanın yolunu bulmasına çok az kaldığını bildirerek küçücük bir ümit aşılıyor. …Aydan geliyor. Aslında onu Tanrı, Ehliman’ın içindeki kötülükle mücadele etmesi, iyiliğin galip gelmesi için ortaya çıkarıyor. Uyurgezer olan bu genç ve oldukça güzel kızın balkondan gelerek Ehliman’ın odasına girmesi son derece etkili bir biçimde tasvir edilmiştir. Aydan’ın ortaya çıktığı bölüm eserin diğer bölümlerinden farklı olarak tasvirlerin olağanüstülüğü, zarifliği, ahengi ve şiirselliği ile kendini gösteriyor. Yazar sanki bu bölümü bir şair gibi yazmış. Burada kahramanının içinde bulunan başka bir zıtlığı, ıstırabı, endişeyi ifade ediyor. Ehliman başka bölümlerde ilişki kurduğu kadınlardan ne sevgi, ne incelik, ne de saygı beklemediği hâlde bu bölümde Aydan’dan bir şeyler ümit ediyor. Önceleri kadınlara kötü gözle bakmış olsa da bu bölümde bakış açısını değiştiriyor. İyi de bu değişime ne sebep oluyor? Aşk mı? Sonra uykulu uykulu ve gözleri kapalı bir hâlde yanına gelen bir kadına âşık mı olunur? Madem âşık olmamıştı, öyleyse kapıldığı endişeye ne demeli, neden korkuyordu, öylesine heyecan duymasına sebep ne idi? Bana göre yazar bu bölümde gayesine ulaşıyor. Kahramanının düştüğü tezat atmosferini, içindeki korkuları, acizliği son derece kesin çizgilerle ifade edebilmiştir. Ehliman kendinden, kendi nazarından, yani içindeki şeytandan korkuyordu. Gönlünü çelen bu küçücük mucizeyi, Aydan’ı kötü nazarı ile öldürmekten, iç dünyasındaki kötülüğe galip gelemeyeceğinden korkuyordu… Bu korkuları da nedensiz değildi. Aydan’ın ortaya çıkmasından sonra Ehliman’ın hayatında başka önemli bir olay kendini gösteriyor. Ehliman, Çapık’la görüşüyor, ondan emir alıyor. Aslında yazar burada Ehriman ile Hürmüz’ü karşı karşıya getiriyor. Eski bir halı dolayısıyla öldürülecek bir bilim adamını kurtarmak veya öldürmek ikilemi ile karşılaşıyor. Bilim adamının kurtarılması Hürmüz’ün, öldürülmesi ise Ehrimen’in galibiyeti olacaktır. Eserin zirve noktası bu anlardır. Yazar son derece ilginç bir üsluba imza atarak kahramanına aynı olayı ilkinde Ehrimen ikincide ise Hürmüz olarak iki defa yaşatıyor. Birincisinde evladını yitiren bir kadının Ehliman’ı görür görmez ona “katil” demesi, ikincide ise sessiz kalması bir sembolden ibarettir. Asıl savaş da bundan sonra başlıyor. Yazar Ehrimen ile Hürmüz’ü “Göze Göz” adlı bölümde karşılaştırıyor. Ehrimen halının tarihçesini ve sahibiyle birlikte yok edilmesinin elzemliğini ileri sürüyor. Tarihçe ise doğal olarak yazarın fantezisidir, ancak o bunları tarihî olaylar ve tarihî şahsiyetlerin adından faydalanarak ilginç bir şekilde tasvir ediyor. İnsan bir an için kahramanın gerçekleri konuştuğunu zannediyor. Hürmüz ile Ehrimen’in tartışması, her iki tarafın da ileri sürdüğü akla yatkın nedenler ve deliller hayli düşündürücüdür. Hürmüz “kanı kanla yıkamazlar” diyor, Ehrimen ise Ahdiatik’in “göze göz, dişe diş” söylemini temel olarak alıyor. İyi de sonunda kim galip geliyor?! İnsan bütün bu düşünceleri, kötülük ve iyiliğin çarpışmasını bir tarafa bırakıp Ehliman’a bir beşer olarak yaklaşıldığında onun gerçekten intihar etmek mecburiyetinde kaldığını anlıyor. Çünkü o büyüklükteki yükü, başkalığı ve farklılığın sıkletini taşıyamazdı. O, karakterinin kendisine verdiği, sonradan insanların ve çevrenin derinleştirdiği, alevlendirdiği bir bela ile birlikte ömür süremezdi, onun için de yaşamayı seçmedi. Tanrı’nın ona yolladığı Ay Kızı’nı öldürdükten sonra yaşaması için herhangi bir neden kalmamıştı. Kendini balkondan aşağıya attı, cesedi Aydan’ın yanında asfalta yapışıp kaldı! Bana göre Anar, her türlü okuyucunun düşüncesine ve yaklaşımına alışmış bir yazardır. Okuyucu, asla düşünmediği, göz önünde bulundurmadığı konuları Anar’ın eserlerinde bulabilir. “Nazar Boncuğu” kısa romanı da okuyucuya düşünmek, kendine birtakım paylar çıkarmak için geniş bir meydan sunuyor. Bir okuyucu ve yazarın edebî yönünü iyi tanıyan bir araştırmacı olarak yukarıda belirttiğim düşünceler, onun bu eserini okuduğumda kafamda canlanan şeylerdir. Elbette şimdi de, gelecekte de, eseri okuyacak kimselerin onu kendi düşünce dünyalarına göre yorumlayacakları mutlaktır.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 99. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 99. Sayı