HaftanınÇok Okunanları
FATİH SULTAN YILMAZ 1
KEMAL BOZOK 2
FEYZA TUĞÇE FIRAT 3
HİDAYET ORUÇOV 4
SEYFETTİN ALTAYLI 5
Emrah Yılmaz 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
Malatya’da Kalmıştık…
Evet, Malatya ile ilgili bende kalan kırk yıl önceki izlenimlerden söz ediyordum. Oraya geleceğim. Daha o yıllarda dikkatimi çeken şey, Malatya'daki dükkânların duvarlarında yer alan Arapça yazılı levhalardı. Bazı Türkçe yazılmış karınca duaları vardı. Kimi dükkânlarda da Atatürk ile İsmet İnönü'nün resimleri yan yana yer alıyordu.
Ama okullarda esen hava serindi, aydınlıktı. On dokuz Mayıslardaki gösteriler, bandolar, dışarıdaki çarşaflı ve şalvarlı manzaraya karşın öğrenci kılık ve kıyafetleri, memurlar, subaylar, öğretmenler yarınlara umut veren bir görünüm sergiliyorlardı. Her öğrencinin elinde birer "Ak Zambaklar Ülkesinde" ve birer de “Ülkücü Öğretmen...” Gerçekten ulusunu seven, bu yolda somut adımlar atan, atmaya hazır bir nesil yetişiyordu. Yarınlar bizimdi, yarınlar Türk ulusunundu. İçimizde bir marşın, Öğretmen Marşının o coşku, umut dolu sözleri durmadan söyleniyordu: "Alnımızda bilgilerden bir çelenk, nura doğru can atan Türk oğluyuz..." ne tatlı, ne heyecanlı günlerdi...
Durum böyleydi, ama galiba daha o günlerde bazı şeyler iyi gitmiyordu. Biz bir şey anlamıyorduk, ama hükümet içinde bazı rahatsızlıkların yaşandığı, Ankara’da bazı olaylar meydana geldiği duyuluyordu.
Haksızlıklara karşı galiba hiç mi hiç tahammülüm yoktu. İlk eleştirimi burada, Akçadağ İlk öğretmen okulunda yapmıştım. İdareyi eleştiren bir yazı… Öğretmenimiz, edebiyat dersinde bize birer ödev vermişti. Kendiniz birer köşe başlığı bulacak, birer de köşe yazısı yazacaksınız, demişti. O günlerde de okulda herkese birer boy paltosu diktiril iliyordu. İki cins kumaş vardı. Kumaşlardan bir cinsi kalın, güzel, tam paltoluk kumaş. Diğeri ise ince, yaramaz, en azından palto dikilecek kumaş değil. Göze çarpan bir haksızlık… Kalın kumaştan yapılmış paltolar herkesin sırtına top gibi otururken diğerlerine palto demeğe bin şahit ister... Ben bu konuyu işleyen bir köşe yazısı yazdım. Başlığı da "Torpilliler-Torpilsizler". Öğretmen derse girdi. Notları okumaya başladı. Sıra bana geldiğinde, notun “sıfır" dedi. Hemen ayağa kalktım, olamaz, dedim. Haksızlık. Sonra güldü, hayır, dedi hakkın 10. Ama bir daha böyle yazılar yazarsan başın belâya girer. Ben bu yazıyı idareye verseydim ne olurdu, bilir misin?.. Vermezdiniz, dedim... Bu öğretmen bana İnce Memed'i okumamı salık veren öğretmendi. Gençlik. Onu o an, İnce Memed'i yakalamışken serbest bırakan Asım Çavuş'a benzetmiştim. Elbette benim bu türden inatçılığım, inatçılığım demeyeyim de haksızlıklara karşı sabredememem başıma bir sürü olaylar getirmişti. Bu yüzden Yunanistan’daki Albaylar Cuntası'nın Gümülcine Askeri Valisi Alamanos'la karşı karşıya gelmiştim. Övünmek gibi olmasın ama o yıllarda Rum’u, Türk'ü gönülden onaylamadıkları bir anayasaya yüzde doksan sekiz "evet" oyu vermek zorunda kalmıştı. O yıllar öyle yıllardı. İleri gazetesi sahibi Halil Haki’nin dediği gibi hiç kimse zart zurt etmesin... Bütün bunların faturası bana pahalıya mal olmadı mı, tabii ki oldu. Ama bunlardan daha sonraki bölümlerde söz edeceğim.
Bu arada bazı arkadaşlardan da söz etmezsem haksızlık olur. Daha çok kimlerle gezer tozardık... Hatırladığıma göre Yunanistanlı arkadaşlardan Mücahit Mümin, Türkiyeli arkadaşlardan Ferit Pehlivan, Celal Şıvgın, Bahattin Topal... Bir de sıra arkadaşım vardı: Hüseyin Şimşek... Bana askerlik yıllarımda abisinin okuduğu Varlık dergisini bir yıl süreyle oradan postaladı. Yerli arkadaşlardan sanıyorum onunla mektuplaştık bir süre. Sonra çoğunun izini kaybettik. Elbette daha bir sürü arkadaşla iyi ilişkilerimiz vardı. Bir ülkü peşindeydik. Durmadan kitaplar okuyorduk. Tebliğler dergisini inceliyorduk. Bazen herhangi bir toplantıda, "Öğretmen Marşı”nı söylüyorduk. Sesimiz yankılanıyor, gönüllerimiz coşuyordu. Bir Türkiye canlanıyordu gönüllerimizde. İnsanları pırıl pırıl, çocukları bembeyaz dişleriyle gülen, bir Türkiye... Toprak damlı evleri kiremit çatı oluyor, kupkuru dağlar yeşeriyor, sular her tarafta şırıl şırıl akıyor... Türkiye'yi bir cennete çeviriyorduk. Herkes birbirini seviyordu. Kimse kimseden korkmuyordu. Kitaplar okuyorduk ders saatleri dışında birbirimize. Şiirler... Panait İstrati'nin "Sokak Kızı" bizi kendi sanal aşk dünyalarımıza götürüyordu. Sıra arkadaşım ilk kez sırrını söyler gibi, hastanede tanıştığı bir hemşireye tutulduğunu söylüyordu. Hemingway’ın “İhtiyar Balıkçı”sıyla deniz macerası yaşarmış gibi korku ve dehşetler içinde kalırdık. Kör duman ve Sağır dere romanları bizi Anadolu insanını bilinmeyen dünyalarına götürürdü. Yatakhanede gider yataklar üstüne kurulur, Allende Poenin "Anabelle"sini en güzel şiir okuyan bir arkadaşımıza okuturduk. Orada belki de hiçbir zaman yaşayamayacağımız sevda dünyalarında yaşardık. Gönül duvarlarımız inceldikçe incelirdi.
Bir akşamüstüydü. Yunanistan’da evimizin önündeki kahvenin radyosundan kalın bir ses işitiliyordu: "... NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız... Türk Silahlı kuvvetleri..." Evet, 1960 – 27 Mayıs İhtilâlı’nı Yunanistan’da, kendi köyümde öğrenmiştim... Olaya sevinmiş olmama rağmen biraz tedirgindim. Acaba ne olacaktı. Türkiye için iyi bir şeyler olacaksa ne ala... Sonbaharda bu umutlarla Türkiye'ye Akçadağ İlk öğretmen Okulu'nun son sınıfına gittim. Okulda ilk gördüğüm değişiklik, o güne kadar bomboş olan lâboratuarlara cemsilerle deney aletleri getirilmesi oldu. Hemen her hafta okula Malatya'dan askeri bir bando geliyor, marşlar çalıyordu. Sonra her sabah bütün öğrenciler davul zurna eşliğinde halk oyunları oynuyorlardı. Cemal Gürsel adı sık sık gündeme geliyordu. Milli Birlik Komitesi deniyordu. Hatta son yıl diploma töreninde diplomalarımızı Milli Birlik Komitesi Üyesi Yüzbaşı Kâmil Karavelioğlu vermişti. Aklımda öyle kalmış. Yanılmış da olabilir miyim? Aradan bunca zaman geçmiş. Sonra belgesel bir yazı da yazmadığım için bazı yanlışların o kadar önemli olduğunu da sanmıyorum.
Son senemiz oldukça hareketli ve yoğun geçmişti. Önce kırk beşer günlük köy ilkokullarındaki stajımız başladı. İlk kez okul dışına bize ayrılan olanaklarla çıkıyoruz. Yedi arkadaştık. Doğanşehir ilçesine yakın bir köy. Mızgı köyü. Yanımızda erzak ve diğer eşyalarımız olduğu halde bir kamyona binip doğru Mızgı köyüne gidiyoruz. Kaldığımız yer okulun altında bir yer. Bodrum gibi bir yer ama oldukça aydınlık ve geniş. Ranzalarımıza yataklarımızı yapıyoruz. Battaniyeler, erzak, ilâçlarımız, kavurmalar, ardından bir kamyonla yakacak odunumuz da geliyor. Köyle, köylüyle tanışmaya pek fırsatımız yok. Ancak derslerle ve kendimize yiyecek ve yakacak odun hazırlamakla meşgulüz. Meslek dersleri öğretmenimiz Fethi Toker birkaç kez geldi, sanıyorum. Öğrencilerle birlikte meslekte ilk adımları atmanın heyecanı içinde günlerimizi geçiriyoruz. Yemekleri kendimiz yapıyoruz. Ben baştan tavrımı koydum. Bulaşık yıkarım ama yemek yapamam. Anlaştık böylece ve bir sorun çıkmadan aramızda kırk beş günü geçirdik. İlk maaşımızı da almış olduk böylece... Maaş mıydı, harcırah mıydı, onu da pek hatırlamıyorum. Artık kendi paramız, diye birer paket sigara da aldık kendimize, ara sıra beyaz şarap da içtik.
Sonra on beş gün de şehir ilkokullarında bir staj dönemi... Ben Malatya Şeker Fabrikası İlkokuluna gitmiştim. Kaldığımız yer Malatya Mensucat Fabrikası'nın işçi lojmanlarıydı sanıyorum. Kaloriferli, o günün koşullarına göre içinde banyoları olan güzel bir yer... Keşke bizim okuldaki yatakhane ve sınıflar da böyle olsaydı, diye düşünmüştük.
Şeker fabrikası ilkokulunda günlerimiz daha iyi geçiyor. Orada yemek yapma, bulaşık yıkama gibi bir derdimiz yok. Fabrikanın yemekhanesinde yiyoruz yemeklerimizi. Her şeyler güzel, temiz ve bizim okuldaki yaşamımıza göre biraz da lüks... Öğrenciler, öğrenci velileri de öyle. Uzak doğu ülkeleriyle ilgili bir dersim var; ön hazırlık çalışmaları veriyorum. Öğrencilerden biri öğretmenim, biz geçen yaz Çin’e gitmiştik, diyor. Onların yelpazelerinden, ya da pirinç yemekte kullandıkları çubuklardan getireyim... Sonra Yunanistanlı bir öğretmen adayının kendilerine ders vermesi oldukça ilgilerini çekmişti. Belki de ilk kez bir harita üzerinde Batı Trakya'yı ve burada yaşamakta olan Türklerden haberdar oluyorlardı. Bir de bazı sınıfların müzik derslerini üstlenmiştim... Hem benim, hem de onların keyiflerine diyecek yoktu... Bir de şunu ekleyeyim. Adnan Menderes'i bu fabrika'nın açılış töreninde görmüştüm. Oldukça da yakından... Önce kendisini sevmiştim de daha sonraları –her nedense- ona karşı olan saygım azaldı, gitti.
Benim o yıl bir de sayım memurluğu hikâyem var. Oldukça da ilginç… Ne vakit bir sayım sözü duysam, hayatımda ilk ve son kez yapmış olduğum bir sayım memurluğum aklıma gelir. Bende büyük ve ilginç anıları vardır da ondan. Orada geçen bazı şeyleri daha da ayrıntılı olarak hatırlamama kendim de şaşarım. Yıl 1960. Türkiye’de genel nüfus sayımı var. Herhalde fazla memur lâzım olmuş olacak ki, son sınıf öğrencilerine de görev verildi. Kısa bir seminer çalışmasından sonra sayım gününden önce görevli olduğumuz yerlere gönderildik. Benim şansıma da okul idare memurlarından birinin başkanlığında Akçadağ köylerinden Kozluca köyü düşmüştü. İlk kez bir Anadolu köyüne yatıdan gidiyoruz. Bir görevli olarak... Dağlar ve vadiler arasında süren uzunca bir kamyon yolculuğundan sonra bir düzlükte indik. Bizi köyden birileri karşılamaya gelmişti. Tepeler arasında kıvrılarak uzayan bir patika. Buradan öte yaya gidilecek dediler. Ellerimizde dosyalar düştük yola. Dağlar, tepeler çıplak. Tek tük bodur bitki örtüsü görülüyor. Uzaklarda bir tepe. Tam onun altından geçerken mihmandarımız usulca yaşlı memura hatırlatma gereğini duydu. Ellerinizdeki dosyaları bana verin de onları saklayayım, dedi. Uzaktan sizi tahsildar sanıp ateş edebilirler. Birkaç ay önce köyümüzden birini tam bu geçitte vurdular... Aldı mı beni soğuk bir terleme... Adam yoksa şaka mı yapıyordu. Baktım, öyle şaka yapacak bir tipte değildi. Gayet ciddiydi ve bunları çok doğal bir şeymiş gibi söylüyordu.
O köy odasını şöyle böyle hatırlıyorum. Oldukça geniş bir odaydı. Ardımızda yastıklar. Odanın tam ortasında da kendiliğinden odanın toprak zeminine yapılmış sigaralıklar. Herkes sigarasının küllerini buraya silkeliyor. Kapıdan bazı köylüler giriyor, bazıları mendiller içinde mermi alışverişi yapıyorlar. Bunlara karşın orada kocaman bir tepsi içinde getirilen ve üzerine domatesli salata doğranmış bulgur pilavının tadını hala unutamıyorum. Muhtar mı, yoksa köylülerden biri miydi, bizi evine götürürken, bakın, dedi. Siz gençsiniz, güzel giyimlisiniz. Kadın milletidir. Size işmar edenler olur falan; siz siz olun sağa sola bakınmayın hiç. Aklınızda olsun, her pencerenin ardında birer namlu olduğunu unutmayın. Bilmiyorum, adam bizi çok toy mu, görmüştü de alay mı ediyordu, yoksa gerçekten bunları ciddi olarak mı söylüyordu, hala anlamış değilim. Ama akşamüstü köy meydanın yapılan atış talimlerini görünce bir an bambaşka bir yerde bulunduğumu hissettim. Aklım, bizim buradaki iç savaş yıllarına gitmişti. Aynen öyle... Tabancasız, tüfeksiz insan yok gibiydi. İçimizden birileri sormuştu bir ara köylülerden birine: Peki, bu tüfekleri Cemal Paşa toplatmadı mı? Adam hiç art niyet taşımadan: ona birer tanesini gönderdik dedi. Her haneden birer tüfek gitti...
Sonra yalnız kaldığımız bir anda köyün öğretmeni anlatmıştı. Gece sokağa çıkmak yasak, dedi. Burada güneş batıp karanlık bastıktan sonra örfi idare yürürlüğe girer. Köyün kendi kendine koyduğu örfi idaredir bu. Çünkü dışarıda görülen herhangi bir kimseye bilenmeyen bir pencereden ateş edilebilir. Bütün bunlar bana masalmış gibi geliyordu.
Sayımda görüp yaşadıklarım da inanılacak cinsten şeyler değildi. Hele bir ailenin durumu beni iyice şaşırttı. Aile reisi kimdi, baba, anne, çocuklar kimlerdi, çocukların adları neydi, bunları bir düzene sokmak, o istatistik cetvelleri içine yerleştirmek olanaksızdı. Biz böyle şeylere alışık olmadığımız için bütün bunlar bana çok tuhaf şeylermiş gibi geliyordu. Bizim bazı alışkanlıklarımızın onlara, ora insanına tuhaf geldiği gibi... Galiba o köy odasındaydı. Yaşlı bir adam Trakyalı olduğumuzu öğrenince bırak şu sizin Trakyalıları, dedi. O adamlar p…venk mi ne?.. Ben gülümsedim, o başından geçen bir olayı anlattı: Umum Harpta, Edirne'deyiz. Onlar bir sürü kişi toplanmışlar, boş bir zamanımızda, o onun başını parmağıyla, ya da omzunu bastırıyor, sen de bizdensin, diyor, öteki de bu işten hoşlanırmış gibi başını ya da omzunu kaldırıyor. Derken biri geldi benim başıma da parmağıyla bastırdı. Bu da bizden, dedi. Sordum bir başkasına, bu ne demek oluyor, diye, o da durumu bana anlattı. Aynı kişi ikinciye gelip başımı parmağıyla bastırmasın mı yine... Hem de bu da bizden, bakın, diye bağırıp gülerek. Hemen tüfeği doğrultup baldırını deldim p…vengin... Bunu da biraz gülerek, biraz da kızgınlıkla anlatıyordu hala... Hepimiz güldük, gülümsedik. Ve insanların ne denli farklı anlayışlar içinde bulunduklarını hala düşünüyorum.
Şimdi şu oluyor: insanların düşünce sistemleri kolay kolay değişmiyor. Bakın, bugün -bırakalım kitap, gazete ve dergileri bir yana- her evde televizyon var. Birçok şeyleri gözlerimizle görüyoruz. İlâçlar, doktorlar, ziraat ilaçları, şu bu... Geçen akşam birkaç Almanyalı gurbetçi vardı masamızda; onlar bazı olayları bize aktarıyorlardı, ama anladığım kadarıyla bu olaylardan kendileri de pek soyutlanmış değildi. Hala, muskanın geçerliliğinden, hatta birçok kişilerin, kendileri de dâhil muskadan, muskacılıktan medet umduklarını söylüyorlardı. Eskiden görüldüklerine inanılan dışarlıkların o zamanlarda gerçekten görülmüş olabilineceğinden, hatta bazı hocaların okumaları sonucu bitki yapraklarına musallat olan tırtılların hemen öldüklerine inanılması, canım neden olmasın- burada bizim yerel basınımızda yağmur duası yapılırken ne hikmetse birden damlaların düşmesinin okuyucuya hatırlatılması... Şimdi, dua her şeye edilir, edilir de dua ile yağmur yağdırılacağı olayına bilimsel bir anlam kazandırılmağa çalışılmaz. Sözü şuraya getirmek istiyorum. Rahmetli babamın sık sık kullandığı bir söz vardı. Bir olaya, bir yere bakıp bakıp da bir şey anlamayanlar için kullanırdı bu sözü. Ahmedin öküzü, bakar iki gözü, derdi. Bakmak ve görmek... Bu iki sözcük birbirine çok yakınmış gibi görülseler de durum hiç de öyle değil. Bir şey yıllarca bakarsın da orada bir şey görmeyebilirsin. Şimdi, hayvanlar ve böcekler hakkında bunca belgeseller oynatılırken hala tırtılın ne olduğunu bilmezse, onun dua sonucu ölebileceğine inanırsak, Allah bize akıl fikir versin; başka ne diyeyim... Sonra televizyonlarda yapılan bazı tartışmalar, insanların zayıf yönlerini istismar ederek yapılan dedikodu programları, uyduruk aşklar... Kırk elli yıl önceki bazı olaylarla şimdi ki bazı olayları karşılaştırıyorum da bazı şeylerin hemen hemen hiç değişmemiş olduklarını görüyorum...
Ta 1959 yılında okul dergimiz "Akçadağ"da yayımlanmış olan ilkyazımı hatırlıyorum. Orada kendime göre bir şeyler yazmışım: Yazımın başlığı: "Aşk Kelimesi Kurban Gidiyor"... Yani gerçek aşka ihanet var, bazı uyduruk aşklar ön plana çıkarılıyor, demek istemişim. Bakıyorum, o zamanlarda da öyle: Nana, bir Türk gencine âşık mı oldu? Bilmem hangi film yıldızı ya da dansöz falanca prensese aşık... Şöyle baş başa oturup birer içki içmişler ya... Ya da bir plajda yan yana uzanıp biri birinin sırtına krem sürmüşler. İşte büyük bir aşk... O yazımı kitaplığımın bir köşesinde hala saklıyorum. Kompozisyon yarışmasında birincilik aldığım kompozisyon ödevini ve eğitim şefimiz Mehmet Nadi Özbilgi'nin imzalayıp bu yarışma dolayısıyla bana verilen "Ak Zambaklar Ülkesine" adlı kitabı... Mehmet Nadi Özbilgiyi yıllar sonra İstanbul’da Saint Joseph adlı Fransız lisesinde gördüm. Lise'nin müdürüydü. Onu görmek için iki günümü verdim. Çünkü benim öğretmenimdi. Bana yazı yazmayı sevdiren kişiydi. Hatta mezuniyet sınavlarında sözlü olarak şöyle bir soru sormuştu bana... Biliyorsun, demişti “koz” sözcüğünün iki anlamı var. Biri malum... Öteki de mecazi... Şu kozun mecazi anlamıyla bir cümle içinde kullan bakalım, nasıl kullanacaksın... Biz o zamana dek bazı arkadaşlarla birlikte ne Mayk Hammer külliyatını bırakmışız, ne Kerime Nadir'den okumadığımız kitap kalmış, Esat Mahmut Karakurt zaten vazgeçemediğimiz aşkımız. Aptullah Ziya Kozanoğlu'nun kitapları, Nihal Atsız'ın Bozkurtları... Biraz düşündüm ve: Fenerbahçe futbol takımı yarınki maçta son kozunu oynuyor, dememle birlikte yanındaki Galip Karagözoğlu'na baktı: bu iş bu kadar olur, dedi... Bunları benim böyle nerdeyse kelimesi kelimesine hatırlamam doğal. Elbette o öğretmenler bunları hatırlayamazlar. Çünkü bazı öğrencilerim de geçmişte benimle ilgili bazı şeyleri bana soruyorlar da benim hatırlamadığımı görünce biraz üzülüyorlar... Hocam, nasıl olur, hani bana yapmış olduğum o resim için "aferin" vermiştin, hani... O da kendisine, hocam, yazı yazmayı sürdürmemi siz söylemiştiniz, bana, sözünüzü tuttum, dediğimde bak bunu tam olarak hatırlayamıyorum, demişti. Ama karşısında aradan o kadar yıllar geçtiği halde sigara içmememden dolayı oldukça duygulanmış, gözleri dolmuştu. Bir de o gün başından geçen çok üzücü bir olayı anlatmıştı bize. Kendisi Malatya lisesinde bir öğrenci tarafından bıçaklanmıştı... Ne kötü... Daha önce de sınıf arkadaşlarımızdan ve benim en yakın bir arkadaşım olan Bahattin Topal'ın teröristlerce öldürüldüğünü duymuştum. Nasıl olur... Böyle güzel insanlar... Demek ki bazı kötü şeyler oluyordu... Ve ben bunlara nasıl da üzülüyordum... Ki ben buradan, uzaktan, belki de çok duygusal olacak ama Türkiye'yi çiçekler içinde çarpan bir yürek olarak görüyordum hep. Ve bu yürek bazıları tarafından kırılıp dökülmeye, delik deşik edilmeye çalışılıyordu.
Bu konuda hiç de duygusal olmadığımı düşünüyorum. Neden. Çünkü biraz dinlenmek, hem de haberleri izlemek için aşağıya, televizyonun başına geçmiştim. Bir ara Makedonya'daki çatışmalara geçti spiker. Türkiye'ye yüzlerce Makedonyalı Türk ve Arnavut'un geldiğini söyledi. Demek ki Türkiye bir ana kucağı, sımsıcak bir yürek... Bunları yazarken Makedonya'da tanışmış olduğum Fahri Kaya'yı ve bir sohbet sırasında onun bir sözünü hatırlıyorum birden... Biz nasıl bir ulusuz, bilmiyorum, diyor. Başımız sıkışınca ilk başvurduğumuz yer Türkiye, oluyor, ondan sonra orada bazı hemşerilik damarlarımız kabarıyor. Fahri Kaya, “Tito Yugoslavya’sında” Cumhurbaşkanlığı Konsey Üyeliğinde bulunmuş bir politikacı, bir yazar, iyi bir hikâyeci. Kendisinden daha ileride söz edeceğim için şimdilik burada bırakıyorum onu, kendisini ve anılarını Makedonya'nın bu karışık dönemlerinde fazla rahatsız etmek istemiyorum. Malum, bugünlerde Makedonya, bazı Arnavut saldırganlar yüzünden karışık bir dönem yaşıyor...
Yazımı tam burada kesmişim. Bir rastlantı olacak, bugün Gündem gazetesi sahibi Hülya Emin Çalıklı Hıdrellez Şenlikleri sırasında birlikte çektirdiğimiz bir fotoğraf göndermiş... Aklım hemen o günlere gitti. Orada Birlik Gazetesinde çalışan Enver Ahmet'i ve Leyla Salmanı görünce bir zaman oralarda dolaştım, bir şemsiye altında sıcak Makedonya kebabı yemelerimizi anımsadım... Yaşam dediğimiz nedir ki... Malatya'dan son ayrılacağımız günleri hatırlayınca şaşıp kalıyorum kendime... Hele İstanbul'da o son akşam Sirkeci garından ayrılırken benim hüznüm İstanbul'un gecesine sindi sanki... İstanbul bir öksüz şehirmiş gibi geldi bana... Sanki Akçadağ İlk öğretmen Okulunu, Malatya'yı, arkadaşımız Mustafa Kasabalının mandolin eşliğinde söylediği "Doktor Civanım" şarkısını dinlerken kahkahayla gülen gişe memuru kızı, bitirme sınavlarında tanışıp nerdeyse kendilerine sevdalanmak üzere olduğumuz kızları, sınıf arkadaşlarımızı, öğretmenlerimizi bir daha hiç göremeyecekmişiz gibi bir duygu içindeydim... Bir yerde öyle de oldu. Sanki bir organını geride bırakmak zorunda kalan birinin durumundaydım... Eskilerin deyişiyle: o halet-i ruhiye içinde yani…