Anılarla Yaşamak


 01 Mayıs 2019

Akçadağ İlk öğretmen Okulu'nda Altı Yıl

Biraz önce ilk Meclisi Mebus an Başkanı Avni Rıza'nın “Anılar” adlı kitabını okuyordum, bıraktım. Benim yazdıklarım anı değil. Onu anladım bu kitabı okurken. Sonra, Makedonya'da yayımlanan Türkçe "Birlik" gazetesinde orada katılmış olduğum bir bilgi şöleni dolayısıyla benimle yapılmış olan bir röportajı yeniden okudum. Leyla Salman, yazısına şöyle bir başlık düşmüş: “Batı Trakya'da yayımlanan Şafak sanat dergisinin yazı işleri müdürü, edebiyatçı öğretmen Rahmi Ali ile dergi, edebiyat, Türk halk kültürü üzerine sohbet ettik." Bunları önemli şeylermiş diye almıyorum buraya... Bana bazı şeyleri anımsamamda yardımcı oldukları için alıyorum. Bir de bazı gerçekleri gösterdikleri için... Önce oradaki fotoğraflarıma bakıyorum, bir de 1954 yılındaki halimi gözlerimin önüne getirmeğe çalışıyorum. Gerçi biz o acıları daha küçük yaşlarımızda bazı şairlerin dizelerinde yaşadık. Ama bunlar bize o günlerde birer yalanmış gibi geldi. Ve şimdi bu fotoğrafıma bakıyorum; sanki biraz yaşlanmışım... Nerdesin Malatya'da sık sık gidip kendisine pozlar verdiğimiz Foto Kemiksiz. Sen ne güzel fotoğraflar çekerdin... Sen Cahit Sıtkı Tarancı: “Yaş otuz beş, yolun yarısı...” diyordun... Keşke yaş otuz beş olsaydı...

Şimdi bunların sırası değil. Ben 1954–55 yıllarına gitmeliyim. Akçadağ İlk öğretmen okuluna… O gurbet, hüzün dolu, ama inanç, merak, atılım dolu yıllara... Nasıl ve nerden başlasam, diye düşünüyorum. Geçtiğimiz yılları gerçekte yeniden yaşamak olası, değil. Ama bunları anılarda yaşamak bile yaşamımızdan bir parça değil midir? Buna kimse engel olamaz. Ben işte o yıllar içine girmek istiyorum.

Belki okul binaları lüks değildi, belki yatakhanelerde ısınmak için şişelere sıcak su doldurup onlarla yatıyor, ısınıyorduk, belki kavaklar cılızdı, belki dışarıda yarım metre kar vardı, soğuktan ellerimiz şişiyordu... Ama orada güzel insanlar vardı yüreklerimizi ısıtan, kitaplar, defterler vardı. İçimiz umut doluydu.

13- 14 yaşlarındayım o ilk yıllarda. İlk kez okula doğru gidiyoruz bavullarla. Büyükler bavullarımızı ellerimizden alıp yatakhanelere gidiyoruz. Üstümüz başımız, kir, duman... Oradan hamama götürüyorlar bizi. Sonra ilk yemek yiyişimiz. Sarhoş gibiyim. Ve kısa bir zaman sonra ilk derslerimize başlıyoruz. Kitaplar, öğretmenler, yerli, yani Türkiyeli arkadaşlar... İlk hatırladığım öğretmen Zeki Bey... Bizim grup öğretmenimiz. İlk günlerde daha hepimize bazı soyadları veriyor. Ve fen bilgisi dersleri... O unutamadığım eğrelti otunun çoğalması... Bir bayan öğretmen... İkinci olarak onu hatırlıyorum. Bana yardım ediyor durmadan, sınıfa girer girmez gelip yanıma oturuyor, ne yapmam gerektiğini bana gösteriyor. Kendisini bir koruyucummuş gibi görüyorum. Arkadaşlar onun nöbetçi olduğu günler istasyona gitmek için izin istemeye beni salıyorlar. Ben bu olaydan gurur duyuyorum.

Sonra mütalaa saatlerinde ders kitaplarının hakkını yiyerek okuduğumuz diğer kitaplar... Mayk Hammer külliyatını o yıllarda tamamlamamışım, demek ki buraya geldikten sonra da bazı kitaplar okudum Mayk Hammer’den. Doğrusunu söylemek gerekirse onları okumuş olmaktan da pişmanlık duymadım hiç. O anlarım tatlı düşler içinde geçti hep. Sonra oldukça hızlı okumaya alıştım. İki- üç saatte bir kitap... Kroşe, apar küt, derken o Velda'nın dudakları... Düş âlemlerimize diyecek yok. Bunlarla avunuyor, ders çalışma saatlerinin dışında sanal yaşamımızı burada, kitaplar âleminde sürdürüyoruz. Sonra o Esat Mahmut Karakurt'un kitapları: Vahşi Bir Kız Sevdim, Ankara Ekspresi... Kerime Nadir'in romanları birçoğumuzu içinden çıkılmaz aşk serüvenlerine hazırlıyor. Hele bir Hıçkırık adlı romanı vardı ki, aşkın kendisini tanımadan acılarını içimde yaşadım. Öylesine etkiledi, içimden vurdu beni.

O günler içinde miydi, yoksa daha sonraki yıllarda mı, bir Fethi Toker'i tanıdım, yıllar boyu kendisinin öğretmenlik mesleğindeki başarılı tutumunu, öğrencilere karşı sevgi ve saygı dolu tutumunu unutamadım. Bir Fethi Toker, o günün Akçadağ'ında belki de Malatya'sında benim için büyük bir kişilikti. Çöl ortasında bir kaynak… O kadar sabır, o kadar kibarlık... Ağzından bir kez kötü bir söz çıktığını hatırlamıyorum. Sonra kendisini televizyon ekranlarında Ö.S.Y.M başkanı olarak gördüğümde haklı olarak sevindim. Şu anda, bu satırları yazarken bir Mehmet Nadi Özbilgi'yi, bir Galip Karagözoğlu'nu nasıl hatırlamam... Bu öğretmenlerden biriydi, kuşkusuz, ama hangisi olduğunu tam olarak çıkartamıyorum. Bir gün idare binasının önünde yanma geldi. Sanıyorum, okulda yapılan bir kompozisyon yarışmasında birinci olmuştum. O yüzden olacak; Rahmi Türkkan, -Türkkan soyadı, grup öğretmenimiz Rahmetli Zeki beyin verdiği soyadıydı.- dedi. Sen bu yazı yazma işinin ardını bırakma, sürdür... O sözü hiç unutmadım. Sanıyorum, bu zamana kadar yazmayı sürdürmüşsem bu söz benim için bir çekiliş noktası olmuştur. Yaşar Kemal'in "İnce Memed" romanıyla da o yıllarda tanıştım. Orada bambaşka bir hava içinde buldum kendimi, iyi ile kötü çok geniş boyutlarıyla kafama yerleşti. İnce Memed'i ne denli sevdiysem, Abdi Ağa'ya o denli düşman kesildim. Birer sembol olarak tabii… Deli Durdu'dan nefret ederken Asım Çavuş'un mertliğine hayranlık duydum. Sahi, daha önce Reşat Nuri Güntekin'in "Çalıkuşu" romanını okumuştum. Aklımdan hiç çıkmayan romanlardan biri… Bir öğretmen, bir ideal sevgi ve Anadolu'da yolculuklar... Eğri oturalım, doğru konuşalım: Çalıkuşu’ndaki Feride gibi bir sevgili düşlemeyen kaç kişi bulunurdu o yıllarda...

O yıllar belki zor yıllardı. Belki değil; ; zor yıllardı. Uzayıp giden geceli gündüzlü tren yolculuklarımız vardı. Sınıflardan yemekhaneye ya da yatakhanelere kar ve bazen çamurdan zor gidiyorduk. Acımasız bir soğuk vardı. Belki yemeklerimiz gönlümüze göre değildi. Bazen derslerimize çalışmak için mutfaktan gaz tenekelerine kor doldurur o soğuk gecelerde titreyerek derslerimize çalışırdık. Mektupların gelmesi aylar sürerdi. Evdekilerden haber alamazdık. Çamaşırlarımız kirlenirdi. Ta Sultansuyu’na gidip çamaşır yıkadığımız günler olurdu. Ama içimizde bir hedef vardı. Biz ilerde bazı güzellikler yaratmak için yetişiyorduk. Bunun bilincindeydik. Türkiye, Türk insanı daha iyi bir duruma gelecekti. Bunu gözlerimizle de görüyorduk. İlk kez okula gelen bazı eski püskü giysili arkadaşlarımız okul idaresi tarafından hemen giydirilip donatılıyordu. Yataklarımız ranzaydı, pek öyle ahım şahım şeyler değildi ama sonuçta birçoğumuz evlerde yer yataklarında yatıyorduk o günlerde. Yemekhanemiz, masalarımız, tabaklarımız, çatallarımız, bardaklarımız vardı. Bakır çay bardaklarımız ellerimizi biraz yakıyordu, ama sonuçta sıcacık çay içiyor, reçel ve sana yağı yiyorduk. Ben doğrusu, orada, Akçadağ İlk öğretmen Okulu'nda yediğim o kuru fasulyenin tadını buralarda bir türlü bulamadım. Gerçi artık pek yiyemiyorum da... Evet, öyleydi, birçok zorluklar görüyorduk ama, bu zorluklar içinde birçok güzellikleri de yaşamadık değil. Gerçi o günlerde bu güzelliklerin fark edecek yaşlarda değildik. Bunları insan yıllar geçtikçe anlıyor. Bakın, buraya döndükten sonra, Âşık Veysel hakkında duyduklarım, onun hakkında okuduklarım, onun şiirleri... İşte o vakit anladım Âşık Veysel'in değerini... Onun, yıllar sonara okumuş olduğum "Dostlar Beni Hatırlasın" adlı kitabını okuduktan sonar anladım onun ne değerli bir halk şairi olduğunu.. Oysa onu okulumuzun o mütevazi gösteri salonunda sazı ve sesiyle dinlememiş miydik.? Ama o günlerde bu olay bana o kadar ilginç de gelmemişti. Ya da bütün o andaki duyduklarımı şimdi unutmuş olabilirim.

Şimdi biraz dinlenmem gerekir, diye düşünüyorum. Bu bilgisayar beni gerçekten sıkıyor. Âşık Veysel'in kitabı hemen sağımda alıp onu karıştıracağım biraz. Onu anmak için bir şiirinden kısa bir bölüm de okuyabilirim...

Bir de Nejat Uygur, kalmış aklımda o gösteri salonundan.- burası aynı zamanda yemekhanemiz oluyordu- Galiba ilk ciddi tiyatro oyunu ile tanışmam da buydu. “Cibali Karakolu” oynanmıştı. Bende Nejat Uygur’dan bu kaldı. Onun daha sonraki o televizyon oyunlarını bir türlü sevemedim, gitti. Her neyse. Bu onun sanatı için bir ölçü müdür ki bunu söylüyorum şimdi. Ama o oyunda o denli başarılıydı ki, onun o komiser rolü uzun yıllar aklımdan çıkmadı. Sonra bir de dansöz çıkarmışlardı, sanıyorum. O yıllarda böyle şeyleri görmek bizim için oldukça önemli tabii. Yoksa başka türlü bir “Harman gazetesi” okul idarecilerinden saklı olarak elden ele dolaşır mıydı? Bir de bugünkü duruma bak. Kapalı göbek bulmak mesele...

Malatya'ya indiğimiz günler de olurdu. Ama neler yapardık, neler olurdu; pek öyle bunları ayrıntılı olarak hatırlayacağımı sanmıyorum. Birkaç yıl önce Mehmetali Ağca'nın hayatını konu alan yabancı bir film izlemiştim. Orada bir "Malatya" sözü geçer geçmez kulak kesilmiştim. Birileri konuşuyordu: “Malatya'dan iki şey çıkar: biri kaysı, biri de katil..." O kadar da değil, diye gülüp geçmiştim o an... Evet, kaysı tamam... O ne kaysı bahçeleriydi öyle... Depolar kurutulmuş kaysı doluydu sarı sarı... Bunları küreklerle bazı çuvallara dolduruyorlardı... Ama bende Malatya ile ilgili bazı şeyler kalmıştı; bunlardan biri, Malatya'nın yeşilliği ve şehir içindeki küçük arklardan akan billur gibi su... Babamın böyle temiz, berrak sular için bir benzetişi vardı: Turnagözü gibi, diyordu. Turnagözü gibi su... Malatya'ya daha çok trenle mi giderdik?.. Aklımda öyle kalmış. Büyük bir istasyonu vardı. Bir de lokantası istasyonun... Orada salt adında kadın geçtiği için kadınbudu köfteler yediğimizi hatırlıyorum da şimdi kendi kendime gülümsüyorum... Şehre giden gidiş gelişli bir istasyon yolu vardı. Otobüsle giderdik herhalde, muavin iki de bir durakları hatırlatırdı: Pınarbaşı, Cezaevi... Malatya Cezaevini daha sonra okumuş olduğum bir kitap dolayısıyla gözlerimin önüne geldi hep. Kemal Tahir'in "Kadınlar Koğuşu" adlı romanı... Orada en çok idam edilmeyi bekleyen bir kadına yanmıştı yüreğim. Sonra Kemal Tahir'in birlikte fotoğraf çektirdiği gerçek kişiler: Malatya kabadayısı Mazmanoğlu... 

Şimdi, aradan bunca yıl geçtikten sonra öyle hafızamı yokluyorum bir; bakalım, Malatya'dan bende kalanlar neler, diye... Doğru şehir meydanında buluyorum kendimi. Önünde o heybetli İsmet İnönü heykeliyle büyük vilâyet konağı... İnsanlar... Kadınlar daha çok büyük kareli,  gri çarşaflarıyla kalmış bende... Erkeklerde genellikle çizgili kumaş ceketler, altta da şalvar... Birer de kasket... Ve bıyıklar... Orada bıyıksız erkek görmedim sanıyorum, öğretmen ve öğrencilerin dışında. Bir de askerler... Vilâyet binasının tam karşısında küçük bir park mı vardı, ya da daha arkadaki o serin ve çevresinde temiz su arklarıyla çevrili tarihi caminin bahçesi miydi, bilemeyeceğim. İstasyona gitmek için dolmuş ya da faytonlara orada binerdik. Bir gün orada içimi ürperten bir haberle karşılaşmıştım. Birleri, işte tam burada bir taksicinin başını koparmışlar geçen gün, diyordu. Birileri de anlattıklarına göre Ahmet Emin Yalman'a da burada suikast düzenlenmiş, diyordu...

Ne yapar ne ederdik Malatya'da... Kuşkusuz, zamanımızın büyük bir bölümünü sinemalarda harcardık. Sinema o yıllarda bizim en büyük lüksümüzdü. Ayhan Işıkları, Muzaffer Temaları, Ahmet Tarık Tekçeleri, Neriman Köksalları, Feridun Karakayaları, Muhterem Nur'u bu sineme salonlarında tanıdık. Buralarda sevdalandık, içimizden kopup gelen ilk sanal aşkların acısını buralarda tattık. Geri Kuperler, Marlon Brandolar, Liz Teylırlar, Sayanora... Bir de hangi filmdi hatırlamıyorum, iki ünlü artist; biri tabancasını dayıyor alnına ötekinin, öteki de bıçağı onun karnına... Bana bak Çarli diyor elinde bıçak olan, sen benim beynimi dağıtabilirsin; ama ben de senin bağırsaklarını yere dökerim... Bakın, nasıl da aklımda kalmış... Bir de şimdiki gençlere kızıyoruz böyle filmleri izledikleri için...

Hemen meydanın sağında da bizim Foto Kemiksiz vardı. Orada ne pozlar verirdik... Hatta diplomamdaki fotoğrafım da orada çekilmişti. Diplomam dedim de akılıma geldi. Okul müdürümüz Süleyman Adıyaman'dı. Onun o yıllar içinde okulumuzun içme ve sulama suyu için verdiği uğraşları düşünüyorum şimdi... Nerde kaldı öyle insanlar... Onlar gerçekten ilerisi için birer umuttular. Sonra bir okul müdürümüz daha vardı: Ali İhsan Beyhan... Varlık dergisinde yazıları çıkardı. Sonra bir de kitabı basılmıştı okul matbaasında: Atamız Atatürk... Hep gericiliğe karşı yazılardı bunlar... Yıkıcılığa karşı... Bir de bugün için gelinen nokta... 

Malatya'dan bende kalan çok güzel izlenimlerden birisi de Varlık dergisiyle ilk kez Türkiye'nin bu Doğu Anadolu şehrinde tanışmamdı. Şehir meydanının Stadyuma giden çıkışında bir kırtasiye ve kitapçı dükkânı vardı. Kitapçı, diye bir orası aklımda kalmış. Şimdi tam olarak hatırlamıyorum, orada mı, ya da o dükkânın karşısındaki tütüncü kulübesinde mi gördüm hatırlamıyorum. Bir dergi... Varlık dergisi... Edebiyata meraklıyım. Okul dergisinde bir yazım yayımlanmış, üstelik bir de kompozisyon yarışmasında birincilik... Aldım Varlık dergisini, doğru okula... Kimindi, bilmiyorum, bir hikâye... "Kaza" adlı bir hikâye... Evden bin bir türlü sorunlarla çıkan bir adamın dalgınlıkla bir otobüsün altında can vermesi ve aklından geçenler... İlk kez böyle gerçek bir öyküyle karşılaşır gibi oldum. Gerçi edebiyat kitaplarında Nurullah Ataçları, Sait Faik Abasıyanıkları okuyoruz, ama birer ikişer örnek; artık başka şeyleri de merak ediyorum... Derken öğretmenlerden biri bu dergiyi benim elimde görmüş. Usulca yanıma geldi. Çok güzel, dedi. Güzel bir şey bir öğrenci için. Ama sen gene de bunu başkalarına gösterme... Kendin bil, kendin oku... Ben bu sözlerden bir şeyler sezmiştim de net olarak bir şey çıkaramamıştım o günlerde. Ve Varlık dergisiyle daha o yıllarda başlayan dostluğumuz bugün de sürüyor.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 149. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 149. Sayı