Anılarla Yaşamak


 01 Ekim 2019

Cuntalı Yıllar

21 Nisan 1967... Yunanistan’da Albaylar Cuntasının ilân edildiği gün... O ne günlerdi öyle... Papadopulos ve Pattakos... Gündemde olan iki ünlü isim... Ve “Ellas Ellinon Hıristianon!..”  “Apofasizomen Ke Diathassomen...” (Yunanistan Yunanlılarındır- Karar veriyor ve emrediyoruz) Ortalık asker ve subaylarla dolu... Karakolların en şaşaalı günleri... Her biri başlı başına birer hükümet... Yunanistan genelinde ne olup bittiği bizi pek ilgilendirmiyor da acaba bize ne olacak, başımıza hangi çoraplar örülecek; onun endişesi içindeyiz. Çok geçmeden bir bakıyoruz ki, artık ne tarla satın alabiliyoruz, ne ev yaptırabiliyoruz, ne de onarabiliyoruz... Köyler akşamüstleri yabancı yerlerden gelen Yunanlılarla doluyor... Kim bunlar, ne istiyorlar... Bir bakıyoruz ki hükümet, bazı kişilere bol keseden kredi verip evini de satmak koşuluyla Türklerin tarlalarını satın almaya geliyorlar... Aracılar da yine aynı kişiler... Birçoğu da ayaklarını heybenin iki gözünde tutmayı başaranlar... Balarılarının kovanlarına sarıca arılar musallat oluyor durmadan... Önce bütün Türklerin ellerindeki av tüfekleri toplatılıyor. Karakol baskıları iyice artıyor... Herkeste bir korku, bir tedirginlik...

İlk günü anımsıyorum... Sabahleyin daha derse girmemiştik. Komşu köyden bir Yunanlı öğretmen motosikletiyle gelip arkadaşına bu ihtilalı müjdeliyor. Sanıyorum, daha o akşamüstü bir subayla iki asker gelip beni buluyorlar. Git hocaya söyle, minaredeki hoparlörü indirsin, sana teslim etsin, diyor subay. Ben her yerde şakalaşmayı seviyorum. Bunu söylerim de diyorum, hoparlörü siz alıp saklasanız; beni bu işe karıştırmasanız... Baktım subay, oldukça ciddi... Bize verilen emir bu, diyor... Ne yapsın hoca; zavallı hiç ses çıkarmadan o ses düzenini söküp bana getirdi... 

Bir de o günlerde bu ihtilâlın gerekçelerini halka anlatma girişimleri vardı... Bir subay gelip camideki cemaate bu konuda bilgi verecek... Bu işin tercümanlığı da bana yüklenmesin mi? Bu işin şakası makası yok... Subaya gidip bakın, dedim, ben Yunancayı pekiyi bilmiyorum, bir yerde yanlışlık manlışlık yaparım; başımın belaya girmesini istemem... Yok, korkma, dedi. Biz sana yardım ederiz... Subay konuşuyor, halk kuzu kuzu dinliyor, ben tercüme ediyorum. En sonunda “zito” (yaşasın) diye halkın da iştirak etmesini bekledi subay... Zaten konuşmayı hiç mi hiç beğenmemiştim... Subaya, burada bu Allah evinde sadece Allahın adı zikredilir, dedim... Bu son sözü söylemeyelim... Tamam, oldu, dedi subay...

Aklıma Nasrettin Hoca’nın “fil hikâyesi” geldi

Bu Cuntalı yıllarda Azınlık Postası gazetesinde bazı köşe yazıları yazıyorum. Merak... Sansür, ikinci Abdülhamit dönemini aratmayacak bir şekilde sürüyor... Serde gençlik var... Cuntaymış, sansürmüş, bütün bunlar bana vız geliyor... Tabii ki işin ciddiyetini kavrayamamış olmaktan kaynaklanan bir durum... Acemilik... Şimdi kendi kendime sorduğum oluyor: Yahu, senin o yaptığın ne biçim akılsızlıktı? Kime güveniyordun, seni kim elinden tutup kurtaracak... Ama biz yıllar önce Mahmut Makalları, okumuşuz, Fakir Baykurtları, İnce Memedleri okumuşuz... İdealist birer öğretmeniz... Dinler miyiz? O günlerde de Çepelli köyünün bir içme suyu derdi var. Aslında yıllarca süren bir dert... Şimdi köye yakın su kaynakları olmasa milletin bu denli zoruna gitmeyecek... Ama koskoca çay köyün içinden geçiyor, köyün içme suyu yetersiz, halk içme suyu sıkıntısı çekiyor. Sonra hemen her gün cuntacı subaylar gelip dert dinliyorlar, şikâyet dinliyorlar. Biz daha önceki hükümetlerin yapmadıklarını, yapamadıklarını yapacağız, diyorlar. Ben herhalde bu söylenenlerden cesaret almış olacağım ki, Azınlık Postası gazetesine bu konuda, Çepelli köyünün su derdini dile getiren bir yazıyı biraz da “edebileştirerek” dile getiriyorum... Çok geçmeden vilâyete davet ediliyorum. O zamanın Cunta valisi de ünlü Alamanos... Alamanos Dimitriyos. Giriyorum içeri; bir bakıyorum ki hemen yanında elleri önünde gayet saygılı biçimde bizim ünlü müfettişimiz Minas Minaidis... O yıllarda başka bir görevde tabii. Bizim halkın ödünün koptuğu bir dairenin şefi. “105 Numara...” Resmi adıyla Politistikon Grafiyon... Orada benim bu yazı meğer sansüre takılmış... Alamanos, bir bana bakıyor, bir önündeki yazıya bakıyor, biraz inanmaz bir tutumla soruyor: bu yazıyı sen mi yazdın, diye... Yazının başlığını da söylüyor tabii. Evet, ben yazdım, diyorum... Peki, bu yazdıkların doğru mu? Elbette doğru, diyorum... Sen bu yazıyı yazabilecek birine benzemiyorsun, diyor, vali, sana bu yazıyı yazman için… Hemen meseleyi kavrıyorum. Benim bu yazımın ısmarlama bir yazı olduğunu ima ediyor... Ismarlayan yer de malum yer: TC. Gümülcine Başkonsolosluğu... Gülümsüyorum. Ne demek istediğinizi anlıyorum, diyorum. Ama benim ısmarlama yazı yazmayacağımı herkes bilir... Sonra yazıdan bir parçayı Minaidis’e okutup, bak diyor, böyle bir suçlama seni çok zor duruma sokar. Sen diyorsun ki, böyle bir durum İç Savaş sırasında bile yaşanmadı... Baktım, başıma büyük bir çorap örülmek isteniyor ve biliyorum ki ben bu konuda hiçbir yerden yardım görmeyeceğim. Öyle bir durum ki, zaten ihtilal komünizme karşı yapılmış bir ihtilal. Benim yazıdaki bir paragraf kasıtlı olarak yanlış tercüme edilerek olayı saptırmışlar... Hemen orada müdahale ediyorum. Bu tercüme yanlış yapılmış, diyorum. Yazıyı ben yazdım ve tercümesini de ben yapayım. Hatırladığıma göre ben, bir zamanlar kahvelerde andartlık (İç Savaş) muhabbetlerinin ardı arkası kesilmiyordu; şimdi onun yerini su derdi konuşmaları aldı, diye yazmıştım bir yerde. Bu suçlamadan kurtuldum, derken, peki senden başka birilerini evet Mishos (Çepelli) köyünün içme suyu yok, diye birkaç kişi bulabilir misin, dedi vali... O anlık durumu kurtarmak için bulurum, dedim. Soruşturma bir başka güne ertelendi. Köye geldim, en güvendiğim kişilere durumu açtım, herkes köşe bucak kaçıyor. Ardımda hiç bir kişi yok. Üstelik bir subayla belediye yetkilileri köye gelmişler, sordukları kişiler bizim böyle bir su derdimiz yok, demişler. İkinci kez gittiğimde Vali, köylülerden hiç bir şikâyet, yok, dedi. Sen bu yazıyı ihtilâlı kötülemek için yazdın! Baktım, pabuç pahalı. O anda aklıma Nasrettin Hocanın “Fil hikâyesi” geldi. Vali’nin karşısında işte tek başınaydım. Ama geri de adım atamazdım... Ne yapayım... Sayın Vali, dedim. Köye her gün bazı subaylar geliyor ve diğer hükümetlerin yapmamış olduğu işleri bu hükümetin yapabileceğini söylüyorlar. Ben de bu su işini ancak sizin çözebileceğinize güvendim ve elinize geçeceğini bildiğim için bu yazımı yazdım, dedim. Köylülerin bizim böyle bir şikâyetimiz yok, demelerine gelince; açık söyleyeyim: bu halk korkuyor. Bunların hiç biri kalkıp da burada sizin karşınızda bir şikâyette bulunamaz. Bu bir gerçek dedim. O an, yanında bulunan bir başka memura: hemen yüzbaşıyı çağır, buraya gelsin, dedi. Yüzbaşı geldi, selâm verdi. Vali o anda emretti. Hemen Çepelli (Mishos) köyüne 300 bin drahmi bir meblağı su için ayıracaksınız, dedi. Öyle sanıyorum, bir aya varmadı, Taşlık mahallenin kuzeyine büyük bir su deposu yapıldı ve köy gerçekten içme suyuna kavuştu. Bu gelişmeden Çepelli köyünde kaç kişi haberdar oldu, bilmiyorum. Ama bildiğim, bir Donkişotluk yüzünden az daha başım belâya giriyordu... Bu olaydan sonra kolay kolay böyle bir Donkişotluk hareketine girişmeyeceğime söz verdim, ama gene olmadı, yine bazı olaylarla ister istemez karşı karşıya geldim... Ve ne yazık; bu olaylarda da hep yalnız kaldım.

Tiyatroya İlk Adım

Yağmurlu çamurlu kış günleri... Çepelli Türk İlkokulu’nda öğretmenlik görevi... Şimdiki gibi değil. Öğrenci mevcudu yüzün üstünde hep... Dersler, deneyler, resim, müzik... Hummalı bir çalışma... Galiba Çepelli Türk İlkokulu’nun tarihi boyunca eriştiği en güçlü eğitim kadrosu: Rahmi Ali, Hüseyin Mahmutoğlu ve Refika Nazım... Bu üçlü okulda bir devrim yaratacak kapasiteye sahip. Okul sanki pilot okul gibi çalışıyor... Müziğinden resmine, Türkçesinden matematiğine, hatta en yüksek düzeyde beden eğitimi çalışmalarına bu devrede girişiliyor... Öğretmenler “İlköğretim” dergisinden tut, “Türk Dili”, “Varlık” “Türk Kültürü” dergilerine abone... Bu başarılı çalışmalar toplumun gözüne çarpmasa bile yönetimin gözünden kaçmıyor... Bu düzeni bozmanın yolları aranıyor... İnanılmaz rahatsızlıklar... İnanılmaz sürtüşmeler. Bütün bu çalışmalar arasına bir de tiyatro çalışmaları giriyor...

İlk yıllarımız... Her şeyde bir heyecan… Gideceğimiz yerler de belli... Ya Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği, ya Gümülcine Türk Gençler Birliği... O günlerde de Gümülcine Türk Gençler Birliği başkanı galiba Ali Bağdatlı olacak... Kiminleydim, hatırlamıyorum. Bir ara yanıma okul arkadaşım Aydın, geldi. Aydın Mehmet Arif. (Kemal Şevket Batıbey’in Oğlu) Yav arkadaş, dedi. Biz burada bir tiyatro çalışması yapıyoruz. Provamız var. Ama rollerden biri için insan yok. Hayriye Hanım’a anlattık durumu. Acaba bu işe ne dersin... Allah Allah... O güne kadar benim böyle bir şeyle karşı karşıya gelmişliğim yok. Nasıl oldu, o anda neler düşündüm; bilmiyorum; bir deneriz, dedim... Başarabilirsem, neden olmasın... Geçtik birliğin kütüphanesine, bana bir tomar kâğıt verdiler... İşte “Hacı Hüsamettin”, rolü senin olacak, dediler... Bir deneyelim, dedim... Belki başaramam... O an bu işin ezbere nasıl olacağını düşünmedim değil. Ama bakarak bu işi herhalde becermiş olacağım ki, Hayriye Hanım’ın (Celal Bayar Lisesi’nde görev yapan Türkiyeli Kontenjan Öğretmen) yüzünde bir sevinç dalgasının dolaştığını hissettim... Oldu, dedi... Hem de çok güzel... Ve çalışmalara başladık...

Bazı şeyleri yazarken insan ister istemez bir sürü hesaplar yapıyor. Acaba birilerine haksızlık etmeyeyim, sakın ola ki bu mesele benim yazdığım şekilde değil de başka bir şekilde gelişmiş olabilir, gibilerden... Şu yaz ayı içinde iki ayrı olay beni güldürdü. Haziran-Temmuz ayları... Yıl: 2001. Yine bu konular, yani anılar, yazılması ya da yazılmaması gereken konular üzerinde konuşuyoruz. Hasan Hatipoğlu, (Akın gazetesi Yazı işleri Sorumlusu) bir ara “ben de hatıralarımı yazıyorum, dedi. “Zaten kendisine çoktan beri bu konuyu ihmal etmemesi gerektiğini söylüyordum, yarı şaka yarı ciddi. Geçenlerde Şafak dergisine geldi, artık yazmaya başladım, dedi. Ama bazı yerlere gelince kalem bir türlü yürümüyor. Doğru şeyler ama insan bunları yazsam mı yazmasam mı, diye düşünüyor. Durumu kavradım ve gülmeğe başladım... Sonra bu konular üzerinde sözlü olarak uzun süre durduk. Aslında olan şuydu: bunlar elbette birer devlet sırrı değildi. Ama bazı makam sahipleri yaptıkları yanlışların başkaları tarafından kamuya yansımaması için bunların söylenmesini ya da yazılmasını istemiyordu. Yani olay, kişisel çıkarların korunma planından başka bir şey değildi. Anladığım bir işin içine siyaset girdi miydi, orada yapılan her şey mubah sayılıyordu. Yani bu iş bizim gibi adamlar için, değildi.

“Paydos”lu Günler

Bir gün öğretmen Raife Urgancı ile karşılaştık. Eski yıllardan kalma bir alışkanlık. Beni görünce “Allaha şükür,” der söze öyle başlardı. Yine gülümsedi, “Allaha şükür” dedi. Bu söz 1965’li yıllardan, Cevat Fehmi Başkut’un “Paydos” adlı eserinden kalma bir sözdü. Ben orada Hacı Hüsamettin rolündeydim ve dindar pozisyonunda zavallı öğretmene çektirmediğim sıkıntılar kalmıyordu. Kendimi gizlemek için de ikide bir “Allaha şükür” sözünü dilimden düşürmüyordum. Bu oyundan sonra bu durum uzun süre devam etti. Şimdi o günleri düşünüyorum... Kimler vardı o oyunda... Halil İbrahim Sadık, Emine Mehmet, Raife Urgancı, Gülten Mustafa, Aydın Mehmet Arif, Şerafettin, Filiz İmam, Fevzi Ali... Hepsini hatırlamam olanaksız. “İdadiye” binasının müsamere salonunda durmadan provalar yapıyoruz. Hayriye Ilgaz bu oyunun baş mimarı... O günkü meraka, heyecana, dirence bak... Çepelliden Bulatköy’e, yağmur çamur yaya git gel, oradan Gümülcine’ye, sonra gene Bulatköy, gene Çepelli’ye yaya... Ve sonunda başarılı bir oyun sergiliyoruz. İdadiye salonu alkıştan sarsılıyor. O yılların Gümülcine Başkonsolosu Tevfik Ünaydın bütün oyuncuları sahnede kutluyor... Hepimiz büyük bir iş başarmış olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Aynı oyunu bir de İskeçe’de oynuyoruz. Orada da oyuna büyük bir seyirci desteği...

Sonra galiba “İspinozlar”ı oynadık... Orada kimler vardı. Mücahit Mümin, Ahmet Domruköylü, Hüseyin Üzeyir, Hüseyin Mümin, Sabiha, Refika ve Şefika Nazım, Gülten Âdem ve başkaları... Bu oyunda da büyük bir seyirci rekoru kırılmıştı. Bu oyunu sanıyorum “Olimpos” yazlık sinemasında da oynamıştık... Makyajlarımızı da resim öğretmeni Mustafa Çakır yapıyordu, sanıyorum. Geçmiş gün... 

Daha sonra bir oyun daha oynadık. Bütün bu etkinlikler Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği ile Gümülcine Türk Gençler Birliği işbirliğiyle yürütülüyordu. Son oyunumuz Necati Cumalı’nın “Nalınlar” adlı oyunuydu. Bu oyunun çalıştırıcıları artık iki yerli kişiydi. Rahmi Ali ve Mücahit Mümin... Aklımda kimler kalmış oyunculardan... Hatice Hüseyin, Sabiha, Mümin Hüseyin, Üzeyir… Bir de Erol vardı galiba... Hatice’nin kardeşi... Aklımda bunlar kalmış... Bu oyunu da başarıyla sunduk... Hatta perde düzenini bile kendimiz kurmuştuk... Çok iyi hatırlıyorum. Oynadığımız yer de galiba yazlık Kamelya sinemasıydı... Ve Şafak Okuma Tiyatrosunun kuruluşuna kadar bir daha tiyatroyla ilgilenmedik... Yanlış anlaşılmasın... Hiç kimse ilgilenmedi tabii... Yıllar öyleydi, durum o şekildeydi... Başka türlüsünü de yapmak elimizde değildi. Gerçek şuydu: Bir nevi tiyatroya paydosla başlamıştık, paydosla da bitirdik…

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 154. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 154. Sayı