Arabacının Yeri


 01 Ağustos 2020


Davetsiz geldi, selamsız oturdu. Merhaba demesini bekledim, demedi. Hafifçe başını eğdi, net görmeyen gözlerini yere dikip düşünmeye başladı. Bir zaman sonra başını kaldırıp çaycıya seslendi:

“Mustafa masayı donat!”

Lakabı “Arabacı”ydı. Asıl adını bilenler bile ona Arabacı derlerdi. Sigaranın birini bitirmeden, diğerini yakardı. Telefonunda Mustafa Yıldızdoğan’ın müziklerinden oluşan bir türkü listesi vardı. O listeyi açar, dinlerken geçmişte yaşadıklarına, yüreğinde taşıdıklarına, uzaklara, daha uzaklara, Toroslara, Tanrı Dağları’na, Ötüken’e, Turan’a dalar giderdi. Kendini bu türkülerde bulurdu ya da bu türkülerle kendine gelirdi.

Gurbete yıllar önce işçi ailesi olarak gelmişlerdi. Onlar da yurdundan yuvasından göçmüş her Müslüman Türk gibi helal rızıklarının peşindeydiler. O yıllar, karışık yıllardı. Kardeşin kardeşe kıyabildiği, bir kısım insanların kültürel değerlerine, inanç sistemine düşmanlık edebildiği, Türk’ün canının yakıldığı yıllardı.

Avrupa’daki Türkler de bu acılı yıllardan nasiplerini alarak yaşıyorlardı. Arabacı, meydanı boş bulunca esip gürleyen, zoru görünce susup pusanlardan değil haksızlığa, zulme karşı duranlardandı. Belinde taşıdığı iki tabancayla ifrit yuvalarına baskın düzenleyebilen, yürekli bir adamdı. Hakkında daha pek çok şey duymuş, dinlemiştim. Onu şahsen tanıdıktan sonra da duyup dinlediklerimin doğruluğuna bütün kalbimle inandım.

Çaycı Mustafa, elinde tepsisiyle geldi. Arabacının masasını yarım ekmekten basılmış bir tost, dörde bölünmüş bir domates, birkaç tane zeytin, bir dilim peynir ve bir şişe gazoz ile donattı. “Buyur, afiyet olsun!” dedi. Besmelesini çekip teşkilatta bulunanlara “Buyurun, beraber olsun!” diyerek, başını kaldırmadan, müziğini kapatmadan, kâh eteklerinde doğduğu Torosların özlemiyle, kâh Tanrı Dağları’nın esintileriyle, bir tosttan ısırdı, bir gazozdan yudum aldı.

Arabacı yıllar önce Almanya’da hapse düşmüş, orada vurulan bir iğne hayatındaki her şeyi alt üst etmişti. Çok sevdiği yuvasından kopmuş, sağlığını, günü kaybetmiş, haklıyken haksız duruma düşmüştü. Yine de değerlerinden taviz vermemiş, yıllar önce etmiş olduğu yeminindeki gibi, Allah’tan başka ilah tanımamış, çile çekmiş, zora düşmüş, asla eğilmemiş, bükülmemiş, yalvarmamıştı. Elinde ve cebinde ne varsa, ihtiyacı olanlarla her daim paylaşmış, mazluma kol kanat germiş, zalimin karşısına dikilmiş, yürekli, şuurlu, güzel ahlaklı bir gönül adamıydı. 

Sokaklarda yatıp kalkan bir meczup gelirdi yanına. Arabacı çayları söyler, çaylar gelinceye kadar, cebindeki paketten, cüzdanındaki paradan payını ayırır, gelenin cebine, rencide etmeden, incitmeden koyardı. Suskunca çaylarını içerler, bitince o meczup adam, acelesi varmışçasına kalkar, minnettarca bakar, bir şey demede çeker giderdi.

Sonra öğrendim ki bu meczubun adı Serdar’mış. Serdar, bu şehrin ilk Türk restoranını açan, ilk sıfır Mercedes’ine binen, ilk Türk gazetesini getirip dağıtan, iyi kalpli, samimi, dürüst bir esnafmış. 

Zamanla çevresindeki art niyetli insanlar yüzünden işleri bozulmuş, ailesi dağılmış. Yaşananları kaldıramamış, akli meleklerini yitirmiş. Serdar’ın, incinmeden, kırılmadan çaldığı ilk kapı, sığındığı son limanmış Arabacı.

Arabacı, boş konuşanı, bilmeden konuşanı pek sevmez, hep uzak dururdu. Böyle kişilere hep “Boş kafalar!” derdi. Milletini ve değerlerini her şeyin önünde tutar, laf söylemez, söyletmezdi. Öyle bir olaya şahit olunca hemen kalkar, kaşlarını çatar, yumruğunu sıkar, kimsenin kalbini kırmak istemez, çeker giderdi.

Teşkilatın sakin olduğu zamanlarda, bizimle sohbet etmeyi severdi. Sohbetlerinde riyasız, yalansız ve abartısız konuşurdu. O konuşmaya başladığı zaman nefesimizi tutar, birikimlerine hayran olarak onu dinlerdik. Her sohbetimizde inancımız ve tarihimiz adına mutlaka çok şeyler öğrenirdik. Türk Milletine hayranlığımız bir kat daha artar, mensubu olmaktan onur, ecdadımızla gurur duyardık. Arabacının Türk’ü tanıtan, sevdiren, meraklandırıp okumaya sevk eden bu sohbetlerinin bitmesini istemezdik.

Son zamanlarda sık sık rahatsızlanır, genellikle teşkilattan ambülans ile hastaneye kaldırılır olmuştu. Birkaç gün, bazen birkaç hafta hastanede kalır, ayağa kalkar kalkmaz, yine ilk önce teşkilatımıza davetsizce gelir, selamını verir, halimizi hatırımızı sorar, her zaman oturduğu köşesine geçer otururdu.

Ocak ayının beşiydi, hava puslu, gök yüzü yaslıydı sanki. Arabacı şehir hastanesinde uçmağa varmıştı. Havanın yağmurlu olmasına rağmen, caminin bahçesi, sevenleri ile dolup taşmıştı. Tabutunu musallaya koyup sağıma döndüğüm zaman Serdar dağınık, bitkin ve kimsesiz haliyle oradaydı. Cebindeki her kuruşuyla sevindirdiği çocuklar ve kimsenin ciddiye almadığı, akıldan hayli yoksun Metin bile oradaydı.

Arabacı ağabeyimiz, bilgemiz, yol göstericimiz, yağmurun inceden inceden çiselediği puslu, kapalı bir günde bu vefasız dünyadan göçtü gitti.

Bir süre Arabacı Ağabeyimizin masası boş kaldı. Onun yerini dolduramayacağını düşündüğünden kimse o masaya oturamadı. Masayı boş gören Serdar, Metin, kimsesiz çocuklar, teşkilata uğramaz oldular. Bu bizim zorumuza gitti. Niçin boş bırakmıştık yerini? Niçin Serdarların, Metinlerin sığındığı limanı açık tutamamıştık? Bu bize yakışır mıydı? Teşkilat olarak karar aldık. Teşkilat yaşadıkça Arabacı Ağabeyimizin yaktığı ışık sönmeyecek, güvenli liman kapanmayacaktı.

O günden sonra Arabacı’nın masası boş, ruhu Fatihasız kalmadı.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 164. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 164. Sayı