HaftanınÇok Okunanları
LENİYARA SELİMOVA 1
CİHAN ÇAKMAK 2
Gülsafi Melan 3
HİDAYET ORUÇOV 4
MAHİR NAKİP 5
KEMAL BOZOK 6
Gülzura Cumakunova 7
Uçsuz bucaksız bozkırda yaprak kımıldamıyordu. Canlı olan ne varsa susmuş, her şey onun tek bir hareketini bekliyordu adeta. Yaşamlarını yitirenlerin küllerinden halen dumanlar tütüyordu. Bunca insan, bunca asker, bunca coğrafya tek bir amaç uğruna yok oluyordu. Geriye kalan, insanların dehşetten irileşen gözleriydi savaş meydanlarında... Hiçbir güç karşısında duramıyordu, bu ordu önüneçıkan her şeyi tarihe gömüyordu. Kentler birbiri ardınayıkılırken, buralarda yaşayanlar ya topluca öldürülüyor ya da Moğol ordularının öncü birlikleri olarak kendi halklarına karşı savaşmaya zorlanıyordu. Hiç kimse ayırt edilmiyor herkes kendilerine bir şekilde hizmet etmek zorunda bırakılıyordu, yaşayarak ya da ölerek.
Büyük han, kafasını çevirip dumanlar tüten savaş meydanına uzun uzun baktı, baktı, baktı… Ardındançadırına yöneldi. Omuzlarından koca bir yük kalkmış gibiydi.“Batı seferi bu kadar büyütmeye değmez imiş kıymetli gözümde” diye söylendi kendi kendine. Oldukça kısa bir zaman içinde, tahta çıkar çıkmaz neredeyse Moğollar arasında efsane haline gelen Celâleddin’i bitirmişti. Cesedi henüz eline geçmemiş olsa da ordusunu ve şehirlerini ele geçirmişti ya, artık babasına olan borcunu ödemiş sayılırdı. Bu yüzden içi rahattı. Şilteye uzandı, öylesine yorgunduki aslında, ipek kumaşlara sarılmaya alışkın bedenine çadırdakişilte yatak bile çok rahat gelmişti. Uzandığı yerde içi rahat ve kendinden emin halde çok geçmeden uykuya daldı.
*
Ögeday, Cengiz Han’dan veraseti almıştı ancak kafası karışıktı, adıyla tanınmış bir devlete baş olmak, Cengiz kadar başarılı olmak, olabilmek ne kadar kolay olabilirdi? Emanetini alacağı bu devlette Cengiz gibi kendisi de başarıdan başarıya koşabilecek miydi? Bütün bu sorular zihnini kuşatmış, hemen karar verememişti. Zaten Cengiz’in ölümüyle imparatorluk parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya idi. Bir kurultay toplanmış, töre gereği tayini onaylanmıştı ancak Ögeday, başlangıçta oldukça kararsızdı. Kırk’ın uğuru sayısınca kurultay tam kırk gün boyunca toplandı. Ögeday da kırk gün boyunca düşündü. Babası, imparatorluğun selameti için hiçbir şeydenkaçınmamıştı. Bu yükün altına girmekistediğinden emin değildi, çünkü Cengiz çok zalimdi. Gerektiğinde kendi evladını gözünü kırpmadan öldürebilecek kadar... Ögeday bu kadarını yapabileceğini sanmıyordu. Üstelik varis olarak tahta geçerse kardeşleriyle de savaşmak durumunda kalabilirdi, bunu göze alamıyordu. Babası
tahttayken bir gün oraya geçmeyi, tahta oturmayı aklından bile geçirmemişti. Şimdi tüm ülke onun tahta oturmasını bekliyordu. Bütün bir ülke, bütün bir halk,savaş meydanları, uçan kuş, koşan at, akan su… Herkes yeni imparatoru bekliyordu.
Ögeday günlerce, gecelerce düşündü.Odasına kimseyi almıyor,yalnız başına oturuyor, düşünüyor, düşünüyordu. Kısa zamanda karar vermek zorundaydı. Zira Cengiz’in öyle çok düşmanı vardıki bu boşluğu değerlendirip her an hareketegeçebilirlerdi. Üstelik başsız kalan halk isyan edebilir, ayaklanabilir, kurulu düzeni bozmaya yeltenebilirdi. Müstakbel han, kırkıncı gün odasından çıktı. “Büyük Han” olmayı kabul ettiğini ilan etti. “Hükümdarımız Cengiz Han olağanüstü bir çabayla imparatorluğu kurmuştur. Şimdi uluslara barış ve refah getirme zamanı gelmiştir” dedi. Kırk gündür bu muştu bekleniyordu. Ondan başkasına hanlık yakıştırabilen zaten çok azdı. Büyük bir şenlikle Ögeday’ın büyük hanlığı kutlandı, naip tarafından kendisine ayin kupasında içecekler sunuldu, yardımcılar başlıklarını çıkardı, kemerini çözdü ve dokuz kez dizlerinibüktüler. Cengiz’in büyükmirasçısı Ögeday, artıkbüyük imparatorluğun sahibiydi.
*
Uyandı, çadırından çıktı. Sabah olmuş, gün yepyeni bir umut gibi başlamıştı. Fakat Ögeday halen çok yorgundu. Bir gün önce bir ölüm kalım savaşı verilmiş olan ovaya baktı. Hârizm ordusunun yenildiğini bir kez daha kibirlenerek hatırladı, keyfi yerine geldi. Hava güneşliydi, ovada hiç hareket yoktu ve kandan, ölü bedenlerle asker zırhlarından toprak görünmüyordu. Yıkıp geçmişti ordusu herkesi, eman nedir bilmemişti. Düşünceli bir halde ovayı gözleriyle tararkenbirden bir hareketfark etti ovada,çok minik bir ışıltı… Daha dikkatli baktı; bir noktada güneş ışıltısı bir görünüp bir kayboluyordu. Birileri sağ mı kalmıştı yoksa? Birden merakla hareketlendi, oraya doğru yürümeye başladı.
Koca cüssesiyle cesetlerin üzerine basa basa gördüğü ışıltıya doğru ilerledi. Hiç sakınmadan, hırsla gördüğü şeye ulaşmak için eziyordu askerleri. Yavaşça yaklaştı, yaklaştı... Bir askerdibu, neredeyse hiç hareket etmiyordu, her yeri kan içindeydi ve toprakla bütünleşmiş gibiydi. Ölmemişti fakat çok uzun süre yaşayacağa da benzemiyordu. Zırhı Hârizm ordusununkinden farklıydı. Ölmek üzere olan adamın yanına iyice yaklaşıp üzerine eğildi Ögeday. Öyle yakındı ki, adamın tükenmek üzere olan cılız soluğunu duyuyordu. Adam çok ağır yaralıydı. Büyük han, fazla vaktinin kalmadığını bilmekle birlikte, adamın önemli biri olduğunu hissediyordu. Tükürür gibi, fısıltıyla sordu: “Kimsin sen?” Ancak adam cevap verebilecek durumda değildi. Han bu kez bağırarak sordu: “KİMSİN SEN?”
Olanları bir süre uzaktan izleyen Bala, oraya doğru yürümeye başlamış ve onlara yaklaşacak vakit bulmuştu. Ögeday’ın en sevdiği ve en çok güvendiği adamıydı Bala. Ancak korkuyordu, hem hanı sakinleştirmek hem adamı kurtarmak için ne yapabileceğini düşünüyordu bir yandan da. Ögeday’ın merhametten yoksun, tüm gece uyumasına rağmen dinlenemediğini gösteren kan çanağı gözlerinden korkuyordu. “Hânım” dedi. Hışımla döndü han. Bala devam etmekle etmemek arasında gidip geldi bir an lakin bunun muhasebesini yapmak için artık çok geçti. Devam etmezse, bu sinirle ezip geçerdi ulu han. Yutkundu ve devam etti: “Hânım,bir önerim var ama…” dedi.Zaman kazanmaya çalışıyordu. Aynı zamanda Ögeday’ın ilgisini kaybetmesinin de an meselesi olduğunun farkındaydı. Bu yüzden hemen devam etti konuşmasına; “izninizle onu çadırıma taşıttırayım ve bakımını yaptırayım. Bu halde size cevap vermesi mümkün değil. İyileşirse bize önemli bilgiler verebilir, hatta belki onu casusluk için kullanabiliriz” dedi. Cümlesini tamamlar tamamlamaz “keşke söylemeseydim” diye düşündü ama sakinliğini korumayaçalışarak Ögeday’ın karar vermesini bekledi.Bala’nın asıl amacı öncelikle adamın canını kurtarabilmekti. Gözlerini kapatıp adamın canını bağışlamasını umdu. Ögedaybir an düşündü. Bala haksızsayılmazdı. Üstelik haklı çıkarsa çok büyük bir koz kazanmış olabilirlerdi. En kötü olasılıkla adam ölürdü, zaten çok uzun yaşayacağa da benzemiyordu. “Peki” dedi. “Söyle askerlere, taşısınlar çadıra.”
*
Askerler tarafından çadıra taşınan yabancı çok kötü durumdaydı. Sarsmadan zırhını çıkarttılar. Zaten zırh lime lime olmuştu. Bir elçi olduğu tahmin edilen yabancı, günlerce kendini bilmeden yattı. Bu sırada da her bir yeri, kıyafetleri, bedeni didik didik arandı fakat üzerinden herhangi bir mesaj çıkmadı. Bala her gün gelip adamın sağlık durumunda gelişme olup olmadığını kontrol ediyordu. Hakkında hiçbir şey bilmiyordu ama bir sır olduğunu hissediyordu. Bir şey vardı, bilinmeyen ama önemli bir şey. Üzerinden herhangi bir mesaj çıkmamıştı. Bala günlerce düşündü, gecelerini de feda etti bu bilmeceye…
Bir sabah yabancının çadırına gittiğinde onu ölü buldu, yarası zaten oldukça ağırdı, yabancı daha fazla dayanamamış olacaktı. Askerler çadıra girip de yabancıyı götürmek istediler, Bala yabancının yanında çökmüş otururken birden “Durun” dedi. Hizmet eden askerleri dışarı çıkardı ve yabancının başucuna oturup onu incelemeye başladı. Boynunda, kollarında, sırtında, göğsündebir işaret, bir mesaj, bir simge, harf ya da ona benzerbir şey aradı ama nafile… Hiçbirşey yoktu. Ögeday ise her gün yabancının durumunu soruyor, tatminedici bir cevap bekliyordu. Bala, başınıellerinin arasına alıp düşünmeye başladı.Bir yandan
zihnindeki düşünceler, bir yandan ölüdengelen dayanılmaz koku düşünmesini zorlaştırıyordu. Uzun müddet düşündükten sonra sıkıntıyla olduğu yerden kalkıp çadırın kapısına yöneldi. Ögeday’a bunun hesabını nasıl vereceğini düşünüyordu. Öyle ya, adamı çadırda iyileştirme fikri kendisine aitti. Kapıdan çıktı ve kafasını kaldırıp göğe baktı. Ellerini saçlarında gezdirdi. Ne olabilirdi? Bir sır vardıbu işte ama ne? Birdenbakışları değişti, heyecanla askerlerden birine seslendi ve yeniden çadıra girdi hızla. Çadırdan çıktığında gözleri zaferle parlıyordu.
Bala büyük çadıra girdiğinde Ögeday’ı düşünceli buldu.Ögeday onu fark etmedi bile... Batı seferini fırsat bilen Kore hanedanı, Moğol topraklarına saldırmıştı. Şimdi geri dönmekicap ediyordu. Batı’da bu kadar ilerlemişken geri dönmek işinegelmiyordu. Düşünmekten yorulmuş olmalı ki, kafasını kaldırdıbirden ve kendisinekaygı ve sabırsızlıkla bakan Bala’yı gördü.Başa geçtiğinden beri kendisineihanet etmeyen nadir adamlardandı Bala. Bala kaygılı,çekinceli bir halde yavaşça ve hürmetle yaklaştı.
“Hânım” dedi. “Harp meydanında bulup çadıra taşıttığımız adam bu sabah öldü.” Ögeday ilgisizce başını çevirdi.“Ancak” dedi Bala; “kafa derisindeKeykubad imzalı bir mesaj bulduk.” Ögeday yeniden döndü Bala’ya. İnanmak isteyen ama inanmayan gözlerle baktı: “Ne?” “Evet hânım.Günlerdir düşünüyorum. Bir şey, bir detay, bir mesaj olmalıydı, çünkü bu adam Hârizm ordusundan değildi. Sonra saçlarının nispeten kısa olduğunu fark edip kazıttım. Kafasında yazan mesajı hayal bile edemezsiniz.”
Ögeday ayağa kalktı. Bala’ya yaklaştı. “Demek Keykubat imzalı bir mesaj, öyle mi? Bilmez mi ki bizimle il olmayan ve kafa tutanlara zararımız dokunur. Ordumuzu onların memleketine gönderir, kendilerini ezip geçer,kadın ve çocuklarını esir alırız. Yurtlarını harap, mallarını yağma ederiz.Tez Sabutay’ı çağır bana!” dedi.Bala bu sözlerüzerine çadırdan çıkıp kapıdaki nöbetçi askere Sabutay’ın çağrılmasını salık verdi.
Sabutay kısa bir süre sonra çekinerek büyük çadıra geldi. Neden çağrıldığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Han ile olağanüstü bir hal olmadıkça görüşemezdi, bu yüzden endişeliydi. İçinden yükselen heyecanı bastırmaya çalışarak destur isteyipçadıra girdi. Ögeday onu ayakta bekliyordu, hemen konuya girdi: “Sabutay! Biliyorsun ki Kore hanedanı burada oluşumuzu fırsat bilip topraklarımıza saldırmıştır. Aslında hiç beklemeden sefere çıkmak gerektir, zira bu topraklar sahipsiz değildir. Ancak yeni bir gelişme oldu.Batı seferine devametmek, daha batıya ilerlemek gerekecek. Bu durumda, seni doğu seferi için görevlendiriyorum. Zaten Tuluy’a haber verilecek ve o da senin orduna katılacak, orduyu al ve git” dedi. Emir verilmişti. Sabutay’a düşen, görevinin hakkını vermekti. Saygıyla büyük hânı selamlayıp çadırdan çıktı.
*
Alâeddin Keykubad tahtında oturmuş, derin düşüncelere dalmış, tefekkür ediyordu. Kimseyi içeri kabul etmiyordu. Celâleddin’le aralarında bir yıl önce çıkan husumet tatlıya bağlanmıştı. Şimdi destek zamanıydı. Moğollar ortak düşmandı ve İslam dünyasını savunmak için tek yumruk olunması şarttı. Ancak endişeliydi; mesaj Ceâleddin’e ulaşmış mıydı, Celâleddin ne yanıt vermişti, dahası Moğollardan önce yetişebilmiş miydi elçi?
Moğolların zalimliklerini, vahşiliklerini iyi bilirdi Keykubad. Halklar parça parça ya da bütün bütün yok ediliyordu. Ordularının da büyük olması ve harp taktiklerini iyi bilmeleri neticesinde savaşı göze alamamıştı daha önce. Yassıçemen zaferi bir prestij kazandırmıştı elbette ama Moğollar’a kafa tutmak için yeterli cesareti sağlamıyordu yine de, o zaman için. Şimdi durum başkaydı. Celâleddin’e destek mesajıgönderirken savaşı da göze almış oluyordu. Etrafa ulaklar salmalı, destek kuvvet istemeli, ordusunu güçlendirmeli, zırhları yenilemeli, surları kuvvetlendirmeliydi.
Kapının sesiyle derin düşüncelerinden sıyrıldı, yeniden tahtında buldu kendini. İçeri giren ulağın yüz ifadesinden kötü bir haber getirdiğini derhal anladı. Adam konuşup konuşmamak konusunda tereddüt ediyordu. “Konuş!”dedi Alâeddin. Ulak etek öptüktensonra Moğol ordusunun Hârizm’i ele geçirdiğini, Celâleddin’in Diyarbekir yakınlarında yakalandığını ve acımasızca öldürüldüğünü, Moğol ordusunun insanları katlettiğini, tek bir canlı bile bırakmadığını anlattı bir çırpıda ve başı önde. Üstelik diğer ulaktan da haber yoktu. “Eğer büyük han Ögeday mesajı gördüyse, çoktan harekete geçmiştir” diye düşündü Alâeddin. Mesaj, kolayca fark edilemesin diye saç derisinekazınmıştı. Ancak Ögedaybir şekilde haberdar olduysa, artık geri dönüş yoktu. Savaş başlıyordu.
*
At koşturan yüzlerce, belki binlerce adamın sebep olduğu toz bulutu kilometrelerce öteden görülebiliyordu. En öndeydi Ögeday;yanında Bala, Kadak ve arkasında koca bir Moğol ordusu… Dörtnala geliyorlardı.
Büyük han, bu çarpışmaiçin tüm gücünüseferber etmek istediyse de buna savaştankısa süre önce cereyaneden tatsızlık engelolmuştu. Zira ordunun yarısı Sabutay’a verilmişti. Kore saldırısı batı seferinden daha az önemlideğildi. Oraya da savaş gerekti,buraya da. Üstelikordu sayıca yarıya inmişti inmesine ama azametinden bir şey kaybettiği söylenemezdi. Hala geçtiği yerleri yakıp yıkacak, ardında tek canlı bırakmayacak kudrete sahipti. Ögeday, Cengiz’in politikasını benimsiyordu: “İlerleyebilmek için arkada düşman bırakmamak gerekiyordu.”
Moğol ordusu Kayseri önlerine geldiğinde Ögeday ordugâhın kurulmasını emretti. Keyfine diyecek yoktu. Daha batıya ilerlemek için muhteşem bir fırsattı bu ve çok kısa bir süre sonra Anadolu toprakları da Moğol İmparatorluğu’na dâhil olacaktı. Ordugâhın kurulumu bittiği anda bir adam çıkageldi. Atının ağzından köpükler saçılıyordu. Bu, ünlü Moğol elçisi Mangu’ydu. Mangu’nun namınıherkes bilirdi, “haberiölümden hızlı getirir”derlerdi onun için. Ögeday’ın huzuruna kabul edildiğinde Mangu etek öptü ve anlatmayabaşladı. Ancak haberler iç açıcı değildi. Tuluy ölmüştü. Gerçizaten uzun zamandırhastaydı fakat getirtilen Şamanların yaptığı büyülerin onu iyileştirmesi bekleniyordu, tıpkı Ögeday’ı iyileştirdiği gibi. Tüm ulus yastaydıMangu’nun söylediğine göre, herkes çok üzülmüştü. En önemlisi de Sabutay’ın Kore hanedanı karşısındaki mutlak başarısı sekteye uğramıştı. Bu durumda zafer için Sabutay’ın yanındaki ordu yeterli olmayacaktı.
Amacına bu kadar yaklaşmışken gelen bu haberle ümidi kırıldı Büyük Han’ın. Ne yapılabilirdi? Sabutay’ı geri çağırmayı düşündü, fakat geri adım atmak da Moğol şanına yakışmazdı. Bu durumda yine de devam etmesi gerektiğini düşünerek, orduya hücumun halen geçerli olduğunu duyurdu.
*
Alâeddin de kışı geçirmek üzere gittiği Antalya’dan Kayseri’ye doğru yola çıkmıştı çoktan. Moğol ordusu taarruz için hep kışı tercih ederdi ve Alâeddin, Ögeday kendisine bu kadar yaklaşmışken asla vazgeçmeyeceğini biliyordu. Korkmuyordu ama tedirgindi. Yaptığı hazırlığın, sağladığı teçhizatın yeterli olduğundan emin değildi. Celâleddin öldürülmemiş olsa belki daha güçlü bir savunma mümkün olabilirdi fakat şimdi tek başına Moğol’akarşı durmak, teslim olmamak durumunda idi.
Gönderdiği haberci geldiğinde Alâeddin kendi dünyasına dalmış, iç muhasebe yapmakla meşguldü. Haberci, Moğol’un sadece üç günlük mesafede olduğunu söyledi. Alâeddin yavaşça kalktı, ordugâha geçmek niyetinde idi. Üç günde daha başka ne yapabilir, nasıl önlem alabilirdi? Düşünceli halde ordugâha doğru yürürken birdenbirkaç atlının önünde durduğunu fark etti, Büyük Han’ın elçileri… Elçileri de han gibi küstahtı.Son derece lakayt bir biçimde, “Ögeday’ın cihan hâkimi olduğu kabul edilirse barış ihtimalinin bulunduğunu” ilettiler. Alâeddin keskin gözleri ile elçilere baktı. Bakışlarında korkunun esamisi yoktu. “Hânınıza söyleyin; düşmanın kılıcının ucunda can vermeyi, hükümranlığını kabul etmeye yeğlerim” dedi, mağrur bir duruşla. Ardından elçileri önemsemediğini belli edecek biçimde yürümeye devam etti. Ordugâha ulaştığında sakinleşmişti, bir yandan da Ögeday’ın
küstahlığına şaşırmaktan kendini alıkoyamıyordu. Rahatlığı, küstahlığı, kibri… Her biri ayrı ayrı canını sıkıyordu. Asâkirin tez vakitte meydanda toplanmasını emretti.
Tüm ordu toplandığında Alâeddintek başına ve dimdik karşılarına geçti. Her bir askerin gözünün içine bakarak:
“Azametli Selçuklu ordusu! Bugüne kadar pek çok sefer yaptık, pek çok başarı kazandık. Siz kahraman Türk ordusu! Moğollar ile yapacağımız savaş; belki de en çetin, en kanlı ve en zorlu savaşımız olacaktır. Atalarımıza layık birer evlat olabilmek için kanınızın son damlarına kadar savaşacağınızı biliyorum. Şerefimizle ölmek, düşmana boyun eğmenin utancından üstündür her zaman! Bu topraklar bizim topraklarımız! Onlar bizden istekle bulunmuyor, milletimizin harîm-i ismetini, namus ve şerefini istiyorlar! Evlâdımızın bizi hayırla anmasını istiyorsak eğer, ecdadımıza layık olmak zorundayız. Haydi aslanlarım! Gazamız mübarek ola!” diye haykırdı. Kaçınılmaz an gelmişti…Savaş başlıyordu ve artık geri dönüş yoktu.
Selçuklu ordusu bu coğrafyayı iyi tanıyordu. Bu coğrafyanın mevsimlerini, iklim ve hava şartlarını özü gibi biliyordu. Bu da planlarını iyi tatbik edebilme avantajı sağlıyordu. Çünkü savaş taktikleri çok farklıydı ve düzenli harekete mecbur ordular için tehlikeliydi.
İlk çarpışma çok kanlı oldu. İki tarafın öncü kuvvetleri karşılaştılar, birbirlerine girdiler. At kişnemeleri, kılıç şakırtıları, kalkan sesleri, naralar, tekbirler, ölüm feryatları birbirine karıştı. Savaş alanında bir yandan toz kalkarken, bir yandan oluk oluk akan kanlar ovayı suluyordu. Ögeday’ın, mutlaka yeneceğine ve İslam Dünyası’nı çiğneyip geçeceğine dair şüphesi yoktu. Alâeddin’se yakarmaktaydı: “Ya Rabbi! Bu ordu senin kefere karşısındaki son ordundur; onu koru ve mağlup ettirme!”
Çarpışma tüm hızıyla devam ederken, birden Selçuklu ordusu çekilmeye başladı. Ordugâhından bu durumu izleyen Ögeday heyecanlandı. Bu bir taktik olabilir miydi? Gözleri ışıldıyordu ancak bir yandan da endişeliydi. Yıllarca kâbusunu yaşadığı, efsane haline gelen Selçuklu ordusunu yenmeyiöylesine istiyordu ki, yenilmiş olmanındüşüncesi bir anlığınadahi olsa kahrediciydi. Selçuklu ordusunun mevcudu gittikçe azalmaktaydı, yenilmesi an meselesiydi. Moğol ordusu, geri çekilen Selçuklu üzerine bir sel gibi aktı. Ögeday yerinde duramıyordu; son İslam ordusu da yenilmek üzereydi. Alâeddin endişeliydi. Destek kuvvetler halen görünürde yoktu, biraz daha gecikirse her şey için çok geç olacaktı. O sırada yanında bulunan askerler, Alâeddin’in dudaklarının kıpırdadığını gördüler: Alâeddin sessizce dua ediyordu...
Birden ovada bir dalgalanma oldu, birdenbire bir nehir gibi gürüldeyip gelen Selçuklu askerleriyle doldu tüm ova. Bu kadar askerin nerdennasıl geldiğini anlayamayan Moğol ordusu afalladı. Bu karmaşayı değerlendiren Selçuklu ordusu Moğol askerlerinin etrafınısardı ve hızla imhaya başladı. Moğol askerlerinin demirden zırhlarını kâğıt keser gibi kesiyorlardı; yüreklerindeki iman, bileklerine güç veriyordu.
Ögeday ne olduğunu anlayamamıştı ve sinirinden yerinde duramıyordu. Bu geri çekilmenin taktik olduğunu düşünmüşancak bekleyememişti ve hırsının bedeliniödüyordu. Bu sırada bir grup asker savaşa savaşa ordugâha kadar çıkmıştı. Çarpışmaya odaklanan Ögeday arkasını dönüp de aniden Selçuklu askerlerini görünce ne yapacağını bilemedi. Birdenbire başlayan amansız mücadelenin arasından sıvışmayı başardı ancak nereye gidecekti ki, her yer savaş, her yer kandı... Kendini ovada buldu, savaşın tam ortasında… Ordugâhtaki askerler Ögeday’ı koruma telaşıylagörevlerini bırakıp savaşa dâhil olunca,“çetrin düştüğü” haberiışık hızıyla ulaştı ovaya.Haberi duyup ordugâhabakan askerler çetrigöremeyince paniğe kapıldılar. Moğol ordusu düzenini bozup yollarını kaybetmişçesine bir çıkış aramaya başladı, ortalık bir anda mahşer yerine döndü.
Tüm uyarılara ve engellemelere rağmen kılıcını çekip ovaya inen Alâeddin bütün gücüyle savaşıyordu. Kargaşa içindeki Moğol askerlerinin arkasından haykırıyordu: “Soysuzlaaar! Kefereler! Bu vatanı size bırakır mıyız!” Gözünün önünden Ögeday’ın yüzü gitmiyordu. Zihninekazınmıştı siması. Bu yüzden de onca kargaşaya rağmen, biraz ilerdepanik halinde oradan oraya koşturan hanı tanıması zor olmadı. Savaşasavaşa yaklaştı. Tam karşısına geldiğinde durdu ve göz göze geldiler. Han da Alâeddin’i tanıdı ve başına geleceği anladı. Kılıcına bile davranmıyordu. Bir anda tüm savaş alanı dondu; sanki koca ovada sadece ikisi vardı... Ögeday ve Alâeddin. İyi ve kötü. Dost ve düşman. Birden etrafının sarıldığını hissetti. Alâeddin’i koruyan askerler onun peşinden savaş alanına koşmuşlar ve onun etrafını kollamışlardı. Şimdi hepsi Ögeday’ın etrafını sarmıştı; artık ovaya teslimiyet hâkimdi…
*
Ordugâha yaka paça getirildi Ögeday. Askerlerin kolundabüyük çadıra girdiklerinde de kendisine bu şekilde muamele edilince Alâeddin derhal ayağa kalıp sertçe onun misafir olduğunu belirtti ve ellerinin çözülmesini emretti. Ve büyük atası Alparslan’ı hatırladı. O da Bizans İmparatoru Romen Diyojen’e aynı şekilde muameleetmişti. Birden meraketti Alaeddin; Diyojen değil de Cengiz olsaydı bunca yoran, aynı muameleyi mi görürdü acaba?
Acıyan gözlerle karşısında duran Ögeday’a baktı ve konuşmaya başladı: “Sizinle bu şekilde karşılaşmayı hiç istemezdim. Lakin şartlar böyle gerektirdi, bizi tehdit ettiniz, bize zulmettiniz, halkımızı katlettiniz, hem de hiç gerekmediği halde. Şimdi esir düştünüz, dünya kimseye kalmaz demiş atamız.”
Ögeday sessizce duruyordu. Gözlerinde korku yoktu. Hırs vardı, öfke vardı. Alâeddin gülümsedi, gülümsemesi yüzünde yavaş yavaş sert bir ifadeye büründü, Ögeday’ın gözlerinin içine bir kez daha baktı ve çıkıp gitti.
*
Çadırında yatağına uzanmış şükrediyordu Alâeddin. Atalarına layık olabilmiş, vatan toprağını kefereye ezdirmemişti. Alparslan’ı düşündü yine. Gerçek bir asker, gerçek bir komutan olan Alparslan’ı… Fakat şimdi ne olacaktı? Moğol hanına nasıl davranması gerektiğini kestiremiyordu. Aslında Alâeddin; hanın babası gibi olmadığını, savurganlık derecesinde cömert olduğunu, öldürmeyi sevmediğini, ağırbaşlı, güvenilir, zeki ve ahlaklı olduğunu duymuştu. Sadelikten hoşlanan mülayim bir adamdı aslında. Daima barış istemişti, buna muvaffak olamasa da… Fakat savaşta merhamete yer yoktu. Bununla beraber Alâeddin, onu öldürtmenin de bir şey kazandırmayacağının bilincindeydi. Doğrulup kalktı ve çadırın kapısına kadar geldi. Meyrik kapıda onun uyanmasını beklemekteydi. Bu Türk kızı çocukluğundan beri Alâeddin’in yanındaydı, kızı gibi severdionu Alâeddin. Bir savaşta ailesini kaybeden Meyrik çok vefakârdı, Alâeddin’in yanına getirildiği ilk gün onun bakışlarında bir baba şefkati görmüş, kendini sevdirmişti. Ögeday’la olan savaşta ise bu mücadeleden galip çıkacaklarına dair inancını hiç yitirmemiş, zaman zaman askere moral bile vermişti. Şimdi de Ögeday’ın bakımıyla görevliydi. Alâeddin’i görünce hanın uyandığını, moralinin bozuk olduğunu, buna rağmen önceki güne göre daha iyi göründüğünü söyledi. Alâeddin kafasını salladı ve Ögeday’ın çadırına yollandı.
İçeri gidip Ögeday’ın karşısına oturdu. Haşmetli, azametli Moğol imparatoru gözlerini kaçırıyordu. Alâeddin:“Tüm gece düşündüm.Senin için iki önerim var. Ya seni burada, kendi topraklarına gitmeden öldüreceğim, ya da son Moğol imparatoru olarak Anadolu Selçuklu Devleti’ne yıllık vergi vereceksin. Tabiiyetimi kabul edeceksin yani. Kararı sen ver” dedi ve cevabını beklemeden geldiği gibi sessizce çıkıp gitti.
Ögeday sıkıntıyla başını kaldırdı. Ölümden korkuyordu ama vergi vermek de ölümden beterdi. Eğer ölürseartık imparatorluğu bir arada tutacakhiçbir şey kalmayacaktı. Sabutay’dan da hiç haberalamamıştı. Doğudaki durum neydi? Düşündü,düşündü… Bu esnadaiçeri Meyrik
girdi. Ögeday ona ordugâha bir Moğol elçisinin gelip gelmediğini sordu. Kore savaşından bahsetti, zor durumda olduğunu anlattı ancak kızın elçiden haberi yoktu. Yiyecekleri bırakıp çıktı.
*
Ögeday, bir süre Selçuklu ordugâhında kaldı ve bu süre boyunca iyi muamele gördü, Meyrik’i de yakından tanıma imkânı buldu. Kızın derin bakışları hanın aklını başından alıyordu. Bunca hengâmenin arasında içinde göğsünü sıkıştıran ve nefes aldırmayan, daha önce hiç tatmadığı bir hisle mücadele ediyordu. Bu durum dayanılmaz olmaya başlayınca, karar verdi. Alâeddin çadırına geldiğinde bu konuyu açacaktı.
Alâeddin çadır perdesini araladığında günler geçmiş, Ögeday sıhhatini yeniden kazanmıştı. Gözleri parlıyordu. Alâeddin: “Sana çok uzun bir zaman tanıdım. Artık kararını vermiş olman gerekir.” “Evet” dedi Ögeday. “Biliyorsun Kore savaşının neticesi hakkında bir bilgim yok. Eğer ordun yenildiyse bu çifte mağlubiyet demektir. Sana, senin orduna yenildim ve seninle anlaşmayı kabul ediyorum.”
“Beni hayal kırıklığına uğratmadın” dedi Alâeddin. Çadırın kapısına doğru yöneldiği sırada Ögeday, “sana bir şey söylemem gerekiyor” dedi. Alâeddin geri döndü ve sessizce bekledi. Ögeday,“Alâeddin, ordunun muhteşembir manevrayla benim ordumu yendiğinikabul ediyorum. Anlaşmayı da kabul ettiğime göre bunu senden isteme hakkım vardır.” Alâeddin’in bakışlarından bir kaygı ve merak bulutu geçti. Ögeday küstahça devam etti: “Meyrik!”
*
Haberci onu ovada ok atışı yaparken buldu. Meyrik usta bir okçuydu, onu Alâeddin yetiştirmişti. Alâeddin’in kendisini çağırttığını duyunca hiç vakit kaybetmeden atına atlayıp ordugâha geldi. Alâeddin onu kendi çadırına kabul edip durumu anlattı. Gözlerinde hüzün vardı. Meyrik onun kızı gibiydi ve dikkatle kendisini dinleyen Meyrik’in kararından endişeliydi. Ama antlaşma yapıldığı ve artık bir nevi sulh sağlandığı için hemen kestirip atamamıştı bu isteği.Kız Alâeddin’i şaşkınlıkiçinde dinledi. Cevabı kesin ve netti: “Soysuzbir köpeğe yar olacağıma, kendimi öldürmeyi yeğlerim!” Bu cevapla Alâeddin’in yüreğine su serpildi. Bir kez daha kızıyla gurur duydu. Meyrik’in cevabı Ögeday’a Selçuklu mağlubiyetinden daha ağır geldi…
Tüm hazırlıklar tamamdı artık. Moğol ordusu kendi topraklarına dönüyordu. Büyük han, sırtında yenilginin ağırlığını taşıyordu, yüreğinde hayalkırklıklarını… Ordu yola çıktığında
güneş batıyordu. Moğol hükümdarı bu mağlubiyeti daima yüreğinde taşıyacaktı. Alâeddin ise huzurluydu. Hayatını koyduğumücadeleden galip çıkmıştı. Gelecek günler umut vaat ediyordu.
Moğol ordusu yola çıkalı çok uzun zaman olmuştu. Meyrikyatağında dönüp duruyordu. Kafasını, yüreğini doldurandüşüncelerle baş etmektezorlanıyordu. Zihnini meşgul eden şeyin ne olduğundan emin olamıyordu. Belirsizlik yüzünden içi içini yiyordu. Ögeday’a karşı hissettiği tam olarak neydi? Bunca zaman Ögeday’a hizmet etmiş, onun cömertliğini, ince ruhunu ve yüreğinigörmüş, etkilenmişti fakataynı zamanda öfkeliydi. Bir yandan da kendisine sormaktan korktuğu bir soru ile yüzleşiyordu: Düşünmeden verdiği cevaptan ötürü pişman mı oluyordu yoksa?
Günler boyu düşünceleriyle boğuştuMeyrik. Geceleri gözlerine uyku girmedi. Aklı hep Ögeday’da idi. Düşünüyordu ama içinden çıkamıyordu. Bazı geceler Günden güne içinde ona karşı bir temaşa büyüyordu. Bazı geceler kan ter içinde göğsünde bir ağrı ile uyanıyor, bazı geceler onun peşinden gitme arzusu ile yanıp tutuşuyordu. Sahi, peşinden gitse yetişebilir miydi? Bilemiyordu. Öte yandan canı gibi sevdiği, manevi babası Alâeddin’e ihanet etmek istemiyordu.
Bir gece kararını verdi ve sabaha karşı heybesini, sadağını ve yayını alarak doru atına atladı Meyrik. Bir an gecenin sessizliğini dinledi. Herkes uyuyordu, biri dışında herkes.
Keykubad çadırında düşünmekteydi. Zaferin üzerinden vakit geçmiş olmasına rağmen uyku tutmuyordu bir türlü. Eğer Kore seferi Ögeday açısından başarıyla sonuçlanırsa, Moğol hanı bunca mesafeyi göze alıp ve aralarındaki anlaşmayı yok sayıp İslam dünyasına yeniden musallat olur muydu, kestiremiyordu. Bu ihtimaldi işte uykularını kaçıran…
Derin düşünceler içindeyken bir çıtırtı duydu. Çok küçük, ayrıntılara dikkat etmeyenlerin duyamayacağı kadar küçük.Ama Alâeddin dikkatliydi, duydu ve çadırınörtüsünü kaldırdı. Meyrik bazı geceler ok atardı. Yine öyle olduğunu düşündü Alâeddin ve yürümeye başladı. Gece çok sessizdi. Yıldızlar çıplak gözle görülebiliyor, ay beyaz tenli bir güzel gibi büyülüyordu. Teni okşayan hafif bir esinti vardı havada. Zaferle taçlandırılmış bu muhteşem gece umut dolduruyordu yüreğe. İlerledi Alâeddin. Meyrik hiçbir yerde yoktu, ovada herkes derin uykudaydı. Kızın çadırına yaklaştı. Ondan başkası çadıra bu kadar yaklaşamaz ve içeri giremezdi, bu Alâeddin’in emriydi. Bazı geceler, özellikle yağmur yağdığı zamanlarda, kızın şimşekten küçüklüğünden beri korktuğunu bildiğinden ya kendiliğinden onun çadırınagelir ya
da kızı çadırına çağırtır, baba şefkati ile kollarında uyuturdu. Şimşekten başka hiçbir şeyden korkmadığını bildiği cesur kızıyla gurur duyarak gülümserdi uyuyuşunu izlerken.
Yavaşça seslendi: “Meyrik, kızçem uyuyor musun?” Cevap gelmedi. Bir kez daha seslendi Alâeddin. Yine cevap gelmeyince çadırın perdesini araladı. İçeri girince ilk önce karanlıkta seçemedi gözleri. Ancak karanlığa alışınca çadırın boş olduğunu fark etti. Buna şaşırmadı, Meyrik kafası esince çıkıp gezerdi, uçsuz bucaksız bozkırda saatlerce at koştururdu günün herhangi bir vaktinde. Meyrik ordudaki askerler kadar mert, güçlü ve donanımlıydı. Böyle düşünerek geri dönmeye yeltendiancak bir an, kızın yatağının üzerindeki nesneye takıldı gözü. Çadırın çerağını yakıp çadırı aydınlattı. Yatağa ilerledi. Bir mektuptu yatağın üzerine bırakılmış olan. Yavaşça eline aldı Alaeddin…
*
Hiç acelesi yoktu gecenin. Nöbeti usulca güne devrediyordu. Meyrik halen at üstündeydi. Haykıran vicdanını duymamak için dörtnala gidiyordu. Düşünmemeliydi. Geri dönmekten korkuyordu ilerlemekten korktuğu kadar. Düşünmemeliydi. Alâeddin’in mektubu bulunca ne yaptığı, buğulu sesi, hüzünlü gözleri aklına üşüşüyor, gözünün önünden bir türlü gitmiyordu. Düşünmemeye çalıştıkça gözleri buğulanıyor, kalbi sıkışıyordu, vicdanırahatsızdı. Bu kararın böylesine acı verici, rahatsız edici olabileceği hiç aklına gelmemişti.
Gün uyanmak üzereydi. Rüzgâr kulaklarında uğulduyor, bitmek bilmeyen bozkır kendisini git gide yalnız hissetmesine yol açıyordu. Oldukça ilerlemişti, geri dönme ihtimalini kafasından silmiştisilmesine, gözyaşlarının yüreğiniyakmasına neden olan şey önce kendisine, sonra Keykubad’a ihanet ettiğini hissetmesiydi. Sonuçlarını hesap etmeden, bir sonraki adımı düşünmeden hareket etmeyen Meyrik, Alâeddin’in sonsuz güvendiği Meyrik... Kendini asla affetmeyecekti…
*
Kim bilir kaç kez okuduğu mektup elinde sabahlamıştı Alâeddin kızın çadırında. Canı gibi sevdiği, gözünün nuru Meyrik’i düşmana gitmişti demek... Kızmıyordu O’na. Gitmek isteyen birinin durdurulamayacağını bilecek kadar tecrübeliydi. Ancak bu beklemediği durum onu iyiden iyiye sersemletmişti.
Peşinden askerlerini göndermedi. Onu zorla geri getirecek ya da duyduğunda yıkılacağı bir çift sözü söylemekle görevli bir elçiyi gönderecek kudrete sahipti elbette. Ama hiçbirini yapmadı. Usulca çadırdan çıktı. Sabah olduğunun farkında değildi. Sanki birdenbire yaşlanmıştı.
Çadıra girip taşımakta zorlandığı vücudunu şiltenin üzerine çuval gibi bıraktı. Mahcup ama gururla yazılmış, yer yer göz yaşları ile ıslanmış mektupkatlanmış halde elindeduruyordu. Katını açıp tekrar okudu mektubu:
“Gözümün nuru, canımın yongasıbabacığım… Bu mektupeline ulaştığında ben çoktan gitmiş olacağım. Nereyediye sorma ve gönlünde bana ayırdığın yeri kapatma ne olur. Bugüne
kadar sözünden hiç çıkmadım, Türklüğümle hep övündüm ve gerektiğinde savaştım savaş meydanlarında. Son savaşta da galibiyeti paylaştım ama yüreğime mağlup oldum. Sana verdiğim cevap pişman etti beni. Düşmandır, doğrudur lakin yüreğime söz geçiremedim. Onu sevdim baba ve yüreğimidinledim. Allah şahidimdir. İlk kez gönlüm kafesindençıkmaya can
atan bir kuş gibi… Hakkını helal et baba… Meyrik”
*
Günlerdir yol alan ve iyiden iyiye uzaklaşan Moğol ordusu mağlubiyetin de vermiş olduğu mahcubiyetle sessizce ilerliyordu. Ögeday’ın aklı ise Meyrik’teydi. Koskoca Anadolu Selçuklu yenilgisi bile onun karşısında aldığı yenilgiyi bastıramıyordu. Sürekli düşünüyor, uzun süre daldığı oluyor, adamlarının söylediklerini duymuyordu.
Bala,Ögeday’daki bu değişikliği görüyor ve nedeninitahmin edebiliyordu. Onun adına üzülmekle birlikte toparlanmasını istiyordu. Zira zaten yenilgi almış olan ordu, ülkeye döner dönmez yeniden savaşacaktı. Bu halde Ögedayasla işin ciddiyetini kavrayamazdı. Tünelin ucu görünmüyordu Bala’nın baktığı yerden. Çaresizlikle içini çekti Bala.
Günler günleri kovaladı. Meyrik kâh yollara düşüyor, kâh yol üstündeki hanlarda sabahlıyor ama kimliğini kimseye açıklamıyordu. Durmak dinlenmek bilmeden yollarda geçiyordu zamanının büyük bir kısmı. Peşinde atlı olup olmadığını da sürekli kontrolediyordu ama neyse ki henüz hiçbir ize rastlamamıştı takip edildiğine dair. Yine bir sabah hancıya teşekkürleriniiletip yola koyuldu. Sabah serinliği yolculuğunu kolaylaştırıyordu. Uzun zaman yol aldıktan sonra güneş tepedeyken bir ağaç altındamola verdi. Gölgeliğe oturdu, geldiği yöne bakmaya başladı. Kaç gün olmuştu yola çıkalı? Hatırlamıyordu. Yorgundu. Günlerce at sırtında, hem de tek başına gitmekkolay değildi. Üstelikaklı halen babasındaydı. Gözleri doldu ve ağlamaya başladı. Evini, obasını, otağını ne için terk etmişti? Damarlarında derin bir pişmanlık dolaşıyordu, çok bedbahttı Meyrik. Gözyaşları yanaklarından süzülürken, zamanı geri alabilmekti tüm isteği… Ancak bunun imkânsızlığını idrak edebiliyordu, tıpkı geri dönmenin imkânsızlığını idrak edebildiği gibi…
Başını ufka çevirdi. Havanın sıcaklığı ve gözlerinin nemli oluşu görmesini büyük orandaengellese de, çok çok uzaklardahayal meyal bir toz bulutu gördü. Önce emin olamadan hızla ayağa kalktı ve ellerini siper edip tekrarbaktı. Evet, kocamanbir toz bulutuydu bu,
Moğollar’a ait olmalıydı. Bu kadar yaklaşabileceğini tahmin etmemişti hiç, hemen atına bindi ve havayı yırtarcasına atını koşturmaya başladı. Yetişmeliydi, izlerini kaybetmemeliydi.
*
Tahtında oturmakta olan halife, gelişmeleri yakından takip ediyordu bu mirası devraldığı gündenberi. Küçüklüğünde babasıZahir’in otoritesini hayranlıkla izler ve kendisini tahtta otururken düşlerdi. İslam’ın kutbu olan bir devletin başında bulunmak onur vericiydi. Yalnız da değildi üstelik.Selçuklular devlete her daim destekolmuşlardı. Moğol savaşıvücuda gelene kadar. Bu savaştan bir kaç yıl önce Zahir’in ağır hastalığına yenilmesi, Abbâsi Devleti’nde bir otoriteboşluğuna yol açmış,savaş da tam bu esnadavuku bulmuştu. Mustansır da henüz yönetim için yeterli yaşta bulunmadığından devam eden bu otorite boşluğu, Keykubad’ın yardımisteğinin yanıtsız kalmasına yol açmıştı. Başkabir devlet olsaydısavaşmak üzere olduğu, Keykubad hoş görebilirdi ancak rakip Moğol ordusuydu ve sadece Selçukluyu değil, tüm İslam dünyasını tehdit ediyordu.
Ne olduğunun anlayamadan tahta oturtulan Mustansır’a olağanüstü hal geçene kadar hiçbir şeye karışmamasını salık verilmişti. Çaresiz boyun eğmişti Mustansır, elindeki kudretin farkında olmayarak. Babası gibi değildi o. Yaşının da küçük olmasının verdiği mahcubiyetle susmuştu. Savaş sonrasıgönderilen elçiler ve hediyeler reddedilmişti Keykubad tarafından. Ne yapıldıysa yumuşamamıştı hakan.
Kapının hafifçe vurulmasıyla irkildi halife. Mansur girdi açılan kapıdan. Mustansır’ın en has adamıydı Mansur,hem de çocukluk arkadaşı idi. Saygıyla eğildi halifenin huzurundave ona, ilgisini çekecek bir haberi olduğunu söyledi. Merakla doğruldu Mustansır ve Mansur’un anlattıklarına yöneltti dikkatini.
Geçmek bilmeyen zamanı, odayı arşınlayarak geçirdi halife. Kapı tekrar çalındığında sabrının sınırındaydı. İçeri önce Mansur girdi, sonsuz saygısı gözlerinden okunarak. Ardından muhafızlar ve en son o. Uzun siyah saçları ve kapkara gözleriyle dimdik karşısında duran bu kız, daha ilk anda halifenin aklını başından aldı. Saçları, kıyafetleri ve ayakkabıları toz toprak içindeydi ama bunlar bile kızın güzelliğini gölgeleyememişti. Kızın halife üzerinde bıraktığı etki, en yakını Mansur’un gözünden kaçmadı elbette.Çabuk toparlandı Mustansır. Yaklaşması için kıza işaret etti. Bu işaretle birlikte muhafızlar selam verip odadan çıktılar ve sadece ikisi kaldı halifenin huzurunda. Mansur kapının yanına geriledi. Görüşmelerde içerde kalması halifenin emriydi.Kızsa kararlı adımlarla yaklaşıp halifeye yenidenselam verdi. Gerçekleri bir de ondan dinlemek istedi halife Mustansır. “Adım Meyrik” dedi kız cüretkâr bir ses tonuyla. Gözleri çakmak çakmaktı.Kaderine razı olmayanların havası vardı gözlerinde. Kızın kafa
tutarak konuşması hoşuna gitti halifenin ama belli etmedi. Meyrik devam etti: “Alâeddin Keykubad’ın kızıyım ben.”
Bu cümle, kim olduğunu bildikleri halde Mustansır ve Mansur’u aynı oranda etkiledi, ama farklı nedenlerle. Halife etkilendi çünkü böyle bir kız ancak Selçukludan çıkabilirdi. Mansur’sa bu kızın Keykubad’la barışmada etkili olabileceği düşüncesindeydi.
Meyrik macerasını hiç tereddüt etmeden, tek saferde anlattı. Ne de olsa yaşadıkları kendi kararının sonucuydu. Konuşması bittiğinde kafasını yere indirip beklemeye başladı. Mustansır kafasını toplamakta zorlanıyordu. Kıza baktı, düşmanın peşinden gidecek cesarete sahip olmasına şaşırarak. Sonra onu beklettiğini ayrımsadı ve onun için hazırlattığı odayı göstermesini istedi Mansur’dan.
Odaya girince yatağın üzerine oturdu Meyrik ve yaşadıklarını düşünmeye başladı. Babasını terk ettiğinden bu yana uzun zaman geçmişti. Sınırda karşılaştığı orduyu Moğol ordusu sanıp dörtnala sürüncekısa sürede onu fark etmiştiatlılar. Ve sorgulamışlardı, onlarca atlıya tek başına kafa tutmasına şaşırarak. Onu halifenin görmesinin en doğrusu olduğuna kanaat getirip saraya haber göndermişlerdi. Yatağa uzandı Meyrik. Hiç kimseden ve hiçbir şeyden haberi yoktu. Keykubad nasıldı, kendisini affetmiş miydi hiç bilmiyordu. Düşünceleriyle boğuşarak derin bir uykuya daldı.
*
Ögeday savaş sonrasında temizlenmek ve istirahat etmek için odasına çekildi. Kendisi dışında üç kişinin daha sere serpe yatmasına imkân verecek kadar geniş olan ipeklerle bezeli kuştüyü yatağına kendini bırakırken, buradan ne kadar uzun zamandır ayrı kaldığını düşünüyordu. Keykubad’la savaşmak için yola çıkalı iki yıl olmuştu neredeyse. Yatağı hep ordugâh olmuştu bu süre zarfında. Selçuklu yenilgisini alıp döner dönmez Sabutay’ın halen kahramanca savaştığını görmüş ve gurur duymuştu onunla, eğer Kore’ye de yenilirse devleti hiçbir şekilde toparlamayacağını biliyordu çünkü. Zaten ufak ufak bölünmeler başlamıştı, kardeşleri ve yeğenleri fırsat kolluyordu. Ögeday’ı hiç beklemediği anda savaş meydanında gören Sabutayise kılıcına daha sıkı sarılmıştı. Kore’yi kolayca mağlupettiler. Selçuklu ordusu gibi inançla, itimatlave imanla savaşmayan düşman orduları çabucak çözüldü. Ögeday sarayını, topraklarını ne kadar özlediğini ve yalnızlığını fark etti aynı anda. İçinden kopup gelen çığlık, dilinde sessiz bir siteme dönüştü… “Meyrik” dedi yalnızca ve kendini uykunun kollarına bıraktı.
*
Uzun zamandır huzuruna kimseyi kabul etmeyen Alâeddin Keykubad, düşünüyordu. Ögeday’ın Kore zaferini duyduğunda gülümsemekle yetinmişti. Döngü böyleydi, büyük balık küçük balığı yerdi.
Bu galibiyet dostu düşmanı da göstermişti aynı zamanda Keykubad’a. Halen kızgındı halifeye. Zahir’in bu hastalığı yenemeyeceği belli olduğu halde elini çabuk tutmamış, atak davranmamıştı Mustansır. Güçlüydü, istese tüm İslam âlemini dize getirebilecek kudrete sahipti. Yaşı biraz küçüktü yönetim için ama bu bahane değildi. Yardım gelmemişti ve Keykubad affedemiyordu. Şimdimerak ettiği iki şey vardı;bu kadar çabukgalip gelen Ögeday, yeniden sefere çıkacak mıydı? Ve Meyrik.. “Ah Meyrik” dedi Keykubad farkında olmadan. Nasıl da gitmişti böyle…Ne yapıyordu, nerelerdeydi? Onu takip ettirmemekle hata mı etmişti, geri döneceğini mi umuyordu, bilemiyordu.
Göz pınarlarına doluşan yaşları eliyle sildiği sırada kapı çalındı. Muhafız içeri girip selam verdive bir ferman getirdiğini ilettiaceleyle. Keykubad fermanıaldı ve muhafızçıktıktan sonra açıp baktı. Ferman, Abbâsi halifesi Mustansır’ın mührünü taşıyordu. Keykubad’a ait kıymetli bir şeyin kendisinde olduğundan bahsediyor ve onu Abbâsi sarayına davet ediyordu. Keykubad, bu teklife şaşırmakla birlikte, yeni bir barışma bahanesi olduğunu da düşünmeden edemedi. Yine de ‘daveteicabette hayır vardır’diyerek yardımcısı Tolun’aseslendi ve yolculuk için gerekli hazırlıkların yapılmasını emretti.
*
Meyrik saraya misafir olarak getirildiği gün Mansur, Mustansır’ın huzuruna gelerek fikrini söylemişti asında. Bu kız, Meyrik; Alâeddin’in zaafıydı ve barışmak için bundan güzel fırsat olamazdı. Bu fikre ilk önce karşı çıkan Mustansır, günler geçip enine boyuna düşününce Mansur’un söylediklerinde haklılık payı olabileceğine karar vermiş ve fermanı göndermeye razı olmuştu. Şimdi elinde tuttuğu deride yazan icabet ve teşekkür mesajı, kararının doğruluğunu destekliyordu adeta. Memnuniyetle gülümsedi.
Meyrik ise Keykubad’ın saraya geleceğinden habersiz vakit geçiriyordu sarayda. Gözü kimseyi görmüyor, Ögeday’ın hayaliyle yaşıyordu. Etrafta olup bitenler hiç ilgisini çekmiyordu. Geldiği günden beri halife Mustansır kızı etkilemek için her yolu denemişti. Çünkü hem gerçekten etkilenmişti hem de bu düğün gerçekleşirse Keykubad’ın affedeceği muhakkaktı. Ancak ne yaparsa yapsın kızın gözünde bir yer edinemiyordu. Adeta bambaşka bir âlemde yaşıyordu Meyrik.
Camdan onu izleyen Mustansır, sıkıntıyla Mansur’a seslendi. Mansur hiç ikiletmeden halifenin huzuruna çıktı.
“Ne yaptıysam etkileyemedim onu” dedi çaresizce. Mansur gülümsedi. “Biraz sabırlı olun Müslümanların halifesi” dedi anlayışlı bir ses tonuyla. “Alâeddin Keykubad ile barışmasına vesile olduğunuzu gördüğü anda size minnettar olacaktır” dedi. Yeniden pencereye dönerek “Umarım” dedi halife. “Umarım dediğin gibi olur.”
*
Bala, Ögeday’ın yeni bir batı seferiyapıp yapmayacağını öğrenmek maksadıyla huzura çıkmak için izin istedi. Başta Sabutay olmak üzere ordu komutanlarıyla oturup durumu tahlil etmişlerve hana sormaya karar vermişlerdi. Sabutay ise derin hayalkırıklığı içindeydi. Moğol hanının Türk ordusuna yenilmiş olmasını hazmedemiyordu. Yine de olası bir batı seferinde canla başlasavaşacağını bildirmişti Bala’ya. Bala Ögeday’ın sağ koluydu ve her ne zaman, ne sebeple olursa olsun yanına izinsiz girebilirdi ancak burası ordugâh değildi ve dedikoduların önüne geçmek için Ögeday formaliteleri uygulamaya koymuştu. Bala ona hem savaş olup olmayacağını soracak hem de Meyrik’in ortadan kaybolduğunu söyleyecekti. Bunu öğreneli uzun zaman olmuştu ancak bir türlü fırsat bulamamıştı söylemek için. İzin çıkar çıkmaz içeri girdi Bala. Ögeday tahtında oturuyordu ve kazanılan galibiyet kendisine ait değilmişçesine sakindi. Bala içini çekti. Ne zaman düzelecekti bu adam?
“Hânım” dedi. “Komutanlar merakta, özellikle Sabutay. Batı seferi için hazırlıklara başlayacağını söyledi.” Ögeday şaşırdı: “Hangi batı seferi? Batıya sefer mi yapıyormuşum?” diyerek hiddetlendi Ögeday: “Boyumuzun ölçüsünü aldık ya! Koskoca cihana korku salan Moğol ordusu, Türkler karşısında kuyruğunu kıstırıp döndü işte! Hala ne seferidir bu!” Esasında yüreğindeki yenilginin yansıması da denebilirdi buna. Öyle ya, bir hükümdar kılıcı ile bir cihanı fethedermiş, bir sultan ise bir bakışı ile hükümdarı gulâm edermiş.
Bala, Ögeday’ın sinirlendiğinde sağının solunun belli olmadığını bildiğinden, onun ayağa kalkıp dışarı bakmasını fırsat bilerek sessizce odadan çıktı. Gayet iyi anlamıştı, yeni bir batı seferine Ögeday’ın cesareti ve zamanı yoktu. Ona Meyrik’in kayıp olduğunu söyleyememişti yine.
*
Günlerdir süren yolculuk nihayet bitmek üzereydi. Alâeddin bu davetten hiç hoşnut olmamakla birlikte artık Mustansır’ın akıllanmış olma ihtimalini düşünerek bu durumun avantajlarını kaçırmaktan da çekindiğinden gidiyorduAbbâsi sarayına. Gün batımında surların önündeydiler. Mustansır bizzat karşıladı Alâeddin’i. Her iki taraf da aradaki husumeti ustaca saklıyordu. Hiçbir şey olmamışçasına selamlaştılar. Bir süre sonra herkesistirahat için odasına çekilmiş bulunuyordu.
Meyrik diğer geceler gibi bu gece de uyuyamıyordu. Saraya misafirlerin geleceğinden haberdardı. Ama kim olduklarına dair hiçbir fikri yoktu. Muhafızları sorgulamış, hatta tehdit etmişti lakinMustansır’ın kesin emri vardı ve asla affı yoktu. Sessizceodasına çıkmıştı Meyrik. Kapısını açtı, parmaklarının ucuna basa basa loş koridorda ilerledi. Çok merak ediyordu gelenleri. Tam koridorun sonuna gelmişti ki, “sizi de mi uyku tutmadı” diyen bir sesle irkildi. Suçlu suçlu arkasını dönüp Mansur’u gördü ve “evet” diyebildi yalnızca. Mansur gülümsedi. “Gel öyleyse tabutaoynayalım seninle” dedi.Meyrik meraklanmıştı: “Tabutamı? O da nedir?” Önden ilerlerken cevap verdi Mansur: “Zekâ ile aklı buluşturan bir oyun.”
Birlikte misafir salonuna geçtilerve Mansur tabutatahtasını açıp da pullar, zarlarönüne dökülünce büyülendi Meyrik. Oynadıkça öğrendi, öğrendikçe keyiflendi ve misafirlere olan merakını yitirdi. O gece en uzun geceydi herkes için. Alâeddin de, Abbâsi sarayında kendisi için hazırlanan odada yatarken, fermanda bahsedilen sürprizi düşünmekten uyuyamıyordu.
Mustansır kahvaltı sırasında konuyla ilgili tek laf etmedi. Alâeddin de merakını bastırmayı başardı. Mustansır: “Sizi burada görmek çok güzel sevgili hakanım. Ancak neden davet edildiğinizi merak buyurmaktasınız muhakkak.” Alâeddin başını sallamakla yetindi. Mustansır devam etti: “Öncelikle, mahcubiyetimi iletmek istiyorum izin verirseniz. Moğol savaşında destek olmak isterdim ancak...” Alâeddin eliyle sözünü kesti: “Bana mazeret belirtmek durumunda değilsiniz Mustansır. Herhangi bir savaş değildi bu ve ne olursa olsun destek vermeniz gerekirdi. Yardım göndermediniz. Mesele bundan ibaret, artık bu konuda açıklama istemiyorum” dedi Mustansır’ın gözlerinin içine bakarak.
Mustansır çok mahcup olmuştu.Daha fazla devam edemedi, başınıönüne eğdi. Mansur söz istedi: “Haddim olmayarak söze karışıyorum sevgilihakanım” dedi. AlâeddinMansur’u iyi tanır ve çok severdi. Bakışlarıyla izin verdi ona. Mansur devam etti: “Sizi buraya davet etmemizin aslında başka bir nedeni var ve bunun sizi çok memnun edeceğinizi tahmin ediyoruz” dedi. İçinden ‘nihayet’ dedi Alâeddin ve devam etmesi için soru dolu gözlerini Mansur’a dikti. Mansur, Mustansır’ın gözlerine baktı ve Alâeddin’e “affınıza sığınarak biraz bekleteceğim” deyip odadan çıktı.
Kısa bir süre sonra geri döndüğünde yanında Meyrik vardı. Onun da haberi yoktu kiminle karşılaşacağından ve müthişmerak ediyordu. Mansurkapıyı çaldı ve açıp usulcakenara çekildi. Oturmakta olan Alâeddin bir an boş boş baktıkarşısındakine. Meyrik de ilk şaşkınlığını yaşıyordu. Kimliksiz bir kaç saniyeden sonra Alâeddin’in bakışları anlam kazandı. Elindekitası usulca tepsiye bırakıp kendine hâkim olmaya çalışarak güçlükle ayağa kalktı. Meyrik ise kapının ağzında dikiliyordu, içeri bile girememişti. Sadece birbirlerine bakıyorlardı karşılıklı. Mustansır bu durumu daha önceden tahmin ettiğinden, gülümseyerek ayağa kalktı, gidip
Meyrik’i içeri getirdi. Kızın gözleri Keykubad’a kilitlenmişti. Odanın ortasında karşılıklı ayakta bakışırlarken Mustansır Mansur’a işaret etti, kapıyı çekip çıktılar.
Meyrik’in beyni uğulduyordu. Görmeyeli uzun zaman olmuştu, hem de mahcuptu. Alâeddin ise şaşkındı. Aklına türlü şeyler gelmişti ama sürprizin Meyrik olduğunu hayal bile edemezdi. Ona kızgın mıydı, kırgın mıydı, gördüğünde hisleri çok karışıktı aslında. Sadece, yüreğindeki boşluğun dolduğunu hissetti derinden.
*
Bala, rüzgâra karşı oturuyordu tek başına toprakta. Gözünün alabildiğine bozkır, gözünün alabildiğine gökyüzü vardı karşısında. Umut ve umutsuzluk iç içeydi yüreğinde. Arkasında bir hareket hissetti, kafasını kaldırıp baktı ve gelenin Ögedayolduğunu gördü. Tam ayağa kalkacakken Ögeday omzuna çöküpgeri oturttu Bala’yıve yanına oturdu.Bala, Ögeday’ı hiç böyle çaresiz görmemişti. Gaddar bir adam olmadığını biliyordu ama böylesi umutsuz olması da şaşırttı Bala’yı.
“Bu yenilgiler, zaferler, seferler, çarpışmalar ne için?” diye sordu Ögeday. Bala ne cevap vereceğini bilemedi, sonra Ögeday’a baktı ve onun zaten cevap beklemediğini gördü. Han, kendisiyle hesaplaşıyordu.
“Milyonlarca insan katletmiş bir caniden bir imparatoru ayıran nedir?” dedi birden. Bala’ya dönmüştü. Bala, kendisinden cevap beklendiğini görünce telaşlandı birden. Ancak karşısındaki Moğolhanı, zayıf yönünü kimselere açmazdıkendisi dışında. Sırdaştı onlar. Bala biliyordu ki, şu an Ögeday için koca bir devlet imparatoru olması önemsizdi. Zırhıyla birlikte bu düşünceden de sıyrılıp öyle gelmişti yanına.Cevap verdi ona: “Cinayetlerin; bir devleti, bir toprağı, o toprakta yaşayan halkı savunmak için işleniyor olması.”
Ögeday Bala’ya baktı bir an ve gözlerini kırptı. Öyle yavaş kırptı ki, göz kapaklarında ağırlık asılıymış gibi geldi Bala’ya.
“Hayır, Bala” dedi Han. Bütün bunların tek bir nedeni var aslında; aşk. Aşka da sevgilide kaybolup benliğini yeniden bulma değil midir? Öyleyse tek neden kalır ki, o da kendini bulma çabasıdır. Bazen, bizim her hareketimizi gören yaratıcının da kafası karışıyor olmalı.” Sözünün tam burasında gülümsedi Ögeday ve devam etti: “Buna rağmen gerçekten adil. Alâeddin gerçekten iyi savaştı. Meyrik de öyle. Çadırıma yiyecek ve ilaç taşırken öyle güzel konuşuyordu, öyle içten gülümsüyordu ki, insan böyledurumlarda her şeyin kendi elinde olduğunu sanıyor. Ama bir tokat gibi gerçeği yüzüme çarptı Tanrı...”
Bala bu kadarını beklemiyordu. Döndükten bunca zaman sonra aralarında böyle bir konuşma geçebileceğine hiç ihtimal vermemişti. “Tam olarak öyle değil” deyiverdi birden. Bunu planlamamıştı ve bu konuyu artık açmamaya kararlıydı aslında. Ama ağzından kaçırdığı
bu cümle, Ögeday’ın dikkatini çekmişti ve şimdi soru dolu gözlerle Bala’nın devam etmesini bekliyordu.
Bala boğazını temizledi. Derin bir nefes aldı ve birkaç saniye bekledikten sonra anlatmaya başladı.
“Biz ülkemiz sınırlarına girdikten sonra kulağıma bir söylenti çalındı. Güya Meyrik peşimizde görülmüş. Lakin bununolması mümkün değil,takdir edersiniz ki aramızdaki mesafe oldukça fazlaydı. Atını dörtnala sürekli koştursa bile bize yetişemezdi. Buna rağmen Selçuklu sınırlarında bıraktığımız Talu’ya haber gönderdim, durumu araştırması için. Meyrik gerçekten de obayı terk etmiş, yokluğundan bir süre sonra gelirken uğradığımız hanlardan birinde görülmüş ancak şu an neredeolduğunu kimse bilmiyor” dedi Ögeday’ın tepkisinden çekinerek. Fakat korktuğu gerçekleşmedi. Ögeday hiç tepki vermedi. Ancak Bala, bakışlarındaki değişikliği fark etti. Ögeday idi bu. Savaşların ortasında yeni bir sefer emredebilirdi her an. Bala yutkundu ve gökyüzüne baktı Tanrının bu olaya el koymasını umarak...
Bir mevsim daha geçmiş, ağaçlar saçların kırlaşması gibi usulca sararmaya başlamıştı bahçelerde. Daha en başında varlığını derinden hissettiren güz, hüzün bulaştırıyordu her bir yana. Söylenenler, yapılanlar, düşünülenler hep daha hüzünlüydü bu mevsimde. Söylendiği gibi ayrılık taşır mıydı bilinmez fakat hayatlarda derin izler bıraktığı muhakkaktı. Yağmur kendini sık sık hatırlatıyor, yol yol izler bırakıyordu tarlalara. Alâeddin dışarıya bakmaktaydı. Ne güzeldi Anadolu, güneşte ayrı, yağmurda ayrı güzel… Anadolu…Ne çok savaş vermiş, ne çok direnmiş, ne çok vazgeçmiş, ne çok yorulmuştu… Verdiği her ağır sınav, biraz daha yükleniyordu yüreğine…
Halife Mustansır’ın yanından döndüğünden beri,yüzünün güldüğünü görenolmamıştı. Hatta bu ziyaretten sonra daha da yaşlandığı hakkında dedikodular alıp yürümüştü. Tüm bunların farkındaydı farkındaolmasına ama hayatatutunacak gücü bulamıyordu artık kendinde. Ne kadar çabalarsa çabalasın içindeki kaostan kurtulamıyordu.
Bunca ağırlığa ve kedere dayanamadı, çok geçmeden hastalandı. Yorgun kalbi tekliyordu, çok uzun zaman dayanamayacağı muhakkaktı.
Alâeddin’in hasta olduğu haberihemen yayıldı dört bir yana.Elçiler koşturuldu dört bir yandan, iyi dilekler, geçmiş olsunlar için. Alâeddin’in durumuysa günden güne ağırlaşmaktaydı. Hayatının sonbaharını yaşıyordu adeta.
*
Hastalık haberiyle birlikte bir de pusula almıştı Mustansır. Hastalıktan Meyrik’e bahsedilmemesini istiyordu. Bu ise, Mustansır’ın en sevmediği şeydi, arada kalmak. Zira Meyrik sürekli sorup duruyordu Alâeddin ile ilgili gelişmeleri, kendisini sorup sormadığını, sağlığını… Saklamak zor olacaktı.
Meyrik Mansur’la gittikçe daha çok vakitgeçirmeye başlamıştı. Geldiğigünden bu yana kendisine yakın davranmış, uykunun tutmadığı gecelerde karşısına almış ve nasihat etmişti Mansur kendisine, Hayyam okumuştu. Meyrik günler boyu anlatmış, Mansur geceler boyu dinlemiş, kandiller bu sohbetlere şahitlik etmişti.
Kızın korkularını, fikirlerini, düşüncelerini, meraklarını, hatalarını dinlemiş, öğrenmiş, gittikçe kendini kıza kabul ettirmişti. Halen Mustansır’a eş yapma planınıdokumakta, planının vidalarını sıkmaktaydı. Tütsüler eşliğinde yaptıkları şark sohbetleri neredeyse tek iyi zamanı olmuştu Meyrik’in. Bu sohbetlerde Alâeddin’den bahsetmiş, hep onu anlatmış, hasretle anmıştı…
O akşam için de sözleşmişlerdi, Meyrik köşede duran ve artık benimsediği koltuğa oturmuş bekliyordu, gecikmişti Mansur. Meyriky rahatsızca kıpırdandı. Geceden beri yüreğinde görmezden gelmeye çalıştığı bir huzursuzluk hâkimdi. Dışarı baktı. Artık ağaçlar gittikçe yalnızdı, yapraklarından bihaberdi hepsi.Kapının sesiyle kendinegeldi ve döndüğünde Mansur’un allak bullak yüzünü gördü. Zavallı adam elini kolunu koyacak yer bulamıyor, bakışlarını kaçırıyordu. Bir şey söylemek istiyor ancak cesaret edemiyordu belli ki. Meyrik daha fazla dayanamadı, soru dolu gözlerini Mansur’a dikti. Mansur’un ağzını bıçak açmıyordu. Ancak daha fazla bekletmeye dayanamadı kızı, fısıltıyla tek kelime söyledi: “Hastaymış.”
Akşamın inişini bahçede dolaşarak karşılayan Mustansır, gökyüzüneve ağaçlara çöken hüznü dinlemekteyken arkasından gelen telaşlı hışırtıyla düşüncelerinden sıyrıldı. Meyrik koşarak kendisinedoğru gelmekteydi. Halifeninyanında güçlükle durdu,nefes nefeseydi. Daha soluğunu toparlayamadan sordu: “Babamın ağır hasta olduğu doğru mu?” Mustansır başını önüne eğdi: “Ne yazık ki doğru güzel Meyrik” diye cevap verdi. “Üstelik gittikçe ağırlaşmaktaymış durumu.” “Beni götürmeleri için askerlerinizi bilgilendirmenizi istiyorum” dedi telaşla fakat Mustansır alabildiğine dingindi. “Bu mümkün değil. Alâeddin’in kesin emri var, seni gönderemem” dedi, Meyrik’in gözlerindeki kırıklıkları görmezden gelerek. “Bunu, Alâeddin kendi elleriyle yazdığı bir pusulayla özel olarak istedi.”
Gözlerinde gittikçe yoğunlaşan hüznü izleyerek baktı kıza… Ancak Meyrik’in ruhu çoktan uzaklaşmıştı, orada değildi artık…
Meyrik duramazdı artık. Ne olursa olsun, duramazdı bunu öğrendikten sonra. Minik bohçasını açtı. Üç beş parça eşyasını tepiştirdi içine. Vakit yoktu, bu gece kaçacaktı. Sürekli kendini suçluyordu. Saraydaki karşılaşmaları yüzünden olduğundan öyle emindi ki…
Nasıl da şaşırmıştı uzun zaman sonra babasını karşısında görünce… Alâeddin de en az onun kadar şaşırmış, fakat çabuk toparlanmıştı. Yüzündeki bir anlık şefkatin yerini, soğuk bir duvar almıştı çabucak. Buna rağmen Meyrik ilk tutukluktan sonra Alâeddin’in ellerine kapanmış, öpmüş, öpmüştü… Hiç hareket etmeyen Alâeddin’in yüzünü göremiyordu ağlamaktan. Derken bir adım geri çekilmişti Alâeddin, Meyrik’in aylarca hasretini çektiği ellerini de yanına alarak… Kapıya yürümüş, Mustansır’a seslenmiş, kızı götürmelerini söylemesini istemişti. “Hayır!” diye haykırmıştı Meyrik. “Gitmeyeceğim! Baba! Affet beni baba! Babacığım!” Yüzündetek kas bile oynamamıştı Alâeddin’in. Çıkıp gitmişti odadan,kızın sarayı inleten hıçkırıklarını duymazdan gelerek.
Bohçasına baktı Meyrik. Ne kalmıştı ellerinde? İyi mi olmuştu yani böylesi, babasını yataklara düşürmüştü yaptıkları… Vicdan azabı kendini hissettirdi derinlerde… Zaten obadan ayrıldığından beri hiç peşini bırakmayan vicdanı, hiç fırsatı kaçırmamıştı.
Sabırsızlıkla gece olmasını bekledi. Daha önceden araştırıp bulduğu sarayın duldasından gizlice geçti, diğerlerinin yanından kendi atını aldı ve yanında getirdiği keçe parçalarını atının toynaklarına bağlayıp üzerine bindi. Bu taktiği Ögeday anlatmıştı Selçuklu çadırındayken. Vakit kaybetmeden dizginledi atı ve kısa sürede kayboldugecenin içinde. Aynı andaçok kalabalık olmasada göz dolduran bir başka ordu da gecede ilerlemekteydi. En öndeki iri yarı adamın yüzünde yaprak kımıldamıyordu. Hiç kimse ses çıkartmıyordu, ritmik bir nal sesi hâkimdi yalnızca geceye…
Gün ağarırken, güçlükle doğruldu Meyrik. Yorgunluğa dayanamamış, kısa bir mola vermişti. Günlerdir yoldaydı yine, öyle hızlı ilerlemiş, öyle az dinlenmişti ki, Mustansır ve adamları yokluğunu fark edip peşinden adam gönderene kadar çoktan izini kaybettirmişti. Yokluğu fark edilir fark edilmez halifenin ordusunu peşine takacağından emin olduğu için, hedef şaşırtmak maksadıyla daha kuzeydeki yolu tercih etmişti. Bu yol çok daha uzun ve yorucuydu ancak yakalanması zordu hiç değilse. Çok geçmeden yeniden uykuya daldı.
*
Bozkırda alabildiğine at koşturan ordu, kesin bir emirle durdu. İlerdeki ağaçlık arazide mola verilecekti. Tırısa geçen atlar, koşmaktan çok yorulmuşlardı, hoşnutlukla boyun eğdiler emre, askerler gibi. İri yarı adam atından indi ve biraz ilerde, kararmakta olan havada bile göz
alan doru bir at gördü. Diğerlerine beklemelerini işaret ederekata doğru ilerledi.Ağacın altında yatan biri vardı. Biraz daha yaklaştı ve kılıcını çekti.
Kılıcın kınından çıkış sesiyle gözlerini açtı Meyrik. Hemen doğrulup oturdu. Görüş alanında bir adam vardı. Hesapladığından fazla uyumuştu. Abbâsi askerleri izini bulmuş olmalıydı. Heyecanlanarak fakat metanetini koruyarak iri yarı adamın yaklaşmasını bekledi. Hançerini çıkarttı. Adam yaklaştıkça, gittikçe tanıdık geldiğini fark etti. Belli ki adam da bocalamıştı, gittikçe tereddütlü atıyordu adımlarını. İyice yaklaştığında Meyrik gözlerine inanamadı.
Çokdüşünmüştü Ögeday. Bala’danMeyrik’in haberini aldığından beri uyku girmiyordu gözüne. Her an düşünüyor, bir çözüm arıyordu.
Bir gece sadece Bala, Sabutay ve Kadak’ı aldı yanına. Konuştuonlarla, dinledi onları, düşündüklerini, fikirlerini… En son aldı sazı, döktürdü cümlelerini… Dedi, Meyrik’i anlattı, hayran bıraktıonları kendine. Kelimeleri adeta baştan yazdı. Gitmeliydi, bulmalıydı, geri almalıydı yüreğini… Öyle inanıyordu ki kendine, karşısındaki üç komutan bulamadılar söyleyecek kelâm…Baktılar ki, efsanebir imparator değilkonuşan… Bildiler ki, savda herkeste aynı şekilde ayyuka çıkmakta…Anladılar ki, Ögeday’ıdurdurmak mümkün değildirhayatta… Sabahın seherinde orduları hazırdı üç komutanın. Gelmiş, beklemekteydiler. Ögeday
geldi, hiç konuşmadılar. Herkesedeğil, yalnızca en has adamlarave onların ordularına haber verilmişti. Ögeday Bala’ya baktı, Bala Sabutay’a, Sabutay ufka… Yine batıya gidiyorlardı. Mitolojik Troya hikâyesi bu defa Moğol ordusunda zuhur eder gibiydi…
Sessizlik kalıcı bir hasar gibi duruyordu tüm komutanların arasında, kimsenin ortadan kaldırmaya gücünün yetmeyeceği şekilde… Kaybedecek vakit yoktu, kaybetmediler onlar da… Kendine uygun gökyüzü arayan Ögeday, güneşinialmaya gidiyordu… Ruhu, yılkı atları kadar özgürdü…
Mola vermek üzere ordu durduğunda; orada, karanlıkta yatanın Meyrik olabileceği hiç aklına gelmemişti. Yaklaştıkça tanıdıklaşan silueti gördü, hafızasını yokladı, zorladı… Birden anlam kazandığında durakladı. Artık göz gözelerdi ve durmuştusanki zam/an. Konuşamadılar bir süre. Karanlıkta iki saye, karşılıklı durmuş iki kırık ayna parçası…
Kendini ilk toparlayan Meyrik oldu. “Ne işin var burada?” derken sesi tanıdıklığını, peşinden gittiğini, hasretini ve hüznünü saklamaktaydı. Bu tavır karşısında afalladı Ögeday. Çaresiz hissetti. Gelmekle hata ettiğini, acele ettiğini düşündü, belli ki kendisi için yollara düşmemişti kız, içinde bir şey kırıldı. Kırıklık sesleri duyulmasın diye cevap verdi umursamazca: “Yeni bir sefer içindir.” Sesi aynı oranda duygusuzdu.
Bu sırada Bala çalılıklar arasındakinin Meyrik olduğunu anlar anlamaz geridekileri durdurmuştu, zaman kazandırmak maksadıyla.
“Babam çok hasta” dedi Meyrik. Gitmesini ister gibiydi ama ‘kal’ der gibiydi. “Sefer için bundan âlâ fırsat bulamazdım” diye yanıtladı Ögeday. Aynı anda Meyrik’in gözlerinde nefreti gördü, Ürktü… Buna rağmen geri adım atmadı. “Yapmakta bulunduğumuz sefer, geçmiş olsun ziyareti olacak öyleyse. Hem hastalığına, hem yenilmişliğine…”
Daha fazla dinlemedi Meyrik. Kızmıştı, kırılmıştı çok… O an, neler için babasından vazgeçtiğine şöyle bir baktı ve pişmanlık ateşi yüreğini yaktı… İlk o an... Gitse mi, kalsa mı, sarılsa mı, sırtını mı dönse bilemedi. Bir yanda babasına duyduğu mahcubiyet, bir yanda yüreğindeki ateşin nârı…
*
Artık fazla zamanı kalmadığını düşünen Alâeddin; elçileri, hediyeleri kabul etmekten bıkmış usanmıştı. Elini kaldıracak ve hatta yüreğinidinleyecek dermanı bulamazken kendinde, herkesle ilgilenmek zorundakalmak hepten yıpratıyordu bedenini. Adeta bir çınar gibi büyüyen özlem göz açtırmıyordu. Gecelerce gözyaşları içinde yakarıyor, yine de ruhununateşine derman bulamıyordu.
Tolun odasına geldiğinde, Alâeddin Meyrik’e dair özlemine çare aramaktaydı. Tolun, Moğolların yeniden sınıra dayandığı haberini verdi ve çaresiz gözlerle baktı Alâeddin’e. Alâeddin bakışları karşıladı. Tolun’a komutanları toplaması için emir verdi lakin yerinden kalkabilecek gibi değildi. Bunu anlayınca hepsini huzura istedi. Komutanlar odaya girdiğinde yatağında oturmuş, dışarıya bakıyordu Alâeddin. Çekingen tavırlarla gelen askerlerini daha yakına davet etti. Hepsi toplandığında nefesini toplayıp konuşmaya başladı:
“Biliyorsunuz hastayımve fazla da konuşmayacağım. Hepinizievladım olarak gördüm bugüne dek, halen de öyledir. Omuz omuza nice savaşlar verdikbirlikte, zaferler kazandık.Ben artık fiilen eşlik edemeyeceğim lakin yüreğim sizinledir. Moğol kapımıza yeniden dayanmış yiğitlerim. Size ve ordularınıza güvenim, inancım sonsuzdur.” Komutanlar çaresizce ve üzüntüyle başlarını öne eğik dinlediler, kelimeler kifayetsizdi.
*
Mustansır tahtında rahatsızca kıpırdandı. Günlerdir Meyrik’i arıyorlardı. Nasıl olurdu da kaçardı, kimse nasıl fark etmezdi, aklı almıyordu bir türlü halifenin. Mansur’u çağırttı. Onunla sohbet edince rahatlıyordu nedenini bilmediği bir şekilde… Ancak Mansur içeri girdiğinde tadı tuzu yoktu. Yüzünde dolaşanendişe, soru sormayakorkutuyordu halifeyi. Belli kihalen bulunamamıştı kız ve belli ki Alâeddin’e gitmişti. Halife tüm bunları düşünürken, çok daha fazlasının gerçekleştiğini bilemezdi. Moğol saldırısını, Meyrik’in Moğol güzergâhından
gittiğini tahmin ettiklerini, yolda karşılaşma ihtimallerini bir bir anlattı Mansur. O anlattıkça daha çaresiz hissetti Mustansır. Yüreği sıkıştı.
*
Moğol ordularının toparlanmasını beklemeden, atına atlayıp sürmüştüMeyrik. Şaşırtıcı şekilde gidişine izin vermişti Ögeday ve Meyrik artık hatasını anlıyordu. Nasıl yapmıştı, nasıl bırakmıştı evini ocağını, babasından nasıl da vazgeçmişti… Affedemiyordu kendisini, haykıran vicdanını susturamıyordu. Kendini bilmez bir şekilde atı çatlatırcasına koşturarak geldi. Öyle üzgün ve öyle bitkindiki, atı durdurdusınıra gelince. Selçuklu askerlerini gördü. Birden kaydı gözlerinin önünden dünya.
Gözlerini açtığında tanıdık bir yataktaydı. Yavaşça kalktı ve odayı inceledi. Her şey tanıdıktı, fazlasıyla. Ancak çıkartamıyordu bir türlü. Birden aydınlandı kafasının içi! Aylar, aylar öncesinde terk edip gittiği odasıydı burası! Kapıya koştu. Kapının önünde bir muhafızla burun buruna geldi. Aynı anda Tolun da kederli gözlerle kendisini dinleyen Alâeddin’e; askerlerin sınırda Meyrik’igördüklerini, yorgunluktan bayılmasıüzerine askerlerin hemen onu saraya getirdiklerini haber veriyordu.
Meyrik ise muhafızlakonuşmuş ve iki gündür aralıksızuyuduğunu öğrenmişti. Sarayın koridorlarında kendinibilmeden koşmaya başladı.Bayılmıştı demek… Ya Ögeday ne yapmıştı? Ya babası? Bulmalıydı onu! Ağlıyor, bilinçsizce koşuyordu, ayaklarıonu Alâeddin’in odasının kapısına getirince durdu. Kapıdamuhafız yoktu. Usulca kapıyı açtı. Kafasını içeri soktu ve sonratamamen içeri girdi. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Alâeddin gayriihtiyarî kimin geldiğini görmek için kafasını çevirincegöz göze geldiler.Meyrik öylece, yataktagörünce babasını dayanamadı. Koşupkendini ayaklarının dibineattı ve hıçkırahıçkıra ağlamaya başladı: “Babacığım! Beni affet! Ben nasıl bir hata yaptımböyle… Ben, nasıl bıraktım seni!
Affet babacığım, ayağının altına serileyim, ayakların altında ezileyim… Affet beni, ne olur affet!”
Omzuna dokunan el ile kafasını kaldırdı. Alâeddin kendine daha fazla hâkim olamamıştı. Kızı omuzlarından tutup kaldırdı mecalsiz kollarıyla. Yatağına, yanına oturttu. Saçlarını, yüzünü okşadı. Sarıldı ona. Nasıl affedilmezdi, candı bu. Yeniden sarıldı; hiç sarılmamışçasına, ayrı geçen zamanın acısını çıkartırcasına…
Meyrik hiç bu kadar mutlu olduğunuhatırlamıyordu. Kötü rüyalarsona ermişti nihayet. Alâeddin’se yaralarına iyi gelen kızından ayırmıyordu gözlerini. Odanın kapısı çalındı. İçeri giren muhafız Tolun’un kendisini görmek istediğini söyledi Alâeddin’e ve selam verip çıktı. Onun ardından odaya giren Tolun, kötü haberi verdi. Moğollar Selçuklu topraklarında kıyıma ve talana başlamıştı. Meyrik’e baktı Alâeddin, başını önüne eğdi Meyrik.
*
Gittikçe kızgınlığı artan ve hafızasında yenilgisicanlanan Ögeday, anlaşmayı tamamen ezip geçerek, içinden bu defa faka bastıracağına dair yeminler ederek ilerliyordu bir kez daha Türk topraklarında… Önüne çıkan köyleri yaktırıyor, kılıçtan geçirmelerini emrediyordu askerlere. Daha önceki yenilgisinin hıncını alır gibi… Bir yandanda kendi iç sesini susturmaya çalışırcasına öfkelive çaresizdi. Aylardırgözlerinin önünden gitmeyen, kulaklarına sesi çalınan Meyrik’le ilgili böyle hayal etmemişti. Görmeyeli ne kadar değişmişti bu kız…
Her yer talan ediliyordu, Kayseri önlerinde bekleyen orduya bir türlü hareket emri verilmiyordu. Sabırsızlanıyordu ordu umutsuz olsa da. Alâeddin savaş emri vermeyi düşünüyordu ancak gücü yetmezdi, yarım kalırdı ve karşı koyuş Ögeday’ın halkları daha da ezmesine, yok etmesine yok açacak olan hiddetini perçinleyebilirdi. Tüm bunlara rağmensavaş emri vereceği sırada,bir elçinin huzuraçıkmak istediği haberigeldi. Destur verdi hakan. Bu bir Moğol elçisiydi. Barış teklifi ve tabiiyet önerisi ile gelmişti. Küstahtı bakışları. Alaeddin celallenmedi bu defa, güvendiği adamlarına işaret etti, yanına Meyrik’i de alarak diğer salona geçmek için ayağa kalktı, elçiye beklemesini buyurarak.
Herkes geldiğinde Alâeddin, hepsinin gözlerine tek tek baktı. Umutsuzluğu öylesine belliydi ki, kelimeleri harcamasına gerek kalmadan anlaşılıyordu gözlerinden söyleyecekleri, önerecekleri. Alâeddin susuyordu. Biliyordu ki, bu defa baş edemez ordusu. Zaten önceki savaşta oldukça yıpranmıştı, toparlanamamıştı bile henüz. Zaferin rehavetinden kurtulamamıştı. Komutanlarına dedi: “Moğol, halklarımızı katletmektedir. Belli ki gücümüz yetmeyecek. Bu yüzden elimiz kolumuz bağlı izlemek yerine tabiiyeti kabul etme düşüncesindeyim. Ya siz ne düşünürsünüz?”
Hepsinin gözlerinde umutsuzluk karşıladı Alâeddin’i. Kimsenin sözü yoktu, hakan haklıydı. Elçinin yanına döndüler. Alâeddinelçiye, Ögeday ile görüşmeyi kabul ettiğinisöyledi. Şaşırdı elçi. Birlikte çıktılar. Meyrik’in içi sızlıyordu. İki tarafta iki sevdiği adam, iki düşman, iki insan…
*
Alâeddin’i beklemeyen Ögeday, gönderdiği elçinin yanında görünce onu, afalladı. Elçinin gözlerinde zafer pırıltıları gördü. Yaklaştı Alâeddin, yorgun ve vazgeçmiş görüntüsü bile heybetliydi. “Beklemediğim bir şeydi,tabiiyet talebimi kabuledeceğinize dair hiç umudum yoktu” dedi Ögeday şaşkınlığını sesine yükleyerek. “Ben de sizi tekrar burada görmeyi ummuyordum” dedi bıkkınlıkla. Yorulmuştu.
Ögeday içini çekti. “Geri neden döndüğümü biliyorsun” dedi. “Ve ben de artık savaşacak gücünün kalmadığını biliyorum.” “Heyhat!” dedi Alâeddin.“Gönül isterdi ki, atam
Alparslan gibi ram olmayayım lakin bıçak kemiğe geldi dayandı. Fazla vaktim kalmadı, biliyorum. Ne yaptıysam bir çıkar yol bulamadım. Daha fazla kan akıtma diye, tabiiyet talebini kabul ediyorum” diye tamamladı söyleyeceklerini.
Ögeday aldı sözü. “Beni esir aldığınızda gördüğüm iyi muamele hatırına halkınıza yaptığım zulmü durduracağım. Üstelik sizden istediğim yalnızca vergi. Yaşayışınızda hiçbir değişiklik yapmanızı istemeyeceğim, buna mecbur olmayacaksınız” dedi. “Tarih bunu asla unutmayacak” dedi Alâeddin. Moğol askerleri Ögeday’ın emriyle talanı ve zulmü kestilerTürk topraklarında.
Moğol komutanları misafir edildi, bir yemek tertip edildi askerlere, dillere destan. Alâeddin böyle olsun istemezdi lakin şartları ortadaydı işte. Ögeday ve Alâeddin yan yana oturdular yıllardır dostmuşçasına. Herkes vardı sofrada, Meyrik dışında. Aradan zaman geçip de herkese rehavetçöktüğünde, ansızın çıkıpgeldi Meyrik. Tam sofranın önünde,Alâeddin ve Ögeday’ın karşısında durdu. Bakışları donuktu. Yüzünde hiçbir ifade yoktu. Kızın bu haline anlam veremeyen iki eski düşman, birbirlerine baktılar farkında olmadan.
Tam bu sırada, göğsünden hançerini çıkaran Meyrik, Alâeddin’in dehşetten açılmış gözleri ve diğerlerinin şaşkın bakışları arasında hiç düşünmeden yüreğine sapladı hançeri. An dondu, zaman durdu. Meyrik, yavaşça karardığını hissetti dünyanın. Ögeday’ın hiçbir yere koyamadığı üstünlüğü kaldı arafta, sevdaya bedel düşüverdi boşluğa…
Derler ki sevda; bir kentin tüm sırrını içinde taşıyan, bir seyyahın heybesinde İpek Yolu boyunca taşınan, papirüslerde Nil boyunca yaşayan, yeri yurdu olmayana bir yer, bir yurt olan yegâne şeydir. Öyle ki, nice hakanlarıkendine köle kılar,nice köleleri ise yârin gözünde sultana dönüştürür. Nicesini kuyuya atandır,nicesini kuyudan çıkaran kervandır.
O saf altın gibidir;ateşte de yansa,çamur deryasında da yüzse varlığı inkâr edilemez. Gün gelir, açığa çıkar, yine herkesi kendine meftun eder,asude bir güzel misali. O bakırları altın kılan, dertlereşifa olan, padişahları diz çöktüren, parayı pul edendir.
Bir cihanın tüm sırrının bir noktaya sığması gibi, içinde bir cihan barındırır adeta. Ne âlâ.
Nûn