Asansörle İlk Tanışmam


 01 Temmuz 2025


Asansörle ilk tanışmam yedinci sınıfta okurken olmuştu. Köy yerinde yaşadığım için böyle bir şeyin varlığından haberim bile yoktu. Ta ki ninemlerin ve üç amcamın kaldığı yurda misafirliğe gidene kadar.
Ahmedli metrosunun uğultulu sesi geride kalmıştı. Mazot kokan platformdan merdivenlerle çıkarak minibüslere bindik. Feride Şadlık Sarayı’nın yanında inip eğimli yolu geçtik. Binaların yapıldığı yolun karşısı kocaman bir yarıktı. Babam bizden önde yürüyordu, elinde Nazperi’nin resmi olan bir naylon poşet vardı. Birinci katın önünde durdu. Beyaz, başparmağın sığacağı büyüklükteki düğmeye tekrar tekrar bastı. Annemin yanına sokulmuş bekliyordum. Şiddetle sanki yere çarpan bir dolabın kapıları açıldı. Evet, evet, dolap... Başka neye benzetebilirdim ki? İki kapısı açık kahverengiydi, birleşim yerleri alüminyum kaplamayla örtülüydü.
Asansöre bindikten sonra kapı kapandı, sanki iki el boğazımdan tutmuştu. Sesim çıkmadı, tüm organlarım asansörle birlikte yukarı çıkıyor, kalbim hızla ve boğazımda atıyordu. Babam, “İstersen gözünü kapa, sadece sekiz kat çıkacağız” deyip asansörün tavanına ve düğmelerine bakıyordu. 
Annem üstünü başını düzeltiyor, saçlarını kulağının arkasına topluyordu. Annemin paltosunun kolundan tutup onu aşağı çekiyordum. Kapı açıldı, önce babam indi. Annem geri çekilip beni öne itti ki, ondan önce ineyim. Aceleyle indim. Çünkü babam “Kapılar hemen kapanabilir.” demişti. Kendimi dışarı attım. Dışarı çıkar çıkmaz göğsüme elimi koyup kesik kesik nefes almaya başladım. Annem birkaç saniye yanımda dursa da, babam merdivenleri ikişer ikişer çıkıyor, arkasına bakmıyordu. Kendimi toparlayıp annemin peşinden yukarı çıktım. Amcalarımı, çocuklarını, ninemi, dedemi gördüm, kafam karıştı. Gökyüzünde sekizinci kata çıktığımı unuttum.
Asansörde yaşadığım korkuyu hisseden babam, “Bu kız şehir hayatına alışkın değil, bir yere gidilecekse evde kalsın” diye döne döne tekrar etti. Haklıydı. Çünkü arabanın benzin kokusu beni tutuyordu, midem yol boyunca bulanıyordu. Defalarca otobüste kusmuş, yolcularla birlikte annem babam da perişan olmuştu.
Ninem, yurda mülteci gibi yerleştikten sonra her gün Ermenilere beddua eder, onu bu Kibrit kutusunda yaşamaya mecbur edenleri lanetlerdi. “Allah belanı versin Ermeni, benim burada ne işim var? Bu ne eziyet, Allah hem bana, hem çocuklarıma, hem torunlarıma ne çileler yaşattı!” deyip incecik buruşuk ellerini dizlerine vururdu. Ninem orada kaldığı on üç yıl boyunca bir kez bile asansöre binmedi, binenleri de kınardı. En çok da şişman yengemi. Karnının yağı dizine kadar sarkan halam hep bir odada iş görür, boş zamanlarında yatak yığılı eşyaların üstüne uzanırdı. Ninem “Merdivenle inse, belki yağı erir” derdi. Eteğini sol eliyle yukarı çeker, korkuluklardan tutunarak lastik çizmeleriyle yavaşça inerdi.
Ninem ev işlerini bitirince genellikle öğleden sonra saat dört gibi dışarı çıkar, kendi gibi yaşlı kadınlarla uzun uzun yürür, akşam yediden önce eve dönerdi. Halamlar ona takılırlardı: “Canı sağlıklı, sekiz katı inip çıkabiliyor. Bizde o can nerede?” veya “Biz her gün inip çıksak hastanelik oluruz” diyerek birbirlerini onaylardı.
Önce dördüncü amcam okumak için yurda taşınmıştı. Sonradan herkes ona sığınmıştı, bir oda onca kalabalığa yetmeyince aynı kattaki diğer boş evlere yerleşmişlerdi. O katta sadece iki yerli aile vardı. Onların kapılarını ne zaman gitsem hep kapalı görürdüm. Bizimkilerin kapısı hep açıktı, çocuklar koridorda koşturuyordu. Diğer iki evden hiç ses gelmezdi, hâlbuki onların da çocukları vardı. Halamlar yüksek sesle konuşurlardı. Biz de çocuklara katılıp gürültüyle oynamak isteyince, babam “Ziyaretin kısası makbuldür, hadi eve” der, hevesimizi kursağımızda bırakırdı. Eve dönünce ise “Uyyy yazık değil mi bizim kulübemize, vallahi yüz tane böyle ev verseler bizim iki odamızı değiştirmem” derdi.
Sonradan birçok yerde asansöre bindim: apartmanlarda, iş merkezlerinde, havaalanlarında, hastanelerde... Ama asansör korkum hiç geçmedi.
Üniversite yıllarında yolum uzak olduğu için beni amcamın evine gönderdiler. O zaman asansörün anlamı benim için bambaşka bir hal aldı. Artık iki kat korkulu bir yer olmuştu. Amcam sıkı sıkı tembihledi: “Tanımadığın kimseyle, özellikle erkeklerle asansöre binme.” Asansörün önünde beklerken bir adam yaklaşıp benimle asansörü beklemeye başlarsa, ben merdivenleri çıkıyordum. Muhtemelen o adamlar bana aptal gibi bakıyordu, belki de “Terbiyeli bir ev kızı” izlenimi veriyordum.
Güneşli’de sekizinci katta kalıyorduk. Dokuzuncu katta yaşayan İngilizce öğretmeni bir gün asansör önünde beni görüp şöyle dedi: “Oğlum diyor ki, sekizinci katta yaşayan kız çok terbiyeli. Ben asansörün önüne gelince benimle binmiyor, merdivenle çıkıyor.” Bense bu sözden gurur duymaktan çok, içimden oğlana küfrediyordum: “Şey... Köpeğin oğlu, görüyorsun senden önce bekliyorum, neden sen merdivenle çıkmıyorsun da ben çıkmak zorunda kalıyorum?” deyip yüzümde sahte bir gülümsemeyle kadına baktım.
Güneşlideyken asansörden sadece kapının kapanmasından ya da ışığın sönüp içeride kalmaktan değil, cinsel saldırıya uğrama ihtimalinden de korkuyordum. Bazı araştırmalara göre insanların asansöre bindiğinde aklına gelen ilk şey cinsellikmiş. İkinci sıradaysa suç var. Cinsel saldırıdan korunmak için erkeklerle binmiyordum, ama suçtan korunmak o kadar kolay değildi. Suçlunun içeri giremeyeceğine ancak asansör kapıları tamamen kapanınca emin oluyordum. İnerken hiç arkama bakmadan kendimi dışarı atıyordum. Sanki arkamda biri varmış gibi. 
Asansör içindeki yazılara baka baka kendimi tutar, zaman çabuk geçsin diye alışkanlık halini almış olan elimi sıkıp dudaklarıma hafifçe dokunma hareketini tekrar tekrar yapardım. Yazılar çeşitliydi: “Ey eşek buraya çöp atma”, “A+M=kalp”, “S+V=dost”, “Elektrik ustası 055...” veya “Bu binada İngilizce özel ders verilir” gibi. Böyle yazıları okurken zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçerdi.
Eskiden asansörlerde ayna yoktu. O açık kahverengi kapılı modeller yavaş yavaş tarihe karışıyor, yerlerini geniş, aynalı, daha modern asansörler alıyordu. Bu yeniler bana daha çok güven veriyordu. İçleri aydınlıktı. Başta kimse yazı yazmıyordu. Aynaları parlak, zeminleri tertemizdi. Ama sonra onlar da eskidi. Asansörün halini apartmandan Natavan’ın bağıra bağıra inip çıkarken söylediklerinden anlamak mümkündü. 
Yüzü kırış kırış, ördek gibi yürüyen bu kadına herkes gizli gizli gülse de, söylediklerinde haksız değildi. Sık sık arayıp asansör yönetimine şikâyette bulunur, asansör çalışmadığında söylene söylene merdivenleri inip çıkardı. “Yiyip semirmiş asansör müdürü, ne umurunda ben altıncı kattan iniyorum” ya da “Ay sonunda gelip utanmadan para isteyecekler” diye kadınlara söverdi.
Allah var; Ay sonunda iyi çalışan asansör aidatını toplayan tombul, ayağı şiş Rübabə hala cesaretlenir, kapıları çalardı. Natavan hala ise sanki cebinde hep 1 lira 40 kuruş varmış gibi parayı uzatır, kapıyı suratına kapatırdı.
Sadece kadınlara değil, asansörle yakından ya da uzaktan ilgisi olan herkese söverek Natavan sanki bir rahatlık bulurdu. Apartmandan çıkarken paltosunun yakasını üst üste çekip yoluna devam ederdi. Geri dönerken koltuğunun altında bir fabrika ekmeği olurdu; eğer döndüğünde asansörde bir yamukluk, bir eksiklik görseydi, sövmeye devam ederdi. Hatta asansörde biraz çöp suyu görse, tek tek komşuların kapılarını çalarak şöyle derdi: “Bak, asansörün içi resmen su içinde, az önce kocan çöp atıyordu, ben de pencereden bakıyordum. Sizin çöp poşetinden akarak burası su olmuştur.”
Natavan sanki milletin sırtına iş yüklüyordu. Binada ayda bir asansörü çamaşır suyu ile temizleyen, kırık aynayı silip pırıl pırıl parlatan bir iki kadın vardı. Natavan’ın onlarla işi yoktu. Onun asıl derdi asansörcülerden çok, yazın karpuz satanlarlaydı. Altıncı kattaki penceresinden karpuz satana bağırarak: “Hiç de sağ olma, bunlara niye karpuz satıyorsun ki? Alıp yiyecekler, kabuklarını yırtık poşetlere dolduracaklar, sonra da asansörde suları süzülerek taşıyacaklar, her yeri yapış yapış edecekler!”
Bir gün Natavan kapımızı çaldı, bozulmayan bir marker kalem istedi. Ne yapacağını sorduğumda “Az sonra görürsün” dedi. Eliyle tutarak beklettiği asansöre girdi. Bir dakika geçmeden elini dışarı uzatıp “Al, asansör kapanmadan ben çıkayım” dedi. Sabah okula giderken asansör kapısı açıldığında duvarlarında şu yazılar karşıladı beni: “Ey it yavrusu, buraya tükürme, sulu çöp taşıma!”, “Ey çöpçü, burayı kirletenin ölüsüne lanet olsun!”, “Asansörü temiz tut!”
Peki, bu yazılardan sonra herkes bu emirlere uydu mu? Aksine, yazılar arttı, asansör daha da kirli, yapış yapış ve kötü kokulu oldu. Altlarına “Hadi sen öl”, “Ben ölümsüzüm”, “Senin alkışınla doğmadım ki bedduanla öleyim”, “AYE jizn voram” gibi cümleler yazıldı. Asansör bu yazılardan sonra sanki apartman sakinlerine küsmüş gibi sık sık bozuldu.
Bu eski püskü hali yaşlıları üzse de gençlerin çok hoşuna gidiyordu. Defalarca bizim apartmanda yaşamayan çiftler asansörde kalmış, asansör uzun süre hareketsiz kaldığı için paniğe kapılarak demir kapıları dövmeye başlamışlardı. İlginç olan ise onların yardım çağrısına ilk koşan hep Natavan olurdu. Komşular ona kendi aralarında "Havlayan köpek" diyorlardı. (Bunu bir defasında avluda bir kavga sırasında kadınlardan biri yüksek sesle söylemişti.)
Natavan bir gün yine bağırıyordu: “Şerefsizler! Bak ne yapmışlar. Asansörün motorunu söküp çatısından götürmüşler!” diye hararetli konuşuyordu. Bir de baktık binanın önüne polis arabası geldi.  Natavan onları karşıladı. Onlarla birlikte dokuzuncu kata çıktı.  
Asansörün motoru yenilenmeliydi, ama ne zaman olacağı belli değildi. Altı ay boyunca asansör çalışmadı. Dokuzuncu katta kapıları açık kaldı. İki kapı komşu birleşip içini depo yaptı.
İçerisine boş kasalar, çocukların atmaya kıyamadıkları kırık oyuncakları, ahı gitmiş vahı kalmış süpürgelerini, köhne eski gaz sobasını koymuşlardı.
Rübabə hala o süreçte bizim binaya hiç gelmedi. “Acaba öldü mü?” diye düşündüm. Natavan ise o sıralar daha sakin, daha keyifliydi.
 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 223. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 223. Sayı