HaftanınÇok Okunanları
KAYNAR OLJAY 1
SALIM ÇONOĞLU 2
Kader Pekdemir 3
Kardeş Kalemler 4
İ. M. Galimcanova 5
Osman Çeviksoy 6
Gülzura Cumakunova 7
Öyle kitaplar var ki okumak istemesen bile onlar seni okumaya sevk eder. Çünkü kitap seni okur!
Onun sayfalarında, sıralanan cümlelerinde neyi bulacağını, neyin gizlendiğini düşünürsün. O, sende seni bulur, içindeki inanç ve korkularını hissediyormuş, görüyormuş gibi sana psikoterapi dersi vermek gibi bir amacı olmasa da ruhunu, gözlerini, gönlünü okşar, seni güzellik ve sevgi Tanrısına kavuşturur. Tıpkı Cavid gibi… Senin de isteklerin gerçekleşmek ister.
Hâşiye:[1] Erzurumlu Emrah’ın “Ne feryat edersin, divane bülbül!” türküsü eşliğinde okudum, Uğur Canbolat’ın “Hikâyeler hep yarım” kitabını. Bu yazıyı yazdığım müddetçe müziği her zaman yüreğimde hissettim. “Can” sözü ile kıymetlilerimizi hatırlatan ağıtlara ses veriyoruz, zor günlerimizde. Sanki bu sözle teselli buluyoruz. Ayrılık karşısında âciz olduğumuzu onlara itiraf ediyoruz. “Can” borcumuz olduğunu hatırlayarak dua ediyoruz, bu söz ile aslında. Borcumuzdur, dua etmek! Bizi zayıf kılan, bizi özgür bilendir! O, Yaradan’dır… Duaları işiten de odur. Feryadımızı “can” sözü ile dindirmek istiyoruz… Can özü yardımımıza geliyor.
Sizi sessizliğe, sükûta götürecek, bu kitap.
Sizi özünüzle yalnız bırakacak, bu kitap
Sesiniz kesildiğinde sesiniz olacak, bu kitap
Nefesiniz yetmediğinde nefes verecek…
Cennet’ten bir koku gibi… Karanfil kokusu… Bu kokunun özünden başka hiçbir yerde olamayacağınız bir yere götürecek sizi, bu kitap!
Bütün dinî eserler gibi ona dönmek isteyeceksiniz, her defasında yeni anlam derinliklerini görmek için!
Hâşiye: Bütün dervişler vuslat aşkıyla Vahdet’e ulaşmak ister. Büyük sanatkâr Âlim Kasımov’un, icrası sırasında bağdaş kurup yerde oturması, gözlerini yumarak elini göğe açması da bir semazenliktir, Varlık’a ulaşma çabasıdır. Gökleri yere indirme arzusu, Mecnun faciasını yaşamamak isteğidir!
…şimdi kendime uzun bir yol arzuluyorum…
…en büyük aşk romanını o yolda okumak istiyorum…
…zaman geçsin, hayat manzaraları değişsin, ama o yol değişmesin…
Kitabın kapağında akrebi kırık veya bilerek koparılmış, yelkovanı ise âcizane eğilmiş, bir daha dakikaların aynı hızla ilerleyemeyeceğini gösterircesine boynunu bükmüş bir saat tasvir olunmuş. Bunu, yalnız yazarın içinde bulunduğu gerçek zamanı, anı içine alan bir yer olduğunu düşünürsek, yanılırız. Çünkü bu an sembolik bir anlam taşır. Bu, zamandan kopma, yeni ve gerçek bir zaman dilimine geçişin göstergesidir.
Çelişki noktasından Vahdet arayışına, “Onun”, “Tek” olanın, Hakkın sığınağına, ışığına, tesellisine, sonunda, ruhunu teslimin son makamına yükselişinde görüyoruz, bilge aşığı. “Kaymayan kalp olmak ve kalbimizdekilerin kaymaması dileği ile…[2] değerlendiriyor yazar, insanın ebedi ve sonsuz varlığını kendi hayat öykülerinde.
Kitabın ilk sayfalarında karşımızda en kıymetlisini yitirmiş bir insanın kalp ağrısı, okşamaya benzer ağıtları, zamanın neyi alıp neyi vereceğini anlamanın zorluğunu taşıyan bir sessizlik manzarası yaratan bir duygu seli çıkıyor, önümüze. “Şimdi yolsuzum ben. Evsizim, [3] diyor, hayat arkadaşını son yolculuğuna uğurlayan kahraman (“Cümlesiz kaldım sen gidince”).
Her ölüm candan can kopmasıdır, eğer ki ölen sevdiğinizse, yaşaması için emek verdiğinizse! Hayatta yeri ne kadarsa yokluğu da o kadar yer tutacak, belki de daha çok: “…sensizlik kadar korkum”[4]. Kitabın ilk sayfaları bu sessiz korkularla dolu bir fısıltıdır.
Hâşiye: Her gün onun seslenmeleri ile başlıyorsa her bayram o var diye bayramsa ve… her… ve her…
Ben son telefon görüşmemizde anneme hâl hatır sorup sebebini anlayamadığım bir telaş içinde, aniden gelen gözyaşları ve endişeyle “Anne, ben sana kurban olayım, işitiyor musun? Senin ben kurbanın olayım, işitiyor musun? Bak, ben sana kurban…” Feryat ettim, bağırdım! Elimi ayırıyormuşum ellerinden, kopuyormuşum canından, canımı koparıyorlarmış meğer! Bu vedayı bana nasip eden Yüce Allah’ıma nasıl teşekkür etmeyeyim? Ediyorum…
Annesiz de bayram olmuyormuş, bu dünyada! Benim takvimimden o günler silindi gitti. Ama o sözler ömürlük tesellimdir, belki. Belki de bu teselliyi son bir hediye olarak evladına vermişti, annem! Belki de bu yüzden aramıştı! Evet, tüm kıymetlilerimiz sevgiyi hediye bırakıp gider, sevdiklerine!
Bir ömürlük teselli olabilecek duyguları, hakikati yaşayan kahraman dostlarını “olgunlaşmış bir idrakın kapısına”[5] davet ediyor: “Sevdikleriniz hala ölüm kapısına uğramamışken sarılın onlara, yüreklerinden tutun. Bir kez de eşim ile benim adıma sarılın birbirinize…”[6]Ve bu söz dinlenmeye değer elbette! (Göründü, gitti!)
Ancak hayatındaki olaylar hakkında acı-tatlı hatıraların, anların tarihini yazan gerçek kahraman aniden kaybolur. Meditatif metinlerde olduğu gibi kahraman şimdiki zamandan uzaklaşır. Birden bire gaipten gelen sesler işitilir: “Bilgi süzgecinden idrak olup süzülürsünüz. Süzülür müsünüz? Süzülmeyi ümit etmelisiniz. Ne de olsa, süzülmeden erişemeyiz sonsuzluğa”[7]Hadiseler ölümle mücadele eden insan ruhunun bir tarihi hâline gelir.
Hangi aşamalardan geçti o ruh, hangi enginlikleri aştı, hangi uçurum boyunca yürüdü, güneşin altında uzanıp nasıl bir cennet hayal etti? Hangi denizlerden haber aldı? Hangi gözyaşlarında boğuldu? Bu anlar dünyanın hiçbir saatinde bulunamaz. Kitabın kapağında tasvir olunmuş durmuş zaman, aslında, anlamını yitirerek, sonsuz bir zamanın arayışı haline geliyor. Onun parçalanmış sayfaları eski fotoğraflar gibi yüreklerde taşlaşıyor, büyük mitik anlamlar kazanıyor ve ebedi hafızaya dönüştürülüyor. Biz istemesek bile…
Tasavvufta zaman şimdi ebedidir, her an ebedidir. “Var ile yok arasında ne kadar iniş yokuş varmış! Ölmekle olmak arasında ne çok doğum ve ne çok ölüm yaşanıyordu” (Canımcık). [8]
Geçip giden asırları kısa bir zaman içerisine yerleştiren sûfî hem anın hem de sonsuzluğun içindedir. Onun Yaratan’la sohbeti bitmiyor. Ölüm hakkında düşünceler, nihayetinde, Allah’a ulaşma arzusuyla birleştiriliyor. O ise kalp dilinde konuşmaya başlıyor: “O onları sever; onlar da 0’nu severler”. İşaretinin gölgesi altında sevgiye boyanıyoruz…”[9]Yükseklikleri fethedebilen bir kişi bir zorunluluk olarak değil, sevgisinde özgür olan, onu azat bırakana can borcunu vermek aşkıyla yanan bir âşık gibi tasvir ediliyor.
Ebedi anlama, ölümden sonraki hayata, âlemleri tasvir eden büyük olana karşı sevda hissini yerde, yarda bulma isteği ile kendine sorular soran bir sûfî derviş dolaşır hikâyelerde. “Nedir bu diye, döneniyordu? Nedir bu? Hasret ve vuslat nasıl da hemdem! Ne kadar da iç içe… Nasıl bir bilinmezlikler içindeyim bir yandan da her şey aşikâr iken!” (“Canımcık”)[10].
“Niçin?”, “Neden?” gibi retorik sorular soran, özü ile konuşan, zikreden mürid meditatif ruh hâlini açık bir şekilde göstererek yılların hasretine ad vermek istiyor, “dört mevsimi birden yaşamanın”[11]adının ne olduğunu bilmek isteği ile dayanmaktan, bir noktada duraklamaktan korkuyor. Kişiden başlayıp Hakk’a yükselen, oradan da yine insana, kişiye, canında cana, diğer yarısını bulup da tamamlanmak isteğine bir ad bulmak istiyor. Sema aşkında, Yaradan aşkında bir canda daha bir can, candan yakın, Canımcık…
Aşık öz adlandırması için çok seviniyor. Aslında, bir kelimede son makamı, sonsuza dek insan ömrünün faniliğini unutmak imkânını elde ediyor. Yüreğinin bir ışık zerresi olduğunu, aradığı hasrette yüreğinin güzelliğini hissetmesi, öz yüreğini aynaya dönüştürebilmesi ve yeni bir başlangıcın cevheri, gibi görmesi ona göklerin ipinden kopup uzağa gidememesi, “Tek” olanın parçası olduğu hissini yaşatıyor. O, öz mahiyetinin ebedi anlamı yansıtmak olduğunu anlıyor.
En büyük niyet Vahdet aşkına ulaşmaktır, en büyük güzellikler de buradan o yanadır. Heves, gayret, istek insandan, gerisi ise Allah’tandır, O ise “Sadık”tır!
Hâşiye: Allah’a giden yollar sırlarla doludur. Bilmeyenler her zaman bu sırları bilenlere tuhaf, deli-divane gibi bakarlar. Bu, dünyanın kanunlarından biridir. Bilinmeyenler her zaman vardır. Bilenler de…
Kim bilir, neden Kâmil Veli, Âlim Kasımov’a ithaf ettiği “Ses” romanında cenneti menekşe kokusunda gördüğünü yazıyor? Ben ise cennetin karanfil kokulu olduğunda ısrarcıyım!
Özünü karanfil kokusunda göstermiş, bana Cennet. Ben Allah’ı gördüm, o da bana Cenneti gösterdi. Öyle bir andı ki, zulüm arşa direnmişti. Cennet’in hoş kokusunu duydum, “dayan” dedi bana Hak! “Varım.” dedi. Dinledim de dayandım.
“Çöl gibiydim. Kupkuruyum. Tam da olmam gerektiği gibi! Acziyetimin farkındayım. Fakirliğimin bilincinde (“Çöl gibiyim, çöl!”).[12] Özünü gören insan, sessizliğe, yalnız aşkın varlığı ile rahatladığınız yere ulaşmaya, özünü değil, özündeki canı kurtarmaya, onu yaşatmaya çalışıyor. Aşksız kalacağından korkuyor, hayatı yürekten yaşayan ve yüreğinde yaşatan kahraman.
Dünyayı siyah-beyaz değil, tüm renkleriyle görmek isteyen aşık, rüzgar esintisini gözler, göç etmek için uzak yerlere, gönlündeki ateşi bulmak ister. Özünün var olduğunu, Yaradan’la kavuşmuş olduğunu bilmek için “Gökkuşağının da rüzgâra ihtiyacı vardı, görünmek için”(“Rüzgar”)[13]. Dua eder, rüzgârlardan ona doğru esmesini diler.
Yine bir yol kıvrılır, göklere ve göklere yalvarmaya başlar kahraman:
Tutunduğum hakikattir, serap olmasın! Yanılsama olmasın. Yanılma hiç olmasın!
Erenlerin demine götür, beni.
Gerçeğin künhünü göster.
Vaslına erdir, beni.
Aslıma erdir, beni.
Hakikatime yetir, beni.
Eşiğinde erit, beni! [14]
“…Yüzünde sevdanın bir yüzü”[15] nü taşıyan insan, dünyanın her yüzünü görebilendir! Hasreti de yüreğinde taşır, soruları da özüne sorar, özüne seslenir. Özünde marifeti yetiştirir, ölüme de hiç bakmaz. Kâmillik yolunda içindeki “ben”i Hak ışığını tapındırmakta hem duacı hem yardımcı olur! Özüne, bana, sana… Göklerin ipinden sağlam tutmak isteyen herkese…
O yükseklikten bakıldığında insan, yolda giden yalnız bir yolcuya benzetilebilir. Hem dikey kesitte Yaradan’a hem de yaşam ufuklarında, gerçek dünyamızda kalplerimizin yerle gök arasında, inançla onu yitirmek, ipini elinden kaçırmamak endişesi içinde ruhun huzur bulmasına vesile olabilecek kadar hümanist, insandan yana durumunu koruyup saklamak isteğiyle anlatıcı, irfanî duyguların dilinde dünyanın kitabını sondan başa okuyor!
İnsanın en büyük korkusu, yokluk korkusudur, yok olmak korkusudur! Ne demişler, “Ölüm bir ateştir, dumanı herkesin bacasından çıkar!” Bu defa Uğur Canbolat’ın ocağına düşmüş! Bu alevin dumanı, yüreğini tutuşturup yaksa da onu kül olmaktan koruyamayacağını düşünmek yanlış olurdu. O, kalbini dünyanın malına mülküne değil, sonsuzluk kervanına bağlamış bir hâl ehlidir. Yoldaşı da onun dostu, sırdaşı olmuş, Hakk’a gönülden bağlılığı ile. Onun da hatırası şad olacak, adı kıymetliler arasında yer alacak, Allah’ın huzurunda. Yenileceksin, yenileşeceksin, yüceleceksin. Sana verilen candan olan can böyle yaşayacak! Aksi halde, eğer itaatsizlik edersen canına kast ederken cana kast etmiş olursun!
İnsan bu dünyaya öbür dünyadan bakarsa yıldızlar gibi hiçbir zaman sönmez. Dünya hakikatin ışığında var olandır. Ebedi ışığın, “od”un parçası olmak isteği, ihtiyacı var eder insanı. “Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez!” demişti, büyük Yunus. Bu his insanı ezeli ve ebedi korkusundan; geçici olmak, değersiz olmak hissinden kurtarır.
Hâşiye: Aslında, çok küçük yaşlarımda ölümün bir hilekâr koca karı olduğunu hayal eder ve hissederdim. Kıymetlilerimi ne zaman ve nasıl ondan koruyabileceğimi düşünür, geceleri gözyaşları içinde uykuya dalardım! Sonra annemin sessiz bakışlarını anlamak istedim. Bir ömür sürdü, bu istek. Ölümden kaçmanın yollarını bilmek isteğime bir cevaptı, belki o sessiz bakışlar. Sessizlik içinde bir aşk arayışımı önceden görüp ne benden ne Hak’tan geçemeyeceğini hissederek belki susuyordu, o bakışlar! Beni korkuların elinden alamayacağını itiraf ediyordu, belki bakışları ile!
Kervana katılıp yol giden Şirvan sufilerini, Şam ahilerini, “Kıymetlim Erzurum’a, yol gidiyor Erzurum’a. Devesi ölmüş Arabız, dayanırız her zulüme!” şeklinde “Şirvan şikestesi”nin sözleriyle çağıran Âlim Kasımov nefesi, kaval ritmi, ney sesi, semazenlerin yükselişidir, belki o akar sulardan uzanan bir çift ahu bakışları! Bu Ramazan da bakışların kederine bürüdü, beni. “Neden vuslata değil de hasrete yazılırız?” (Ölürüz hasret gideriz”)[16] Etrafım yaprak kokuyordu!
Mozaik şeklinde bir dünya manzarası yaratan öykülerde ârif, marifete erişmiş mürid, öz aşkı ile farklılaşır ve Hakk’a doğru ilerliyor. Mekânın sayısı çok olan mertebelerine, katlarına zikirle ulaşıyor, maddi varlığın, dünya mülkünün faniliğini hissediyor ve Allah’la münasebet tecrübesi kazanmış dost gibi okuyucuyu yaşantılarına inandırabiliyor!
Kahramanın bütün arayışları, “kendinde olana bir isim verme telaşı”[17]aşka özgür bir kavuşma ile bitiyor. Sevinçle doluyor, imana ulaşan kalp. O, Allah’ın insandan kuşkusu olmadığı hâlde insanların şüpheler içinde yaşamalarına üzüntüsünü saklamıyor. Soruların cevabını arayan, semalarla sohbet eden ve fezalara yükselen idrak sahibine dönüşüyor hikâyeci. Sığınacağı yerin Allah ışığı olduğunu anlayıp onu insanlara paylaştırmak ve onlarla paylaşmak isteyen olgunluğa ermiş bir idrak edendir, artık o.
O yolcu olup yolunda gerek olmaya üstünlük veriyor, inancın varlığına, güzelliğine ulaşan irfan ehline dönüyor. Hak geniş ufuklar açıyor onun karşısında. Allah ışığını kaybetme korkusu yaşayan ve sadece ümide değil, kelama, arife muhtaç olanlarla paylaşıyor, öz fikirlerini, tecrübesinin süzgecinden geçirmiş olduğu tecrübelerini.
O, son bulmuş olduğuna sonuna kadar bağlanan ve vahdet-i vücud hissini kaybetmekten her an korkarak onu yaşayan bir âşıktır, öz hikâyelerinde!
“Kul dediğin çöl gibi olmalı… Senin varlığının gerçek varlık sahibinin yanında ne değeri olabilir ki?” (“Çöl gibiyim, çöl!”)[18] Sen yokluğu bildiğinde, özünde var olanları ve seni kurtarabilen kuvveti görmüş oluyorsun. Sadık rüyalar da görürsün o zaman ve ölümün kâbus veya kurtuluş getireceğini duyarsın.
Özü ile baş başa kalamaz insan. “Faniyiz, ama sonsuzluğu taşıyoruz”[19] fikri ile hakikat arayan insan “ben”ini sabırda ve şükürde, hamd halinde bulmak ve onaylamak ister.
Aşkta duruluyor, saflaşıyor insanın “ben”i. Aşkla sohbet eder sûfî.
Aşk hedefidir.
Aşk umududur.
Aşk kurtuluşudur.
Rüzgâr gibi gelir bir yerlerden, götürür seni kara kuvvetlerin elinden. Alır, koparır karanlıkların pençelerinden. Sonra sana nefes verir, nefes verir!
Bir nefes daha…
Hâşiye: “Bir sevgiyi taşımak için Allah ne vermişse ben ona kurban!” diyerek kurban olursun ve kurtulursun! Sonra bir gün yazmış olduğun dört mısralık şiiri hatırlarsın. Yarım kalmış hikâyelerle baş-başa kaldığında bir dünya altında ne kadar Yunus âşıkları varsa hepsini görmeye çalışırsın. Hatta bu dünyanın fâni olduğunu bilsen de… Bunu bilmediğin anlardır, senin ömrünü uzun kılan!
Bizi bizden uzaklaştıran kuvvet,
Bizi bizden alıp çöllere atma!
Bize sabır verip yaşatan dünya,
Biz sensiz neyiz ki… Sen mutsuz olma!
Çok ilgi çekici bir tarafı da ortaya çıkıyor, bu metinlerin. Okurken gerçek dünyadan kopuyorsun ve hatta metni, cümleleri, sözleri artık gözünde değil, gönlünde hissediyorsun. Bir değerlendirmeyi tamamladıktan sonra metne tekrar dönünce orada sanki yeni bir anlam keşfediyorsun. Metni okuyup algılamak değil, sanki işitip amel etmek isteği yaratır okuyucuda, anlatıcı.
Güzelleştir beni, ey aşk!
Aynalar dost olsun bana. Mana aynasında asılmasın yüzüm. Düşmesin başım, kızarmasın yüzüm.
Hacet kalmasın başka kapılar tıklatmaya ey aşk!
Hâcetim ol!
İhtiyaçlarımı sende bulayım, sende gidereyim ey aşk. Hacetim ol!
Düşürme ele, verme yele!
Sende biteyim ey aşk, sende dolayım.
Sende yiteyim ey aşk, sende bulunayım.
Sende yanayım ey aşk, sende söneyim.
Sende yorulayım ey aşk, sende dinleneyim.
(“Ey aşk, al beni, götür beni”)[20]
Cümlelerdeki akıcılık, tonlamaların inişi çıkışı da metinde bir düzen oluşturarak okuyucuyu da bir çembere alıyor, artık fikirlerin değil, hislerin, duyguların esiri ediyor. Özlü satırlar, şiiri hatırlatan yazılışı ve seslenmesi de yazarın kesin olarak belli bir ışık kaynağına bağlı olduğunu gösteriyor.
Meditatif metinlerde olduğu gibi kitapta bütünlükte ve ayrılıkta her bir hikâyede giriş kısmı dikkat çekiyor: “Gönlüm bir qapalı çarşı” (“Bir hazineyiz aslında”)[21], “Göçtüm ben! (“Göçmekteyim an be an! Sürekli hareket ve intikal halindeyiz”)[22], “Anlam yakınlığı” (Kurmamız gereken bu yakınlıktır!”)[23], “Sen bana hediyesin!” (“Dikkatle baktığımız zaman aslında bir armağanlar halesi içinde olduğumuzu rahatlıkla görebiliriz”)[24], “Kırılmasın can aynaları” (Severiz aynaları”)[25] vs. hikâyelerde genellikle yazar, anlattığı hadiseden, hâlden uzaklaşıyor ve tasavvuf nesrinin şiir sanatına uygun, okuyucusunu da kahramana çeviriyor. Bu, dualarla gökleri fethetmek ve yüceltmek ümidini ifade eden çoksesliliktir, çeşitli sesleri trajik birleşmesidir!
Bu seslerin birleşmesine, bu sesin canlanmasına dikkat çeken başka bir sebep daha var, bu kitapta. Hikâyelerin birçoğu istek, dilek, tavsiye, öğüt-nasihat ifade ediyor ve seslenmeyle başlıyor: “Sözü kalbine kondur” (“Sözü kalbine kondur, ey Can”)[26], “Evet, sustur. Sustur içinde sürekli kavga eden şu sesi” (“Sustur bu sesi”)[27], “Böyle dedi babam bir muhabbet sırasında... Uzağa gitme. “ (“Uzağa gitme”)[28], “Arttır eylemini” (“Eylemini arttır”)[29], “Güneşim ol! Coşkum ol! İsteyim ol! Güzelleştiricim ol! Rüzgarım ol! (“Ey aşk, al beni, götür beni”)[30] gibi hikâyeler İslam ahlakının değişmez kanunlarının, geleneklerinin üzerinden geniş bir çokseslilik tablosu yaratıyor.
Aşkın güzelliği o kadar büyük ve derindir ki! Âşık ona layık olmak için bin bir sınava hazırdır. Her bir hikâye, aslında duadır, ebedi yol arayışına müptela olanların duası! Su ile rüzgarla, kuşlarla, semalarla, duygularla, hislerle konuşan, dil bulan... Anlama ulaşmak isteyen Hak aşığının dünyasıdır, duaların teselli ruhlu efsun dili!
Bu kitap nasıl okunmalı? İlahi aynada özünü görme isteği olan ve en önemlisi, görebilen insan öyküsü gibi veya fert üzerinden baş kaldırıp göklere, onun yedi katına ve oradan da bu yana bakmak imkânının, dünyayı anlamayı çıkış yolu olarak gösteren bir ârifin nasihatleri gibi mi?
Bence nereden bakarsan bak, sonuçta hepimiz arayış içinde görünüyoruz yaşantılarımızla, aşkımızla, birinin yüzünde Allah’ı sevmek dileğimizle veya kısmetimizle! Sonunda esas olan, yazarın söylediği bu fikirdir: “Gizli bir hazineyiz evet ama keşfetmek yine bizim işimiz olmalı!” (“Gönlüm bir kapalı çarşı”)[31].
Bu fikir Uğur Canbolat’ın bütün yarım hikâyelerinin amacında duruyor. Bu Yunus yoludur. Dünyanın anlam sofrasından yararlanıp kâmilleşen insan Hakk’a kavuşandır. O dünyada öyle bir sefası var ki bu dünyadakiler kıskançlık taşırlar ve bunu dile getirirler.
Dostoyevski’nin de sanatının temeli bu fikre dayanıyor, bir sütun gibi. “İnsan gizemlidir, onu öğrenmek, çözmek lazımdır ve eğer bu işe ömür verirsen o zaman boşu boşuna yaşadım deme! Ben bu sırla meşgulüm. Çünkü insan olmak istiyorum.” Dostoyevski bu mektubu yazdığında henüz hiçbir eserini yazmamıştı! Sonunda Dostoyevski, “mânâ âlemi”nin sırlarına vakıf bir yazara dönüştü!
Onun hakkında yapılan en son araştırmalarda yazarın eserleri ayrıntılı olarak incelenerek ekseninde neyin gizlendiği araştırılmıştır. Neticede, tüm zorlukların temelinde hamd eden gönül insanının çözüm bulabilmesi, şükür duygusu, imanı, inancı, Yaratan’a bağlılığı duruyor. “…akıllı yüreği” olan Mişkin de (“İdiot”) bu yaradılış içinde insanın doğasındaki iyinin keşfine yönelmiş, başlangıcın ve sonun sadece kalplerde huzur bulmasını doğrulayan bir yol olduğunu bildiriyor.
Uğur Canbolat ve Dostoyevski bakışında insan sevgiden, merhametten, şefkatten, kardeş gibi samimi olmaktan, doğa ile birlik içinde olmaktan geç olgunlaşma seçeneğinin olmadığı değerlendirmesinde bulunuyor. Ağaçlara onların varlığı için, şanslı olanlara onların mutlu oldukları için, Yaratan’a her şeyin üstünde durabildiği için şükretmeyi, hamd etmeyi tavsiye ediyor etraftaki insanlara, Dostoyevski’nin “olumlu güzel” kahramanı.
Rus cemiyetinde ahlaktan uzaklaşma devrinde Dostoyevski, Mişkin gibi bir “güzel insan” tipini yaratır. Ahilik, kardeşlik ruhunu (kardeşleşme) insanların hafızasında uyandırmak isteyen Mişkin, geçmişte yaşamış inançlı Rusların geriye dönüşü isteğini ifade ediyor.
Uğur Canbolat’ın hikâyelerinde bu fikirler doğrulanıyor: “İkilikten, şaşı bakmaktan kurtulmak derdindeyim”, diyor onun da kahramanı (“Çöl gibiyim, çöl!”).[32]
Yazar kendi okuyucularıyla yabancı bir dünyayı paylaşmıyor. Özünün ve “sen”in, aslında “O”nun dünyasına rehberlik ediyor. Mihail Bahtin’in “çok seslilik” terimi göz önüne alınarak düşünülürse yazar öznelliğinin, çılgınlığının, coşup taşan duygularının hiç de onun kişisel özelliklerinden ileri gelen bir hâl olmadığını görmüş oluruz.
Uğur Canbolat bir yazar gibi öz kahramanı ile birlikte düşüncelere dalıyor, heyecanlanmış, lakin öz düşünceleri ile daha üst sıralarda yer alıyor. Belirgin kahramanları da kıymetlileri, akrabaları olmasına bakmadan o, hepsini aynı insanlık değerlerinde birleştirmek isteği ile karşımıza çıkıyor.
Bu dünyanın başı ve sonunu bilgilendirmek mümkün olmadığı için onun fantastik ölçülerini yalnız kalbi olan, dünyaya gönlünün gözü ile bakan, sevgi, merhamet, yardım, şefkat duygularını vurgulayan garip insanlar doğru belirler ve yaşatır: “Delilik yoksa serde, aşk eser mi bu dağlarda” (“Rüzgar”)[33], sorar yazar, aslında, retorik bir sorgu ile okuyucuya cevabı da takdim etmiş oluyor. Meditatif metinlerde olduğu gibi, U. Canbolat’ın soruları cevabı da içeriyor.
Kitap yazarın anlarını yansıtan hikâyelerden oluşmasına rağmen aslında, bütün bir hayat hikâyesidir. Eser, destansı bir romanı anımsatıyor. Bu metnin içine bir değil, birçok insanın sesi gizleniyor. Hepsini birleştiren ise bir yüce sestir, koruyan Allah’tır. O, insanı yaşayan dünyanın eşrefi o zaman seçti ki ona kâmilleşme imkânları verdi. Onu bu özellikte sevdi, tasdik ve tercih etti. Bir düzen ile kurulmuş dünyayı oradaki canlı ve saf yüreklilikle cansız hesap ettiğimiz varlıkları, özünün gücü ile kuran, Allah insana bu terazinin ayrı-ayrı kutuplarında değil, uçurumun kenarı ile yuvarlanmadan uçmayı bir yol olarak gösteriyor: Uzun, ipekten ince yol aslında rahat ve yumuşak değildir. Onun inceliği senin görebildiğin kadardır!
Uğur Canbolat metninin estetik etkisinin gücü de irfani duyguların, tasavvuf aşkının güzelliğinde, ahenginde ve cazibesindedir. Her bir okuyucu “gözleri ve yüreği temaşa eden güzel dosttur” (“Göründü, gitti!”)[34] yazar için. Veya sadece okumayı başaranlar değil, gönül gözü ile gönülleri görebilen ve sevebilenler içindir, “Hikâyeler hep yarım” kitabı!
Kitapta her birimizin gizli kalmış özelliklerinin, karanlıklarının ve sakladığımız bütün korkularımızın gün yüzüne çıkmasının önemi vurgulanıyor. Bu ise aslında, insanı düşüncesinde, davranışında, kavrayışında kök salmış, insan doğasını mahveden birçok rutin etiketlerden koparmak isteğidir! Sevgiye, merhamete ve anlayışa çağrıdır!
Kaynakça
CANBOLAT, Uğur (2015), Hikâyeler Hep Yarım, İstanbul, Lore Kitap.
İnternet Kaynakları
https://sozluk.gov.tr/ (Güncel Türkçe Sözlük, Erişim Tarihi 04.11.2020)
[1] “Dipnot” GTS (https://sozluk.gov.tr/)
[2] Bk. Canbolat 2015: 139.
[3] Bk. Canbolat 2015: 26.
[4] Bk. Canbolat 2015: 25.
[5] Bk. Canbolat 2015: 12.
[6] Bk. Canbolat 2015: 16.
[7] Bk. Canbolat 2015: 11.
[8] Bk. Canbolat 2015: 38.
[9] Bk. Canbolat 2015: 12.
[10] Bk. Canbolat 2015: 38.
[11] Bk. Canbolat 2015: 39.
[12] Bk. Canbolat 2015: 55.
[13] Bk. Canbolat 2015: 53.
[14] Bk. Canbolat 2015: 52.
[15] Bk. Canbolat 2015: 57.
[16] Bk. Canbolat 2015: 86.
[17] Bk. Canbolat 2015: 40.
[18] Bk. Canbolat 2015: 56.
[19] Bk. Canbolat 2015: 18.
[20] Bk. Canbolat 2015: 49.
[21] Bk. Canbolat 2015: 58.
[22] Bk. Canbolat 2015: 62.
[23] Bk. Canbolat 2015: 72.
[24] Bk. Canbolat 2015: 107.
[25] Bk. Canbolat 2015: 218.
[26] Bk. Canbolat 2015: 140.
[27] Bk. Canbolat 2015: 151.
[28] Bk. Canbolat 2015: 151.
[29] Bk. Canbolat 2015: 269.
[30] Bk. Canbolat 2015: 46-49.
[31] Bk. Canbolat 2015: 58.
[32] Bk. Canbolat 2015: 57.
[33] Bk. Canbolat 2015: 53.
[34] Bk. Canbolat 2015: 15.