HaftanınÇok Okunanları
ZEHRA ALLAHVERDİYEVA 1
HİDAYET ORUÇOV 2
KEMAL BOZOK 3
Kardeş Kalemler 4
ELMİRA ACIKANOAVA 5
HUDAYBERDİ HALLI 6
Gülzura Cumakunova 7
Hicri 853 yılı ramazan ayının sekizinci gününde (Miladi: 25 Ekim 1449), Semerkant’tan çıkan küçük kervan güneydeki dağlara doğru yol almaktaydı. Kervanın ortasında sağlam gövdesi, güzel ve bembeyaz yüzü ile çehresinden ağırbaşlı tabiatı sezilen, saçı sakalı ağarmış bir kişi derin düşüncelere dalmış bir halde, alacalı at üzerinde ağır ağır sallanıyordu. Dertli hayallere dalan bu kişi, oğlu Abdulatif Mirza tarafından Maveraünnehir tahtından indirilen Mirza Uluğbey idi.
Kervan, darü’s saltanattan uzaklaşıp Dargam arığı yakasındaki tepelerin birine yakınlaştığı zaman, sürgün edilen padişah atını durdurup üzengiden indi. Namazı kaçırmamak için diğerleri de aceleyle atlarından indiler. Kervan ehli akşam namazını eda edince Mirza Uluğbey, Dargam arığına doğru yürüdü. Bu su, bazen dalgaların vurduğu otlaklardan, bazen de taşlık, çıplak yerlerden geçerdi. Bu gibi yerlerde büyük-küçük tepeleri yarıp geçer, derin ve büyük çukurlar oluştururdu. Halk tarafından derd-i gam diye adlandırılan, dört mevsim coşup akan bu büyük arığın kenarında dururken birden ihtiyar padişahın gözleri nemlenip boğazı düğümlendi ve üzüntüyle fısıldadı:
-Bana nasıl bir kader yazdın Allah’ım?!
Sonra arkasını dönüp aceleyle atına bindi ve “deh” diye seslendi ama at hareket etmedi. At, sahibinin sesine değil yüreğinin sesine itaat ediyor gibiydi. Sürgün edilen padişah, atına acımadan kamçı vurdu. Tulpar, Dargam’dan sonra gelen bozkırların arasındaki yolu hızla geçip gitti. Ama bir süre sonra sahibinin yine derin düşüncelere daldığını hissedip ağır adımlarla yürümeye başladı.
Güz asumanını bulut kaplamış, hava nemli idi. Güneş; giderek batıya doğru ilerledikçe soğuk, acı bir feryada benzemekteydi.
Semerkant’tan çıkan kervan, havanın kasvetli haline aldırış etmeden uçsuz bucaksız bozkırda sakince ilerliyordu. Kervan ehli içinde herkesi toparlayan, siyah benekli ata binen, ak sakallı kişi, Mirza Uluğbey’e yoldaş olarak seçilen Hoca Muhammed Hisrev idi. O, sonbahar günlerinin kısalığını düşünüp bir an önce konaklayacak bir yer bulmanın telaşındayken, uzaktaki karlı dağların tepelerine çöken kara bulutları tedirginlikle seyretmekteydi. Kısa bir zaman sonra bu kara bulutlar gökyüzünü kaplamaya başladı. Bir anda hava karardı.
Kervandan biraz geride beş-altı atlı grup gelmekteydi. Bazen yakınlaşıp, göze batmamak için etraftaki tepeliklere saklanır, arkada kaldıklarında atlarını acımasızca kamçılarlardı. Bu grup aslında ikiye ayrılmaktaydı. İki atlı devamlı yan yana, birbirinden ayrılmadan ilerlerken diğerleri onları takip ediyordu.
Hoca Muhammed Hisrev, atını koşturup Mirza Uluğbey’in önüne geçince durakladı:
-Alâ hazret, gece olmadan bir yerde konaklasak, dedi.
-Olur, diye belli belirsiz başını salladı Mirza Uluğbey.
Yan yana gitmeye başladılar. Bir süre sonra aralarındaki sessizliği Mirza Uluğbey bozdu. İçinde kopan fırtınaları belli etmeden, hoş sohbeti ile hocaya önceki hac seferleri hakkında sorular sormaya başladı. Hoca, hikâyesini tamamlayamadan arkadan padişahın özel ulağının atını sürüp gelmekte olduğunu görünce içine kurt düştü. Atlı, Abdülatif Mirza ile birlikte Belh şehrinden gelen Sulduz[1] kavmine mensup askerlerden biri idi. Üzerine yüklenen vazifeyi yerine getirmek maksadıyla atını acımasızca süren yiğidin yüzü gözü ter içindeydi. Hoca, askere yakınlaşıp:
-Evet, ne diyeceksin?- diye sordu.
Ulak ise söyleyeceklerinin duyulmasını istemeyen bir tavırla hocaya yakınlaşıp:
-Alâ hazretlerini bir an önce güzel bir yer bulup yerleştirin. Orada beklesin. Mirza Uluğbey padişahtır, bu nedenle zat-ı alînin seferi Türk-Tacik herkesi hayran bırakacak şekilde şatafatlı olmalıdır. Hazırlıklar henüz bitmedi.
Hoca Muhammed Hisrev bu beklenmedik gelişmeden rahatsız olup ne diyeceğini bilemez halde ulağın yüzüne dikketlice baktı. Ulak ise hocanın bir şeylerden şüphelendiğini sezip yüksek sesle vurguladı:
-Padişahın yüce emri böyledir!
Tabiatı gereği korkak olan hoca elini göğsüne koyarken:
-Yüce emir başımızın üstüne, dedi.
Ulağa bu sözü işitmek yeterli gelmiş olacak ki arkasını dönüp Semerkant’a doğru ok gibi fırlayıp gitti. Ardından kalkan toz duman akşam ışığında güzel göründü. Hocanın düşüncelere daldığını gören Mirza Uluğbey yakınlaşıp:
“Evet Hoca, ulağı neden yollamışlar?” diye sordu. Hoca, ulağın söylediklerini iletirken sürgün edilen padişah birden başını ulağın gittiği yöne doğru çevirdi. Onun gözlerindeki tuhaf ışığı gören hocanın içindeki şüphe kuvvetlendi. Bütün vücudu buz gibi oldu. Ama endişesini belli etmeden Mirza Uluğbey’in bir şeyler söylemesini bekledi. Padişah ise omuzları çökmüş bir halde Semerkant’a doğru bakmakta, yüreğini soğuk ve korkunç bir şüphe sarmaktaydı.
Şaşırıp kalan hoca nihayet lafa girdi:
-Alâ hazret, ne buyururlar?
Mirza Uluğbey yoldaşına bir an “Sen her şeyi bilirsin, onların dilinden anlarsın!” der gibi dikkatle baktı. Hoca daha beter heyecanlanıp elini ayağını nereye koyacağını bilemez oldu. Sonunda sürgün edilen padişah mahzun bir şekilde fısıldadı:
-Bildiğiniz gibi yapın efendi!
Kervan yine yola koyuldu. Bir saat içinde yol üzerindeki Ab-u Sabuh diye bilinen bir akarsuyun yanında küçük bir hana ulaştılar. Burada konaklamaya karar verdiler.
Mirza Uluğbey attan indiğinde ayağı uyuşmuş olduğundan aksayarak hana girdi. Karşısına çıkan on-on iki yaşlarındaki çocuk yıldızlar gibi parlayan gözleri ile şaşkınlık içinde gelenlere baktı.
Emreden bir ses tonuyla “Çabuk babanı çağır!” dedi Hoca Muhammed Hisrev. Gecenin serinliği ile ürperirken…
Darü’s saltanatın etrafında kurulan, padişaha tabi kalelerden olan hanın sahibi yaşlı binbaşı, altın işlemeli eski kaftanını omzuna atıp gece yarısı kendisini rahatsız eden adamların ziyaretinden kuşkulanıp endişeyle kervan ehlini karşılamaya çıktı. Sahibkıran Emir Timur zamanında dikilen bu han zamanla eskiyip harabeye dönüşse de, kazancı her ay daha da azalsa da han sahibi birisine söylemey korkar, yarı harabeye dönen hana karşı sorumluluklarını bir an olsun unutmadan günlerini geçirirdi. Karşısındakilerin yolcu veya tüccar olmadığını, saltanat erbabı olduklarını anlayınca hanında bu sınıfa mensup insanları ağırlayacak olmaktan mutluluk duydu. Kervan ehli ile tek tek tanışmaya başlayan adam Mirza Uluğbey’i görünce mutluluğunu unutup zangır zangır titremeye başladı. Donup kaldığından konuşmaya dili dönmedi.
Mirza Uluğbey, onun dehşete düştüğünü sezmekle birlikte –Efendi, size ne oldu? Dedi.
Han sahibi, baba – oğul arasında yaşanan maceralardan haberdar idi. Hatta en sonki dedikodular geçen gece kulağına gelmişti: Mirza Uluğbey tahttan indirilmiş, Abdulatif padişah olup tahta çıkmış… bu nedenle han sahibi karşısındaki adama nasıl muamele edeceğini bilemiyordu. Sonunda, titrek ve heyecanlı bir sesle:
-Buyrun alâ hazret, buyrun! diyerek sürgün edilen padişahın önünde eğilerek kenara çekildi. Sonra ailesi ile yaşadıkları odaya girerken kapıyı kapatıp zinciri taktı. O saatten sonra ortalıkta görünmedi.
Hanın avlusundaki ağaçlara meşaleler konulup, katırlardan eşyalar indirilip, eyvanın bir kenarına istif edildi. Mirza Uluğbey ile Hoca Muhammed Hisrev eyvandan içeri girip en baştaki odaya yerleştiler.
Oda soğuktu. Zemin taş ve rutubetli idi. Yıllardır insan nefesi ile ısınmamış, gurbetle donanmış bu kulubenin her köşesinde nemli bir karanlık hüküm sürmekteydi. Dört duvarın sıvası dökülmüştü. Karanlık mezar gibi rutubetli odanın bir köşesinde uyduruk bir ocak vardı o kadar. Köhne kulubenin derme çatma yerlerinden rüzgâr girip bu sığınağı ıssız çöllere benzetip, buz kestirmekteydi. Yol boyunca soğuktan titreyen Hoca Hisrev, burada sabaha kadar ısınamayacaklarını anlamıştı. Yola çıkmakta geciktikleri için pişman olmuştu.
Mirza Uluğbey, sansar postunu giydi. Hizmetlilerin hazırladığı yatağa uzandı. Yüreğini saran sıkıntıya aldırış etmeyip sakin kalmaya çalıştı. Yaşlı padişah, gözünü yumdu. Tam o sırada kederli gözleri yaşla dolmuş güzel kızı Rabia Sultan Begüm’ü gördü. “Beni bırakıp gitmeyin babacım!” diye seslendi.
Hizmetlilerden biri aheste adımlarla odaya girdi. Mirza Uluğbey’in önüne bir tas koydu. O ana kadar derin düşüncelere dalmış olan sürgün edilen padişah, kollarını sıvayıp tasın içindeki buz gibi berrak suda ellerini yıkadı. Art arda giren hizmetlilerden biri yemek getirdi. Mirza Uluğbey ile Hoca Hisrev sofraya doğru yanaştılar. Onlar, yemeklerini yerken kapının önünde duran çocuk çakmak çakmak gözlerini Mirza Uluğbey’den alamıyordu. Onların kendisini yemeğe davetlerini duymuyor gibi ses çıkarmadan duruyordu.
Mirza Uluğbey’in iştahı yoktu. Ekmekle birlikte üç dört lokma kavurmadan yedi. Ekmeğin üzerine bal sürüp çocuğa uzattı. Çocuk uykudan uyanır gibi silkinip odadan çıkıp gitti.
Nihayet karnı doyan Hoca, gözlerini yumup, ellerini havaya kaldırıp, fatiha okudu. Mirza Uluğbey kan çanağına dönmüş koyu gözleri ile Hoca Hisrev’e baktı. Hoca, nasip olursa yarın sabah darü’s saltanattan askerlerin himayesinde, görkemli bir kervanın gelip onlara yetişeceğinden, böylece yolculuğun daha kısa süreceğinden söz etmekteydi. Mirza Uluğbey, sürekli kapıya taraf bakmakta, Hoca Hisrev’in söylediklerini perişan bir halde dinlemekteydi. Kürkünü giymesine rağmen bedeni buz kesmişti. Bu durum soğuktan mı yoksa içini kemiren soğuk şüphelerden mi kaynaklanıyor bilemezdi.
Hizmetlilerden biri sofrayı toplamak için içeri girdiğinde Mirza Uluğbey, ondan ateşe odun atmasını istedi. Çok geçmeden iki kişi bu işe koyuldular. Padişah, ocağa yakınlaşıp ateşi seyretti. Ateşin başında dinç ve rahat görünen bu adamın yüreğinde aleme dehşet verecek güçte bir fırtına kopuyordu. “Ne günahım vardı da bunlar başıma geldi?” diye düşünmekteydi.
Uluğbey’in beş oğlundan ikisi hayattaydı. Büyük oğlu Abdülatif, babaannesi Gevherşad Begüm’ün elinde büyümüştü. Melikenin kibirli yapısı, her şeyi yönetme çabası, asiliği, çocuğun tabiatına da geçmişti. Yıllar geçtikçe bu asilik kabalığa, kendini beğenmişliğe ve taht hırsına dönmüştü. Dedesi Şahruh Mirza vefat edince babaannesinin etkisi altında kalmıştı. Gevherşad Begüm’ün: “Tahta baban değil, sen uygunsun!” sözleri kulağına yer etmiş, ne yapacağını bilemez olmuştu. Daha sonra babaannesinin kendisini kandırdığını, diğer torunu Alaüddevle’yi tahta çıkması için desteklediğini öğrendi. Öfkelenen şehzade, ihtiyar babaannesini tutsak etti. Ancak o sırada Alaüddevle ile baş edemeyip kendisi esir düştü. Tahtın resmi sahibi Mirza Uluğbey, hakimiyet mücadelesinden vazgeçip oğlunu kurtarmak için adım attı. Sonunda barış sağlandı. Alaüddevle, Abdülatif’i serbest bıraktı.
Zindandan çıkan oğluna kavuştuğu gün aklına geldi. O sırada oğlu, atından inerken sendeleyip düşmüş, kucağını açan babasına doğru yürümüştü. Babası, oğlunu bağrına basmıştı. Sımsıkı sarılıp yüzünü, gözünü öptü. Baba oğul arasında bu kucaklaşmadan başka bir konuşma falan olmadı. Uluğbey, oğlunu bağrına basarken ikisinin de heyecandan yüzlerinin rengi kaçmıştı.
Büyük oğluna bakarken bir an şaşkınlık içinde kaldı. Yirmi yaşını doldurmuş olan oğlu; uzun boyu, hokka burunu, gayet biçimli dudakları ve güzel giyimi ile babasının gözünde hâlâ çocuktu.
Baba, oğlunun sağ salim dönmüş olmasından çok mutluydu. Oğlunu yanına alıp uzun süre sohbet etti. Oğlunun esir düştüğü kalede çektiklerini üzüntüyle dinledi. Oğlunun gönlünü teselliler ile hoş tutmaya çalıştı. Konuşmanın sonunda anlaşmaya göre Maveraünnehir’in hakimiyetine geçen Belh şehrinin yönetimini Abdülatif’e verdiğini söyledi.
Fakat çok geçmeden bu nankör oğul, babasına karşı isyan başlattı. Yüzsüzlük edip daha babası sağ iken tahta göz dikti. Bu kötü niyetle, ihtiyar babasını hacca gönderme bahanesi ile ülkesinden sürgün etti.
Gözünün önüne oğlunun kibirli yüzü geldi. “Aziz babamız, dedi Abdülatif son görüşmelerinde, - çok yorgunusunuz, biraz nefes alıp Mekke- Medine’ye gidip Kabe’yi ziyaret etmek istemez miniz? Bu vefasız dünyanın işlerinden elinizi çekip ahireti düşünecek yaştasınız! Kalan işlerinize döndükten sonra devam etseniz olmaz mı?!”. Uluğbey, şehzadenin etrafında oturan devlet adamlarının bu konuşmanın gerçekleşeceğinden haberdâr olduklarını sezdi. Abdülatif; başına talih kuşu konan padişahların bu alemden göçüp gitmeden önce hacca gittiklerini, bunu reddedenlerin ise ölümle yüzleşeceğinin adetten olduğunu söyledi. Mirza Uluğbey, oğlunun sözlerini işitince rengi bozarıp bir süre gözlerini yere dikti.
Küçük oğlu Abdülaziz Mirza, cılız doğmuştu. Bu sebepten mi yoksa o doğmadan kısa bir zaman önce on iki yaşındaki oğlu Abdurrahman’ın vefat etmesinden mi bilinmez, Abdülaziz’e çok düşkündü. Oğlu büyüdükçe babasının sevgisi, ilgisi de arttı. Hatta Tarnab Savaşı’nda Alaüddevle’ye karşı kazandıkları zaferi, savaşta hüner gösteren Abdülatif’e değil Abdülaziz’e mâl etmiş, fetihnameyi Abdülaziz’in adına çıkartmıştı. Bu duruma razı gelmeyen Abdülatif, isyan yoluna gitmişti.
Abdülatif Mirza, babası gibi ilme meraklıydı. Özellikle yıldız ilmine gönül vermişti. Küçüğü ise ilme karşı kayıtsızdı. Babasından ona sadece müziğe olan ilgisi geçmişti. O, tamburu öyle bir çalardı ki yüzü ateş gibi kıpkırmızı olurdu. Kenarları belli belirsiz burnu, ince dudakları ile Abdülaziz’e Semerkant’ın en yakışıklı yiğidi demek doğru olurdu. Her iki şehzade de aynı boydaydı. Yalnız küçüğün kemikleri ince yapılı olduğundan cüssesi zayıf görünürdü. Büyük şehzadenin eğlenceye olan düşkünlüğü, babasının hizmetindeki adamların haremlerine göz dikmesi Uluğbey'’in düşmanlarını çoğaltıyor, şanını zedeliyordu.
Şimdi Abdülatif öz kardeşini de zindana atmıştı. Ama bununla da kalır mıydı? Bu yüzsüz, babasını sürgün etmişken kardeşine daha beterini yapmaz mıydı?
Kara bahtlı babasının öfkesinin şiddeti yüzüne vurmuştu. Semerkant’tan ayrılmadan önce gördüğü rüyayı hatıladı:
Rüyasında uçsuz bucaksız bir sahrada tek başınaydı. Gece mi gündüz mü belli değildi. Asumanda ne güneş ne ay ne yıldızlar vardı…
Tesadüfen ocaktan sıçrayan bir ateş parçası Mirza Uluğbey’in kürküne geldi. Bir kenarından yanmaya başladı. Derin düşüncelere dalmış olan padişah bir süre bunu fark etmedi. Fark edince hemen söndürdü. Gözlerini ocaktaki ateşe dikip:
-Vaziyetin ne olduğunu sen de bildin mi?!, diye fısıldadı.
Bu olaydan mıdır bilinmez Mirza Uluğbey’in keyfi iyice kaçtı. Ağır ağır nefes alıp acıyla bir şeyler fısıldamaya başladı. Bir süre bu halde odada dolanıp durdu. Sonra, yüzü solmuş bir halde oturan hocaya yaklaşıp,mahzun bir sesle sordu:
-Mirza Abdülaziz sağ mıdır? Belki katletmezler onu.
Hoca Muhammed Hisrev kara bahtlı babayı teselli edip avutmaya çalıştı. O, Abdülatif Mirza’nın hiçbir zaman öz kardeşinin canına kasdetmeyeceğini söyledi. Söyledi ama içini bir şüphe kemiriyordu. Odada oturan bu iki adam, Abdülatif’in çoktan kirli işlere bulaştığından, daha iki gün önce babası henüz Semerkant’ı terk etmemişken, Köksaray’da gizlice kardeşini katlettirdiğinden habersizdiler. Tıpkı şu anda darü’s saltanattan yola çıkan ölüm elçilerinin konaklamakta oldukları hana yaklaştıklarından da habersiz oldukları gibi.
Hoca Muhammed Hisrev, Abdülatif Mirza’nın hac seferine çıkmadan önce kendisine söylediği tehditkâr cümleler hakkında düşünmeye başladı: “Bana bak hoca, eğer babamız Mirza Uluğbey yolda bir aksilik çıkartır veya bize karşı savaşmak için harekete geçerse, sen de bunu bilip bize haber vermez, engel olmaya çalışmazsan benden kurtulacağını sanma. Yer yarılsa yine seni bulur kelleni alırım. Ben Allah’ın emrini yerine getiriyorum. Hiç kimse bana engel olamaz. Anladın mı hoca?”, dedi şehzade uykusuzluktan kızarmış gözleri ile.
-Allah korusun, diye kendi kendine fısıldadı hoca.
O sırada çocuk, çoktan uykuya dalmıştı. Rüyasında kötü kimseler dallardaki elmalara ok atıyorlardı. Okların şiddeti ile yapraklar bir bir yere dökülüyordu. Çok geçmeden dallar bomboş kaldı. Şimdi kötü adamlar, yıldızlara ok atmaya başladılar. Asumandan kan damlamaya başladı. Az önce yere dökülen yapraklar, sapsarı hazan yapraklarına döndü. Kanlar işte bu hazan yapraklarının üstüne damlayıp yaprakları kırmızı renge boyadı. Sonra birden kapkara kıyafetli bir atlı ortaya çıktı. O, elindeki kılıç ile ağaca doğru hızla yaklaştı. Sonra kılıcını bir hışımla ağaca vurdu. Çocuk, ağacın üstüne düşmekte olduğunu görüp korkuyla bağırıp gitti. Bağırarak uyandı. Dışarıdan hanın kapısını aralıksız vuranların bağırış sesleri geliyordu…
Uykusu kaçan Hoca Muhammed Hisrev ile sohbet eden Mirza Uluğbey de bu bağrışmaları duyup tedirgin oldu. Hoca yerinden kalktı.
-Yine ne oldu? dedi. Sesi zor çıkıyordu.
O, henüz lafını bitirmemişken han kapısı güçlü vuruşlara dayanamayıp ardı sıra açıldı. İçeriye kapkara, iri yarı bir asker ve yardımcısı girdi. Mirza Uluğbey, ilk giren askeri tanıdı. O, Abdülatif Mirza’nın Abbas isimli İranlı askeri idi. Abbasın atası bir hayli zaman önce Mirza Uluğbey’in emri ile dolandırıcılık yaptığı iddasıyla katledilmişti.
Abbas’ın görünüşü heybetli idi. Hoca Hisrev, odanın bir köşesinde kalakaldı. Abbas’ı görünce rengi kaçan Mirza Uluğbey yerinden fırladı. Abbas’ın göğsüne var gücüyle vurdu. Garip kalmış padişahtan bu hareketi beklemeyen Abbas, sarsıldı. Ancak hemen ortağı gelip Uluğbey’i yakaladı. Padişahın güçsüzleştiğini anlayınca kollarından tutup kürkünü çıkarttılar.
-Zavallıyı sıkı tut! diye bağırdı Abbas. –Ben ip bulup geliyorum… diyerek dışarıya fırladı. Mirza Uluğbey artık karşı koymuyor, dizlerinin üstüne çökmüş elleri arkasına çevrilmiş, başı yerde duruyordu. O, gelenlerin niyetini anlamıştı. Başta dirense de ihtiyarlığından dolayı bu iki zorbayla baş edemeyeceğini anlamıştı. Odanın bir köşesinde dikilmiş, tir tir titreyen hocaya bakıp:
-Efendi, abdest alsam…
Hoca sağır olmuş gibiydi, o bir an sürgün padişahın ne dediğini anlamamış gibi anlamsızca baktı. Sonra birden kendine gelip güçlükle ayakta durarak Mirza Uluğbey’in ellerini tutan askere baktı. Asker bir şey söylemeden aniden Mirza Uluğbey’in ellerini bıraktı. Sonra hocaya dönüp:
-Çabuk olun! Abbas’ı bilmezsiniz…dedi.
Böyle diyip dışarı çıktı. Hoca, koşup kapının zincirini kapatmak istedi. Fakat zincir kırılmıştı. Kırılan kapıyı zar zor kapattı. Yemekten önce hizmetlilerin getirdiği su dolu kaseyi Mirza Uluğbey’in önüne koydu. Ocağın yanında duran su ılınmış idi.
Hoca Muhammed Hisrev, bu işlerin gizli yapıldığını, geride tanık bırakılmadığını bildiğinden kendi canının sağlığı için Allah’a yalvarmaya başladı. Abdest alan talihsiz padişah, kıbleye dönüp namaza durdu. Ama kapı geçen sefer olduğu gibi hızla açıldı. Açılırken bir parçası kopup yere düştü. Urgan bulup gelen Abbas, öfkeli gözlerini namaza duran padişaha dikip bir süre eşikte bekledi. Mirza Uluğbey’in yerinden kalktığını gördüğü gibi fırsat vermeden omzuna bastırdı ve öfkeyle bağırdı:
-Hey eşek! neredesin, gelmiyor musun?
Ortağı acele ile odaya girdi. Bir olup Mirza’nın ellerini arkasına getirip sıkıca bağladılar. Sürüyerek dışarı çıkardılar.
Gece hava açık idi. Avlu aydınlıktı. Ortalıkta kimseler yoktu. Kervan ehli olacakları görüp karşılık vermek yerine saklanmışlardı.
Abbas, tutsak padişahı meşalelerin olduğu ağacın altına getirip hazan yapraklarının üzerinde diz çöktürdü. Mirza Uluğbey’in kel başı ay ışığında parlıyordu. Abbas’ın yüreği intikam duygusu ile yanıp tutuşuyordu. Önünde baş eğip duran adama eziyet etmek istiyor ancak Abdülatif Mirza’dan korkuyordu. Abdülatif Mirza’nın babasına işkence ettiğini bilirse kendisini sağ bırakmayacağını düşünüyordu. Abbas, esiri için eziyet dolu anları sürdürmek için kılıcını çekmekte acele etmiyordu. Önünde diz çökmüş Uluğbey’in yüzüne alay edercesine gülerek bakıyordu. Eğilip dururken yüzünden mutluluk ve öfke okunuyordu. Kapkara yüzü, yabani bir hayvana benziyordu. Birden bire aklına bir şey geldi ve gözleri uzaklara daldı. Esiri olan padişahın kulağına alçak sesle bir şeyler söylemeye başladı. Mahkum padişah ansızın başını kaldırdı, dudakları titredi, gözlerinin feri gitti. Sonra, kanadı kırılan kuş gibi çırpınıp üzgün bir şekilde hıçkırdı:
-Abdülaziz!.. Evladım!...
Gözleri karardı. Bir süre sonra gözlerini açtı. Bomboş avluyu, aydınlık geceyi ve karşısında sırıtıp duran kapkara suratı gördü. Mirza Uluğbey birkaç dakika sonra öleceğini biliyordu. Anıları, hızla gözünün önünden geçiyordu. O, hâlâ karşısında kemikli elleri ile yüzünü okşayan Sahibkıran dedesini, hâlâ başında ninniler söyleyen ninesi Saraymülk Hanım’ı, sevgili oğlu Abdülaziz’i, kızı Rabia Sultan Begüm’ü görürken bir yandan da nefret dolu bakışları ile Abdülatif’i, masum öğrencisi Ali Kuşçu’nun gamlı bakışlarını hatırlıyordu. Bu hatıraların hiçbiri onda herhangi bir duygu uyandırmadı. Sayılı dakikaları kaldığını anladığı andan beri ne öfkeye ne mutluluğa ne acımaya ne de bir başka duyguya yer kalmamıştı.
O sırada kapının ardından kendisine bakan çocuğu gördü. Uluğbey: “Çocuğu alın!”- diye bağırdı. Abbas, onun ne dediğini anlayamadan bir süre etrafa bakındı. Sonra “Padişah korkudan aklını kaçırdı” diye düşündü. Abbas’ın kılıcını kaldırdığını gören Mirza Uluğbey kelime-i tevhid getirdi: “La ilahe illallah, Muhammedün resulullah!”
Kılıç, bir seferde başını gövdesinden ayırdı. Başsız cesedi tıpkı balık gibi çırpınıp düşerken şehidin boğazından akan kanlar hazan yapraklarını, nemli taşları boyamaya başladı. Abbas ise kılıcını cesedin önünde duran beze sildi ve yardımcısı ile birlikte atlarına binip karanlık gecenin içinde kaybolup gittiler.
Avluda hiç kimse yoktu. Sadece bu kanlı vakayı görüp dehşete düşen çocuk, kapının önünde donup kalmıştı. Onun gözlerinde biraz önce Mirza Uluğbey’in gözlerinde görülen mahzunluk vardı.
Kısa bir süre sonra saklandıkları yerden çıkan, Hoca Muhammed Hisrev önderliğindeki kervan ehli korkuyla birbilerinin arkasına sığınıp, ağır adımlarla şehit cesedin başına toplandılar. Daha sonra korktuklarını belli etmemek için, düşman baskınından kaçar gibi aceleyle eşyalarını yükleyip, cesedi sansar kürküne sarıp,katırlardan birinin üstüne bağlayıp Semerkant’a doğru yola çıktılar.
Sabahleyin şehit padişahın kanıyla sulanan yerleri temizleyen han sahibi, oğlunun dertli bakışlarını fark etmeden keyifsiz bir halde türkü söylüyordu.
Etrafa sis çökmüş, hava rutubetli, asumanda güneş yok idi.
1995.
[1] İran’ın Batı Azerbaycan Eyaleti’nde bir şehir olan Nekede’nin eski ismi. (Aktaranın notu)