HaftanınÇok Okunanları
Ayşe Solmaz 1
ERKUT DİNÇ 2
ZEHRA TAŞDEMİR 3
KEMAL BOZOK 4
Emrah Yılmaz 5
ANAR 6
FEYZA TUĞÇE FIRAT 7
“Ayı, çabuk gıdıklanırmış” diye başladı konuşmasına ihtiyar Sarsenbay... Onun, ayıyla çatıştığı andaki acımasız tavrı ile yüksek göz kapaklarını korkunçlaştırıp, damarlarını şişirtip, yanaklarındaki tüyleri kabarttığı yüz hatları hikâye dinleyen çocukların gözünün önüne gelir gibi olmuştu. Bu dünyaya geldiğimiz, ayaklarımızın üstünde durmaya başladığımız, yetişkinlerin arasına karıştığımız günden beri büyüklerimiz bizi korkutmak istediğinde; “ayı geliyor, eyvah eyvah, ayı yahu” diyerek iyice gaileye düşürmezler miydi?! Bu yüzden olmalı; “ayı” denince gözlerimiz pörtler, yüreklerimiz titrer, dört bir yanımıza bakışır, endişeye kapılırız. Bundan olmalı; kulaklarımızı dikleştirip, titreşe titreşe oturduğumuz yerde ihtiyarın ağzına bakarak dikkat kesilmiştik... Korkunç bir ayıyla çatışan o ihtiyarın ızbandut gibi bedeni, devasa vücudu, sağlam bilekleri, uzunca parmakları, çukur yuvalarından çıngı saçan gözleri ve hatta yassı gümüş işlemeli kemeri, deri kınlı bıçağı ile parlak metallerle süslü heybesi... Hepsi, hepsi bugün bile gözlerimin önünde sanki. - Evet, ata, hikâyenizi anlatsanıza, diyerek hep birlikte köyün ihtiyarı Sarsenbay’ın etrafını çevirip eteklerine yapışmıştık. İhtiyar adam ibret vermek ister gibi konuşarak; - Ey, yakışıklılarım! Cesur gençlik dönemlerimdi, ayı avlıyordum. O güne kadar hiçbir şeyden korkmuş değildim. Bir gün, bir ayıyı vurdum. Nişanladığım yer, iyi bildiğim, tam ciğerlerinin arasıydı. İstediğim yerden vurduğumu biliyordum, ama yıkılmamıştı. Yaralanan ayının öfkesi hesapsız olur yahu. Biraz bekledikten sonra yaklaştım. Bir süresonra onu vurduğum, aniden yere yıkılıp tekrar ayağa dikildiği yere vardım ki, su gibi kan akıtarak vadiden yukarıya gitmiş, adeta buhar olup uçmuştu. Tüfeğimi yeniden doldurdum. İzlerini takip ede ede, kendimi koruya koruya peşinden gittim, gittim. O vaziyette bir yamacın eteğine gelip durdum. Yamacın beline yakın yerde boz topraklı bir yükselti varmış. Baksam, döşünü bu yükseltiye yaslayan ayı, hiç kımıldamadan duruyor. Şaşırdım, yanına gitmeye çekindim de etrafından dolaşarak tepe tarafına çıktım. Oradan taş yuvarladım, işaret ettim, ama yine hareket etmedi, eskisi gibi kımıldamadan durmaya devam etti. Taşla vurmayı denedim, bana mısın demedi. Uzunca bir sırık aldım, üst tarafından yaklaştım, dürtüverdim. Ona da aldırış etmedi. Kuvvetle itekleyivermiştim, devasa mahlûk aşağıya doğru gürültüyle düşüverdi. Meğer ayı ta ne zaman ölmüş, yükseltiye yasladığı bedeni katılaşıp kalmış. “Dağlar arasında yaraları iyileştiren sular ve balçıklar var” diye eskiden işitmiştim. “Burası herhâlde böyle bir yerdir” diyerek yanına vardım. Hakikaten de orası şifalı suya benziyordu. Yükseltiden kaynayarak çıkan su, önce bir hendeğe doluyor, oradan akarak dereye karışıyordu. Her zaman karşılaştığımız kaynak sularından farklıca bir kokusu vardı. Belli ki az önceki ayı buraya kendisini iyileştirmek için gelmiş olmalıydı. “Belki de burası, bu bölgedeki yabani hayvanların şifalı suyudur” diye düşündüm. Bu laf, daha sonra dilden dile yayılmış, birileri buraya gelip hastalığına deva buluvermiş. Keçi uyuzu, uyuz benzeri hastalıklara iyi geliyormuş. “Balçığı takkenin içine sıvayıp başa takılırsa, kelliğe de bulunmaz şifaymış” şeklinde sözler yayıldı. Nihayet burası, çok geçmeden, “şifalı su” diye adlandırıldı. Dağdaki doğal şifahaneye dönüştü. Buna bakılınca, hayvanlarda da belirli bir bilinç ve düşünce olduğunu anlıyorsun. Onlar, kendilerine kimin düşman, kimin dost olduğunu, neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu biliyorlar, diyen ihtiyar, uzun parmaklarıyla sakalını sıvazlarken biraz soluklandı. Biz, daha sonra ne olduğunu bilmek istediğimiz için sabırsızlıkla; - E, az önceki ayıyı ne yaptınız, diye sorular sorarak gürültü patırtı ettik. - Ölen ayıyı yüzüp, atımın terkisine bağlamaz mıyım, diyen ihtiyar, kahkaha atarak gülüverdi. Ancak o zaman içimize su serpildi... - Bir gün, yine bir ayı vurmuştum, diyen ihtiyar; “onun hikâyesi bundan da ilginç oldu” diye ekledi. Biz, ona dönerek; - Evet, ata, o ilginç hikâyeyi de anlatsanıza, dedik... - O da yaralı gitti. Ama neresinden vurduğumu fark edememiştim. Yerdeki kan izlerini takip ederek peşinden gittim. Ayı, gide gide büyük bir taş mağaraya girmiş. Dışarıda durup içeriye göz attım. Dehlizin arka tarafında sadece parlayan gözleri görünüyordu. Ölü mü, diri mi anlayamadım. Seslendim, taş attım, kımıldamadı. Yükseltiye yaslanarak katılaşan az evvelki ayı geldi aklıma, yine bir sırık aldım, ileriye doğru uzattım, boyu yetişmedi. Yanına doğru yaklaşıp, dürtüverdim. Yine kımıldanmadı. “Evet, ölmüş yahu” diye düşünerek sırığımı attım. “Aydınlığa çıkarayım, derisini yüzeyim” diye hazırlanırken, az evvelki “ölü ayının” üstüme abanıp, hırlayarak saldırması yok mu? Kendimi sakınarak dışarıya doğru atıldım. Ama kaçmama fırsat vermedi. Sarılıp kucaklayarak beni dehlizin girişine yıktı. Ben de can havliyle karşı koyuyordum, kolaylıkla can verecek değildim ya! Kınındaki bıçağımı aldım, ayının karnını deşmeye giriştim. Bir elimle de ayının ağzından kurtulmaya, dişlerini yüzüme geçirmesine mani olmaya uğraşıyordum. Beklenmedik biçimde şu iki parmağım ayının ağzına girmiş, diyerek kemirilmiş iki parmağını gösterdi. Biz beyhude korkup, ürkmüştük. Ölümle yaşam arasındaki o mücadeleyi gözümüzün önüne getirmiş, hayal etmiş, o ayı sanki bizim etimizi ısırıp kemiğimizi kemiriyormuş gibi hissetmiştik. Çocuklardan biri, korkudan titreyen sesiyle; - Allah, Allah! Sizi yiyeyazmış efendim, deyiverdi. İhtiyar;
- Yok, yakışıklım! Böyle durumlarda insanın soğukkanlı ve ihtiyatlı olması lazım! Yaşam mücadelesi vererek ayının altında çırpınırken uygunsuzca hareket eden bacaklarımın ucu ayının apış arasına girip “küt” diye çarpmaz mı? Pekmez gibi kana bulanan sert ayakkabı acımasızca değince, bundan korktu mu, yoksa gıdıklandı mı bilemedim, rahatsız oldu. Ayı, beni bırakıp, oradan kaçtı. Arkasına bakmaya da dermanı kalmamış gibi, yayıla serile uzaklaştı. Baktım ki, bir hayli yaralanmışım. Bununla birlikte gücüm bitmiş, mecalsiz kalmışım. Ayının dişlerinden kurtulan canımı ganimet bildim, evime geri döndüm, sadaka verdim, kendimi tedavi ettim. Çok geçmeden şifa buldum, ama az evvelki ayıya kinlenmiştim. O, benden akıllı davranmış, yanına gittiğimde “ölü” gibi davranmış, sonra saldırmıştı. Bu, onun akıllılığını gösterir. İşte av hayvanlarının her yere giren en umursamazı sayılan ayıda bile böylesi hileler var. Buna azmettim, peşini bırakmadım, bir günü onu da avladım. Aslında yüreğine nişan almıştım. Kurşunum rüzgârdan etkilenmiş, kürek kemiğinin bir ucunu kırarak geçmiş. Bana karşı fazla cesurca davranamayışı da bir bacağının yaralı olmasından olmalı... Dedeniz ayı avlarken işte böylesi ilginç olaylarla karşılaştı, diyerek konuşmasını tamamladı. - Ayıların insan yediği doğru mu, diye sormuştuk ihtiyara. O; - Ben, ayıların insan yediğini görmedim. O da korkak bir canlı değil mi? İnsanlardan çekinir, özellikle silahlı kişilerin, büyüklerle küçüklerin farkına varır. Çocukluğumda, çobanlık yapan kadınlarla çocukların sürülerinden aldığı kuzuları yediğini görmüştüm... Ayılar ateşken korkar. Bu yüzden çobanlar çiftlik çevresinde ateş yakar, kuzuları bu ateşle korurlar. En ehveni, silah kuşanmak, ayılardan uzak durmak... Eğer çok yakınına gelirse, korkmadan ayının hassas yerine vurmanın bir yolu bulunabilirse elinden kurtulmak iş değil. Bunun için cesaret, yiğitlik ve uyanıklık gerek, dedi