HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Süleyman Abdulla 2
ERKUT DİNÇ 3
HİDAYET ORUÇOV 4
Kardeş Kalemler 5
HUDAYBERDİ HALLI 6
MEHMET ALİ KALKAN 7
“Tavşana Doğduğu Yer…”
Türkmenlerin Ahlat’a gelmeleriyle birlikte şehre âdeta bereket
yayılmıştı. Koyunlu, keçili, sığırlı, develi Türkmenlerin kadimden gelen hayret verici geleneklerine şehirliler şaşıp kaldılar.
Süt satmayı ayıp saydıkları için; yoğurt, ayran, süzme, peynir,
eprik, gurt gibi süt ürünleri herkese yetiyordu. Bir çadırda kalmadıysa bir başka çadırdan temin ediliyordu. Kadınlar tandırda çörek pişirdiklerinde ilk pişen çöreği yoldan geçenlere, oynayan çocuklara veriyor; son pişeni ise “it payı” diyerek tandırın yanına bırakıp gidiyorlardı. Evde pişen aştan, yemekten “komşu hakkı” denilerek çevredeki evlere, çadırlara tattırmaları da vardı. “Git okaram, gel okaram; gitmesen gelmesen, orta yerde dövül okaram.” şeklindeki Türkmen deyişinden de anlaşıldığı gibi, komşularla lezzet alışverişinin olmadığı günleri kötülüğe yorarlardı.
Konuksever, eli ve gönlü açık Türkmenler arasında bir mesele yüze
çıksa bunu obanın büyükleri, boy beyleri kendi aralarında çözerdi. Büyük dururken küçük konuşmaz, anne dururken kız öne düşmez, bir dilek için kapıya gelen boş çevrilmezdi. Bütün bunları ayıp sayarlardı. Uzaktan gelen konuğa, koyun-kuzu etinden sövüş ederlerdi. Konuğun yeri, “tör” dedikleri çadırın baş köşesi idi.
Bu gelenekler Ahlatlılar üzerinde büyük tesir uyandırmıştı. Sütsüz,
ayransız ev yok gibiydi. Onlara gelip -geçici gözüyle bakarak Ahlat’ın toprağını kıskananların şimdilerde -Ahlat’a “Oğuz Boylarının Şehri” denilmiş olsa bile- bin tüylerinden bir tüyleri kımıldamıyordu. Çünkü arkalarında, elindeki bir lokma çöreği bölüşüp yiyen Oğuz halkı vardı, komşularını aç bırakmayan Türkmenler vardı. Üstelik kadını-erkeği ata binerler, ok-yay atarlar, bel kuşaklarında hançer olmadan gezmezlerdi. Şehrin pazarında çalıp-çırpan üç beş hırsız da onlardan korkmuş, ortalıkta görünmez olmuştu.
Ahlat Gölü’nün irili-ufaklı balıklarını satarak geçimlerini sağlayan
Acem tüccarlara da gün doğdu. Türkmen hanımlarının, genç kızlarının dokudukları halı, kilim, horcun, ok sadağı, heybe, torba gibi ürünleri satın alarak pazarlarda dolaştırmaya başladılar. Kara keçi kılından dokunmuş kara çadır keçesini Kara Amid (Diyarbakır) pazarında Araplar, daha yere değdirmeden satın alıyorlardı. Koçbaşı motifli, türlü renkli keçelerin pahası el yakmaya başlamıştı. Türkmenlerin sürüleri civara sığmamaya başladı. Ahlat’tan Erzurum’a kadarki aralığı koyunlarına, keçilerine otlak meydanı ettiler. Çarıklı, Çovdur (Çavuldur), Çepni Türkmenleri Erzurum Erzincan taraflarına yayılıp meralarını genişlettiler. Yayılmaları bir yandan Bizanslıları korkutuyor, diğer yandan yaklaşan Moğol belasının önünde bir set olarak görülüyordu. Horasan’dan Arap topraklarına kadar hâkim olan Selçuklu Devleti’nin onların arkasında durduğu da biliniyordu.
Selçuklu’nun Türkmen boylarını Ahlat’a yerleştirmesinin ayrıca
manevi bir sebebi vardı. Ahlat; Selçukluların kadim yurdu, Anadolu’da ilk defa tuğlarını, sancaklarını diktikleri, şehitlerine mekân olan mukaddes topraklardı. ‘İslam’ın Kubbesi’ adını verdikleri bu şehir, Sultan Tuğrul’un, Kutalmış Bey’in, Çağrı Bey’in, Alparslan’ın, Kutalmış Bey’in oğlu Süleyman’ın, Resül Tekin’in heybetli devirlerini gören tarihi şehirdi. Bu sebeple Türkmenler bu şehri yadırgamadılar. Çünkü obalar halinde
kendileriyle birlikte göçüp gelmeseler de buralarda önceden beri var olan dindaş, dildeş, gönüldaş Türkmenler de yaşıyordu.
Horasan’dan göçüp gelenler Ahlat şehrinin çevresinde yerleştirdikleri
sürüleriyle şehir merkezinde yaşayamazlardı. Kayılar Mahallesi, Beydililerin Obası, Bayatların Tepesi, Dodurgalıların Meydanı, Çepnilerin Yaylağı adları verilerek ayrı ayrı yerlerde yerleşmiş olsalar da birbirlerinden pek uzakta değillerdi. Ses yetimi mesafede olan obalar arasındaki ilişkiler çok sıcaktı. Birbirlerinden haberli hâlde yaşıyorlardı.
Türkmen obaları buralara yerleştiğinden beri nice defa Nemrut Dağı’na karlar yağıp eridi. Horasan’dan ayrıldıkları günleri bir bir sayan Türkmenler, şimdilerde gün saymayı da unutmuşlardı. Bütün dertleri, ilgileri sürülerini kıştan sağ-salim çıkarmak veya yaz geldiğinde uygun otlak yerleri bulmaktan ibaretti. Horasan’ı, Beyli Dağı’nı, Korkut Dağı’nı, Kalecik Obasını, Gökkaya’yı da unutmuş gibiydiler...
Onlar şimdi öz yurtlarıyla bağlarını kestikten sonra umutlarını da
kesmişler miydi? Ahlat yaralarına merhem olunca yollarda çektikleri sıkıntıları, Kaya Alp’i, Aysenem’i, Burla Nine’yi, Kuşçu Sofi’yi, Keyik Bacı’yı veya diğerlerini unutmuşlar mıydı? Gece ile gündüzün art arda dolandığını, eskinin gidip yeninin geldiğini, kimin ölüp kimin kaldığını bildirmeyen aylar geçip yıllara ulaştığını hatırdan çıkaran şehrin telaşlı dünyasına karışıp gitmişler miydi?
Varı-yoğu on-on beş yıl içinde vatan akıldan çıkar mı?
Şimdi Nurbike ile Yazçiçek’in sırtında büyüyen Gündoğdu ile
Sungur’un babalarının atlarını tuttukları devirler çoktan gerilerde kalmış, onların ardından büyüyüp gelen Ertuğrul ile Altıncan da otur-kalk denilen yaşlarını çoktan aşmışlardı. Yazçiçek’in kızı Altıncan, Nurbike’nin ikinci oğlu Sungur Tekin’in salıncağını yorulmadan, erinmeden sallamak için şafak sökenden gün batana kadar evden çıkmazdı. Ertuğrul ise dedesi Dağbaşı’nın hediye ettiği Ahuvan atından inmek istemezdi. Atın üzengisine ayağının yetmediği yaşlarında bir bindirseler, kene gibi yapışıp kalır; Süleyman ve Nurbike’nin mutluluğu yüzlerinden okunurdu. Ahuvan adı verilen at, üzerindeki hafif oğlanı hep incitmeden dolaştırmıştı. Çünkü Ahuvan, Kuşçu Sofi’nin elinde yetişmiş olan Konurcan’ın göç vaktinde at hırsızı Şahkulu’dan intikam aldığı atın neslinden idi. Bu sebeple bu soylu ata Ahuvan adını, Okçu Dağbaşı koymuştu. Ancak Süleyman, atın alnındaki beyaz tüyler yüzünden ona “Alnısakar” diyordu. Belki de Ahuvan adının yüreğinde bıraktığı derin acılar, acı hatıralar yüzünden bu adı söylemek istemiyordu.
Bazı şeyler mutlaka dışarıdan görüldüğü gibi değildir... Türkmenler ne
göbek kanlarının damladığı toprak olan Horasan’ı ne de yarım yıl süren göç yollarını hatırlarından çıkarmış değillerdi. Her hatırlayışlarında, hileleri sonucu cehennem çukurlarına yuvarlanan kanlı Gulam’ı, bir yerlere sinip gitmiş Baycı Noyan’ı, at hırsızı Şahkulu’nu, Kayılıların yüz karası Guba’yı unutmamışlardı. Ancak her dillerine getirdikleri vakit yüreklerine çöken sancı hepsine ızdırap veriyordu. Bu yüzden ayrılığın acı hatıralarını içlerine gömmelerini, herkesin derdini tek başına çekmesini yadırgamıyorlardı.
Ahlatlılar, yeni Türkmen göçerleriyle yaşamaya alışsalar da Türkmen
obalarının gözü Horasan’ın ala karlı dağlarındaydı. “Tavşana doğduğu yer.” denildiği gibi Horasan’ı özleyerek, göverip yatan dağlara Ala Dağ, Kese Dağ, Narçı, Korkut, Turan, Beyli diyesileri geliyordu...
****
“Korkut Dağı’ndan Kar Getir…”
Çakır Bayat’ın oğlu, gün kuşluk vaktine doğru gelip Süleyman ile
Nurbike’yi çağırdı. Yedi günden beri durumu ağırlaşan Çakır Ağa, bugün gözünü açar açmaz Süleyman’ı sormuştu. Süleyman daveti alır almaz Bayatların tepesine gitti. Çadırın baş köşesinde yatan Çakır Ağa’nın yanına oturdu. Damarlı, eti çekilen, zayıf ellerini tutup yavaşça okşadı. Çakır Ağa da hoşluk içinde Süleyman’ın ellerini avuçladı.
“Geldin mi Süleyman Han oğlum! Benim şimdi son yolculuğuma
gidecek vaktim mi geldi, diyorum. Baban Kaya Alp ile yediğimiz ayrı yere gitmezdi. Seni de oğullarımdan ayrı görmedim oğul! Nurbike’mi de gelinlerimden, kızlarımdan ayrı tutmadım. Ancak insanoğlunun sayılıca demi, soluğu var. Nerede nefesin kesildiyse gidiverirsin beş karış kefen bezine dolanıp. Alnımıza yazılanlara hep rıza gösterdik oğul! Nasibimiz varmış da bu yurtlara geldik. Baban ile Aysenem gelini bir yerlere koyup geldik. Kimin toprak nasibi nereye çekse o olurmuş. Oğlum! Sana söyleyecek sözlerim var. Obam, çadırım, nesillerim sana emanettir. Kendini göster, onlara sözünü geçir. Geride kalan oğluma da kızıma da vasiyet ettim; karasına kara, akına ak deyin diye.”
Çakır Bayat Ağa son diyeceklerini bitiremedi. Yanağından süzülüp
akan gözyaşı ak sakalına düştü. Ağzına su verdiler. Konuşmasını kesti, Süleyman’ın yüzüne bakıp uzandı. Söyleyemediği sözleri, vasiyetleri, öğütleri gözlerinden okumak mümkündü.
Çakır Bayat Ağa’nın durumu tan vaktine yakın daha da ağırlaştı. Ölmüşleriyle helalleşiyormuş gibi öylece yattı. Süleyman ve Nurbike yanından ayrılmadan başucunda beklediler. Şafak sökerken nefes almaya çabalayan Çakır Ağa birden gözlerini açtı ve yanındaki Süleyman’ın bileğine yapıştı.
“Süleyman, oğlum! Yüreğime köz atılmış gibi oldu. Bana Korkut Dağı’ndan buz gibi kar getirecek bir yiğit bulunmaz mı ki? Yüreğimi soğutmak isterim.”
“Bulunur Çakır baba! Olmazsa kendim gider getiririm.”
“Yok, sen yiğitleri gönder. Yanımdan ayrılma han oğul!”
Süleyman, Çakır Ağa’nın duyacağı şekilde, buyruk veren bir tonda kapıda bekleşen yiğitlere seslendi.
“Çakır Ağa’ma Korkut Dağı’nın en doruklarından, akşam yağan
kardan getirin! Yüreği buz gibi olsun.”
Yedi gündür hiçbir şey istemeden, tuz bile tatmadan yatan babalarının
Korkut Dağı’nın karını istediğini duyan oğulları atlarına atladılar, yola çıkmadan önce de Süleyman’la sessizce anlaştılar. “Korkut mu var buralarda ki doruklarından kar getirelim!” demediler.
Nefesini sayıp yatan Çakır Ağa’nın canı kar istemiştir. Herhangi bir
dağın karını getirmek olmaz ama Korkut Dağı’nın karını da nereden bulacaklardı? Atlarını sürdüler, Süphan Dağı’nın el değmedik ak karlarını bakır kaba doldurup tezlikle geri döndüler. Kar henüz erimemişti. Buz gibi karı, Çakır Ağa’nın dudağına değdirdiler. Yavaşça yutkundu ve seslendi.
“Korkut Dağı’nın karını bin dağın karından seçerim. Ben o dağın kar
sularını içerek büyüdüm. O dağın karını kendim gidip kana kana içmesem yüreğim soğumayacak. Hanha... Kaya Alp bekler beni, onunla giderim. Dur, beklesene dostum. Hemen geliyorum.”
Çakır Ağa’nın son sözlerini kimse anlayamadı. Ellerini boğazına
götürüp gözlerini yumdu. Süleyman, babasının ölümünden bu yana hiç yanından ayrılmayan, sırdaşlık eden, öğütler veren ata dostuna dualar okudu, tazim etti. Yedi gündür Çakır Bayat’ın çevresinde dolanıp duran, bir söz etmeyen, yalvarıp yakarsan da insaf etmeyen, bir nefeslik olsun bırak desen de dinlemeyen Azrail bu kez çadırdan boş çıkmamıştı.
Süleyman evdekilerin yaslarına, feryatlarına katlanamadı, sırtına
basılan ağırlığa dayanamadı; derin bir nefes alıp dışarı çıktı, hızlı adımlarla uzaklaştı. Ahlat’ın çevresini kuşatan dağların yücelerinde bir bölük bulut peyda olmuştu. Dağ sanki bulutu başının üstünden geçirmemeye, tutmaya çalışıyor gibiydi. Bir bölük bulutun dağın tepesinden geçmeye gayret ettiğini ancak başaramadığını gördü.
Bulut çırpındı durdu, çırpındı durdu ve bölünen bulutun bir kısmı
uzaklara doğru ayrılıp gitti. Dağ, bulutun ikiye bölünmesini beklemiyordu, oyuna gelmişti. Bölünen bulut, Süleyman’a Çakır Ağa’ymış gibi göründü. Dağın başından aşmış, doğuya; Korkut Dağı’nın en tepesindeki kar suyunu içmeye gidiyormuş gibi oldu. Yine derin bir nefes aldı, içi rahatlamıştı...
***
“Okçu Dağbaşı Ahlat’ta...”
Okçu Dağbaşı’nın on atlı ile birlikte çıkıp geldiği haberini alan
Süleyman, kendi konuk çadırına gitti. Dodurgalıların yaşadıkları yerlere, obadaşlarının yanlarına varmadan önce mutlaka Kayılılara bir görünürdü. Çünkü kızı Nurbike vardı. Ahlat’a son geldiğinden bu yana iki yıl geçmişti. Dündar’ın doğduğundan haberi yoktu. Torunları, dedelerinin geldiğini duysalar sevinirlerdi.
Süleyman uzaktan atlarını çatlatıp gelen Selçuklu askerlerini karşıladı.
Düşündüğü gibi olmuş, atlılar başka obalara uğramadan atlarının başlarını doğruca Kayı obasına çevirmişlerdi. Çok geçmeden obanın ortasındaki konuk çadırının önünde indiler. Süleyman, kaynatası Okçu Dağbaşı ile selamlaştı. Askerlerin hepsini konuk çadırına davet etti.
Okçu Dağbaşı yorgun bedenini çadırın baş köşesine serilen nakışlı keçenin üzerine attı. Ayağındaki sararmış dolağı açtı. Parmakları çizmenin, dolağın içinde birbirinin üstüne sarılmış, patlamıştı. Süleyman, kaynatasının dolak kokusundan ve patlak parmaklarından dolayı uzun zamandır çizmesini çıkarmadığını anlamıştı.
“Oğul! Beş gündür ayağımdaki çizmeyi çıkarmadım. Halep’ten yola çıktığımdan beri atları yorduk, kendimiz de yorulduk. Bizim için aştan, çörekten önce ayağımızı uzatıp gözümüzün ağusunu alsak iyi olacak. Askerlerim de benden beter.”
“Dağbaşı Ağa’m! Gelişinizle bizlere şeref verdiniz ama niçin yaşlılığı da yanınızda getirdiniz?”
“Yok. Yook... Henüz yaşlanmadık. Biz, devletimizi bu zorlu günlerde koyup gidenlerden değiliz. Benim düşmana göstereceğim kurt oyununu yeni yeni göreceksiniz. Ancak bu gece benim geldiğimi kimseler duymasın. Seninle görüşeceğim bir mesele olacak. Belki geceyi yarılarız. Ben şimdi biraz uzanayım. Senden ricam, kalkıp gözümü açtığımda ilk göreceklerim Nurbike kızım ve torunlarım olsun. İki yıldır göremedim, özlemişim.”
“Olur. Siz yatın, dinlenin baba! Nasip olursa gece görüşürüz.”
Okçu Dağbaşı ve yorgun askerlerinin horlamaları konuk çadırının dışına taşmaya başlamış, kara keçeli çadırın içi değirmen çarkına dönmüştü. Süleyman çadırdan çıkar çıkmaz Bayat obasına vardı. Çakır Ağa’nın vefat ettiğini duyan Bayatlılar, son yolculuğu için evin çevresinde toplaşmışlar, acılı-hüzünlü ağlaşıp sızlanıyorlardı. Oğulları, Çakır Ağa’yı bir tabut içinde dışarı çıkardı. Süleyman da bir ucundan tuttu. Kaya Alp’in can dostunu gidenlerin gelemediği, hiç kimsenin haber alamadığı son yolculuğuna uğurladılar.
***
“Evlat Ayrılığı Çetin...”
Süleyman, Nurbike’ye babasının geldiğini haber verdi. Çakır Bayat’ın
yas çadırından çıkıp kendi çadırlarına yöneldiler.
“Torunlarını gördü mü? Dündar’ı kucağına aldı mı? İki yıldır göremedim, babamın sağlığı nasıl? Kaç günlüğüne geldi ki?”
“Yorgunlar, dinleniyorlar. Ancak gözünü açtığında seni ve torunlarını görmek istedi. Bir görev için gelmişe benziyor. Şimdi uyanmış olmalı. Gündoğdu ile Ertuğrul nerelerde ki? Babanın sağlığı yerinde maşallah. ‘Düşmana kurt oyunu göstereceğim daha.’ diyor.”
“Ertuğrul ata biniyordur, at ahırındadır. Gündoğdu da obadaki ok meydanına, Turgut ile ok atışmaya gitmiş olmalı.”
“Nurbike! Sen Yazçiçek’i, Gümüş ve Sarıgül gelinleri çağır; bu gece hazırlık yapsınlar. Baban önemli bir iş için gelmiş. Akşam sana anlatacaklarım var, demişti.”
“Olur. Hadi, babam kalktıysa bir yüzünü göreyim. Torunlarını da bir görsün, kucağına alsın. İki yıldır görmedim dedim ama önceden de sekiz yıl görmediğim zamanlar olmuştu. Ancak o zamanlar dedem Kuşçu Sofi olduğu için yüreğim genişti. Şimdi iki yıl çok uzun bir süreymiş gibi geliyor. Yabancı yurtlarda olduğumuzdan mı ki?”
“Öyledir. Biz önceleri günü, ayı mı sayardık Nurbike’m! Kış geldi, yaz geldi der mevsimleri bilirdik. Gün saymayı Horasan’dan yola çıktıktan sonra öğrenmedik mi?”
“Süleyman! Çakır Ağa’nın son sözlerinden çok etkilendim, ağlayasım geliyor. Korkut Dağı’nın karını istedi ölmeden önce, öyle mi?”
“Hee. ‘Yârinden ayrılan yedi yıl ağlar, yurdundan ayrılan ölünceye dek.’ denildiği gibi, gözümüzle gördük. Aklını mı yitirdi diyerek Süphan Dağı’nın karını getirip verdiğimizde, ‘Korkut’un karının tadı başkaydı.’ dediğinde benim de ağlayıveresim geldi orada. Bugün de dağın üstündeki butlutların bölünüp doğuya doğru gittiğini gördüm. Bu bulut, Çakır Ağa’nın ruhu gibi göründü bana. O, şu an Korkut Dağı’na varmış; ak kar ile yüreğini soğutmuştur.”
“İnşallah, öyle olsun. Bir kez de olsa Çakır Ağa’nın yurdundan ayrıldığı için ah çektiğini görmedik ama rahmetlinin derdi içindeymiş demek ki.”
“Hmm. Hangimizin derdi içimizde değil ki! Bazen de benim rüyalarıma, Burla Nine’min tandırda çörek pişirip suya batırarak bize yedirdiği giriyor. Gökkaya’da mı bağırıyorum, diyorum; kendi sesime uyanıyorum. İnşallah, o topraklara bir gün döneriz. Döndüğümüzde de seni beyaz atın üstünde gümüşlü börk giydirip gelin edip ninemin evine getireceğim. Belki ninem şimdilerde Tanatar’ı, beni, babamı, annemi bekleyerek yaşıyordur. İkimizin düğünü de düğüne benzemedi. Kalecik’e vardığımızda meydanda yedi gün ozan söyletip, üç gün pehlivan güreştireceğim. Annemin düğün arzusu da yerine gelecektir.”
“Süleyman! İnşallah döneriz ancak dört çocuğun annesine gümüşlü börk giydirsen, eller ne der? ‘Yaşlı hatunu bin bezesen kız olmaz.’ derler ya! Ben Ahuvan’da sana toysuz kavuştuğum o geceyi, yüz toya değişmem.”
“Nurbike’m! Gelinim! Sen hiç yaşlanmazsın. Sen bizim bu çadırlı obamızın ak dassarlı, ak saçlı, nur yüzlü Hayma Ana’sı olacaksın ama benim için Kuşçu Sofi’nin torunu, Okçu Dağbaşı’nın kızı, benim kurtarıcım, devletimin başı Nurbike’msin..”
***
“Dağbaşı Dedenin Torun Sevgisi…”
Konuşa konuşa gelirlerken konuk çadırına ulaştıklarının farkına bile
varmadılar. Dedelerinin geldiğinden yeni haberleri olan Gündoğdu ile Ertuğrul sırtlarını çadır direğine dayamış, içerdeki horultuların kesilmesini bekliyordu. Dedelerini kucaklamak için sabırsızlansalar da yorgun askerler kalkacağa benzemiyordu. Nurbike, gelinlerle birlikte babası uyanıncaya kadar misafirler için elinden gelen hazırlıkları yaptı. Babasının çok sevdiği gömme çöreğini kendi eliyle pişirdi.
Etli çöreğin kokusu çevreye yayıldığından mı yoksa obada duyulan
ezan sesinden mi bilinmez, misafirlerin horultuları kesildi, çadırdan konuşmaları yükseldi. Babasının konuk çadırından çıktığını gören Nurbike, ona doğru yöneldi. Okçu Dağbaşı iki yıldır görmediği kızını kucakladı, tekrar tekrar alnından öptü. Her öptüğünde; “Benim Nur can kızım! Hayma Ana kızım!” diye fısıldadı. Sonra da birden çadır direğine dayanmış bekleyen torunlarını gördü. Gündoğdu ve Ertuğrul koşarak dedelerini kucakladılar.
Nurbike, babasının çizgi çizgi olmuş alnını, kırlaşmaya başlayan saçını sakalını okşadı. Konuk çadırının hemen yanındaki Süleyman’ın hanesine geçtiler. Nurbike, babasını nerede oturtacağını bilemedi, başının üstüne oturtası geldi. İçinde iki yıllık hasretin sızısı vardı.
“Baba can! Geldin sevindirdin, bizleri bahtiyar ettin. Devlete hizmet edeyim diye çabalayıp durursun. Bu kez gitme de artık bizimle kal. Torunların da seni özlüyor. Baksana şunlara! Senden haber alamayınca merak içinde kalıyorum. Geçen yıl Selçuklu askerlerinden gönderdiğin haber olmasa senden iz yoktu. Esen yelden mi sorayım, uçan kuşlardan mı sorayım, akan sulardan mı sorayım bilemedim baba can!”
“Kızım! Üzerime aldığım son görevi de yerine getireyim, benim de gelip kalma niyetim var. Artık torunlarıma ok atmayı, kılıç tutmayı öğretmek istiyorum. Atam Kuşçu Sofi okçuluğu ve avcılığıyla ün salmıştı. Ben de ondan aldığım mirasla “Okçu” ünvanını aldım. Benden torunlarımın hangisine okçuluk miras kalacaksa görürüz.”
“Ben şimdi oku da yayı da kendim yapabiliyorum dede can! Turgutların çadırından ta konuk çadırına kadar attığım oku yetiriyorum. Bazen de annemin çatal ağaçtan yapıp astığı deri yayığa da yetirdiğim oluyor.”
“Hee! Deri yayığımı kimin deldiği belli oldu. Hep dikmekten, derisini yenilemekten yoruldum diyordum. Yayık avcısı kendi evimizden çıkmış oldu!”
Sungur Tekin, kendi ayıbını kendisinin açtığını anlayarak dilini ısırdı. Aniden Ertuğrul’un incecik sesi hepsini susturmaya yetmişti.
“Sungur Tekin o oku annemin yayığına değil Horasan’ımızı basan Moğollara, obamızı talan eden düşmanlara atmış olmalı. Dedem son gelişinde ne demişti, hatırladın mı?”
Okçu Dağbaşı, iki yıl önce geldiğinde hangi öğütleri verdiğini hatırlamaya çalıştı. Başında bir yığın dert olduğu için dünkü yediği yemeği bile aklına getiremeyen Dağbaşı, belki hatırlarım diye gözlerini Gündoğdu’ya dikti. Ertuğrul’un cevap bekleyen gözleri de ağabeyindeydi.
“Hee, neden aklıma gelmesin? Geçen geldiğinde sana Ahuvan’ı vermişti. Bana da Halep’ten kılıç getireceğim ama önce ata binmeyi öğren, demişti.”
“Hee, Sungur atın yanına da gelmiyor. Burla ninenin yanına ata binmeden yürüyerek mi gidecek ne! Moğol’un peşinden koşup da mı gideceksin? Annemin yayını okla deldiğini söylemiyordum, iyi oldu, bak kendin açıkladın.”
Ertuğrul’un yaşından büyük, dik dik konuşmasına dedesi de Süleyman
da Nurbike de hayret ettiler. Sessiz sessiz gezinen, az konuşan, sabahtan akşama kadar atın üstünden inmeyen oğlunun amacı belli olmuştu. Dedesi Dağbaşı’nın, babası Süleyman’ın, Ahlat’a gelen Türkmenlerin ve hatta daha yenilerde yurdunu değiştiren Çakır Ağa’nın dertlerini, sıkıntılarını bile okuyup anlayabiliyormuş. Okçu Dağbaşı, torunu Ertuğrul’u bağrına bastı, daha yeni tıraş edilmiş başını okşadı, kıvançla omzuna vurdu.
“Atına alıştın mı oğul! Ahuvan’ın atası Konurcan hakkında annen gerekli sözü etmiştir sana. Bu atı kendine alıştırırsan, hakiki dostun olur.”
“Alıştım, dede can! Her sabah yelesine sarı yağ sürüp tarıyorum. Kuyruğunu da annem örüyor. Haftada bir Ahlat denizinde yıkıyorum. Gümüş yengem at keçesini yapıverdi. Yıkadıktan sonra o keçeyle kuruluyorum. Tanatar amcamla birlikte toynağına yeni nal taktık. Babam, atıma ‘Ahuvan’ demiyor, bunun yerine diğer adı olan ‘Alnısakar’ diye çağırıyor.”
“Alnısakar da iyi ad. Gerçekten de alnı sakar, at. Türkmenlerin bir atasözü var: “Atı, at edinceye kadar eyesi it olur” derler. Atına özen göstermeyi ihmal etme, hizmetini kusursuz gör. Aranızda sessizce anlaşabilmelisiniz. At, dilsiz hayvandır ama dillilerden daha akıllıdır. Gözü, bedeni, yelesi, kuyruğu hatta ayak sesleri konuşur gibidir. Rahmetli babam Kuşçu Sofi, “Atımın ayak basışından onun halini bilirim.” derdi. Birbirinizin gözünden, hareketinden anlamalısınız. Bir dahaki gelişimde Şam’da Arap ustalarının nakışlayıp yaptığı eyerden de getiririm sana.”
“Yok, şimdi Beydililerin obasında eyer ustamız var. Yaptığı eyerleri ta Şam’dan gelip alıyorlarmış dede!”
“Demek ki Türkmenlerimiz Ahlat’ta kendilerini göstermişler, tanıtmışlar. Bu kez Gündoğdu’ya kendi kılıcımı vereceğim. Bu kılıcı ben Nişabur’da yaptırdım, yüzlerce düşman kellesi aldım. Devletimi korudum. Bu kılıcın bitirmeyeceği iş yoktur. Şimdi bu kılıcı Gündoğdu’mun kuşağına bizzat ben takacağım. Daha sonraki gelişimde ikinizi de Şam’a, Selçuklu askerlerinin talim gördüğü yerlere götüreceğim. Orada bir yıl kalın, vuruşmanın sırlarını öğrenip noksanlarınızı tamamlarsınız.”
Sungur, annesinin ‘Yayık Avcısı’ sözünden utanmış, bir köşede başı eğik oturuyordu. Ertuğrul’a at, Gündoğdu’ya ise kılıç hediye eden dedesine gücendi.
Okçu Dağbaşı, kendi kılıcını kınından çıkarmadan Gündoğdu’nun beline taktı. Kılıç yakışmıştı. Dudaklarını kemire kemire bir köşeden kendisine bakan Sungur Tekin’i gördü, gönlünü almaya çalıştı.
“Dede! Bir dahaki gelişinde Sungur’a da getirsene. Bu yıl bu kılıcı
ikimiz sırayla kullanırız. Ata binmeyi Ertuğrul’dan, kılıç kullanmayı benden öğrenmiş olur. Şimdiden bu kılıcı Sungur’un beline takayım. Onun beline de kılıç yakışır.”
Evdekiler Gündoğdu’nun bu sözlerinden, bu çözümünden çok
memnun olmuşlardı. Bu hareketle birlikte Sungur Tekin’in yüreğine su serpiliyordu. Sungur’un beline ağır kılıcı taktıklarında kılıç yere değiyordu, bel kuşağını yukarı doğru çekti. Ökçesini kaldırıp boyunu uzatacak gibi oldu. Ancak ağır kılıç yine de yerinde durmuyordu. Ne yapacağını bilemedi. İçinden; “Turgut ağamın, Tanatar amcamın kapısındaki taşa çıkarak ata binmeyi öğrendiğim gibi yine o taşa çıkarak kılıcı belime taksam yine yere değer mi ki!” diye düşündü.
“Baba! Kılıcımı, kuşağımdan çıkarsana. Biraz büyüdüğümde takarım.
Şimdilik Gündoğdu ağabeyim kuşansın. Dede can! Bir dahaki sefere kılıç getirirsen küçüğünden getir, olur mu? Gündoğdu ağam! Bu kılıcı şimdilik annemin yorganının altına koyalım, olur mu?”
Sungur Tekin babasının, dedesinin ve annesinin anlamlı gülüşlerinden yine rahatsız oldu.
“Ertuğrul taşa çıkıp ata binerken gülmezlerdi. Ben kılıcım yere
değmesin diye taşa çıkmaya kalkınca neden gülerler ki? Yoksa annemin yayık avcısı dediğine mi gülüyorlar?”
Sungur belindeki kılıçla iki tarafa yürüdü. Turgut’a, Altıncan’a
gösteresi geldi. Birden dedesinin; “yüzlerce kelle kestim.” sözlerini hatırladı. Tahta kılıçla oynaya oynaya yorulan, dedesinin getirdiği kılıçla mutlanan Sungur ‘yüzlerce kelle kesen’ bir korkuyu içinde hissetmeye başlamıştı. Bu, kıvanç ile korkunun çatışmasıydı. Hangisinin üstün çıkacağını evdekilerin hiçbiri bilmiyordu. Yorganın altına konulan kılıcın ne vakit çıkacağını zaman gösterecekti.
Nurbike’nin aklında babasının son sözleri çalkanıyordu. İçi daralmıştı. Güya babası hemen yarın yanına iki oğlunu da alıp yiğit olarak yetişmeleri için Şam’a götürecekmiş gibi telaşa kapıldı, yüzlerine baktı. Yüzlerindeki sevinç izlerini gördü. Gündoğdu ise belindeki kılıçla Şam sokaklarında gezindiğini hayal etmeye başlamıştı bile.
Gündoğdu ve Ertuğrul, dedelerinden ayrılıp çadırlarına yatmaya
gittiler. Laf-söz anlamayan Sungurcuk da dedesinin kır sakallarını okşayıp durdu. Nurbike’nin gözlerine benzemeye başlayan karamuk gözlüce, yanakları çukur Sungurcuk dedesinin kucağında uyuyup kaldı.
“Biri Gözümüzdür, Biri Kaşımız”
Okçu Dağbaşı, evde Süleyman ve Nurbike’yle baş başa kalmıştı.
Onlara Ahlat’a geliş sebebini anlattı.
“Süleyman han oğlum! Nurbike can kızım! Selçuklu, muhteşem
devlet diyerek başımı ortaya koydum ve hizmet ettim. Benden önce babam Kuşçu Sofi, ondan önce de atamız Oymak Arslan, Selçuklu Sultanı Turan Şah’a hizmet etmişler. Şimdi sizler de devletin sayesinde Ahlat’a gelip yerleştiniz. Devletimizin ayakta kalması için elinizden geleni yapacağınızı biliyorum. Benim geliş maksadım devletimizin sarsılmazlığı için, geleceğimiz için yapılacak bazı işlerin olmasıdır. Biz bu Harezm Şehzadesi Celalettin’i hiç yola getiremedik. Ahlat’ı alamadan gidişine 4 yıl olmuştur. Ondan beri bir öyle yapıyor, bir böyle. Bir baksan Tiflis’i almaya kalkıyor, bir baksan Tebriz’e varıveriyor. Aç kurda döndü.”
“ Baba! Ahlat’a gelse kucak açıp karşılayacaklar var. Harezm’den gelenler onu Selçuklu Devletinden aşağı görmüyorlar. Ayrıca onun Ahlat’a geleceğine, gelse de buralarda duracağına inancım yok benim.”
“Yok, kızım. O, bugün olmasa on güne gelir; bir aya yine gelir. Şimdi taşa, kemiğe saldırarak yürüyen Moğol’a mı karşı duralım, kendi kendimizle mi uğraşalım bilemedik.”
“Dağbaşı Ağa! Kılıç, kendi kınını kesmez. Belki söz dinler. Şehzade Celaleddin, Muhammed Harzemşah’ın en kahraman, gözü kara oğlu diyorlardı. Biz kardeş kanı dökersek düşman alkışlar, mutlu olur.”
“Vâh, can oğlum! Mesele de burada ya. Düşmanı güldürmemek için Celaleddin sağa gitse biz sola gittik, sola gitse sağa gittik. O şimdi çevremizi kapladı. Selçuklu Devleti’nin karşısına çıkana elini uzattı. Devletimizin düşmanlarını Alamut’ta ziyaret etti. Hatta Alamut’u merkez yaptı. Aslında anlaşıp uyuşuverse yurda han olurdu sonuçta. Devleti güçlenirdi. Ama o tersini konuşuyor, tersini yapıyor. Selçuklu’ya baş eğerek han olmam, diyor. Birleşmek isteseniz, kardeş kanı dökülmesin deseniz; gelin siz Harezm’e baş eğin diyor. Oğul! ‘İki koçun başı, bir kazanda kaynamaz’ derler ya, basıp boğup kaynatsan da iyi pişmez.”
“Baba! Ahlat’a geleceği gerçek mi? Biz ne yaparız? Biri gözümüz, biri kaşımız. Kardeş kardeşe kılıç sallar mı, yay çeker mi, bıçak doğrultur mu?”
“Kızım! Doğru söylüyorsun. Şu hükümdarlık kavgası iki kardeşi birbirine düşürüp kan döktürüyor. Ben Celâleddin’in bir savaşına şahit oldum. Onun, dünyanın yarısını ele geçiren Cengiz Han’a karşı gidişi destanlıktı. Merde, mert demek gerek. Moğol’un başına sardığı oyunları anlatmaya, dinlemeye değer. Kanı kızgın, dağlı Gürcülere de diz çöktürten Celâleddin’in gözü döndü, kulağı söz dinlemez oldu. İki yanına ağız açmaya başladı.”
“Ahlat’a gelip yurt basacak kadar gücü var mı Dağbaşı Ağa?”
“Alayım dese dünyayı alacak gücü var. Çünkü adı dillere destan oldu. Obasından kaçan, annesinin–babasının kovduğu, Selçuklu’dan memnun olmayan, Moğol’dan öç almak isteyen, Haçlı öldürmek isteyen her kim varsa hepsi başına toplanmış. At üstünde uyuyanlardan o. Tiflis’ten yedi günde İran’ın öbür başına, Kerman’a varan yiğit. Ahlat’a gelmiş olsa buraları almadan durmaz. Ancak halkı kırıp geçireceğini hiç sanmıyorum. Ben yarın erkenden, on askerimle birlikte derviş giysileri içinde Erzincan’a varacağım. Obalardan geldiğimi duyup soran olursa yine Şam’a gitti deyin. Ancak siz de fikrinizi ortaya koyun bakalım. Türkmenleri topla da bir toy kur, görüşlerini al. Maslahata obaların akıldar, yaşıulu adamlarını, aksakal beylerini davet et. Celaleddin’in kulağına gitsin oğul!”
“Olur, Dağbaşı atam! Şehzade Celaleddin’in Ahlat’a dönüp geleceğini hiç düşünmemiştim. Kutalmış’ın, Alp Arslan’ın, Süleyman Şah’ın şöhretine ortak olmaya niyeti mi var ki! Her ne niyeti olsa da bizi iki ateş ortasında koyduğunu bilir mi ki? Halkın durumlarından, geçimlerinden haberi yok mu? Yine de beyler ne diyecekler bakalım, anlarız.”
Bir günün içine sığmayan bugünkü vakalardan yana kafası allak
bullak olan Süleyman yatağına geçse de gözlerine uyku girmedi. Çakır Bayat’ın yurduna hasretle açık giden gözleri, dağın üstündeki bulutun ikiye bölünüp bir kısmının eski yurtlarına göçüp gitmesi, Ertuğrul’un yaşından büyük düşünceleri, kaynatasının kaygılı sözleri, Celaleddin Menliburun’un gözü karalığı hakkında duydukları, Selçuklu Devletinin kendilerine arka çıkışı… Bütün bunlar bir bir gözlerinin önünde tekrar tekrar canlandı. Nurbike’nin sesi kulaklarında yankılandı: “Biri gözümüz, biri kaşımız…”
Gerçekten de eğer savaş çıkarsa, kardeş kardeşe el kaldırır mıydı?
Bunları düşünürken uyuyamadı. Bütün suçu yastıkta bulurcasına pat pat vurdu, başını yeniden yastığa koydu.
***
“Bir Gardaş, Gardaşa Kılıç Çeker mi?”
Derviş kıyafetleri giyerek, sırtlarına eski heybe, torba atıp atlarını
süren on bir atlı, şafak söker sökmez Ahlat’tan Erzurum’a doğru yola düştüler. Erzurum-Erzincan dolaylarında Celaleddin’in Ahlat’a yürümek hususundaki düşüncelerini, hazırlıklarını öğrenmek üzere yola çıkmışlardı. Bir şeylerini gerilerde bırakmış gibi, Dağbaşı’nın hiç keyfi yoktu. Sırtındaki torbayı, atının yanına koyduğu heybeyi yolda iki kez döküp yokladı. Aslında neyi yitirdiğini de neyi aradığını da bilmiyordu, yine yola koyuldu.
Bu vakte kadar ta Nişabur’dan Halep’e yanından ayırmadığı kılıcını obada bıraktığı aklına geldi. Aslında Gündoğdu’ya Halep ustasından özel bir kılıç yaptırmıştı. Ancak torunlarını görünce, değil nice yıllık yoldaşı kılıcını, dünyaları bile veresi gelmişti. Sungur’un çadırın içinde kılıcı sürüyerek bir alp gibi yürüyüşü gözünde canlandı, tebessüm etti. Son torunu Dündar’ı da doya doya koklayamamıştı bile.
“İyi oldu. Ertuğrul’uma Ahuvan’ı verdim, Gündoğdu’ma kılıcımı.
Celaleddin meselesi halledilince Sungur Tekin ile Dündar’a da okumu, yayımı, sadağımı vereceğim. Benim bütün kıvancım, çadırımın direği torunlarım; zenginliğim ise atım, yayım, okum, kılıcım. Onları torunlarıma bırakırsam, çadır kurup Nurbike’min yanında yaşarım artık.”
Kendi kendine konuşarak giderken birden kulağında Süleyman ve Nurbike’nin akşamki sözleri yankılandı.
“Biri gözümüz, bir kaşımız baba!”
“Kılıç, kendi kınını kesmez Dağbaşı Ağa!”
Okçu Dağbaşı kulağında yankılanan bu sesleri zihninden silmeye çalıştı, başını silkeledi. Bu, yanındaki askerlerden birinin dikkatini çekmişti.
“Haylıbaşım! Ne var, bir şey mi unuttunuz? Başınızı salladınız da..”
“Hee. Asker! Sen kaç yıldır Selçuklu’nun hizmetindesin?”
“Üç yıldan beri haylıbaşım!”
“Hmm. Sana göre kardeş kardeşe kılıç çekip el kaldırır mı?”
“Kaldırmasına kaldırmaz, kılıç çekip öldürmez haylıbaşım! Bu sadece düşmanı güldürür. Hangisi ölse de öldürse de tarihte bir namı olmaz. Çünkü kardeşlerin birbirini vurması erlik değildir.”
“Hmm. Doğru söylüyorsun. İki kardeşin yeneni de yenileni de olmaz. Doğru.”
Yanından ayrılmayan bu askerin cevabı, Dağbaşı’nın aklına yatmıştı.
İçinden;
“Bu üç yıllık asker anlamışsa, evde oturup hatunluk eden kızım Nurbike anlamışsa, Süleyman bir başına savaşın getireceği felaketleri önceden görüyorsa o zaman bizim Selçuklu Devletimizin başı ile Harezm’in şehzadesi neden anlayamaz ki? Onların birbirlerine karşı kinleri nedir? Yurt desen, yurt gerilerde kaldı. Gayretinizi gösterin, alın Moğolların elinden. Gidelim Harezm’i alalım, Horasan’ı alalım. Şimdi halkın yayılıp yaşayacağı vakittir. Henüz toprakta ayakları yer tutmamış iken savaşmak demek, kendi halkını kendi eliyle boğup öldürmek demektir. Ahh! Ahh!..”
***
“Kılıç Kendi Kınını Kesmez…”
Okçu Dağbaşı kendi kendine kaygılı düşüncelerle ilerlerken dışından
bir ah feryadı işitilir gibi oldu. Askerler dönüp baktılar. Sırtında bir ağrı peyda olmuştu. Atının yularını bırakıp eliyle güç-bela sırtına ulaşmayı denedi. Bunu gören bir asker yanına geldi, atının yularını tuttu, yere indirdi; sırt damarlarını yavaşça ovdu. Dağbaşı’nın ağrısı hafifler gibi olmuştu.
“Sabahtan yola çıktığımız için çiğ hava beni biraz üşütmüş olmalı.
Nurbike’m, dağ başında üşüme demişti. Bana bir ışkın çayı demleyiverseniz, geçer.”
Ahlat’tan bu yana mola vermeleri gereken vakit de gelmişti. Çayırların üzerine oturdular, ateş yakıp ışkın çayı içtiler.
“Askerler! Erzurum’a vardığımızda üçe bölünelim. Herkesin kulağı
çevrede, etrafta olsun. Üç gün sonra görüşürüz.”
Okçu Dağbaşı, yanından ayrılmayan genç askere seslendi.
“Senin adın ne? Askerliğe hangi obadan geldin? “
“Haylıbaşım! Biz Horasan’ın Merv şehrinden geldik. Merv’i Moğollar işgal ettikten sonra önlerine çıkanı yakıp-yıkıp devirdiler. Babam Merv kütüphanesinde çalışan, aklıselim alimlerdendi. Belki adını duymuşsunuzdur. İbn-i Fadlan derler. Biz babamızı hiç görmedik, desem yalan olmaz. Çünkü o kütüphaneye girdikten sonra oğlunu, kızını, torunlarını, her şeyini unutup yaşayan bir adamdı. Oğuz Türkmenlerinin gelenek ve görenekleri, tarihi, dili, yaşayışları hakkında kitap yazdığını işittim. Moğol gelip kütüphaneyi yaktıktan sonra babamı gören, bilen yok. Moğol onu da kitaplarıyla birlikte yaktı mı veya esir mi aldı bilmiyoruz. Biz de Merv’den kaçıp Hazar yakadan Halep’e kadar çok eziyetler çektik. Babamın yazdığı “Seyahatname” adlı eseri okumuştum. Onun seyahat ettiği yollardan gelip yerleştik. Ben üç yıldan beri devlete hizmet ediyorum.”
“Senin de Horasanlı olduğunu ışkın demleyişinden anlamıştım zaten. Bir tabibin oğlu galiba, demiştim. Demin sancıyan yerimin ağrısı, elinle çekip gitti. Elin hafif imiş. Sağ ol oğlum.”
“Haylıbaşım! Ben, babamın eve getirdiği kitapları okurdum. Tabiplik hakkında da çok kitap okudum. Sizin sancınız, soğuklama sancısına benzemiyor. Eğer Erzurum’da dinlenirseniz çok iyi olur. Verdiğiniz görevleri biz hakkıyla yerine getiririz.”
“Hmm. Erzurum’a bir yetelim hele. Işkından bir kâse daha ver. Sıcağı canıma derman oldu.”
Okçu Dağbaşı, kısa bir moladan sonra askerleriyle yeniden yola düştü. Askerlere hissettirmese de sırtındaki sancı kesilmiyordu. Ara sıra atının yelesini okşuyormuş gibi eğiliyor, üzerine uzanıyor, tekrar dikelip yuları gevşetiyordu. Ağrı bu şekilde devam ederse Erzurum’da dinlenmekten başka çaresi yoktu. Aslında devletin verdiği buyruğu hemen yerine getirmesi gerekiyordu. Bu her aklına geldiğinde, atının yanlarına sert sert dokunup onu hızlandırıyordu. Kulağındaki sesler karma-karışıktı; tekrarlandı durdu, tekrarlandı durdu.
“Kılıç kendi kınını kesmez.”
“Biri gözümüz, biri kaşımız.”
“Vay be! Kardeş kardeşe kılıç sallar mı? Bıçak tutar mı? Yay çeker mi?”