HaftanınÇok Okunanları
ERKUT DİNÇ 1
HİDAYET ORUÇOV 2
HUDAYBERDİ HALLI 3
FEYZA TUĞÇE FIRAT 4
Emrah Yılmaz 5
Gülzura Cumakunova 6
ELMİRA ACIKANOAVA 7
Azerbaycan'dan Azerbaycan Yazarlar Birliği’nden 9. Şairler Gününe davet ettiler. Avrasya Yazarlar Birliği aracılığıyla aldım daveti.
SSCB dağılmadan önce Türk Dünyası bilinmezlerimizden biriydi. Bugünkü haberleşme imkanlarıyla Doğu Türkistan'dan ne kadar haberimiz oluyorsa, bunun yüzde biri kadar bile değildi bildiklerimiz.
Esir Türk illeri diyorduk, Osman Batur, Şeyh Şamil diyorduk.
"Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin
Benden doğar, bana dökülmez?"
diye ağıtımız vardı Arif Nihat Asya'dan.
Abdurrahim Karakoç;
Ellerin yurdunda çiçek açarken ,
Bizim ile kar geliyor gardaşım.
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme,
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım".
dese de üzülmekten başka yapacak bir şeyimiz yoktu.
Yetik Ozan Azerbaycan Türkleri için ;
Beni koyup ırak beri yaralı,
Bunca yıllar geçer, gel di gel gayrı.
O gündür bu gündür kapım aralı;
Anca yeller geçer, gel di gel gayrı.
Saçağında garip bayraksız göğün,
Bereketsiz harman, halaysız düğün,
Nice ki, soframa günde üç öğün,
Önce eller geçer, gel di gel gayrı.
diye devam ediyordu şiirine.
Dilaver Cebeci Ağabey'in sitemi vardı;
"Haber gelmez Kırgız, Tatar, Kazaktan."
O yıllarda Godfrey Lias'ın Göç kitabını okumuştum. Kali Bey ve arkadaşları binlerce kişi başladıkları göçünü 234 kişiyle tamamlamışlardı. Taklamakan çölü kan emmişti.
Biliyorduk ki “Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türkün Bayrağı'na.”
70 li yılların sonlarına doğru, Adana yolculuklarımdan birinde otobüsteki radyoda Çırpınırdın Karadeniz başlamıştı. Hayret etmiştim, TRT nasıl söylüyor bunu diye. Hele bir kıtasını;
"Olsun bütün Turan eller,
Kurban Türkün Bayrağına"
diye bitirince bende hal kalmamıştı. Mutluluktan, hayretten yol boyunca sabaha kadar uyumamıştım.
Yine o dönemlerde Taşkent Film Festivali var, bir Rus görevli dönemin en revaçta aktristini oraya davet edecek ve istediği "Ruslar sanata ve sanatçıya çok önem veriyor" lafını söyletmek. Günlerce Türkan Şoray'ın setine gidip geliyor ve nihayetinde davet ediyor. Türkan Şoray'ın geleceğini duyan soydaşlarımız salonun içini dışını dolduruyor. Sahneye bir pelerinle çıkıyor Türkan Hanım. Pelerini çıkarıyor, giydiği elbise bir Türk Bayrağı motifli. Salon göz yaşlarıyla ıslanıyor, yıkanıyor, yıkılıyor..
Rus görevli perişan.
Ertesi sene bir başka aktrist davet ediliyor, o söylüyor tabi "Ruslar çok insancıl, sanata ve sanatçıya çok değer veriyor" vs. vs..
Yolculuk bu düşüncelerle başlayacaktı.
Eskişehir'de okuyup Azerbaycan'a dönen talebelerden birisine de geleceğimi haber vermiştim. O da bizi davet eden yetkililerle görüşmüş "Abi seni ben karşılayacağım" demişti.
Esenboğa'dan bindiğimiz uçağımız Bakü saatiyle 21.50 de "düştü." Düştü Azerbaycan dili ile indi demek.
Azerbaycan bağımsızlığa kavuştuğu yıllarda bir mühendis arkadaşımız oraya çalışmaya gidiyor, bir müddet sonra da ailesini getirmek istiyor. Uçak bir türlü gelmiyor. Nice sonra yanındaki Azerbaycan Türk'ü arkadaşı bir yerlerden haber alıyor ve sevinçle "Uçak düştü, düştü" diye müjde veriyor ama bizim arkadaş bitmiş, konuşamıyor, nasıl, nereye diye. Sonradan anlaşıyorlar tabi.
Sümüklü et, kemikli et demek mesela. Sınık, sınıkçı, Sırp Sındığı diye devam edilebilir belki.
Haydar Aliyev, ile Süleyman Demirel arasındaki konuşma ise müthiş. Haydar Aliyev , Süleyman Demirel için verdiği yemekte bir çok övücü konuşma yapıyor ve "İşte benim gardaşım dünyanın gelmiş geçmiş en başarılı siyasi pezevengi" diye bağlıyor konuşmasını. Bizim heyet ve Süleyman Demirel şaşkın. Sonra pezevenk kelimesinin başarılı, önemli, değerli kişi manasına geldiğini öğrenince Süleyman Demirel, Haydar Aliyev'e teşekkür ediyor;
“Siz de az pezevenk değilsiniz ama.”
Burada okuyan arkadaşımız beni hava alanında görünce kamera ile kayda almış. Dışarıya çıktık arabasını göstererek “Abi bu arabayı ay başında aldım. Sizin buraya geleceğinizi duyunca garaja çektim, binmedim ve kimseyi bindirmedim. İlk binen kişi sizin olmanızı istedim.”
Sonra bir otele yemeğe gittik, gece yarısını geçene kadar hasret giderdik, sohbet ettik. Ona sorularım oldu tabi.
-Üniversite biteli kaç sene oldu?
-On dokuz.
-Uçakla Nahcıvan'a, Oradan otobüslerle Türkiye'ye geliyordunuz. Şimdi neyle geliyorsunuz?
-Sadece uçakla.
-O dönemde aileleriniz size para gönderemiyordu, şimdi olsa gönderebilirler mi?
- O günlere nazaran çok daha iyiyiz, zorlansalar da gönderebilirler.
- Şimdi çocuklarınızı Türkiye'ye eğitime gönderir misiniz?
- Abi, bir Türkiye devletine, milletine çok şey borçluyuz, minnettarız, hakkını ödeyemeyiz. Bize yedirdiler içirdiler, burs verdiler. Biz Türkiye ile dünyayı tanıdık. Orada eğitim yaptık ve buraya döndüğümüzde her birimiz iyi görevlere geldik. Ama şimdi eğitim olarak çocuklarımızı Türkiye'ye göndermeyiz. İlla gönderirsek iyi eğitim vereceğini bildiğimiz ülkelere göndeririz.
Ayrıca biz Türkiye'de demokrasiyi tanıdık. Geldiğimizde burada yaşadıklarımızı, gördüklerimizi anlattık. Şimdi ise sizdeki demokrasi kadar burada da var."
Sevindim mi, üzüldüm mü bilemedim.
Sonra beni kalacağım otele bıraktı çocuğumuz.
Çocuğumuz derken ağız alışkanlığı tabi, şimdi kırklı yaşlarda hepsi…
Geceyi Bakü'de geçirdik. Otelde sabah kahvaltısı yaptık Otelin yemekhanesinin tavanının dört tarafı Türk Devletleri'nin bayraklarıyla donatılmıştı. Böyle bir sabaha uyanmak ne güzeldi. Bayraklar biz geldiğimiz için konulmamıştı, epeydir orada durdukları belliydi. Türkiye'de böyle bir otel var mıdır, bilmiyorum.
Kuba şehrine doğru yola çıktık.
Tarihi özellikleri, önemi vs. internetten bulunur Kuba'nın, ben biraz farklı taraflarını yazmaya çalışacağım.
Kuba "alma"sı ile meşhur. On beş bin hektarlık tarım arazisinin on iki bin hektarı elma bağı imiş.
Her Kuba'lı her gün iki elma yemiyorsa ya elma yokmuş, ya Kuba'lı değilmiş.
"Kuba'nın Al Alması" türküsü var, biz onu alıp "Iğdır'ın Al Alması" yapmışız.
Sadece o değil tabi. Emel Sayın'ın söylediği "Onda Bunda Şundadır" da Stalin'ce katledilen Mikail Müşvik'in sözlerini yazdığı ve Ali Ekber Tagiyev'in bestelediği bir şarkı, onu da bize benzetmişiz. Şiir şu;
Dəyirsen yanında qalacağam mən,
Çox gözel fikirdir, qal sənə qurban.
Nə zaman istəsən əziz canımı,
Qumral gözlərinle al sənə qurban.
Sən Müşfiqin yanında, qalginen sənə qurban,
İstəsən bu canımı, alginən sənə qurban.
Gəlmiş hüzuruna bir qara dağlı,
Bir qara qulundur, qolları bağlı,
Gəl çəkmə sinəmə sən hicran dağı,
Gümüş topuğunda xal, sənə qurban.
"Nazende Sevgilim" i de unutmamak lazım bu arada.
Şiir okuyacağımız salon tamamen doluydu. Ben Türkiye'de yapılan şiir şölenlerinin hiçbirinde böyle bir kalabalık görmedim desem mübalağa etmiş olmam.
Sahnede "Türkiye'de bir şehirden bir şehire şiir okumaya gidiyoruz, burası da benim için öyle. Yabancı bir ülke, şehir, değil. Biz Tanrı Dağları'nı biliyoruz, Kırım'ı, Kerkük'ü, Gence'yi Estergon'u, Karabağ'ı, biliyoruz. Yemen bizim Tuna bizim, Aras bizim. Yahya Kemal diyor ki "Vatan hatıralardır" Bizim Türk Dünyasının her tarafı hatıralarımızla dolu. Burası da bizim vatanımız" gibi bir konuşma yaparak şu şiiri okudum;
Vatan
Sanma ki buralardır,...
Dokuz yön bizim oğul.
Vatan hatıralardır,
Hep dizim dizim oğul.
Gah güldür, gah dikendir,
Gah boynumu bükendir,
Estergon, Ötüken dir,
Baharım, yazım oğul.
Bazen bendirdir, neydir,
Bazen Mirali Bey dir,
Köroğlu nda hey hey dir,
Çalınan sazım oğul.
Gökçek çam kokusudur,
Bir yayla uykusudur,
Bazen bir avuç sudur,
Gözesi gözüm oğul.
Türküdür dağ başında,
Hasrettir göz yaşında,
Yarin hilal kaşında ,
Çekilir nazım oğul.
Hazar dır, Akdeniz dir,
Gözyaşınca temizdir,
Her damla benden izdir,
Yazılmış yazım oğul.
Sazdır, kopuzdur, tardır,
Gün batmayan diyardır,
Türk olan bahtiyardır,
Göklerde izim oğul.
Ha İstanbul ha Kaşgar,
Gah sevdadır, gah efkar,
Daha diyeceğim var,
Bitmedi sözüm oğul.
Yoldaki yolu bulur,
Yol bilmezler kaybolur,
Gökte gece mi olur?
Ap aktır yüzüm oğul.
Mete de biz, Mehmet te,
Sıla da biz, gurbette,
Bu seçilmiş millette,
Dünyaya lazım oğul.
Dünya dünya Kur’ân dır,
Gökkubbede Turan dır,
Vatan ben de durandır.
Hepsi de özüm oğul...
Hepsi de özüm oğul...
Gece Kuba'da kaldık, sabah Soykırım Müzesini ziyaret ettikten sonra Şeki'ye doğru yola çıktık.
Şeki, Azerbaycan'ın kuzeyinde, Bakü'ye 370 km uzaklıkta tarihi bir şehir. Araplar, Şiranşahlar, İldenler, Safevi, Osmanlı hükm sürmüş, Şeki Hanlığı kurulmuş. 2016 yılında da Türk Dünyası Kültür Başkenti ilan edilmiş bir güzel yer.
Esas gitme sebebimiz ise şiir toplantısının birisinin de orada, Bahtiyar Vahapzade'nin doğduğu evde yapılacak olması idi.
Toplantılar Azerbaycan ve Türkiye'den birer şair büyüğümüz adına yapılıyordu. Şeki'deki de Bahtiyar Vahapzade ve Mehmet Akif Ersoy adına düzenlenmişti.
Sekiz saatlik bir yolculuktan sonra Şeki'ye vardık. Bahtiyar Vahapzade gittiğimiz evde doğmuş ve dokuz yaşına kadar burada yaşadıktan sonra Bakü'ye göçmüş. Devlet bu evi müze haline getirmiş, Bahtiyar Vahapzade'nin aldığı ödüller, özel eşyaları, fotoğrafları burada sergileniyor.
Her gittiğimiz yerde ilgi büyüktü. Buurada da çocuklar merdivene dizilmişler, bize şiir okudular. İlgililer konuşma yaptılar. Azerbaycan mahnıları dinledik.
Müze Müdürü Esen Zekeriyabeyli evin dış kapısını göstererek "Yıllardır gözüm bu kapıdaydı. Türkiye'den gonaklar gelsin diye bekledim. Ne güzel oldu" diye konuştu.
Bahtiyar Vahapzade Ağabey yaklaşık yirmi sene önce bana Bakü'den Eskişehir'e bir kitabını imzalayıp göndermişti. En güzel hatıralarımdan biriydi, bunu anlattım. Sonra Bahtiyar Vahapzade'nin aklımda kalan şiirlerinden okudum, diyordu ki;
“Yaşamak yanmagdır, yanasın gerek
He’yatın me’nası yalnız ondadır ,
Şam eğer yanmırsa yaşamır demek
Onun da heyatı yanmağındadır.."
( Şam, mum demekti)
Bir başka şiirine ise şöyle başlamıştı;
"Kış da bahar, baharda kış,
Selde, suda od gizlidir.
Ak bulutta yemyeşil ot,
Yeşil otta süt gizlidir."
Biz Bahtiyar Vahapzade gibi güzel insanların şiirlerinden mayalandık, dedim ve şiirimi okudum.
Görünen gizlidir kökte,
Dal üstünde sanan benim.
Yıldızlar serpilmiş gökte,
Saymaktan usanan benim.
Gök ekinleri yolanda,
Işık kararır o anda.
Dertler un ufak olanda,
Değirmende dönen benim.
Eğri, doğrulur niyazla,
Ki rahmet gazaptan fazla,
Gökkuşağı şavkır hazla,
Yağmur yağmur dinen benim.
Ümidi ararken keder,
Doğru yanlışla harbeder.
Güneş dünyayı seyreder,
Bakmaktan utanan benim.
Ararım sandım hakkımı,
Çağırdım giden aklımı,
Saçaklarda buz salkımı,
Gerçeklerde donan benim.
Hep sorarım neden, niçin?
Kavrulurum için için,
Dünya döner benim için,
Dünyaya dolanan benim.
Ölüyü bilir yaşayan,
Göğsüm uçana âşiyan,
Dünya taşır can taşıyan,
Can içinde canan benim.
Başka mekâna birleşik,
Yürüyene durur eşik,
Doğum bekler yerde beşik,
Toprakta uyanan benim.
Sonra müze evi gezdik, sohbet ettik. Bahtiyar Vahapzade nin kızı Gülizar Hanım da oradaydı ve ne güzel bir insandı.
Akşam yemekte bize yeniden hoş geldin konuşması yaptılar. Bir arkadaş "bugün Mehmet Akif'i de andık. Benim adım Akif, yanımda oturan arkadaş doktor, onun da adı Akif" deyince bizi davet eden Hayal Rıza Mehmet Nuri Bey'i ve beni kastederek "Bu arkadaşlarımızın da adı Mehmet. İki Mehmet Türkiye'den, iki Akif Azerbaycan'dan. Biz biriz, iki devlet bir millet. " diyerek güzel bir benzetme yaptı.
Şeki'de geceledikten sonra Gökçay'a doğru yola çıktık. Yeşillikler arasından, dağlarla halay çeke çeke gitmeye başladık. Yol, yolcunun durağıydı. Bir an önce de varmalıydık Gökçay'a. Şoförümüz biraz hızlı gidince, yol da sıkıntılı olunca Hayal Rıza şoförümüze şöyle dedi;" Gardaş, biraz yavaş get de gonaklarımıza Azerbaycan'ın ne kadar böyük olduğunu gösterelim."
Ağaçların arasından giderken bir göl çıktı karşımıza. Gideceğimiz şehir Gökçay'dı, göl, yeşillikler arasında muhteşem görünüyordu. Ali Akbaş Ağabey'in o güzel Göygöl şiiri aklıma düştü, demiş ya Ali Ağabey;
"Bir seher vaktinde vardım Göygöl’e
Burda kızlar gül takıyor kâküle
Alev alev bir gül attım su yandı
Sunam derin uykusundan uyandı
Yavaş yavaş araladı perdeyi
Gönlüm göle düşmüş yaban ördeği
Giyip kuşanmaya erinmiş Göygöl
İpekten tüllere bürünmüş Göygöl .
...
...
Bir şiir bıraktım sana hediye
Bu garip yolcuyu unutma diye
Şahidimiz olsun ulu çınarlar
Gün gelir okuyup bizi anarlar
Çınar fısıldaşır pınara söyler
Pınar da üstadım Anar’a söyler
Bu sayede elden ele duyulur
Bizim de adımız şair sayılır."
Gideceğimiz Gökçay Resul Rıza'nın şehriydi. Şiirde adı geçen meşhur yazar Anar, Azerbaycan Yazıcılar Birliği Başkanı idi ve Resul Rıza'nın, Nigar Raifbeyli'nin oğluydu .
Gökçay'a girmeden epey önce bir polis arabası önümüze düştü. Yolda epey hızlı gitmiştik, içimden dedim ki "Adamı işte böyle hizaya getirirler, şimdi hız yap da geç bakalım kolaysa."
Meğer benim düşündüğüm gibi değilmiş. Biz geleceğiz diye önümüze düşüp şehre kadar refakat edeceklermiş. Karşılama merasiminin bir parçasıymış.
Meydanda şehrin İl Başı'sı ve diğer yetkililer, insanlar toplanmış bizi bekliyorlar. Çocukların ellerinde Türkiye , Azerbaycan bayrakları ve güller. Birden bir müzik başladı;
Özbek Türkmen Uygur Tatar Azer bir boydur
Karakalpak Kırgız Kazak bunlar bir soydur .
Bir vatandan bir vatanda idik. Sonra şiirler okudu çocuklar, ellerindeki gülleri bize verdiler. Sonra o gülleri "Ebedi Yaşar Edipler" diye yaptıkları yazarların, şairlerin heykellerinin bulunduğu mekana bıraktık.
Resul Rıza'nın müze haline getirilmiş evinin bahçesindeydi toplantı. Yeşilliklerin içindeki bahçede hemen yanımda bir ceviz ağacı, önümde elma ağacı ve az ileride de bizim eşkara dut dediğimiz bir ağaç vardı.
Yine çocuklar şiir okudu, şehrin ileri gelenleri "hoş gördük" dediler. Türk Dünyası, Turan, Vatan dediler...Allah Türkiye'ye zeval vermesin dediler.
Şiir okuma sırası bana gelince şöyle söyledim.
"Benden önce şiir okuyan bir hanım arkadaşın şiirinde şöyle bir mısra geçiyordu;
'Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz.'
Yaşım altmış bir oldu. Buraya gelmeden dört-beş ay önce de bir kalp ameliyatı geçirdim, o yüzden bana tuz yasak."
Şaire hanım "ben o manada demedim" dedi.
Ben de o manada dememiştim zaten, güldüler.
"Ben burada yabancı bir yerde değilim. Sanki Eskişehir'deki evimden köyümüze gitmiş gibiyim. Şu ceviz ağacı bizim köyde de var. Hatta bir türkümüzde diyoruz ki,
'Cevizin yaprağı dal arasında'
Yine şu eşkara dut, siz ona şahdut diyorsunuz. Bu dut Yesevi ocağından. Yesevi'nin attığı çerağ. Yesevi dergahlarında, Horasan erenlerinin kabirlerinde bu dut ağacından bulunur. Bu dutun bıraktığı lekeyi , yaprağını ezip sabun haline getirdiğinizde çıkarabilirsiniz. Bu da insan isterse kendi kendini temizler demek.
Bu alma ağacı, bizim köydeki tarlanın mevkisinin adı da "Almabağı". Hani bir bayatınızda diyorsunuz;
Alma yanı,
Al olur alma yanı,
Nasıl gabre goyarlar,
Muradın almayanı.
Bu alma ağacının kökü burada, dalı bizim tarlada. Kırgızistan'daki ceviz buradan dal vermiş. Kazakistanda'ki dut ağacının kökleri Türkmenistan'da, Türkiye'de, Azerbaycan'da. Dallar da kökler de bizim. İnşallah daha iri, daha diri olacaklar ve her gün daha güzelleşecek meyvalar verecekler."
Sonra şu şiiri okudum;
Mesela
Gönüle sevgi ekene,
Ark olmak güzel mesela.
Dert öğüten değirmene,
Çark olmak güzel mesela.
Yaşanırken günde sene,
Sevda işlenir desene,
Hoyratça rüzgar esene,
Kürk olmak güzel mesela.
Doğru bürünürse sise,
Söz bitende kılıç kese,
Başındaki Kürşat ise,
Kırk olmak güzel mesela.
Bahar taşıyıp zamana,
Kanatlanmak asumana,
Ben ötesi ol ummana,
Garkolmak güzel mesela.
Ruha sindirsek edebi,
Görünür okyanus dibi,
Kum içinde inci gibi,
Fark olmak güzel mesela.
Şükür,bende ben Yaşatan,
Şükür,tende can yaşatan,
Şiir şiir,vatan vatan,
Türk olmak güzel mesela...
Resul Rıza'nın aldığı ödüller, kitapları, , eşi Nigâr Refibeyli'nin fotoğrafları, eşyaları yer almıştı müze evde.
Bizim burada tanıdığım, evlerine gittiğim, bildiğim yazarlarımızın, şairlerimizin, aşıklarımızın evleri müze olur mu diye düşündüm. Önce yapacak zihniyet lazımdı, sonra da ev. Olmazdı. Ya yıkılmıştı, ya kat karşılığı verilmiş apartman olmuştu. Şerif Aydemir Ağabey'in ifadesiyle "Kime sorsam evinde bir oda eksikti" zaten.
Nigar Hanım'ın ömrü hasretle geçmişti.Doğduğu şehir Gence'nin hasretini çekmişti yirmi iki yıl, hani;
Burdan uzak Gence'di,
Gülü pence pencedi,
Ölüm Allah emridi,
Ayrılık işkencedi
denen Gence'ye.
Sonra eşi Resul Rıza'ye hasret çekmişti yıllar boyu.
Resul Rıza'nın bestelenmiş şiirleri vardı ya; Kızıl Gül Olmayaydı, Sene de Kalmaz, Yalgızam Yalgız .. gibi.
Nigar Refibeyli'de eşinin hasretiyle bir şiir yazmıştı, "Alagöz"
Ala gözlüm, səndən ayrı gecələr,
Bir il kimi uzun olur neyləyim?
Bağçamızda qızıl güllər hər səhər
Tezdən acır, vaxtsız solur, neyləyim?
Nərgizlərin gözü yaşla dolanda,
Bənövşələr baxıb qəmgin olanda,
Qərənfilin gözü yolda qalanda,
Yasəmənlər saçın yolur, neyləyim?
"Əsən rüzgarın da yoxdur vəfası
Düşmüşdür başına özgə sevdası.
Lalənin cırılıb qəmdən yaxası
Saçları pərişan olur, neyləyim?"
Tez gələsən, bəlkə əlac verəsən,
Sünbüllerin saçın yığıb hörəsən-
Çiçəkləri kelib özün dərəsən,
Yolda qalır, baxışları neyləyim?
Çiçəklərin çəkir gözü intizar,
Ayrılıqdan betər dünyada nə var?
Yaz axşamı səni bilki bu Nigar
Həzin-həzin yada salır neyləyim.
Emin Sabitoğlu'da bestelemişti bu güzel şiiri.
Dün bir ağabeyim aradı ağlayarak. "Müslüman Türk Milleti fetihle vazifeli kılınmış, fatih bir millettir, bir yere sıkıştırmayalım" dedi.
Öyleydi. Vatan dua edilecek yer anlamına gelen Ötüken'di. Seyhun, Ceyhun idi, Tuna'ydı.
"Aman Aras, han Aras, Bingöl'den kalkan Aras,
Al başımdan sevdamı, Hazar'da çalkan Aras'"tı.
Mustafa Kemal Atatürk "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir" demişti. Ak, yön olarak batıydı bizde. Vatan Ege idi, Akdeniz'di.
Kerkük'tü, Balkanlar'dı, Cezayir'di, Yemen'di.
"Sazdı, kopuzdu, tardı,
Gün batmayan diyardı " vatan.
Dombraydı, dutardı tel tel bağrımıza bastığımız. Bir kanunun telleriydi dizlerimizde büyüttüğümüz..
Gün gelir zaman göverir,
Günü gelir demir erir,
Bey elçisi haber verir,
Tebriz tüllenir içimde.
Ergenekon'du dağ dağ eriyen, çınar çınar büyüyen, Bey elçisi, Elçibey'di.
Şeyh Edebalı'nın göğsünden çıkan çınardı dünyayı kaplayan. Çınar dallı, Süphan göğüslü yiğitler vatandı.
Kızılelma'ydı.
Turnalardı maviliklere kanat çırpan.
Gök aradığımız tuğlardı.
Dün Nigar Refibey'li Hanım'ın şiir kitabını sipariş ettim Ötüken Neşriyattan, Bahar Neğmesi, bugün gelir. Vakit buldukça da Azerbaycan şarkıları dinledim.
Akşam Yavuz Bülent Bakiler Ağabey'in Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır kitabını bir daha okumak istedim, TRT Müzik'de açık bu arada. Eda Karaytuğ konser veriyor televizyonda. Gözüm kitapta, kulağım Eda Hanım'da. Her söylediği şarkı Azerbaycan şarkısı gibi geliyor bana. Az sonra dedi ki “Benden Alagöz şarkısını beklediğinizi biliyorum.”
Ve Alagöz başladı.
Yahya Kemal "vatan hatıralardır" diyor.
"Gözler, mavidir, yeşildi, eladır ama göz bebekleri daima siyahtır, siyah kalacaktır" demişti Arif Nihat Asya.
Gözler güzeldi, gözler, ufuktu.
Gözler gördüğünden de büyüktü.
Alagöz'ü Gökçay'da dinlemiştik. Alagöz Resul Rıza'nın evinden bizim eve geliyordu sevda sevda.
"Alagöz" vatandı…
Gökçay'dan Bakü'ye dönmemiz lazım, çünkü ertesi günü Türkiye'ye geleceğiz.
Yol epey uzun.
Ganira Paşeyava Hanım bizi davet etmiş, akşam da orada olmamız gerekiyor.
Ganira Hanım Azerbaycan Milletvekili. Tıp, hukuk eğitimi almış. Gazeteci.
Yayımlanmış yirminin üzerinde kitabı var. Türkiye'de de epey kitabı yayımlandı.
Aynı zamanda edebiyatla uğraşır. Şiirleri, hikayeleri var.
Bunları ve daha fazlalarını internet sitelerinden bulmak mümkün zaten.
Bu yüzden ben gördüklerimi , bildiklerimi yazacağım.
Biz misafir gelmesini pek istemeyiz. Şayet gelecekse de yasak savma kabilinden pastahaneden bir şeyler alır misafirin önüne koyarız. Çay yaparız tabi. Bir de misafirin arzusuna uygun tv kanalını açtık mı iş tamam.
Ganira Hanım öyle yapmamış .
Tatlı, tuzlu ne ararsan var. Çayı reçelle içiyorlar ya, çeşit çeşit reçeller. Ayran, büyük bardaklarda çay, kuru yemiş, meyva vs. aklınıza ne gelirse masanın üstünde. Hepsini hane halkı kendi elleriyle yapmış. Etrafında hizmet etmek için pervane oluyorlar üstelik.
Ganira Hanım dünyaya yön veren kadınlarla ilgili bir kitap hazırlamış, basılma aşamasındaymış. Üç cilt olacakmış, yüz kadın yer alacakmış kitaplarda.
Türkiye'de gitmediği iki il, konferans vermediği, konuşma yapmadığı da dört il kalmış.
Bir arkadaşımız Hatay'dan bahsedince "yanlış hatırlamıyorsam Hatay'ın on iki ilçesi var, hepsine gittim" dedi. "Belen, Yayladağı" diye başladı.
"Konya'ya Şeb-i Arus gecesinde gitmem, çok kalabalık oluyor. Daha önce gider bir gece kalırım" dedi.
Sonra şiir okuduk, sohbet ettik. Ganira Hanım'ın ezberinde çok şiir var, onlardan okudu, bir tane de kendi şiirini.
Çok samimi bir ortamdı, vakit gece yarısını buldu.
Elimiz boş gitmiştik ama evden ayrılırken defterimiz, kalemimiz, çantamız ve Azerbaycan Bayrağı desenli bir giysimiz olmuştu.
Bizi ve milletvekillerimizi düşündüm, sonra bir şarkı aklıma geldi;
"Motorcu, futbolcu, petrolcü.."
Öyle değildi şarkının sözleri, sonradan hatırladım;
"Simitçi, kahveci, gazozcu.."
Nakarat kısmı da şöyleydi;
"Şinanay yavrum hoppa şinanay, şinanayda yavrum şinanay nay."
Bir güzel hüküm vardı “Layık olduğunuz idare ile yönetilirsiniz.”
Hz. Mevlana'da "Bir kabın içinde ne varsa dışarıya o sızar" demişti.
Son gecemizdi Azerbaycan'da.
Azerbaycan'dan bir gencimiz telefonda benimle görüşmek, tanışmak istediğini söyledi. Otele gece yarısı gelebileceğimizi, mümkünse sabah görüşmemizin daha uygun olacağını ifade ettim. Sabah beşte hava alanında olması gerekiyormuş, bir toplantı için İstanbul'a gidecekmiş, "inşallah başka zaman" dedim.
Otele gece on ikiye doğru geldik, baktım arkadaş kapıda bekliyor. Gece saat ikiye kadar sohbet ettik. Rica minnet evine gönderdim, yoksa otelden gidecekti hava alanına. İlk defa gördüğün bir kişiydi ama uzaktaki yakının idi. Soydaşındı... Gönüldaşındı…
Sabah eşyalarımı topladım, bavulumu elime aldım, odanın kapısını örttüm. Karşı kapıda kat görevlisi bir hanım seslendi. "Gardaş Türkiye'ye selam götür bizden."
Zaten ağlamaya yer arıyorum.
Eskişehir'den giderken eşe dosta veririm diye bir kaç kutu "met helvası" almıştım evin yanından. Birini de "çocuklarına götürürsün" diye o hanıma verdim.
Yaklaşık yirmi yıl önce Türkiye'de okuyan ama benim döneceğim gün yurt dışında olan bir gencimiz benimle ilgilenmesi ve hava alanına götürmesi için bir arkadaşını görevlendirmişti. Saat onda beni otelden aldı arkadaş, bir kaç saat daha vaktimiz vardı.
Şehitler Hıyabanı'nı, Bakü Türk Şehitliği'ni, Devlet Mezarlığında Haydar Aliyev ve devlet erkanının mezarlarını ziyaret ettik.
Sıra Elçibey'in mezarına gelmişti.
Elçibey diyordu ki;
"Bazen önünü bulutlar kapatsa da biz kutup yıldızının orada olduğunu biliriz."
Yine demişti;
"Hazar yükselince Türk'ün talihi de yükselecektir."
Bu sözü bir şiirimde kullanmıştım.
Rüzgârla işitsem de bin yıl öteden azar,
Suyunu tüketse de Aral'lar azar azar,
Gün gelir Karadeniz, gün gelir Hazar azar.
Şehitler, Devlet Mezarlığı hepsi Hazar'ın kenarında idi ve hepsi Hazar'a bakıyordu.
Yetmişli yıllar, esir Türkler, Doğu Türkistan, Kerkük, Estergon, Tuna.. Elçibey'in kabri etrafında toplanmıştı. Karadeniz bayrak bayrak çırpınıyordu. Kırmızı, yeşil, mavi, beyaz renkler el ele halaya durmuş, yıldız yıldız ışıldıyordu.
Dedem Korkut gülümsüyordu uzaktan.
Dağ dağ Köroğlu, yayla yayla Karacaoğlan vardı türkü türkü.
Sinan Kırım'dan gelmişti, Genç Osman Bağdat'tan.
On beşliler Yemen Yemen oradaydı.
Elçibey Yemen türküsü söylüyordu.
Kaşlar yaysa gözyaşı oktu artık.
Onlarda Hazar'a gidiyordu.
Denizlerin tuzlu olması bundandı belki.
Hayal Rıza şoföre "Biraz yavaş gidek de Azerbaycan'ın ne kadar büyük olduğunu gösterelim" demişti.
Azerbaycan büyüktü.
Türkiye büyüktü.
Vatan büyüktü.
Tuva Türkü bir şair hanıma çocukluğunda ninesi gökteki turnaları göstererek şunları söylemiş;
"Bizim atalarımız da bu turnaların gittiği yere gittiler."
"Bizim eller ne güzel eller" idi.
Ya da
"Allı turnam bizim ele varırsan..."
xxx
Bir müddet sonra maviliklere havalandık.
Göklere tuğ lazımdı..