Babam Kemel Tokayev’in Çocukluk ve Gençlik Yılları*


 01 Kasım 2023


Kemel Tokayev, 2 Ekim 1923 yılında mütevazı bir ailede dünyaya gelir. Babası, kasabanın ağır işleriyle meşguldür, annesi ise ev hanımıdır. Babamın doğum yeri Almatı eyaleti, Karataş ilçesi, Kalpe kasabasıdır. O, ailenin ikinci erkek çocuğudur. Ağabeyi Kasım, Kazak geleneğine göre büyükbabasının himayesinde büyür. Bundan dolayı başka bir soyadına sahiptir. Babamın bir de kız kardeşi vardır.

Babamın anlattığına göre o, çocukluğundan itibaren anne ve babasına her zaman yardımcı olur, ağır işlerin zorluğunu anlar. Babası Toka, mütevazı bir insandır. İşten döndüğü zaman ailesinin yanında bulunur, bitmeyecek gibi görünen mutlu hayatın tadını çıkarır ve her zaman öyle olmasını arzu eder. Eşini ve evlatlarını o kadar çok sever ki o dönemin acımasız zorluklarına rağmen ailesinin ihtiyaçlarını görmeyi kendine borç bilir. Babamın annesi çok güzeldir ve kasaba sakinlerinin dikkatini çeker. Babaannem hem lezzetli yemekleriyle, güler yüzüyle misafirlerini karşılar ve onların gönlünü kazanmayı iyi bilir hem de babamın ailesi güzel ahlakıyla, gönlü açık karakteriyle ve millî değerlere bağlı kalmasıyla kasaba halkı tarafından büyük saygı görür. Fakat babamın tüm akrabalarının hayatı o karanlık dönemde yaşanan tarihsel olaylar neticesinde büyük bir kâbusa döner. Sovyetler Birliği Komünist Partisinin 1927 senesinde XV. Kongresinde alınan kararla ülke genelinde, tarım topraklarının halkın elinden alınıp devletleştirildiği kolektivizasyon politikası uygulanmaya başlanır. Bu karar tüm kasaba ve köylerde ciddi manada büyük sıkıntılar doğurur. Özellikle Kazakistan ile Ukrayna halkları daha önce görülmemiş eziyetler çekerler, tarım toprakları solhoz ve kolhoz olarak iki kısma ayrılır, tüm insanları bu yeni yapılara işçi olarak girmeye zorlarlar. Zengin ve varlıklı ailelere karşı savaş açılır. Cadı avı başlar. Onları uzak yerlere sürgüne gönderirler veya hapsederler hatta pek çoğunu ölüm cezasına çarptırırlar. 

Bu korkunç süreçte asırlarca hayvancılıkla uğraşan Kazak halkı büyük zulme uğrar. Ellerindeki mallara devlet tarafından el koyularak kolhoz ve solhozlarda çalışmaya zorlanır.  Böylece bir anda geçim kaynağı elinden alınan halkımız, Kremlin'den esen fırtınaya karşı dayanamaz. O zaman yönetimde, Moskova'nın Kazakistan'daki balyozu olarak tanınan Lenin ve onu destekleyen bir grup insanın talimatlarını büyük bir özenle yerine getiren, son Rus çarının aile üyelerini katletmekle ünlü Bolşevik liderlerinden biri olan Goloşekin vardır. Çar ailesinin masum üyelerini öldürmekle büyük suç işleyen Goloşekin, XX. yüzyılın başında Orta Asya'nın en kalabalık milleti olan Kazak halkının aydınlarını da acımasızca kıyıma uğratır.

Kolektivizasyon ve Kazak halkının nüfusunu azaltma politikası Kazak soyunun çoğalmasına da telafi edilemeyecek kadar büyük zarar verir. Halkına faydalı olabilecek yüz binlerce insan yok edilir. Tarihin bu en korkunç döneminde halkımızın yarısı kıyıma uğrar. Bu kıyımla birlikte Kazak aydınları da baskı ve zulüm görür. 

Bununla ilgili şöyle bir tarihî gerçeği anlatmak yerinde olur sanırım; XIX. yüzyılın sonunda Rus çarlığının Orta Asya'da yaptığı nüfus sayımında Kazaklar, en kalabalık halk olarak belirtilmiştir. O zamanlar bizler, 4 milyondan fazlaydık. Özbek halkının nüfusu ise 500.000'den çok değildi. Yine bu sayımda Türkleşmiş Tacikler olarak bilinen Sartların sayısı 2 milyon civarındaydı. Kalan bir buçuk milyon Taciklerdi. Kırgızların ise sayıları çok azdı. Bolşeviklerin uyguladığı kanlı baskı yukarıda anlattığım gibi Kazak kültürü ve diliyle birlikte soyumuza da büyük zarar verdi. Bilim adamlarının öne sürdüğü bilgilere göre o dönemde Kazaklar nüfuslarının yarısından fazlasını kaybetti. 

Aslında bu yapay açlık dönemi insanlık tarihinde en büyük trajedi olarak kabul edilir. Bu trajedinin ne siyasî ne de tarihî yönden, maalesef henüz tanımı yapılmamıştır. Bilimsel araştırmalar hâlâ devam etmektedir. Zaman, o korkunç dönemden bizleri ne kadar uzaklaştırırsa uzaklaştırsın, bu tarihî olay hafızalarımıza silinmeyecek kadar derin bir şekilde nakşedilmiştir. Bağımsızlık dönemi yetişen neslin, bizim yerimizi aldıktan sonra, Kazak halkının güzide insanlarını yok etme politikası uygulayan Sovyet politikacılarını sağlam ve ispatlı verilerle kınamasını dilerim.

Sovyet hükûmeti, tüm insanlara karşı dünyada eşi benzeri görülmemiş şekilde baskı uygular. Suçsuz insanlar öldürülür, onların içinde babam Kemel Tokayev’in yakınları da vardır. Onların öldürülmesi kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyük bir korku salar. Ama yine de bundan kitabımda bahsetmek sanırım yerinde olur. 

Elindeki tüm varlığı devlet tarafından zorla alınan büyükbabam, açlıktan ölmemek için anavatanından ayrılmaya karar verir. Malı alınan ve canı tehlikede olan Kazakların çoğunluğu Çin tarafına göç etmeye başlar. Fakat büyükbabam, babamın ifadesine göre, o tarafa gitmekten vazgeçer. Yabancı ülkede yaşamak aile efradı için çok ağır olur ve her şeyden önce vatanla, akrabalarla ilişkiler kesilir, diye düşünür. Bundan dolayı aile efradıyla istişare ederek Kazakları hüsrana uğratan açlıktan kurtulmak amacıyla, bu karanlık dönem geçene kadar şu anda Bişkek olarak adlandırılan, eskiden Frunze ismi verilen şehre taşınmaya karar verir. 

Frunze’ye kadar uzanan yol hem uzun hem de zordur. Buna rağmen onlar çeşitli meşakkatlere katlanarak sağ salim oraya ulaşırlar. Büyükbabam Frunze’de bir Rus'un ev işlerini görerek geçimini sağlar. Rus patronunun büyük evinin yanında bulunan müştemilatta bir odaya ailece yerleşirler. Onlar için en büyük kıyametin yaşanacağı bu evi büyük bir memnuniyetle kabul ederler. Kazak ailesini himayesine alan ev sahibinin adı Yakov’dur, Kazakça söylemek zor olduğundan bizimkiler ona “Jakıp” derler. 

Yetmişli yıllarda babam Bişkek’e gidip o evi görmek istediğini söylemişti. Tabii ki işler zor olunca meşguliyeti arttı. Babam, “Şimdi giderim, sonra varırım.” diyerek Bişkek’e gidemedi ve o evi ziyaret edemedi. 

Bişkek'e yerleştikten iki yıl sonra büyükannem, fakirliğin getirdiği meşakkatlere, insanın dayanamayacağı hayat zorlukları da eklenince hastalanır ve felç olur. Ailesini geçindirmek için tüm gücüyle gece gündüz çalışan büyükbabama, eşinin hastalanması ağır bir yük olur. Umudunu kaybetmeye başlar, artık gelecekten ümidini keser ve canı çok sıkılır. Akşamları hasta yatan eşinin yanında gözyaşı döker. Elinden geldiği kadar onu teselli etmeye çalışır ve büyük bir hüznün gelmek üzere olduğunu hissederek etrafında dolaşan evlatlarına üzgün gözlerle acı acı bakar. Tabi ki ateş onları da yakar ve 1933 onlar için uğursuz bir yıl olur.

O sene gerçekten çok ağır ve kahır dolu bir yıldır. İnsanlar açlıktan ölürler. Günde yüz binlerce insan açlıktan hayatını kaybeder. Diğer taraftan yaklaşan kış mevsimi adeta bir sırat köprüsü gibidir. Fakirler için amansız kış aylarının hiçbir iyiliği müjdelemeyeceği bellidir. Kış ecelinden kurtulamayanların arasında babamın en yakın akrabaları da vardır. Patronuna hizmet eden büyükbabam, bir gün eski çizmesini verip ekmekle takas etmek için şehir pazarına gider. Babam da Kasım amcamla beraber açlıklarını gidermek için bir şeyler aramaya çıkarlar. Yol üzerinde kimsesiz çocukları toplayan polislerle karşılaşırlar, yamalı elbise giyen çocukları polisler yetim ve sahipsiz sanarak arabalarına zorla bindirip götürürler. Çocukların, “Biz sahipsiz değiliz, bizim anne ve babamız var.” diye yalvarmalarına aldırmazlar. Hatta babamın anlattığına göre, yüzünde çiçek hastalığı izi olan polisin birisi, “Sizi su kuyusuna atarız!” diye onları korkutur. Çocuklar ne yapsın, korkularından seslerini keserler. Bir saat sonra onları kimsesiz çocukların toplandığı bir yere getirirler, sonra hemen kayıtlarını yapıp yetimhaneye götürürler. Böylece babam zaten hayatında pek az gördüğü anne ve babasından ayrılarak yetim kalır.

O gün felçli büyükannem küçük kızıyla evinde kalır. Halam kış soğuğunda ısınmak için her zamanki gibi ocağın yanında oynar ve o gün de orada oynarken ayağı kayarak ocağın ortasına tam ateşin üzerine düşer. Yatakta felçli yatan annesi elini uzatamaz ve evladına yardım edemez, ateşte diri diri yanan evladına bakmaktan başka çaresi olmayan ananın yüreği dayanamaz ve birkaç dakika sonra  hayata gözlerini yumar. Bunu uzaktan duyan büyükbabamla Yakov odaya soluk soluğa yetişirler, korkunç manzara karşısında yere yıkılan büyükbabam, eşinin başucunda diz çökerek ağlar ve ondan özür diler. Tam o anda Yakov ocağa su serperek ateşi söndürür ve kızın cenazesini çıkarır. Yakov büyükbabama eşi ile kızını defnetmesi için yardımcı olur.

Sonra kaybolan iki oğlunu aramaya çıkar ama maalesef bulamaz. Kimse çocukların nerede olduğunu söyleyemez, sadece komşu çocuklardan birisi, kim oldukları belli olmayan adamların onları arabaya zorla bindirerek götürdüklerini dili döndüğü kadar anlatır. Az önce eşi ile kızını kaybeden büyükbabamın başına yine bir balyoz inmiş gibidir. Çaresiz kalır, dayanılmaz bir haldedir komşu çocuğunu dinlerken evlatlarını, sanki hırsızlar götürmüşler ya da çocukları köle olarak çalıştıranlar kaçırmışlar, şeklinde anlar. O dönemde bu tür olaylar çok yaşanır.

Evine zar zor gelen büyükbabam artık hayatın manasız olduğunu söyler ve Yakov’dan çocuklardan birisi dönerse sahip çıkmasını rica eder. O gece büyükbabam evi terk eder ve daha  sonra onu kimse görmez. Böylece o, iz bırakmadan kaybolur. 

Babam ile amcam ise kendilerine verilen ekmeğe sevinerek yetimhanenin şartlarına alışmaya başlarlar. Sonra babamın hatırladığı kadarıyla yemeleri için verilen ekmekten tasarruf ederek çantalarında toplarlar. Onların amacı yetimhaneden kaçarak ailelerini bulup açlık döneminde altın değerinde olan ekmeği paylaşarak onları sevindirmektir. Yetimhanede bir aydan fazla kaldıktan sonra babam amcamla birlikte kaçmaya karar verir, sahipsiz dolaşan çocukları polisler büyük bir itinayla aradıkları için ikisinin bir anda kaçması zordur kendi aralarında tek tek kaçmak için anlaşırlar, yaş olarak babam küçük olduğundan yetimhanede kalır, Kasım amcam ise ailesini aramaya çıkar.

Fakat bir hafta sonra amcam karanlığın çöktüğü, çocukların uykuya daldığı bir anda yetimhaneye geri döner, babamın söylediğine göre onun, “Asker Savaşa Gitti” otobiyografik romanında bahsettiği gibi Kasım amcam uyuyan çocukların üzerinden kardeşinin yatağına yaklaşır, babam o anda nedense uykuya dalmış gibi numara yapar. Kasım’ın en yakın dostu olan çocuk, ona fısıldayarak nerede bulunduğunu yetimhanenin yüksek giriş kapısının dışında neler olup bittiğini sorar. Kasım kardeşini uyandırmak istemez ve anne babasını aradığını söyler. Üç gün dolaştıktan sonra oturdukları o hücreyi bulduğunu, Yakov’un annesinin ve kız kardeşinin yaşadığı olayı kendisine anlattığını söyler. Kasım amcam yaşanan o korkunç olayı baştan sona kadar hıçkırıklara boğularak uzun uzun anlatır, babam amcamın anlattıklarını dikkatle dinleyerek sessiz kalır. O, hissettiği korkuyu gizler, pencereden yüzüne vuran ay ışığına bakıp dona kalır, ağlayamaz. Kasım, of çekerek “Bu dünyada artık Kemel ile ben kaldım eğer bana bir şey olursa o zaman Kemel kimsesiz kalır.” der. Maalesef onun dediği olur, dokuz sene sonra Kasım amcam II. Dünya Savaşı meydanında şehit düşer. Kemel Tokayev son dayanağı, tek abisi Kasım'dan ayrılır ve tamamen kimsesiz kalır. 

Üniversite öğrencilik yıllarımda ben babama onun yaşadığı en zor anın hangisi olduğunu sormuştum; “Benim için en zor an abimin ölüm haberini aldığım andı.” demişti. 

Kasım, 1942 senesinin Şubat ayında şehit olur. Babam onun mektubu ile Sovyet ordusunun subayı olarak çekildiği resmi hep saklardı. Resmin arkasında, “Kardeşim Kemel'e hatıra” yazısı vardı. Babam Kasım amcamı rüyasında zaman zaman gördüğünü, onun bir şeyler anlattığını, yer yer kendisine tavsiye verdiğini, hatta hayatın en zor anlarında onu korumak ve kollamak için temkinle uyardığını hep söylerdi. Bazen babama baktığım anlarda sanki Kasım amcanın dirilip geleceğini ümit ettiğini görürdüm. Böyle anlarda “Belki ağır yaralanmıştır da bir hastanede yatıyordur, kim bilir savaşta her şey olur. Ben yaralandığımda Gomel, Omsk, Almatı hastanelerinde ayaksız kalan birçok askerin eve dönmekten vazgeçtiklerini, otobüs ve tren istasyonlarında kaldıklarını çok gördüm.” derdi. Fakat Kasım bir türlü dönmedi, sonra savaş meydanında şehit düştüğünü resmi şekilde bizlere bildirdiler. İşte o günden sonra babam, bu dünyada Tokayev ailesinden yalnızca kendisinin kaldığını çaresizce kabul etmişti. 

Ben adımı hayatımda hiç görmediğim amcama borçluyum. “Jomart” ismini bana, cömert ve gönlü zengin bir büyük adam olmamı isteyen annem, Kasım ismini ise amcamın hatırasını yaşatmak isteyen babam vermiş.

Başka gidecek yeri olmayan Kasım amcam ile babam yetimhanede eğitim görürler. Bir sene sonra Kasım, sınıf belletmen yardımcısı olarak seçilir. Aktif çalışmaları sayesinde kardeşine destek çıkar ve hatta yemekhaneden fazla ekmek almayı bile başarır. Yetimhanede düzgün bir eğitim yoktur, orada bulunan çocuklar birbirinden farklıdır. Bazıları serseri, bazıları yaramazdır. Bundan dolayı Kasım, yetimhanenin müdürüne kardeşinin düzgün eğitim görmesi ve başka bir yetimhaneye yerleştirilmesi için dilekçe yazar. Amcam, akıllı bir insandır ve ileri görüşlüdür. O, hayatta eğitimsiz yaşamanın ne kadar zor olacağını erken çağlarda anlamıştır. Yetimhanenin müdürü bu dilekçeyi kabul ederek onlara destek verir. Belki de müdür, yaramaz çocuklarla baş etmesine yardımcı olan Kasım’dan memnun kalmıştır. Böylece babam, abisi ile birlikte Çimkent Çinko Fabrikasına bağlı yetim çocuklar yatılı okuluna kaydını yaptırır. Orada eğitim görerek ilk defa resmi evrak sayılan sertifikaya sahip olurlar.

Babamın arşivinde, okuldaki arkadaşlarıyla birlikte çekildiği bir resim vardı. Onların arasında sonradan tanınmış yazar olan Amantay Baytanayev de vardı. O, savaş meydanında sol elini kaybetmiş. Bizler kardeşimle çocukluk dönemimizde o adama “Tek elli amca” derdik. Altmışlı yılların başında Amantay Amca bizi sık sık ziyaret ederdi, gün boyunca babamla birlikte oturur, okuldaki öğrencilik yıllarını anarak savaş hakkında uzun uzun konuşurlar, yazarlıkla ilgili fikir alışverişinde bulunurlardı. Ağır yaralanmasına rağmen Baytanayev uzun ve bereketli bir ömür sürdü, ailesi ile doğumunun 80. yıl dönümünü kutladı. Hazırladığım “Azamat” adlı kitapta o, Kemel Tokayev hakkında hatıralarını yazıp paylaşmış ve okulda gördükleri eğitimi, mezun oluşlarını, savaştan sonra devam eden ilişkilerini, hatta yetmişli yıllarda babam Moskova'dan Almatı’ya dönecekken onunla Rusya başkentinde tesadüfen karşılaştığını, ona restoranda yemek ısmarladığını ve parası olmayan babama bilet satın alarak yardım ettiğini uzun uzun anlatmıştı. 

Amcam okuldan mezun olduktan sonra sıhhıye olarak eğitim görür, ondan sonra Sverdlovsk’a tayin edilir. Orada genç subayların hazırlandığı kısa süreli kursu bitirir, müsait olduğu zamanlarda ise kardeşine mektup yazar, onun mektupları basit yazıdan ibaret değildir. Okurunun büyük ilgisini çeker, manası pek derin mektuplardır. Her satırında abisinin kardeşine karşı beslediği sonsuz sevgi gizlidir. Kasım, her mektubunda Kemel'e, dersine büyük bir özen göstermesini ve toplumsal sorumluluklarını yerine getirmede mesuliyet duygusuyla hareket etmesini hatırlatır. O, kardeşine yaramaz çocuklardan uzak durmasını, kendine iyi bakmasını tavsiye eder. Diğer bir ifade ile Kasım, acı bir durumda vefat eden anne babasının yerini doldurmaya çalışıp tüm mesuliyeti üzerine alır. Çalışkan bir öğrenci olan babam, okulda çok başarılıdır. Özellikle Kazak dili ve edebiyatını severek okur. O dönemde Abay’ın sanatıyla yakinen tanışır, ulu şairin Kazak bozkırından neşet eden eşsiz eserlerine hayran olur. Tabii ki bu altyapı onun gelecekte hangi alanda eğitim göreceğini belirler.

Bizim aile arşivimizde babama, okul müdürü ile sınıf öğretmeni tarafından verilen katılım belgesi ile referans mektubu saklıdır. Bu evraklar, okulu başarıyla bitirdiğini tüm derslerde iyi ve çok iyi not aldığını göstermektedir. Babam, sadece Rus dili dersinde orta not alır. Bu da normaldir çünkü o hiçbir zaman Rus dilinde konuşmamış bir kasaba çocuğudur. Babam hayatı boyunca eğitim almaya gayret eden çok çalışkan ve titiz biridir. Okulda kendisine verilen referans mektubunda “Kemel Tokayev, okumaya gayretli, toplumsal hayatta aktiftir, düzen bozukluğuna yeltenmemiştir.” yazar. Yükseköğretim görmek onun başlıca hayalidir. O yıllarda yetim çocukların enstitüyü kazanması mümkün olmayan bir amaç gibidir çünkü onlara yardım edecek kimse yoktur. Babam sadece özgeçmişinde değil karakterinde de iz bırakan korkunç savaştan sonra üniversiteyi kazanabilir. O, harp meydanlarında yer alan kanlı mücadelede zulüm ve acımasızlık hakkında görüş sahibi olan bir delikanlı olarak yetişir. “Eğer savaştan sağ salim dönersem vatanıma, halkıma dürüstçe hizmet edeceğim.” diye kendi kendine söz verir. Savaş meydanında Komünist Partiye üye olarak kabul edilir. Babamın savaşa nasıl katıldığını ayrıca anlatırım şimdi zorluk içinde geçen çocukluk döneminin bazı anlarına geçelim. 

O yıllarda yatılı okullarda okuyanlar ve Sovyet kolektivizasyon döneminde yetim kalan çocuklardır. Onların çoğunluğu uzak kasaba ve köylerden geldiği için aralarında Rus dilini bilen yoktur. Üstelik hepsi öğretmenlerinin sözlerine sonuna kadar inanan saf insanlardır. Öğretmenlerinin eğitim seviyesi de aslında pek yüksek değildir. Onlar da, 7-8. sınıf mezunlarıdır. O dönemde 10 sene eğitim gören lise mezunlarının değeri yüksektir. Onlara bilgili kişiler olarak bakılır. Fakat yatılı okulun genel durumu fena değildir, öğrenciler okul programına uyarak eğitim görürler. Babam okulu bitirmeden önce tarih, edebiyat ve matematik dallarındaki soruları rahatlıkla çözer, bu ise yüksek eğitim görmek için önemlidir. Bununla birlikte o, eğitimine devam etmeyi, herhangi bir enstitüden gazeteci veya tarihçi olarak mezun olmayı hayal eder. Böyle bir hayalin o zamanda gerçekleşmesi kolay değildir. Kasabada yetişen gencin ne kadar gayret ederse etsin, anne babasıyla beraber yaşayan şehirliler gibi durumu da imkânı da yoktur. Üstelik yükseköğretimde Rus dilini bilmemek, “medeniyetin basit gelişmelerine sahip olamamak” büyük bir engel teşkil eder. Babamın dediğine göre o zaman gençlerin en büyük hayali kol saati takmakmış. Günümüzde herkesin takabildiği şeyi o gün takmak babam için de bir hayaldir. 8. sınıfta okuyan öğrenciler ancak saat takabilir ve saatin ne anlama geldiğini bilebilir. Babamın eğitildiği şartlara ve ortama göre o, Çinko Fabrikasındaki işine kanaat etmek mecburiyetindedir. Dolayısıyla büyük hayallerin peşinde koşmayı bırakarak dostlarıyla birlikte ağır şartlarda çalışmaya devam eder. O dönemde fiziksel olarak yeterli olan delikanlıları her türlü ağır işe gönderirler. Okul döneminden itibaren onlara Komünist Partinin ideallerine bağlı, Sovyet halkının lideri Stalin’e sadık kalmayı öğretirler. Sovyetler Birliğine ait uçsuz bucaksız toprakların bulunduğu bölge genelinde yapılan tüm çalışmalar Kremlin’deki diktatörün adı ile birlikte anılır. Doğal olarak gençlerin zihninde “Onların yetim kalmalarından Stalin suçludur.” düşüncesi hâkim değildir. Bu nedenle gençler, sevgili liderlerine eğitim aldıkları için, devlet hazinesinden beslendikleri için müteşekkirdir. Bırakın gençleri hiç kimse, hatta öğretmenler bile, devlet adamları tarafından yapılan yapay açlık, köy ve kasabaların yok edilmesi, milyonlarca çocuğun öksüz ve yetim kalıp sokaklarda serseri gibi gezmesi hatta eğitim gören insanların bir anda günah keçisi ilan edilip sürgün edilmesi ve ardından onların acımasızca öldürülmesi ile ilgili hiçbir soruyu kendilerine sormaya cesaret edemezler. O dönemde gençlerin tümünü Komsomol siyasî gençlik koluna kabul ederek Komünist Partinin prensiplerine uygun bir şekilde ideolojik süzgeçten geçirirler.

Buna rağmen babamın dediğine göre, Sovyet hükûmetine başkaldırıp düşmanlık eden öz babalarına, büyüklerine el kaldıran evlatları zaman zaman öven ve onlara yer yer destek verenlerin içinde kendisine yakın olan dostları yoktur. Nesilden nesile devam eden Kazak gelenek ve göreneğine göre yetişen gençler, bu sapkın ideolojiyi benimseyemez. Kaderin acımasızlığından anne babanın sevgisini duyamamış olan Kazak evlatları, sınıf mücadelelerini kabul etmekte zorlanırlar. Sovyet propagandasıyla genç yaşta şehit olarak yüceltilen ve öz babasını devlete hain diye ihbar eden Pavlik Morozov'un “cesaretine” Kazak gençleri inanmaz. Bunun yerine yetim çocuklara, “Stalin’e başkaldırmak anne babaya başkaldırmakla aynıdır!” sloganı daha inandırıcıdır. Anne babasından sağ iken ayrılan, onların yeniden döneceğine inanan gençler, onlara karşı çıkmak şöyle dursun, onlar hakkında kötü bir söz söylemeyi veya aleyhinde konuşmayı akıllarının ucundan bile geçirmezler. Babam acımasız hayat mücadelesinden dolayı o dönemi hiç anmadı. Fakat suni sınıf mücadelesiyle kurulan toplumun hastalığını hep dile getirdi. 

Yine de babam, yatılı okulda eğitim görmeyi kaderin bir hediyesi olarak algılar. Çünkü yetimhanelerde kalmayaların birçok suça bulaşıp cezaevine gönderilme ihtimali yüksektir. O yıllarda bu tür olaylar çok yaşanır. Yatılı okulda o, hem açlıktan kurtulur hem de kaliteli eğitim görür, sadece anne ve babasını ölümden kurtaramadığını bazen düşünür, hayıflanarak pişman olur. İçine kapanır, adeta kan ağlar. Böyle hüzün dolu günlerde kendisine dayanak olan, toplumsal çalışmalara aktif olarak katılan bir tek abisi Kasım vardır. O, Kemel’i hep ziyaret eder. Elinden geldiği kadar ona yardım eder. Hatta ekmeğini paylaşır. 

Kasım, yatılı okuldan mezun olduktan sonra üniversite okumayı sonra aile yurduna yerleşip kardeşini yanına almayı hayal eder fakat abi ile kardeş arasındaki o ümit dolu ilişkiyi savaş bir anda keser. On sekiz yaşına gelen Kasım, savaş meydanına ilk gönderilenlerden olur. 1939 yılında asker idaresindeki terbiye görevini yerine getiren, siyasî başkanları eğiten kursu kazanır. Babama göre şu fani dünyada birbirine en yakın olan akrabaların ayrılığı kadar ağır bir şey yoktur. Hatta vedalaşırken sohbet etmek şöyle dursun birbirleriyle konuşamazlar bile. Her ikisi de okul önündeki bankta sessizce otururken yıpranmış ayakkabılarına bakarlar. Öyle bir sessizlik üzerlerine çöker ki sanki o anın son buluşma anı olduğunu, bundan sonra artık görüşemeyeceklerini hissederler. O anda Kasım ayağa kalkarak Kemel’e, askerlik şubesine gitmesi gerektiğini ve zamanın daraldığını söyler. Babam onu uğurlamak istese de o, geç vakitte döneceği için karanlıkta başına bir şeyler gelmesinden korkarak kabul etmez. Asil ağabey o anda bile kardeşinin geleceğinden endişe etmektedir. Birbirlerine sımsıkı sarılırlar, sonra Kasım askerlerin bindiği kamyona doğru yürür. Kardeşinin yerinden ayrılmadan kendisine baktığını görünce el sallar, babam onun gözyaşlarını zorla tuttuğunu fark eder. O, Kasım’ın ağladığını daha önce hiç görmemiştir. Babam da abisini son defa gördüğünü sanki hissetmiş gibidir. İçinde değirmen taşı gibi dönen duygular birdenbire onu ağlatmaya başlar, asker kamyonu ayrıldıktan sonra Kemel yurduna varıp yatağına yıkılır. Durmadan ağlar, kendine geldikten sonra yerinden kalkar ve üstünü başını toparlar. Zaman epey geçmiştir, içini kemiren düşüncelerden uzaklaşmak için kendini okumaya verir. Gözyaşının bu anlarda faydasız olduğunu, acımasız hayatta sadece okumak ve çalışmak gerektiğini anlar. Bir buçuk sene sonra kendisinin de savaşa gitme zamanı gelir. On sekiz yaşına yeni basan babam, kısa süreli askerî eğitim kursuna katılır, mezun olduktan sonra faşist saldırganlara karşı kanlı mücadele veren Sovyet ordusunda yerini alır. 

Babamın zaten mutsuz olan çocukluk dönemi böylece umutsuz bir şekilde sona erer. 

                                                             ***

Kemel Tokayev’in hayatı abisini aramakla geçti. Onun bir gün döneceğinden umutluydu. Fakat bunun gerçekleşmeyeceğini, bir hayal olduğunu da zamanla anladı, yine de içten içe belki başka şekilde olacağına inandı, inanmak istedi. Çünkü Kasım Boltayev’in nerede defnedildiği belli değildi, kimse bilmiyordu. Ölüm raporunda da bununla ilgili bir bilgi  yoktu. Sadece “Sosyalist vatanı olan SSCB'yi korurken cesurca şehit düştü.” denilmişti. Uzun yıllar sonra amcamın ölümü hakkında düzenlenen evrakları bulduk, bu çalışmayı Nurtay Abikayev’in başkanlığında Kazakistan Cumhuriyeti Moskova Büyükelçiliği yaptı. Memorial Derneğinin arşivinde Kızıl Asker Politik Başkanlığı Bölüm Başkanı Ordu komiseri Gitarman’ın “Kalinin savaş meydanında siyasî kurul üyelerinden şehit olanları Kızıl asker listesinden çıkartmak” diye bir kaydı bulundu. Bu evrakın ekinden Kasım Boltayev’in ismi bulundu. O, “22 Şubat 1942 senesinde savaş meydanında şehit oldu.” diye kaydedilmiş. Evraktan Kasım Boltayev’in siyasî başkan rütbesi ile 186 No.lu tümeninin 290 No.lu  alayında görev yaptığı anlaşıldı. Biyografisine gelince, “Kasım Boltayev, 1920 yılında Almatı eyaleti Karatal ilçesinde dünyaya geldi. Kazak. Bekâr. 1942 yılından itibaren Komünist Parti üyesi. Kızıl askere 1939 yılından itibaren katıldı. Siyasî görevde 1941 yılından itibaren bulundu.” kaydı vardı. Tver bölgesi, Rjev ilçesi, Tribino kasabasındaki Kardeşler Mezarlığı onun yeryüzündeki son mekânına dönüşmüştü. Bu mezarlık, pek anlaşılmayan sebeplerle savaş hengâmında ve sonrasında gizli tutuldu. Sadece Hruşev’in cemrenin düştüğü dönemde, 1957 senesinde, mezarlığın etrafını düzelterek koruma altına alan Mimar Kazakov’un yaptığı anıt dikildi. Fakat bundan sonra da mezarlıkta bulunan isimler gizli tutuldu ve akrabalarına verilmedi. Ne babam ne de bizler Kasım Boltayev’in nerede defnedildiğini biliyorduk. Amcamızı defneden, merasimini yapan Rjev ilçesi ile Trubino kasabasının idarecilerine ve sakinlerine sonsuz memnuniyetimizi arz ederiz. O, insanlık tarihinde yaşanan en korkunç savaşın daha ilk döneminde cesurca mücadele verip şehit düşen askerlerle birlikte Kardeşler Mezarlığında son yolculuğuna çıkmış, ebedî bir âleme göç etmiştir.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 203. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 203. Sayı