HaftanınÇok Okunanları
Gülzura Cumakunova 1
HİDAYET ORUÇOV 2
Osman Çeviksoy 3
UFUK TUZMAN 4
HUDAYBERDİ HALLI 5
Emrah Yılmaz 6
KEMAL BOZOK 7
O, bana babamdan miras olarak kalan tek hatıradır. Onu özel bir kutuda saklıyorum. O kutunun içinde ondan başka bir de mektup var. Uzak memleketten hediye ile gönderilen o mektubu, ben her gün olduğu gibi tekrar tekrar okuyorum. O mektupta sevgili babamın mezarının etrafına çiçekleri ektiklerini yazıyorlar. O gülleri gidip suladıklarını da yazıyorlar. Ben kendi arkadaşlarıma güveniyorum. Bak babamın ne kadar oğlu var!
Ben arkadaşlarımın gönderdiği mektubu tekrar elime alıp okumaya başlıyorum. O mektubu okudukça benim gözümün önünde sevgili babamın nur yüzü belirmeye başlıyor. Babam ile geçirdiğim tatlı yıllarım, mutlu çocukluğum beni çağırıyormuş gibi görünüyor.
…Öncesinden de otuz kırk evli olan küçücük köyümüz o yıl boşaldı. Adamlar her günkü gibi bir faytona binip bir yerlere gidiyorlardı. Onların nereye gittiklerini biz bilmiyorduk. Ama neresi olursa olsun iyi bir yere gitmediklerini anlıyorduk. Çünkü kadınlar, kocaları faytona binince ağlamaya başlıyorlardı. Yaşlılar ise onları teselli ediyorlardı.
Sonunda o fayton bizim kapımıza da dayandı. Onu herkesten önce annem gördü. O bağrını yırtarak ağlamaya başladı. Ben şaşırdım. Sonra ise annemin ağlamasına dayanamayıp ağlamaya başladım. Babam annemle ikimizi kucakladı.
O annemi sakinleştirmeye çalışınca:
– Haydi, Altıncemal, yeter. Etrafa bir göz gezdir. Giden tek ben değilim sonuçta, dedi.
Ama annem sakinleşemiyordu.
Babamın boynuna sarıldım ve:
– Baba, sen nereye gideceksin, diye sordum.
Babam kendi kocaman elleriyle başımıokşayarak:
– Kısa bir zamana, oğlum! Bir iki günlüğüne şehre işe gidiyorum, demişti.
– O zaman annem neden ağlıyor?
Babam cevap vermedi. O derin bir şekilde nefes aldı ve sustu. O zaman faytoncunun sesi duyuldu. Babam hazırlanarak koyulan eşyalarını alıp bizi bağrına bastı ve çıkıp gitti. Tekerleri zorla dönen eski fayton babamı aldıve yola koyuldu. Atların ayaklarının altından gelen toz göğe kalktı. Fayton çok uzaklaşmadan babam:
– Oğlum, ben hemen geleceğim. Anneni endişelendirmeyin. Beni merak etmeyin, diye seslendi.
Sonra faytoncu atların ilerlemesine bakarak yönünü değiştirdi. Şimdi babam bizden çok uzaklaştı. Onu götüren fayton, ala tozun içinde kaybolup gitti.
Babamı götüren faytoncu sabah erkenden geri geldi. Ben onun yanına koştum.
– Hallı Ağa, nerede babam? O gelmedi mi?
Hallı Ağa atları ayrıştırıp dururken kafasını kaldırmadan cevap verdi:
– Gelecek, oğlum, gelecek. İnşallah tez vakitte gelecek. Onların henüz işleri çok. Haydi, git, atları suya götür gel!
Ben atları suya götürdüm. Ama yol boyunca aklım babamdaydı. Onun nasıl bir işe gittiğini bilmek istiyordum. O önceden de şehre “işim var” diye gidiyordu sonuçta. Ama annem ağlamıyordu. Atları suya götürüp dönene kadar aklım oradaydı. Ben bunu kime sorabilirim ki? Anneme mi yoksa Hallı Ağa’ya mı? Her ne olursa olsun ben bunu Hallı Ağa’ya sormaya karar verdim. Atları fayton arabasına bağladım. Yığılan yoncaları faytonun içine bir kucak dolusu döktüm ve Hallı Ağa’nın yanına gittim. Haberimi verdim.
Hallı Ağa ise:
– Senin gibi bir oğlanın böyle işlerle işi olmaz. Oyununuza devam ediniz, diye sert bir şekilde cevap verdi.
Benim tepem attı. Hemen eve döndüm. Evimizin kapısına geldiğimde bir sürü kadının ah vah ederek oturduğunu duydum. Ben dış kapının arkasında saklandım. Onların konuşmalarına kulak verdim. Hepsinin konusu aynıydı. Ne olursa olsun bir yerde olan savaş hakkında sohbet ediyorlardı. Onu lanetliyorlardı. Ben eve girdim. Kadınlar beni görünce seslerini birden kestiler. Ben annemin koynuna sokuldum ve:
– Anne, o nasıl bir savaş? Kim savaşıyor, diye sordum.
Annem cevap vermedi.
– Anne, söylesene, kim savaşıyor, diye ben onu çekiştirdim.
Annem bana cevap verecekmiş gibi yaptı ve konuşamadı.
Sonra o beni sanki birisi alıp gidecekmiş gibi öyle kucakladı ki birden kemiklerim kırılacak gibi oldu. Sonra benim yüzümden gözümden birkaç kez öptü ve sessizce ağlamaya başladı. Onun gözünden akan gözyaşları benim kazınmış kafama damlamaya başladı. Sonra onlar annemi teselli ederek gittiler.
Kadınlar gittikten sonra ben yine de annemin canını sıkmaya başladım. Sonunda annem bana her şeyi anlattı. Babamın nereye gittiğini ve neden gittiğini söyledi.
Babam gittiğinden beri epey zaman geçti. Artık hasat zamanı geldi. Ben her gün kalkınca büyük yola çıkıyordum ve: “Baba, sen ne zaman geleceksin? Kim bizim hasatlarımızı biçiverir? Baba…”, diyerek bağırıyordum. Sonra ise eve koşuyordum ve annemi çekiştirmeye başlıyordum.
– Anne, söylesene, babam ne zaman gelecek?
Annem ise babamdan gelen mektupları göstererek “Tez zamanda geleceğim.” demiş, diye beni sakinleştirmeye çalışıyordu.
– O tez gelecek, tez gelecek, gelmiyor ki. Sadece yalan söylüyor.
Annem çaresizce benim gönlümü hoş tutmak için her şeyi yapıyordu. Ama olmuyordu. Hatta bir seferinde “babam” diye ağlamayı bırakmayınca annem “belki biraz unutur” diye bisiklet almıştı. Ama onun da ilgi çekiciliği uzun sürmedi. Günün geçmesi yeterliydi. Ta uykuya dalana kadar “Baba, baba!” diye sayıklayarak annemi bezdiriyordum.
Günler birbirini takip ederek geçip gidiyordu. Ben her gün babamı bekliyordum. Ama babam gelmiyordu. Köyde hasat zamanı başladı. Buğdayımızı annemin kendisi biçiveriyordu. Bende yardım ediyordum. Bazen Hallı Ağa ile harmanları dövüyordum. İstediğim gibi olmasa da şimdi eskisi gibi değildi. Bir şekilde kalbim sakinleşmişti. Babamı sürekli anımsayarak anneme de eziyet edip durmuyordum. Babamdan ise bazen mektup geliyordu. O mektubunda “Şimdi savaş bitecek. Ben hemen gelirim”, diye yazıyordu. O savaş denilen şey bitecekti ama bitmedi. Ben artık ikinci sınıfa gitmeye başladım. Okul bizim evimizden çok uzak değildi. Neredeyse üç yüz metre uzaktaydı.
Bir gün okula giderken yolda olan bir olay hiçbir zaman aklımdan çıkmaz.
Benden yirmi otuz adım önde giden çocuklar “Asker geliyor. Babam geliyor!” diye birden bağırmaya başladılar. Ben bekleme alanından gelen askeri gördüm. Onun adımları babamın adımlarına benziyordu. “Babam” diye ona doğru koştum. Onun iki adım yanına gittiğimde babam olmadığını fark ediverdim. Utancımdan ne yapacağımı bilmeden arkama döndüm. Bir baktım ki askere bakan tüm köy ona doğru hareket ederek geliyordu.
O, asker Sapar’ın babası Amanna Ağa imiş. O bir ayağından ağır bir şekilde yaralanınca erkenden bırakılmış meğer. Amanna Ağa’dan sonra köylülerimizden geri dönenler oldu. Ama onlar da Amanna Ağa gibi ya bir elli ya da bir ayaklıydı. Ama benim babam gelmiyordu. Ben çok üzülüyordum. Çünkü babaları geri dönen çocuklar bir gün babalarının yıldızlarını, bir gün ise apoletlerini takıyorlardı. Bazen benim sinirden ötürü boğazım düğümleniyordu. Ama ben ağlamıyordum. Çünkü ben artık annemin söylediği gibi büyük adamdım. Babamın geri döneceğine ise çok inanıyordum. O zaman o yaramaz çocuklar ile mutlaka hesaplaşacağımı biliyordum.
Pamuk toplama zamanı idi.
Ben bir gün evde kitaplarımla oyalanıyordum. Birden kapımızda duran postacıya gözüm kaydı. O, “Oğlum, babandan mektup var.” diye mektubu bana uzattı ve çıkıp gitti. Ben mektubu alıp annemin yanına indim.
“Beyaz altınlı” tarlanın içinden yalın ayak yanına koşup varırken “Anne, babamdan mektup geldi” diye ona sesleniyordum. Benim sesimi duyduğu an tarlanın öbür başında çalışan annem bana doğru odaklandı. O benim yanıma geldi ve elimden mektubu çekip aldı, haldır huldur açmaya başladı. Okumaya başladı.
Birden…birden annemin yüzü bembeyaz oldu. Ruhu gitmiş. Gözlerinin içi kararmış gibi göründü. Mektup ise elinden düştü. Ben mektubu apar topar yerden kaldırdım ve anneme baktım.
Benim mektuptan gözlerimi kaldırmamın sebebi şuydu ki, bir anda annem sallandı ve “Vay” diye şiddetle bağırdı. Sonra ise pat diye yere düştü.
***
Savaş bitti. Köyümüzden gidenlerin bazıları geri dönüp gelmiş, bazıları ise dönmemiş. Köyümüzün hayatı eskisi gibiydi. Ben ise şimdi delikanlı oldum desem de olurdu. Artık beşinci sınıfa gidiyordum. Evdeki işlerin çoğunu ben yapıyordum. Annem ise o günden sonra bir türlü iyileşmedi. O, o zamanda da tarım işine katılmaya çalışıyordu.
Babasız olsan da günler geçip gidermiş. Bir iki yıl önce bunu düşünmek bile dehşet vericiydi. Şimdi ise…?
Şimdi çocukluk dönemimde babamı savaşagönderince, köyde tatlı hayaller kurduğum, önceden de çok göremediğim babam ancak hatıra olarak kaldı. Ama ben o zamanda da vazgeçmedim. Çünkü savaşın bizim aramızdan sadece benim babamı alıp götürmediğini biliyordum. Savaşın önüne set olan babamın yaşayamadığı gençliği benim yaşamam gerektiğini anladım. İşte bu yüzden ben vazgeçmiyordum. Günün yarısını okulda, diğer yarısını ise tarım işlerinde geçiriyordum.
Okulda derslerimde iyiydim. O gün okulda olan olayı desene!
Son derste bizim hepimizi bir sınıfa topladılar. İlk öncelikle müdürümüz konuşmaya başladı. Sonra o, sözü ilçe askerî komiserliğinden gelen vekile verdi. Vekil konuşmayı bitirince bana uzak yurttan gönderilen bir kutuyu iletti.
Toplantı bitti. Biz büyük bir uğultu ile yola çıktık. Oğlanlar benim taşımı aldılar. Ben kutuyu açtım. Onun içinden rengi ile gözümü kamaştıran Kızıl Yıldız nişanı çıkmıştı. Biz şaşırdık. O yıldız, babamın savaşa gittiğinde sinesine taktığı yıldız idi. Ben bunu sonra kardeşlerimin mektubundan öğreniverdim. Ben yıldızı sineme taktım. Çocuklar yıldızıma gurur ile bakmaya başladılar. Yıldızım ise öyle bir ışık saçıyordu ki hatta tüm köyümüzü onun ışığı aydınlatıyor gibiydi.
Çocukluk yıllarım bir zamanlar geçmiş olsa da babamdan tek miras kalan Kızıl Yıldızı, gözümün nuru gibi saklıyorum. Ben onu şimdi takmıyorum. Ama ben yine de onu elime alarak günde bir kere inceliyorum. O şimdi eskisi gibi parlayıp duruyor.
O şimdi de eski yıllarda babamı zaferden zafere alıp götürdüğü gibi beni de öyle zaferlere cesaretlendiren bir savaş şarkısı!