HaftanınÇok Okunanları
KAYNAR OLJAY 1
SALIM ÇONOĞLU 2
Kader Pekdemir 3
İ. M. Galimcanova 4
Kardeş Kalemler 5
Osman Çeviksoy 6
Gülzura Cumakunova 7
Ömrümde ilk defa yabancı bir ülkenin bir kentini görecektim. Doğrusu çok merak ediyor, burası bizim topraklarımıza göre Batıda olduğu için daha gelişmiş olarak düşünüyordum. Yolumuzun üzerinde dağlar ve tepelerin fazla olmadığını görüyor, sanki düz sayılabilecek bir ovada ilerliyorduk. Yolumuzun sağ ve solunda ama uzağında kalan küçük yerleşim yerleri görünüyordu. Gözümün alabildiğince uzanan bu coğrafyaya biraz da dalgın dalgın baktığımın farkındaydım.
Bu duygularla, düşüncelerle ve gözlemlerle yolumuzda gidiyorduk. Kötü sayılmayacak bir yoldan, hatta neredeyse hiç trafiği olmayan bu yoldan sakince ilerliyorduk. Sınırımızdan çıktıktan sonra fazla bir zaman geçmemişti ki yolumuzun üzerinde bazı yerleşim yerlerini gösteren tabelalara rastlıyorduk. Oğlum daha önceden buraları çok iyi bildiğinden bu tabelalardaki yazıların ne anlama geldiğini bize ayrı ayrı açıklıyordu.
İlk olarak, Yunanlıların Aleksandrapoli dediği Dedeağaç’a çok yaklaştığımızı ve buraya uğrayacağımızı söylediğinde birazcık heyecanlanmıştım. Çünkü yabancıların kentleri ile ilgili düşüncelerim, duygularım yeniden canlanmıştı. Yurt dışına kara yoluyla gidip gelen işçilerimiz, gezginlerimiz buraları elbette çok iyi bildiklerinden benim duygularımı tuhaf karşılayabilirlerdi ancak ilk defa yurt dışına çıkan bir insanın duygularını anlamaya çalıştıklarında bana hak verebileceklerini de sanıyorum. Neyse ki bunları düşünürken Dedeağaç’a girdik. Bu arada kente neden bu adın verildiğini de dinliyordum:
Bu topraklar, bu kent bizimken buraya niçin Dedeağaç adı verilmiş?
İnsanlık hayatının bazı alanlarında olduğu gibi, bazen yaşama umutlarından ve beklentilerinden de kaynaklanabildiği gibi yerleşim yerlerine verilen isimlerin çeşitli hikâyeleri olabilmektedir.
Dedeağaç adının da Osmanlı Dönemi’nde kurulan bir Tekkenin dedesinin altında oturduğu ağacın mitleştirilmesi, ona kutsallık verilmesi neticesinde şehrin bu adla anılmaya başladığı söylenmektedir. Yani tarihte yaşanan, yaşanmış olan veya hayata böyle yerleştirilen bir kültürün izlerinin silinmediğine hala rastlanabiliyor.
Tabii ki Yunanlılar tarafından kullanılan Aleksandrapoli adı da, yakın sayılabilecek tarihi bir geçmişteki kendilerince gerçekten başarılı anlaşma neticesine dayandırılmaktadır. Şöyle ki; İkinci Balkan Savaşı’nın sonunda, 1913’te Bükreş Antlaşması ile Bulgaristan’a verilen şehir, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Neuilly (Nöyyi) Antlaşması ile 1919’da Yunanistan‘a iade edilmiş. Bu anlaşmayı yapanlardan biri olan dönemin Yunan Kralı Aleksandrapolis’in adı kentin yeni adı olarak konmuştur.
Anlıyorum ki bu kent tarihti, bizim için de tarihi bir önemi olan tarihimizden, tarihi coğrafyamızdan artık kaybettiğimiz bir yerdi.
Acaba bu şehrin ilk adından dolayı mı duygularımla bu topraklar tanışmış, karışmıştı? Bilemiyor, ayırt edemiyordum. Toprakların gözü olsa ancak bu kadar bana bakabilir, hasretini bu kadar hissettirebilirdi. Yoksa ikinci adıyla bakan ve baktığım şehir sokaklarıyla, caddesiyle, sahiliyle ve sahildeki heykeliyle bu kadar soğuk, bu kadar itici mi geliyordu? Pek bir şey anlayamadım.
Bakımsız ama sakin bir kasaba görümündeki şehrin sahiline yakın bir sokağına arabamızı park ettik. Hayalimde büyüttüğüm kent bu kent değildi. Burası sanki terk edilmiş sokakların şehri gibiydi. Bir sokaktan çıkarak Demokrasi Caddesi adını verdikleri caddeye paralel kirli ve bakımsız sahil boyunca kısa bir gezinti yaptık. Doğrusu böyle olmasına hiçbir anlam veremedim. Dinlenmek için gölgelere sığınan birkaç yaşlı insandan başka kimseler yoktu. Bu güzel ama ihmal edilmiş olduğu açıkça görülen deniz kıyısında bu sakinlik garibime gitmedi desem yalan olur.
Sultan 2.Abdulhamit döneminde 1880 yılında yaptırılmış olan ve şehrin sembolü haline gelmiş Deniz Feneri önünde fotoğraflar çektik, çekindik. Ayrıca bir anlam veremediğim sahildeki heykeli de objektifime kaydettim.
*
Sahilden sonra kentin ara sokaklarında biraz dolaştık. Gerçekten lokantaların bile çoğu kapalıydı. Açık olan bazı kafelerde de ancak bir elin parmakları kadar insan vardı.
Bakımsızlıkları, iş yerlerinin bir kısmının kapalı olması mahzun bir yerleşim yeri görüntüsü sergiliyordu. Sakinlikten öte sanki bir terk edilmişlik görünümü vardı. Hayret etmiş ve buna bir anlam verememiştim. Bu sakinliğin sebebini daha sonra öğrendim. Meğer biz tam da Yunan halkının Siesta dedikleri uyku saatlerine rastlamışız. Siesta saatleri 13.00-17.00 arasında olduğundan, bundan dolayı pek açık dükkân, mağaza göremedik.
Motosikletlerin çokluğu, hatta caddenin birinde onlara büyük bir park yerinin ayrılmış olması dikkatimi çekti. Sebebini oğlumla konuştuğumuzda, onun bu durumun Yunanistan’da yakıtın pahalı olmasından da kaynaklanabileceğini söylemesi aklıma yatmıştı. Gerçekten de yakıt fiyatları yurdumuzdan biraz daha fazlaydı. Fakat daha sonra aynı ülkenin başka şehirlerine de uğradığımda bende daha başka düşünceler de çağrışım yaptı. Terk edilmiş gibi gördüğümüz ama gerçekten artık kaybettiğimize inanmamız gereken Dedeağaç’ı terk ederek tekrar yola düştük.
Bu sırada zihnime bir soru gidip geliyordu: Avrupa Birliği gerçekten Yunanistan’ı birliğin içine dahil etmiş miydi? Bu soru ile yemyeşil ve ıpıssız dağ yollarından ilerliyor, görünürde etrafı seyrediyordum. Fakat bu toprakların, Balkanların yetiştirmiş olduğu şair Sabri Cemil’in “Hıfzı’nın Vasiyeti” şiirinde Bulgarların Dedeağaç’ta yaptığı zulümleri anlatan mısraları olduğunu hatırladım. Not defterime şunları kaydetmişim:
Hıfzı küçük bir çocuk, sekiz dokuz yaşında
Dedeağaç’ta idi, babasının yanında,
Harp açılır açılmaz onun Yusuf ağabeyi
Yazılmıştı gönüllü, Edirne’ye gitmişti
…
Kader öyle değilmiş… Dedeağaç’a Bulgarlar
Kanlar döküp ateşler yağdırarak dalarlar
…
Dedeağaç’tan biraz buruk ayrıldık. Sabri Cemil’in bende bıraktığı birçok çağrışımla uzayıp giden yolumuza sessizce devam ettik.