Batı Trakya Türkleri Hikâyesinde Göç Konusu


 01 Ekim 2021


Edebi eserlerin -birer kurmaca olmalarına karşın- belli çağlara belli dönemlere tanıklık etme gibi önemli işlevleri de vardır... Zaman, mekân, insan ve diğer canlılar, doğa olayları, hayal; burada iç içedirler. Siyasi tarih, belli boyların, toplulukların, beylik ve hükümdarlıkların yaşadıkları, karşılaştıkları olayları, savaşları, yarattıkları uygarlıkları belli ve sınırlı olarak vermekle yetinirken, edebi eserler ta destanlardan çekilerek yürüyen zaman ve değişen mekân içinde insanı, onun toplumla olan ilişkilerini, yalnızlığını, iç dünyasını, olaylar içindeki konumunu ele alır. Belki de insanlığın “gerçek tarihi” edebi eserlerin içinde yer almaktadır.

Homeros'un İlyada destanını okuyanlar bize çok uzak olan o çağlar içindeki insanları etleri, kemikleri, korku ve cesaretleri, acı ve umutları ile canlı olarak içlerinde yaşarlar. İnançları, kâhinleri, savaşın acımasızlığını, aşkları ve kıskançlıkları orada capcanlı yaşar insan. Tolstoy'un Harp ve Sulh'unu okurken savaşın nasıl bir felâket olduğunu ancak o zaman anlarsınız. İnsanı, acıyı orada görürsünüz gerçek anlamda. Yaşar Kemal'in "İnce Memed"ini okumadan feodal düzen içinde yaşanan acıları, haksızlıkları, insanların çektikleri inanılmaz çileleri anlayamazsınız. Kuru, birer haber niteliğindeki bilgiler insan kişiliğinin oluşmasında çok sınırlı bir rol oynar. İnsan diğer insanları tanırken kendini de tanır. Edebi eserlerin insanı derinliğine ve bir yerde saydam bir şekilde yansıtmış olmaları insanın hem kendini hem de diğer insanları derinden tanımalarına yardımcı olur. Bu da az bir şey değildir.

Balkanlarda yaşayan Türklerin edebiyat ürünleri içinde onların yaşamlarını, çektikleri sıkıntıları, özellikle yıllar boyu yaşadıkları ve hâlâ da yaşamakta oldukları göç olgusunun acılarını, buradan kaynaklanan huzursuzluğu bütün çıplaklığı ile ancak edebi eserler içinde görebilir ve yaşayabilirsiniz. Yugoslavya'da yaşayan Türklerin Türkiye'ye göçleri, Bulgaristan ve Romanya'dan yapılan toplu ve zorunlu göçlerin acıları, insanlarda açtıkları derin yaralar bu edebiyatın baş konusu olmuştur. Üsküplü yazar Fahri Kaya'nın "İkindi Güneşi" adlı hikâye kitabında yer alan on bir hikâyenin konusu da göç olayı üzerine kurulmuştur. Fahri Kaya'nın deyimiyle, bu hikâyeler belki de sanat açısından iddialı çalışmalar olmayabilirler ama bunlar birer belge niteliği taşıyan çalışmalardır. Yugoslavya Türklerinin yaşadığı göç acılarını bütün çıplaklığı ve acılarıyla bu hikâyeler içinde görmek mümkündür. 1950'li yıllarda trende Türkiye'ye birlikte yolculuk yaptığımız Yugoslavyalı göçmenlerin çektikleri acıları yıllar sonra bu hikâyelerin içinde duydum, yaşadım.

Bulgaristan Türklerinin çeşitli dönemlerde yaşadıkları acımasız baskıları, yaşadıkları göç olaylarını, Bulgarlaştırma yıllarında yaşamış oldukları insanlık dışı uygulamaları, dayak, öldürme, sürgün ve zorla yurttan kovma olaylarını da yine Bulgaristanlı Türk yazarlarının yazmış oldukları eserler içinde bulmak mümkün. Bulgaristanlı hikâyecilerden Muharrem Tahsin'in, Ahmet Tımış'ın, İslam Beytullah Erdi'nin hikâyeleri içinde oradaki Türklerin çektikleri sıkıntıları, yaşanan göç olaylarını konu alan birçok hikâye bulunmaktadır.

"Rumeli göçleri" Balkan Türklerinin önce Balkanlardaki güvenli yerlere, sonra da Anadolu'ya kaçışının acıklı bir hikâyesidir. İnsanlık tarihinin görmezden geldiği bir insanlık dramıdır. Bu dram bugün de yaşanmaktadır.

Batı Trakya (Yunanistan) Türkleri de yaşamlarını bir göç olgusu ve göç etme düşüncesi içinde geçirmişlerdir. Yaşadıkları topraklara hiçbir zaman kalıcı bir gözle bakamamışlardır. Yüzlerce köy boşalmış, çeşitli dönemlerde toplu göç olayları yaşanmıştır. Şehirlerdeki bazı Türk mahalleleri hatıralarıyla birlikte silinip gitmiştir. Bu göç olayları önemsiz haberler olarak bazı basın organlarında görülmüş olsa bile olayları yaşayanların dışındakileri pek etkilememiştir. Azınlık halkının yaşamış olduğu bu göç olayları 1960'lı yıllardan sonra bazı Batı Trakyalı Türk hikâyecileri tarafından ele alınıp işlenmiştir. Doğal olarak Batı Trakya Türk hikâyeciliğinin ağırlıklı konusu "göç" olmuştur. Bu yüzden dolayıdır ki Batı Trakya Türkleri Edebiyatı, bazılarınca bir "huzursuzluk edebiyatı" olarak adlandırılmıştır. Bu saptama doğrudur. Huzursuz bir toplumun edebiyatı da elbet "huzursuz" olacaktır. Bu hikâyeler içinde başka sorunlar da işlenmiştir ama "göç" konusu her zaman ağırlıkta olmuştur.

Batı Trakya'da "göç" konusunu, hikâyelerinde başarılı bir şekilde işleyen Mücahit Mümin, Rahmi Ali, Mustafa Tahsinoğlu ve Şükran Raif'tir.

Mücahit Mümin, "İsmail Kaçmış", "Nostalji", "Tulumba", "14.30 Yolcu Treni" ve "Yolun Açık Olsun" adlı hikâyelerinde göç konusunu işler. 

“İsmail Kaçmış” adlı öykünün başkişisi, Türkiye'ye ani kaçışıyla en yakın arkadaşını bile şaşırtır. Oysa bu kaçış, uzun yılların bir birikimidir. Artık sabır taşı çatlamıştır. Gelecek kaygısına, umutsuzluğa yenik düşmüştür İsmail. Kendisi ne olmuşsa olmuş, hiç olmazsa çocuklarının geleceğini güvence altına almak istemektedir. Oysa yerini yurdunu bırakıp gitmek zordur. Hikâyenin bir bölümünde bunu açıkça görmek olasıdır:

 

"Birer sigara yakıp susmuştuk. Neden sonra İsmail kadehini kaldırmış, benimkine dokundurarak:

—Hadi şerefe! demişti. İçmiştik.

İkimiz de ayrı ayrı, belki de aynı şeyleri düşünerek yeniden susmuştuk.

Suskunluğumuzu yine İsmail bozmuştu:

—Her gün çevre köylerden bir iki satıp Türkiye'ye kaçanlar varmış. Duyuyoruz. Sen ne dersin, sana göre gidenler mi iyi yapıyor, yoksa kalanlar mı? diye sormuştu.

Bu arada kahveci çalgıdaki plâğı değiştirmiş, yeni bir plâk koymuştu. 

“Gitmek mi zor, kalmak mı zor...” 

İsmail ağlamıştı. 

-Kolay mı sanıyorsun sen, demişti, malını mülkünü satıp çekip gitmeyi!.. 

Anlamıştım. Ağlamasından anlamıştım. İsmail yolcuydu. Yoksa o, öyle bir kaç rakı çekip de ağlayanlardan değildi."

 

"Nostalji" adlı öyküde İstanbul'a yerleşen, işleri iyi giden, ama doktorun teşhisine göre "daüssıla" hastalığına yakalanan Batı Trakyalı genç bir göçmenin yaşamından kesitler sunulmaktadır. Hikâyenin başkişisi, kendilerine bir geceliğine misafir olarak giden eski çocukluk ve gençlik arkadaşıyla hasret giderir. Geçmiş günlerden, anılardan söz edilir. O durmadan memleketten, geçmiş günlerden söz edilmesini bekler hep. İşleri iyidir, ama mutsuzdur, tedirgindir, içinde aman vermez bir boşluk vardır. Memleketi terk etme nedenleri burada da aynıdır. Arkadaşına, ne yapabilirdim, der gibi kaçış nedenini anlatmayı bir görev bilir. Yani mesele, "kendi düşen ağlamaz" meselesi değil; der gibi:

"Köyde bizim evi bilirsin. Piyasa yerdedir. Ama çok eskiydi. İçinde oturulacak gibi değildi. Onu yıkıp altına bir dükkâncık, üstüne de şöyle içinde oturulacak gibi bir ev yapmayı düşünüyordum. Param yetmezse bir iki dönüm tarla satıp yetikleyecektim. Kâğıtları hazırladım, izin için başvurdum. İzin çıkmadı. İki sene uğraştım. Hem de nasıl uğraştım. Çalmadığım kapı kalmadı. Sonunda umudumu kestim. Zaten izin çıkmayacağını bana hissettirmişlerdi. Çaresiz, tarlalarımı, evimi, neyim varsa hepsini sattım; gelip buraya yerleştim. Görüyorsun işte... "

Olayın kahramanı kendisini ziyarete gelen arkadaşına bir şeyler söylemek istemektedir, mutsuzluğunu, huzursuzluğunu, içinde oluşan o korkunç boşluğu anlatmağa çalışmaktadır. Bir ara şunları söyler dostuna:

 

"Memlekette hiçbir şeyim kalmadı, diyordum. Bütün bağlarım koptu. Ama şimdi bana öyle geliyor ki, sanki memlekette bir şeyler bırakmışım. Nasıl anlatayım! Bir parçam, bir yönüm, benden bir şeyler oralarda kalmış gibi!.."

 

Son olarak gittiği doktor tam ve doğru teşhisi koymuştur ona. Senin hiçbir şeyin yok, demiştir. Olay şu. Sen memleketini özlemişsin. Bu hastalığın adı, "Nostalji". Senin anlayacağın; "memleket özlemi". Çıkar bir pasaport, git memleketini gör, arkadaşlarını, eski komşularını, hısım akrabayı... Hiçbir şeyin kalmayacak. Öyle ama kahraman haymatlos (uyruksuz) durumundadır. Memleketini görme olanağı yoktur. Yani hastalığının tedavisi mümkün değildir!

"Tulumba" adlı hikâyede, Dalmacı Mestan Almanya'dan köyüne tatil için gelmiştir. Denize giderlerken çocukluk yılları içinde birçok anısının yer aldığı tulumbadan bir su içmek bahanesiyle arabadan iner. Hanımı, arabada su var, tulumbaya gitmeye ne gerek var, derse de Mestan tulumbanın yanına gider. Orada anılar içinde bulur kendini, zaman ilerler, canları sıkılan çocuklar arabanın kornasını çalarlar durmadan, ama Mestan oradan, anılarının içinden bir türlü sıyrılamaz. Sonra arabanın yanına dönerken çocuklarıyla karşılaşır. Çocuklar sabırsızdır. Hadi, baba, nerede kaldın, derler. Mestan, arabanın yanına gelince, siz gidin denize, ben burada kalacağım, der. Dönüşte beni alırsınız. Kadın kuşkuyla bakar kocasına. Bu adam yaşlandıkça iyice bunuyor, der. Ama Mestan'ın kararlılığı karşısında ses çıkaramazlar.

Baskıların 1974 Kıbrıs Çıkarması'ndan sonra can kaygısı yarattığı yıllarda Batı Trakya Türklerinde bir yerde kademeli göç dönemi başladı. Türkiye'ye göç etmeyi düşünen ailelerden birçoğu, önce bir ayağımız orada olsun, düşüncesiyle evlenme çağına gelen kızlarını Türkiye'ye gelin olarak vermeye başladılar. Bu olay uzun yıllar sürdü, birçok Batı Trakyalı kız Türkiye'ye gelin gitti. Ardından da aileler... Dolayısıyla birçok ailevi sorunlar da yaşandı, göç oldukça hızlandı.

"14.30 Yolcu Tireni" adlı hikâye böyle bir olayı konu olarak ele alıyor. Köyden bir delikanlıyı seven Emine ailenin isteğine boyun eğerek bilmediği, tanımadığı, yaşlı ve dul birine eş olarak gönderiliyor. Hikâyeyi okurken bir suçlu arıyorsunuz; bulamıyorsunuz. Emine bile bu işten bir şey anlamıyor. Öyle, o küçücük tren istasyonunda kendisine giydirilmiş mantosu içinde yanında bulunan anasına, babasına, komşu kadınlara öyle amaçsızca bakıyor, eski günleri, dağları, bulutları ve az bir süre önce yüreğini kıpırdatan Rahmi'yi düşünüyor, kendisini gelin olarak Türkiye'ye götürecek olan treni büyük bir sıkıntı içinde bekliyor.

“Çapa çapalarken ya da tütün kırarken Emine görürdü. Tirenler gelir, tirenler geçerdi. Emine bazan çapasına dayanarak, bazan da tirenin gürültüsünü uzaktan duyunca elindeki pastalı yere bırakıp ellerini beline dayayarak durur; tirenlere bakardı. Vagonların pencerelerinden başlar uzanır, Emine’ye el sallarlardı. Anası kızardı. “Sen işine baksana hınzırın kızı” diye patırdardı. Emine düşünürdü. “Nereden gelir, nereye gider bu insanlar?” Ama bir kez olsun içinden duymamıştı, aklının ucundan bile geçirmemişti; bir tirene binip de uzaklara, çok uzaklara gitmeyi.”

Emine bir karanlığa, bir bilinmeze doğru yolculuğa çıkmak üzeredir. Baba da kaygılıdır bu arada. Kızını çok düşünceli bir durumda görünce, içinden, "acaba yanlış mı yaptık" diye sorgular kendini. Emine, kendiyle evlenecek olan adamın fotoğrafına bakarken orada, Çavuşların Rahmi'yi görür. Nedenini anlamadan ağlamaya başlar. Bir yerde 14.30 Yolcu tireni umutsuzluğa doğru bir yolcuyu taşıyacaktır.

Rahmi Ali'nin, başta "Muhacir Osman" hikâyesi olmak üzere "Zor İş", "Bir İstanbul Yolcusu", "Tütüncülerin Gelini", "Otobüsü Beklerken", "Benim Dünyamda Sen" adlı hikâyelerde "göç" konusu ağırlıklı olarak işlenirken "4 Numaralı bekleme Kulesi", "Barba Nikola ve Kızı Sultana" adlı hikâyelerinde de göçle ilgili bazı izler görülür.

"Muhacir Osman" adlı hikâyede, Yunan İç Savaşı yıllarında ölümle burun buruna gelen ve kurtuluşu Anavatan Türkiye'ye kaçmakta bulan binlerce insandan birinin yaşamı konu edilir. Muhacir Osman çok sevdiği karısının mezarını oraya diktiği kırmızı bir gül ile bırakarak yanına küçük kızını da alır ve gizlice Türkiye'ye kaçar. İzmir'e yerleşir. Kızını bir yere evlâtlık olarak verir. Orada tek başına yaşam mücadelesi verir. Simitçilik yapar. Ama aklı hep doğduğu topraklardadır. İzmir'i, oturduğu Çimentepe semtini hiç gözü tutmaz. O, memleketindeki kaynarcaları arar hep. Tarlalardaki ağaçları, arkadaşlarını...

 

 "... Muhacir Osman!.. Denizin uçsuz bucaksız ufkundaydı gözleri ve durmadan soruyordu:

-Hasan Çavuşlar’ın tarlasının başındaki kaynarca durur mu? Buz gibiydi suyu... Salardık içine bostanları... Ama yoktur artık. (Sonra bir umutla soruyordu yine.) Yoksam durur mu yerinde? Bazı memleketlilere sorarım, kimi yok der, kimi var. Konuşurlar karı gibi..."

 

Sonra arkadaşlarını, sevdiklerini belli etmeden sorup soruşturur. Kendisini ziyarete giden delikanlının babası en yakın arkadaşıdır. Onu sorar. Gizli bir gönül bağı olan Sığırtmaç Recebin karısı Raife'nin hastalığıyla ilgilenir. Ama sözü çok sevdiği karısına bir türlü getiremez. Yüreğinin yangın yeridir orası. Hasreti, acıları boğazına düğümlenmiştir:

 

"... Osman Aga ağır ağır döndürdü başını bana doğru. Dudakları kıpırdadı. Son sözünü söylemeye hazırlanan bir idam mahkûmu gibiydi. Güçlükle yutkundu.

—Karaçalılar... Mezarlığın sağ üst köşesinde çok karaçalı vardı bir zamanlar... Gene var mı?..

Hanidir bekliyordum bu soruyu. Hazırlıklıydım.

—Karaçalı ne gezer orda? dedim. Büyük bir gül ağacı var. Öyle güzel açıyor ki...

Elini uzattı.

—Ver bana o gâvurun cıgarasından, dedi. Sert olsun. İsterse yaksın gırtlağımı!.."

 

"Zor İş" adlı hikâye -adı üstünde- göç etme, yerini yurdunu bırakma, evini barkını, tarlalarını satma düşüncesinin bile göz yaşartıcı zorluğunu dile getirir. Ne ki, inanılmaz baskılarla hayatları karartılmış bu insanlar artık bu çok sevdikleri, bir türlü bırakmak istemedikleri bu yerleri, evlerini, barklarını gözyaşları içinde bırakmak zorunda kalmaktadırlar. Gelecek karanlıktır. Ev yaptıramazsın, tarla-taban almana izin vermezler, çocuklarının geleceği karanlık; hiçbir hayat güvencen yok; üstelik konu komşu almış başını gidiyor. Evler tarlalar satılıyor... İşte hikâyenin kahramanı Mehmet bu koşullar içinde direnmeye çalışıyor. Acılar içinde kıvranıyor. Ne yapsın Mehmet. Karısı da haklı… İkide bir konu komşunun evlerini, tarlalarını satıp Türkiye'ye kaçmaya niyet ettiklerini hatırlatıyor kendisine; biz ne yapacağız, ne duruyoruz, der gibilerden. Mehmet de hep bir iç hesaplaşması içinde sürekli huzursuz.

(Gitmek kolay Ayşe. Sat-savur; götür paranı filâncaya, git al istediğin yerden, istediğin zaman. Her şeylerini, neyin varsa yükle arabaya; korkma, denize banyoya gider gibi git. Ne kolay değil mi? -Canım sen de öyle ters ters konuşma. Elbette kolay değildir yuva bozmak. Değildir, ama görüyorsun durumu. Ne yapalım, sen söyle! Cümle âlem nereye; biz de oraya. Bu kadar kişiler gitti Türkiye’ye; onlar nasıl gittiler? —Gittiler, ama; nasıl gittiklerini git onlara sor. —Peki, hadi gitmedik, diyelim, ne yapacağız burada? —Canım, çok mecbur kalınca biz de çeker, gideriz ne yapalım? Biz de satarız tarlamızı, herkesler gibi bir arsa da biz alırız; olmaz mı?)

Mehmet'in de bu ısrarlar karşısında olaya aklı yatmaya başlar, ama o anda küçük kızının konuşmaları aklına gelir:

(Baba, bu çayırı Rumlar bizden alabilirler mi? Bu kaynarca da bizim mi baba? —Küçük kızı, sarı sarı çiçekleri toplayıp geliyor, dizine oturuyor- Baba, bunları satarsak evleri de satar mıyız? Baba, sonra kim oturacak bizim evlerde? Boncuk da burada mı kalacak?  Baba, evleri satarsak tabakları alırız, çeşmeyi alırız, benim çizgi taşımı da alırız; değil mi baba? —Alacağız kızım, her şeylerimizi alacağız...)

Mehmet, dayanamaz artık. Yok, yapamayacaktır. Evini, tarlalarını satamayacaktır. Öylesine zor iştir bu. Ve tam anlaşmak üzereyken masadan kaçıp gider, tarlalarını satın almak isteyen baba-oğul Yunanlıları orada bırakır…

 

"Bir İstanbul Yolcusu"

"Durmuşların Arif’in bugün hiç mi hiç neşesi yoktu. İçinde anlaşılmaz bir sıkıntı. Köyden E. Turizm Acentesi’nin önüne gelinceye kadar Türkçe-Rumca karışımı zevksiz bir müzikle kafasını şişiren şoförün parasını öderken içinden sövdü, saydı; bavulunu alıp diğer yolcuların arasına girdi. 

Acentenin önü eşya doluydu yine. Yolcuların bazıları içerde bilet, pasaport işlemleriyle uğraşıyor, bazıları yakındaki fırına gidip sıcak bir şeyler alıyor, bazıları ayaküstü konuşup gülüşüyor, bazıları da bir köşeye çekilip gizlice gözyaşlarını siliyorlardı..."

 

Böyle başlıyor " Bir İstanbul Yolcusu" adlı hikâye. Arif neşesizdir. Yolculardan bazıları ağlamaktadır. Burada da bir göç, bir hasretlik havası vardır. Yolcular, içlerinde bilinmez dertler, sıkıntılar taşımaktadırlar. Arif de bu yolculardan biridir. Küçük kızını cahil bırakmamak için gurbet ellere, Türkiye'ye okumaya göndermiştir. Çünkü buradaki Türk ortaokullarında siyasi nedenlerle öğrenci kıyımı vardır. Bu topraklarda kızının okuma şansı yoktur. Bu yüzden katlanırlar bu sıkıntılara. Uzak yer. Kızının hastalandığını haber verirler kendisine. Bütün gece gözlerine uyku girmez karı-kocanın. Arif hemen yollara düşer. Ama bir kâbus içindedir. Bu kâbusu her an yaşamaktadır.

 

"Bir yolun kıyısında oturuyorlardı karısı ile birlikte. Esma yolun kıyısında gelincik çiçekleri topluyordu. Birden koyu bir bulut belirdi gökyüzünde. Ortalık karardı. Önce bir gürültü duyuldu yolda. Büyük bir araba hızla geliyordu. Baktı, Esma yolun tam ortasında duruyordu. Arif bağırmak istiyor, bağıramıyor, koşup kızını kurtarmak istiyor, ancak bir türlü yerinden kımıldayamıyordu. Karısı ileri atılmış, araba son hızla yolun ortasından gelip geçmişti. Arif kaza yerine koşmuş, çocuğunun bir sıvı halinde akıp toprağa karıştığını görmüştü. Hiçbir kurtulma ümidi yoktu. Korkuyla bağırmış, kendi sesinden ürkerek uyanmış, bu korkunun etkisinden aylarca sıyrılamamıştı. “Esma, yavrum, geliyorum!” dedi kendi kendine. 

—Yolculuk nereye delikanlı? 

Arif baktı; yanında birileri, yaşlı bir adam oturuyordu. Güleç yüzlü bir ihtiyar… Küçük, mavi gözlerinde tatlı bir sevgi... Arif ihtiyara bu kez gülümseyerek baktı. 

—Kusura bakmayın, dedi, dalmışım. Nereye gittiğimi sormuştunuz, değil mi? İstanbul’a gidiyorum. Başka nereye gideriz biz? Ya İstanbul, ya Bursa, ya da İzmir! Ya sen? Sen nereye gidiyorsun böyle? 

İhtiyar, araba hız aldıkça daha da rahatlar bir hal almıştı. Gözleri uzaklara daldı, gitti. Sonra kendi kendine konuşur gibi anlatmağa başladı: 

—Torunumu görmeğe gidiyorum. Bu yaştan sonra gezecek halimiz mi var bizim? Ama ne yapacaksın! Gözümde tütüyor şeytan. Hep aklımda. Konuşması, yürümesi, gülmesi...

Otobüs akıp gidiyordu Dedeağaç’a doğru. Şoför bir bant koydu. Gurbet, hep gurbet üstüne… Arif’in iyice canı sıkıldı. “Ulan” dedi, “Ulan edepsiz dünya!” Bir sigara yaktı, ihtiyara da bir tane verdi."

 

"Tütüncülerin Gelini" adlı hikâyede bir "gizli aşk" konusu ağırlığı hissedilse de burada da "göç"ün uzaklaşmanın acı izlerini görürüz. Hikâye, gurbetten selâmı gelen bir eski sevgilinin hatırlanmasıyla başlar, anılar iç içe geçer. Duyguların, bakışların, düşüncelerin oluşturduğu mutlu günlerden oluşan bir tatlı anılar dünyası. Ve hikâye kahramanını bu tatlı anılar dünyasından koparan "son"lar…

“... Sonraki yaz aynı umutlarla dönüyorum köye. Bütün kış içimde taşıdığım o acıya razı olarak. Elimde bavulum, yorgunluğumla savaşmağa çalışarak sizin kapıya doğru bakıyorum. Kapılar kapalı. Üstünde kocaman bir kilit… Kapının önünde otlar bitmiş. Yüreğimde bir sıkıntı... Annem, köyde olup bitenleri anlatırken Tütüncülerin Türkiye’ye göçtüklerini söylüyor. İçimde bir karanlık… Tütüncülerin gelini yitirdiğim güzel bir kuş olup uzaklara, çok uzaklara gidiyor...”

"Otobüsü Beklerken" adlı öyküde de gurbetliğin, hasretliğin acıları, kaygıları işleniyor. Otobüs durağında Türkiye'den gelecek olan oğlunu bekleyen bir babanın gergin anları: 

“Mehmet, o an kendini iyice çaresiz hissetti. Boşandı boşanacak nerdeyse. Bu çaresizliğine canı sıkıldı. Aptallık etme, Mehmet, dedi. Kendini böyle koyuverirsen ne olacak. İşte çocuk biraz sonra geliyor. Dersleri iyi. Evimiz, tarlamız var. Çok şükür, ailemiz içinde herhangi bir sağlık sorunu yok... Öyleyse... Bir sigara daha yaktı. Başka şeyler düşünmeğe çalıştı, olmadı. Gözleri otobüsün döneceği o köşede... Ve çocuğunun yorgun, üzgün hali... Gidip şehrin merkezinde bir tur atsa... İster misin araba gelsin, çocuk kendini bulamasın... Yo, yo, olmaz...”

Mehmet'in işleri pek kötü sayılmaz, ama çocuğun okuma hayalleri, burada okumasına şans tanınmaması çocuğun gurbete gönderilmesine neden olmuştur. Anne, baba evde hasretlik yüzünden huzursuzdurlar. Görünmez bir karanlık kaplamıştır aileyi. Çocuk olaylardan habersiz bu sıkıntılar içinde, yolculuklar içinde uyuklamakta, sevinmekte, özlemektedir. Oğluna kavuşan annenin sevinci ise bambaşkadır. Artık içlerindeki o karanlık bulutlar dağılmıştır geçici bir zaman için de olsa. Bu karanlığın dağıldığını somut olarak da görmek ister: 

“Kadın gitti, evin tüm ışıklarını yaktı. Kendi kendine, oğlum geldi, dedi. Uzaklardan geldi. Bu hanede bu gece karanlığın yeri yok!”

"Benim Dünyamda Sen" adlı hikâyede yazar, bir lise ya da üniversitede öğrenci olması gereken bir kızı sıradan kişilerin eğlenip oyalandığı düğün salonuna yakıştıramaz, onu düğün salonundan alır, kendi dünyasına götürür. Okulda, sporda, hemen her şeyde başarılı bir kızdır artık Meral. Her şeyde, her yerde başarıdan başarıya koşar. Ona yakıştırır bunları. Onu öyle bu şekilde görmek ister. Ama bir gün acı bir gerçekle karşılaşır yazar. "Göç" olaylarının mekânı olan bir otobüs acentesinde o kıza rastlar. Düşündüklerinin, hayal ettiklerinin tam tersi bir durumda bulur kızı; üzülür, umutları kırılır birden. Kızı, yıkıma doğru giden bir göç dalgası içinde görür:

 

" Baktım, bir araba durdu tütüncü kulübesinin biraz ilerisinde. Şoför indi önce. Ardından sakalları uzamış, boncuk mavisi gözleriyle bir adam. Bir de yaşlı kadın. Feracesi içinde yaşlı bir görünümü vardı. Sonra da gri pardösülü, eşarplı, uzun boylu bir kadın... Karım dürttü. “Baksana,” dedi, “salonda gördüğümüz uzun boylu kız değil mi o? Çok benziyor!”

 

Evet, sendin. Yüzün soluktu. Sıkıntılıydın. Sanki biraz da yaşlanmış gibiydin. Omuzların çöküktü. Öylesine koyuvermiştin kendini. Bir sigara daha yaktım. Kadın kısmı kılı kırk yarar. “Aa, dedi. Baksana parmağına. Nişan yüzüğü var. Demek nişanlanmış.” Nişanlanmış olmana sevindim. Ama neden bu değişiklik? Sen böyle değildin. Giyimi, kuşamı, boyanmayı severdin. Düğün salonlarının gözdesi, neşesi sendin. Hep sen vardın dillerde. Canlıydın. Yaşam doluydun. Oysa şimdi ne kadar sönük bir halin var. Kıpırda biraz, nişanlı bir kız böyle mi olur? Belli ki düğününüz olacak. Eşyalarınız çok. Üzüntün salt ayrılık yüzünden olsa keşke…

 

Meral!..Üzdün beni Meral. Üzüldüm durumuna. Diyorum ki, gene de her şeye karşın sarıl yaşama. Güçlükleri yenmeğe çalış. Yaşamak istediklerimizin kaçta kaçını yaşıyoruz ki... Boş ver. Öyle koyuverme kendini. Gül, gülümse biraz. Giy o mavi, parlak şortunu, atletini. Koş, uzun, sağlam bacaklarınla. Tempo tutup bağırsın seyirciler hep birlikte:

“Mee-ral!.. Mee-ral!..”

Gittin Meral. Büyük bir otobüs aldı götürdü seni. Bir el bile sallamadın. Benim istediğim, belki de senin lâyık olduğun bir yer değildi gittiğin yer. Elden ne gelir, sana, güle güle, demekten başka.

“Güle güle Meral!”

 

 Mustafa Tahsinoğlu da bazı hikâyelerinde göç konusunu işlemiştir. "Vize" ve "Şerefede" adlı hikâyeleri "göç" konusunun ağırlıklı olduğu hikâyelerdendir.

Tahsinoğlu'nun, "Şerefede" adlı hikâyesinin fon müziğinde kırk yıl önce yaşanmış bir aşk hikâyesinin özlemini dinlermiş gibi olsak da ön plana çıkan gerçek, yine göç olayıdır, bu göç olaylarının getirdiği acılar, ayrılıklar, yıkımlar ve ölümlerdir. Hikâyenin kahramanı olan Hoca, Ürpek'te (1890'lı yıllarda ) doğar, Kavala medresesinde okur, Kırcaali'ye, Mestanlı'ya gider... Kır beş yıl sonra da İskeçe'de ilk hocalık yaptığı köye yeniden döner. Bu dönüşe kendi de şaşar. Ama nedeni bellidir.

 

"Bu yaşta bu köye hoca olarak neye gelmişti. Sanki içinde saklı bir umudu vardı. Herkesten gizlediği, bazan kendine bile söylemek istemediği. Gizli bir şeyler onu bu köye çekmişti..." Hikâyede bu sır daha sonra sır olmaktan çıkar. "Bahçedeki kadın şimdi havluyla kurulanıyordu. (...) Dudaklarından Leyla diye hafif bir sesleniş çıktı, elinde olmayarak. Acep abdest alan o kadın Leyla mıydı?"

 

Rumeli insanı yerinde yurdunda rahat değildir hiçbir zaman. "Hazan yaprağı" gibi oradan oraya savrulur.

 

"Kendi Birinci Balkan Savaşı'ndan sonra memleketine gitmiş, babası da Kavala'dan dönmüştü. Etraf durulunca, ama ne durulmak... İkinci Balkan Savaşı'ndan sonra Tuna boylarına gitmişti..." 

 

Her savaş sonrası bir göç dalgası yaşanmış Balkanlarda. Hikâyede bu göç dalgalarından izler de var:

 

"Dedesi anlatmıştı. Doksan üç Harbi'nde Lofça'yı terk etmişler, bin bir güçlük ve zorluk içinde, kış kıyamet, yaya olarak İskeçe'ye inmişler. Orada Tavşan Geçidi limanı başındaki ovada, on binlerce kişi vapur beklemişler, kendilerini Anadolu'ya geçirecek. Hatta yolda, Ablası Nefise'nin hamile kızı, anne, dayı, siz gide durun, ben şu çalının ardında doğurur, sizlere yine yetişirim, demişti. Hemen oraya çalının ardına, karların üzerinde çömelmişti. Kalış o kalış, bir daha da kendinden haber alamamışlardı..."

 

"Vize" adlı hikâyede de bir insanlık dramı yaşanır. Kızlarının üçü de Türkiye'de bulunan yaşlı bir karı-kocanın yalnızlık acıları.

 

"... Fakat bu oda, bu mutfak birçok anıyı, rahmetli ile geçirdiği ve hiç unutmak istemediği o yalnız geçirdikleri yılların anılarını saklıyordu. O anılarla dolu idi. Koskoca dünyada baş başa, evlâttan, torundan uzak, sessizce birbirlerine destek oldukları yılların anılarını. Geceler boyu o da (rahmetli de) bu odayı doldururdu. Saat on bir mi, kalkar, ona hapını uzatır, su getirir, al bakalım, iç şu hapını, derdi. Gözüne uykunun girmediği gecelerde, saati ona sorar, o da yanındaki çakmağı el yordamı ile bulup çakar, yanındaki saate bakar, söylerdi. Bilirdi ki, o da uyanıktır. Kendisi gibi uyuyamamıştır. Kesin, o da çocukları, torunları düşünüyordur. Üç çocuk sahibi ol, sonunda böyle yapayalnız kal..."

 

Daha da acısı kızları ve torunları, ölüm döşeğinde olan ana-babalarını Türkiye'deki Yunan Konsolosluğu "vize" vermediği için göremezler. İnsanlar göç ederken çile çekmişlerdir. Yollarda çile çekmişlerdir. Ölüm döşeğinde bile uygulanan baskılar yüzünden insanlar birbirlerine hasret gitmişlerdir. Göç, baskı yüzünden yaşanmış, hasretlerin birbirlerine kavuşamamaları yine baskılar yüzünden olmuştur. Mustafa dayı, gözleri tavana çakılı, belki de evlâtlarını son kez görür umuduyla ecelle boğuşmuştur. Ama kızlarına vize verilmemiştir. Ölümünden sonra gerçekten hastalık var mı, diye soruşturmaya gelen bir polise komşu kadının verdiği yanıt bir öfkeyi dile getirir gibi görünse de, bu söyleyiş, insanlığın zulme karşı bir haykırışıdır.

 

" Söyle ona, Mustafa dayıyı görmek isterse mezarlığa gitsin! Anladın mı? Vizesi de onun olsun, izni de..."

 

Şükran Raif de "Bir İstanbul Yolcusu" adlı hikâyesinde, Batı Trakyalı çocukların Türkiye yolculuklarını, gurbet acılarını ve hasretliklerini dile getirir. Her yıl yüzlerce öğrenci okumak umudu ve amacıyla gurbet yolculuğuna düşmüştür. Yaşadıkları ülkede okuma olanakları yoktur. Eğitimde de inanılmaz baskılarla karşı karşıyadır Azınlık. Çocuklarını okutmak isterler, ama batı Trakya'da bu, mümkün değildir. Çocuklar cahil kalmaktadır. Anne-babalar her türlü güçlüğü göze alarak çocuklarını küçük yaşlarda Türkiye'deki okullara göndermektedirler. Zor bir şeydir bu; ama bir yerde kaçınılmazdır. Bu çile çekilecektir. Yazar, birlikte yolculuk yaptığı küçük bir çocuğun gurbet acılarını yüreğinde duyarken yıllar önce kendi çocukluk yıllarında yaşadıklarını anımsar.

 

"... On iki yaşımdan itibaren yalnız başıma yaptığım sayısız yolculuklarımı düşünüyorum. İlk kez orta öğrenimim için on iki yaşımda olmama rağmen, Deli Niko'nun taksisi ve yaşlı bir tanıdığın yol arkadaşlığıyla nasıl tek başıma İstanbul'un yolunu tuttuğumu, annemin ve babamın gözü yaşlı arkamda nasıl kaldığını ve benim taa... İstanbul'a kadar, bütün yol boyunca nasıl ağladığımı tekrar yaşıyorum."

 

Çocuk, yanında bulunan yolcuya duyduğu güven ve çocukluk duygularıyla uyumuş, kalmıştır. Yazar, çocuğu uyandırır, çocuk Keşan'da kalır. Otobüs tekrar İstanbul'a doğru yol almaya başlayınca yazarın aklı arkada kalır:

 

"Gözüm, önümde uzanan yola, yüreğim Keşan'da bırakılan çocuğa takılıp kalıyor."

 

Rahmi ALİ 

 

(Bu inceleme yazısı, Şafak Dergisinin 144. sayısında “A” takma adıyla yayımlanmıştır)

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 178. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 178. Sayı