Bayrağın Gölgesinde


 01 Temmuz 2025

(Xudafərin – Cebrayıl / 2020 Sonbaharı)


“Derler ki…”
Bir zamanlar Aras Nehri’nin iki yakasında köprüler sadece toprakları değil, kalpleri de birleştirirdi. Ve bu köprülerin en kadimi, en mukaddesi Xudafərin idi. On birinci yüzyılda Selçukluların elleriyle kurulan bu taş köprü, asırlardır zamanın ve zulmün karşısında dimdik durdu. Ama onun en büyük sırrı taşlarında değil, taşıdığı bir kadının bekleyişinde gizliydi.
O kadın… adı Sara idi. Sara, Xudafərin’in ruhuydu. Derler ki bir zamanlar o da bizim gibi etten kemikten bir insandı. Gençti, güzeldi, sevdalıydı. Kalbini Gence’den gelen bir askere, Fetali’ye vermişti. Ama savaş onları ayırdı. Bir sabah, kara haber gibi gelen bombalar köprüyü parçalarken, onların kaderini de iki yakaya ayırdı. O günden sonra Sara, ne evlendi ne de bir adım uzaklaştı köprüden. “Fetali döner.” dedi hep. Ve bekledi. Her sabah bir mendil bağladı çınarın dalına, her gece köprünün taşlarına alnını koydu. Köprü yıkılsa da o yıkılmadı. Zaman Sara’yı yaşlandırmadı. Çünkü onun yüreği taştan değil, bekleyişten yapılmıştı.
Derler ki, Xudafərin düşman eline geçince, o köprüyü Sara korudu. Ruhuyla, duasıyla, aşkıyla…
Ve yıllar sonra… Sonbaharın bir sabahında… Bayrak yeniden dönünce… Xudafərin konuştu.
Aras Nehri sessizdi. Yıllardır kimsesizliğe direnen su, o sabah başka akıyordu. Cebrayıl toprağı, uzun yıllar sonra ilk kez bir milletin ayak seslerini duydu.
Teğmen Murad, Azerbaycan ordusunun genç subayıydı. Gözlerinde hem zaferin yorgunluğu hem yılların hasreti vardı. Elinde üç renkli bayrakla, Xudafərin’in taşlarına yaklaştı. Komutanın sesi telsizden yankılandı:
“Burası Xudafərin! Şehitlerimizin, mazlumların, bekleyenlerin yeri… Bayrak gönderde dalgalansın!”
Murad, köprünün ayakta kalan sağlam kemerine tırmandı. Bayrağı iki eliyle göğe kaldırdı. Rüzgâr, adeta köprünün taşlarını değil, bir halkın sabrını okşuyordu.
O an, taşların dibinde bir kadın sessizce çömeldi. Yaşlıydı ama dimdikti. Başındaki yazmayı çözdü, alnını köprünün taşına koydu.
“Hoş geldin oğlum,” dedi. “Hoş geldin… Fetali.”
Murad irkildi. “Nene, ne dedin?”
Kadın hafifçe gülümsedi. “Seksen yıl beklemişim bu anı… Gel de anlatayım sana ne demek Xudafərin.”
Kadının adı Sara idi. Yaşını bilmiyordu. Zamanla dost olmuştu, onu saymıyordu artık.
“Ben bu taşların arasında doğmadım ama burada bekledim, burada sevdim, burada veda ettim.” dedi. Ve anlatmaya devam etti.
1918’di. Ermeniler köylerini basmıştı. Aras’ın karşı yakasından kaçarken, Sara ailesiyle birlikte Xudafərin’e sığınmıştı. Köprü hâlâ dimdik ayaktaydı. O taşların ortasında onu bekleyen biri vardı: Fetali.
“Gence’den gelmişti. Harbiye’de eğitim almış, Osmanlı subaylarıyla omuz omuza çarpışmıştı. Ama kalbi... kalbi bendeydi. Benim için Aras’ı geçerdi, köprünün altında çınarın gölgesinde bana türkü söylerdi.”
Sara gülümsedi, gözleri uzaklara daldı.
“Fetali bana ilk kez Xudafərin’in tam ortasında ‘Ben seninle vatanı bir tuttum.’ demişti. ‘Senin gülüşünle bayrak açılır, senin susuşunla yemin ederim.’ derdi.”
Onların aşkı, zamanın karşısında büyümüştü. Geceleri gizlice buluştular, bir mendile karanfil sarıp birbirlerine verdiler. Köprünün taşlarında sarıldılar, çınarın dibine umutlarını gömdüler.
“Nikâhımızı bile çınarın altında kıydık, Murad. Sadece ben, o ve yıldızlar vardı. O gece bana annesinin yadigârı yüzüğü taktı. ‘Ne olursa olsun, bunu çıkarma.’ dedi. ‘Bu yüzük varsa, ben yaşıyorum demektir.’ ”
Ama o sabah… sabah başka doğdu. Top sesleriyle uyandılar. Ermeniler köprüyü hedef almıştı. Fetali karşıya geçecekti, “Sara, ben hemen dönerim, sen saklan.” dedi. Ve bir daha dönmedi.
“Ben o sabah taş kesildim. Yüzüğü hâlâ parmağımda, ama Fetali köprünün öbür yakasında kaldı. Duydum ki çatışmada vurulmuş, ama cesedini hiç bulamadılar. Belki esir düştü, belki o günden sonra başka bir kimlikle yaşadı... Ama ben her sabah o çınarın altında onu bekledim.”
Sara gözlerini kapattı. Gözyaşı akmıyordu. Sanki her damlası yıllar önce Aras’a düşmüştü.
“Bu köprü bizim kavuşamadığımız nikâhımızın şahididir, oğul. Ben onun geliniydim. Bu taşlara gelin duvağımı serdim. Ve hiç kalkmadım buradan.”
Rüzgâr, Aras’ın yüzeyini bir anne gibi okşarken yaşlı kadın gözlerini uzak bir noktaya dikti. Konuşurken sesi hem bir ninni gibi yumuşak hem de içindeki yangını saklayamayan bir ezgi gibiydi.
“Buralarda onu ilk kez Xudafərin’in kıyısında gördüm. Üzerinde asker üniforması vardı. Gömleği açıktı, kolları sıvalıydı. Aras’ın suyunu tutar gibi toprağa eğilmişti. Yanağındaki bir çizik, gözündeki kararlılıkla yarışırdı. Ben elimde mendil, su almaya inmiştim. O, ‘Su değil, ses getirdin bana’ dedi…”
Murad soluksuz dinledi.
“O zamanlar daha Sara idim. Sade, genç bir kızdım. Ama o günden sonra ben… başka bir şey oldum. Gölgesi düştü üzerime Fetali’nin. Her sabah aynı yerde buluşurduk, taş köprünün ortasında yürürdük. Mendilime karanfil bağladı. ‘Eğer ölürsem, bunu Aras’a at. Aras beni bulur.’ dedi. Atmadım... Çünkü dönmesini bekledim.”
Yaşlı kadının sesi titredi.
“Köprüde evlendik biz. Şahit Aras’tı, nikâh memuru çınardı. Sabahına çatışma çıktı. Komutanı çağırdı onu. Son bir kez dönüp bana baktı. O bakış... İnsanın içinde asırlık bir yangın başlatır. Bir daha dönmedi. O gün bugündür bekliyorum... Hem onu hem bayrağımızın yeniden o taşlarda dalgalanışını.”
Murad’ın boğazı düğümlendi. O sırada telsizinden bir çağrı geldi. Komutan onu merkeze çağırmaktaydı.
“Ben dönerim. Bir yere gitme, n’olur.” dedi Murad, ayağa kalkarken.
Sara tebessüm etti. “Zaten gidecek yerim yok. Ben artık Xudafərin’im.”
Murad birkaç dakika sonra geri döndüğünde, çınarın altı bomboştu. Ne yaşlı kadın… Ne bastonu… Ne mendili… Sadece taşın üstüne bırakılmış eski bir karanfil kurusu ve küçük, işlemeli bir yüzük vardı.
Rüzgârla Aras yine konuşuyordu. “Sara buradaydı... Ama şimdi göğe karıştı.”
Xudafərin Köprüsü'nün üstünde birden rüzgâr coştu. Gökte kuşlar bir daire çizdi. Aras’ın suları hüzünlü bir ezgiyle aktı.
Ve tam o anda… Azerbaycan bayrağı, yıllar sonra ilk kez Xudafərin’in taş köprülerinden birinde gururla dalgalandı. Gök, sabahın en parlak ışığını Sara’nın beklediği noktaya döktü. Bir ışık huzmesi yükseldi. Sanki Sara, o mendili, o karanfili, o yüzüğü göğe teslim etti.
“Bekledim... Sevdim... Korudum. Şimdi sıra sizde, evlatlarım.”
O ışık, Aras’a karıştı. Sara artık yalnız bir kadın değil, bir toprağın duası, bir bekleyişin efsanesi, bir vatanın ruhuydu.
Ve Aras nehri yavaşça akmaya devam etti.
Bayrak hâlâ rüzgârla konuşuyordu.
Xudafərin… Yeniden doğuyordu.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 223. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 223. Sayı