HaftanınÇok Okunanları
Ayşe Solmaz 1
ERKUT DİNÇ 2
ZEHRA TAŞDEMİR 3
KEMAL BOZOK 4
Emrah Yılmaz 5
ANAR 6
FEYZA TUĞÇE FIRAT 7
Enbekşi’nin ortaokulunda benim dışımda da çevre köylerden gelen Dağlı (Balkar / Malkar) gençler okuyordu. Ben onlarla tanışarak arkadaş oldum. Biyaslan, Hacımurat, Asker gibi delikanlılar sadece başarılı değil, aynı zamanda okuldaki her türlü kulüp faaliyetleri ve komsomol çalışmalarına da katılıyorlardı.
.... Yıllar yılları kovaladı. Onuncu sınıfa geldik. Bir gün Abdurrahmanov öğretmenle birlikte bir genç subay sınıfa girdi. Bizler onun asker kıyafeti ve omuzlarında yıldızlı rütbelerine imrenerek, hevesli bakıyoruz. Kızlar ise içlerini çekip, onun tıraşlı parlak yüzü ve yakışıklılığından kendilerini alamıyorlardı.
“Bu delikanlı askerlik şubesinden geliyor”, diye açıklama yaptı Abdurrahmanov. Abdurrahmanov sadece öğretmen değil, aynı zamanda partinin okul temsilcisiydi.
Subay güler yüzüyle her birimizle selamladı. Daha sonra o bu yıl için askere çağırılacak adayların listesini hazırladığını söyledi.
“Askerlik yapacak, kutsal vatan borcunuzu ödeyecek yaşa geliyorsunuz”, dedi subay. Onun bu sözleri karşısında bizim çocuklar gururlandı. Sınıftaki kızların nazarında da değerimiz bir kat daha arttı. Kendi kendimize yetişkin erkekler gibi göründük. Kanatlarım çıkmış gibi hissettim. Askere gidersem sürgünün utancından kurtulurum diye düşündüm. Bu büyük bir şanstı. Sınıfta öğrencilerle iyi geçinen arkadaşlardık. Elbette aramızda bana yan gözle bakanlar da vardı: “Bunları Kafkasya’dan boşuna mı kovdular sanıyorsunuz?” derlerdi. Bu sözleri duymamak için değil askere, cehenneme bile gitmeye hazırdım.
Bir kez sınıfımızda Katipa adındaki güzel bir Kazak kızına gönlümü kaptırmaya başladım. O da bana sevgisini hissettirmeye başlamıştı. Bizim bu durumumuzu fark edenler, “Sen kimi sevdiğini biliyor musun?”, diyerek, Katipa’ya ters bakmaya başladılar. Bununla yetinmeden durumu anne ve babasına yetiştirdiler. Babası kolhozda parti temsilcisi olarak çalışıyordu.
Babası da: “Sen Kafkaslı eşkıyadan başka sevecek adam bulamadın mı?” diye kızını sokağa çıkararak, insanların gözü önünde dövmüş. Annesi ise okula gelerek, beni müdürün odasına çağırtarak, ite, eşeğe söylenecekleri bana söyledikten sonra gitmişti. Ondan sonra Katipa ile birbirimizi sevmek bir yana, göz göze gelmeye korkar olduk.
... Subay pardösüsünün cebinden bir kâğıt çıkardı ve bizim sınıftan askere çağırılacakların isimlerini okudu. Benim adım nedense söylenmedi. Kan beynime sıçradı. Kulaklarım uğuldamaya başladı.
“Benim adım listede neden yok?” diye yerimden kalkarak, subaya sordum. Herkes bana baktı.
“Soyadını söyler misin?” diye sordu subay.
“İzbirov”, dedim.
Askerlik şubesi subayı listeye tekrar baktı. Fakat o benim adımı ve soyadımı listeden bulamadı. Şaşırdı.
“Bu çocuk Balkar”, dedi Abdurrahmanov subaya dönerek.
Baştan söylesene onu, diyerek, subay kâğıdını tekrar pardösüsünün cebine koydu.
“Biz Çeçen, Balkar, Karaçay… Bunları askere almıyoruz.”
Söyledikleri yüreğime öyle bir oturdu ki, dilim tutulup, hiçbir söz söyleyemedim. Kendimi sınıfımızda benden aşağı, benden yoksul insan yokmuş gibi hissettim. Ayakta dururken yerin dibine girmek istedim. Daha çok da kızlardan utandım. Onların gözünde ben kendimi ayakları elleri zincirlenmiş mahkûm gibi hissettim.
“Benim vatanım yok!” dedim. Bundan fazlasını söylemeye nefesim yetmedi. Üzülerek sınıftan çıkıp gittim.
Yurda gidip yatağıma uzandım, hıçkıra hıçkıra ağladım… Fakat işin zor kısmı ertesi gün başladı. Benim hakkımda okulda disiplin kurulu toplandı. Beni de oraya çağırdılar. Öğretmenlerin asık yüzlerle, yere bakarak oturduklarını gördüm. Başı dik böbürlenerek oturan tek kişi Abdurrahmanov’tu. Ben kapıdan girince iki gözünü bana dikti. Abdurrahmanov çok şey söyledi, “Halk düşmanı” diye başladı, “ajana” kadar bana yakıştırmadığı suçlama kalmadı.
“Hepimize “Vatanım yok!” diye haykıran bu adam, tam bir vatan hainidir! Yüce başkanımız Stalin de, canımız kadar sevdiğimiz parti de bize her an dikkatli olmayı öğretti. Dikkatimizi bir an başka yöne kaydırınca, işte bu önümüzde dikilen fesat gibi içimizdeki düşmanlar, kıl kurdu gibi kıpırdamaya başlarlar. Bunun kim olduğunu bugüne kadar hiç birimiz fark edememişiz. Böyle bir körlük için parti bizi affetmeyecek…
Kısacası bunu mahkemeye vermek lazım. O işi kendim yapacağım. Bugün kasabaya götürerek, özel büroya teslim edeyim, orada buna hemen bir yer bulurlar”, diye bitirdi sözünü parti sorumlusu. “Mahkeme”, “Özel büro” denilen sözleri duyunca, yüreğime bir korku girdi. Önce aklıma annem geldi. Benim dışımda da yeteri kadar baş ağrısı vardı. Onun çatlamış, pürüzlü ellerine bakan altı çocuk vardı. Onlar açlıktan ağladığında yedinci olarak o ağlardı. Şimdi o benim tutuklandığımı öğrenince yüreği kaldırmaz.
“Sen fazla abarttın”, dedi okul müdürü Abdurrahmanov’a. “Biz bunu mahkemeye versek ne kazanacağız? Kalbi kırılınca insan söylemeyeceklerini de söylüyor. Ondan ise İzbirov huzurumuzda hatasını kabul etsin, bu işi burada kapatalım.”
“Evet, öyle yapalım!” diyerek, öğretmenlerin bir kısmı hemen müdürü destekledi. Ben de biraz rahatladım.
Fakat Abdurrahmanov’un hoşuna gitmedi. Ateşten gömlek giymiş gibi oldu.
“Bu nasıl iş? Eşkıyayı mı koruyorsunuz? Onun için siz de parti komitesi önünde cevap vermek zorunda kalırsınız!” diye kükredi.
Öğretmenlerin de, okul müdürünün de Abdurrahmanov’dan çekindiklerini hissettim.
“Eee ne istersen yap”, diye, müdür disiplin kurulu toplantısını bitirdi.
Abdurrahmanov yatakhanenin at arabasını hazırlattırıp, beni ona bindirdi ve kasabaya doğru yol almaya başladık. Benim kaçacağımı sanarak, iki kolumu da arkadan iple bağladı. Yatakhanedeki çocuklar da sınıf arkadaşlarım da ardımdan bakakaldı. Asker, Biyaslan, Hıysa ve bazı Dağlı çocuklar, soluk soluğa arabanın arkasından koştu. Abdurrahmanov atları hızlı sürdüğü için çocuklar bize yetişemedi.
Yolda giderken her türlü düşünceler aklımı karıştırıyor. Tutuklanacağımdan en ufak kuşkum yok. Pancar tarlasında çalışan bir kadını “Stalin ölünce, bizi tekrar vatanımıza gönderecekler” dediği için tutuklayarak izini bile buldurmamışlar. “Benim vatanım yok” demek herhalde ondan daha az bir “ihanet” sayılmasa gerek. “Kaç yıl verirler?” sorusu bir türlü aklımdan çıkmıyor. Okulum yarım kaldığı için de çok üzülüyorum. Sıkı ipler kollarımı acıtarak, çaresiz bıraktı.
“Ağay, kollarım çok acıyor. İpi çöz. Ben hiçbir yere kaçacak değilim”, diye Abdurrahmanov’a yalvardım. O ise kollarımı çözeceğine arkama geçerek kamçısıyla 2-3 kez başıma vurdu. Kalbim “pat” diye patlayacak hale geldi. Bu dakikadan itibaren her türlü kötülüğü elimden gelse, ardıma koymadan yapacak hale geldim!
Abdurrahmanov nedense özel büroya gitmeden, arabayı KPSS (Sovyet Sosyalist Komünist Partisi) binasının yanında durdurdu. O beni önüne katarak, içeriye soktu. (Onun Kasaba Komünist Partisi’ne neden gittiğini o an anlayamamıştım. Partiden de aferin alarak, gitmek için yolunu değiştirdiğini sonradan anladım). Abdurrahmanov beni de bileğimden tutarak, uzun koridordan biraz yürüdü. Kızıl kromla kaplanmış kapıyı açtı. Masanın arkasında oturan genç kadın yazdığı işini de bırakarak, Abdurrahmanov ile bana hayretler içinde baktı.
“Aytbayev yerinde mi? Ben onunla çok önemli bir konu hakkında konuşmak için geldim!” dedi Abdurrahmanov kadına. Aytbayev’le yüz yüze tanışmasam da, onun kim olduğunu duymuştum. O, kasabanın Parti birinci sekreteriydi. Kapıda yazan adı da gözüme takıldı. Kabul odasında oturan kadının ise onun özel kalemi olduğunu anladım.
“Aytbayev yerinde. Bu çocuk da kim? Kolları neden bağlanmış?” diye sordu özel kalem.
“Halk düşmanını yakalayıp getirdim!” dedi Abdurrahmanov böbürlenerek. Kadın tamamen hayretler içinde kalmıştı. Bana doğru korkarak baktı. Hiçbir şey söylemeden yerinden kalkarak, birinci sekreterin odasına girdi. Az sonra odadan çıkıp, Abdurrahmanov’a “girin” dedi. Abdurrahmanov elindeki kamçısının sapıyla beni ensemden iterek, odaya soktu. Beni kapının yanında bırakıp, kendisi Aytbayev’e doğru yürüyerek önünde başını eğip, onun elini iki eliyle birden sıkarak, selamlaştı. Abdurrahmonov ona hal hatır sormaya başladığında Aytbayev:
“Bu çocuk kim?” diye onun sözünü kesti. “Kollarını çöz. Ayıptır. Sen polis değilsin ya!?”
“Onun kollarını çözemeyiz! Kaçıp gider. Bu halk düşmanı! Onun bizim okulda bulunmasından dolayı çok huzursuzum. Fakat ne yapalım, partimiz huzurunda bundan sonrası için dikkatli olmaya çalışırız. Okulda olanları tam olarak sana da anlatarak, gideyim diye uğradım. Bunu mahkemeye vermeye karar verdik. Bu çocuk Malkar eşkıyası” diye Abdurrahmanov benim hakkımda tüm yalanlarını acımasızca söyledi.
Aytbayev bakışlarını masadan ayırmadan onun anlattıklarını sabırla dinledi. Bense, kapı kenarında, sinirimden içimi kemiriyordum. Abdurrahmanov’un her sözü, başıma taşla vurmuş gibi canımı yakıyor, içimi acıtıyordu.
O anda Allah geldi aklıma. İçimden: “Ya Allah, böyle bir alçaklıkla beni neden sınıyorsun?”, diye geçirdim.
“Bana en çok dokunan ise, müdürümüz de, bazı öğretmenlerimiz de bu eşkıyayı korumaya kalktılar!” diye Abdurrahmanov sözlerine tekrar başladı. – Sanırım siz onlarla özel konuşacaksınızdır. Hayır demezseniz bu konuyu ben üstlenip, Parti bürosuna şikâyet dilekçesini verebilirim. Tamamen müdürümüze güvenmiyorum. Bu eşkıyayı okula yatılı olarak fakir diye o almıştı…
Parti temsilcisi Abdurrahmanov söyleyeceklerini bitirip, Aytbayev’e böbürlenerek baktı. Ama birinci sekreter nedense ona cevap vermek için acele etmedi. Yerinden bile kıpırdamadı. Meraklı gözlerini masadan bile ayırmadı. Kendi kendine konuşur gibiydi. “Şimdi beni hapishaneye götürmeleri için emredecek” diye içimden geçirdim.
Bu dakikalar bana daha önce olmadığı kadar uzun geldi. Bıyıklarını ısırarak oturan Abdurrahmanov yine bir şeyler ekleyip, başımı hapishaneden çıkmayacak hale getirecek diye içimden korkuyordum.
Biraz sonra Aytbayev kafasını masadan kaldırdı. Bana baktı. İçim titredi.
“Sen “Vatanım yok” diye söyledin mi?”
“Söyledim”, dedim sonrada kendimi tutamadım ve ağladım.
“Ağa beni askere neden almadılar? Arkadaşlarımdan beni neden ayırıyorlar? Neden yabancılaştırıyorlar? Benim ne yanlışım oldu?”
Aytbayev yerinden kalkarak, Abdurrahmanov’a:
“Çocuğun ellerini çöz”, dedi.
Abdurrahmanov istemese de ipi çözdü. Yeniden canım içime girmiş gibi hissettim. Aytbayev yanıma yaklaştı ve başımı okşamaya başladı:
“Adın nedir?” diye sordu.
“Cagafar.”
“Cagafar can, askere de gidersin. Merak etme o zamanlar da gelir”, dedi.
Babam gibi konuşarak, yüreğimi yumuşattı. Aytbayev’in boynuna sarılarak, kucaklamak istedim.
“Çocuğun peşinden dolanıp, durmayın bırakın okusun”, dedi Aytbayev parti temsilcisine. Abdurrahmanov’un alt dudağı sarktı. Bense, dünyanın en şanslı adamı gibi mutlu oldum.
Odadan sevinçle çıktım. Kabul odasındaki özel kaleme “Rahmet size! Rahmet!...” diye, birkaç defa tekrarladım.
“Ne için rahmet?!”
“Sana da bu binada çalışan herkese de bin kez rahmet!” diye, dışarı çıktım. Binanın bahçesinde Hıysa, Hacımurat, Biyaslan, Asker ve başka Dağlı çocuklar toplanmıştı. Onları görünce moralim yükseldi. Onlar, çevreleyerek beni kucakladılar. Doğduğumuz dağların kuytusuna sığınmış gibi hissettim!..
O günlerden beri çok uzun zaman geçti… Uzaktaki Kazakistan aklıma düştüğünde Aytbayev’in kutlu yüzü göz önüme geliyor. Stalin’in karanlık dünyasında insanlığını kaybetmemiş yetkililer de vardı.
Aytbayev ise o temiz yürekli komünistlerden biriydi. Zor anımda Allah’ın onu benim karşıma çıkarması şansımdı!