HaftanınÇok Okunanları
Ayşe Solmaz 1
FEYZA TUĞÇE FIRAT 2
ZEHRA TAŞDEMİR 3
NIKA ZHOLDOSHEVA 4
Emrah Yılmaz 5
HİDAYET ORUÇOV 6
KEMAL BOZOK 7
Beş çeşit malımız var, biri domuz; Ekilebilir arazilerde sürü hâlinde güdüyoruz.
(Kolhozlaştırma dönemindeki bir halk türküsü)
– Domuz, bizim köye tarım
reformu ile beraber geldi,
diye başladı hikâyesine bir
zamanların zooteknist, kolhoz
yöneticisi, daha sonraları
ustabaşı olan, bugünün
köy aksakallarından Kaben.
– Evet, önce bakir toprakları
işledik. Dağ içinde kalan bizim
kolhoz, en sonuncu olarak.
İlçe çapında ele alındığında
bile. Yukarıdan gelen
talimat, iki bin hektar. Bizde
ise bin değil, milyon hektar
yer var ancak tarıma elverişlisi
iki yüz bile etmez. Yine de talimatı yerine
getirmek gerek. Dağ başını, taşları kayalıkları
deviremezsin. Sorguç otu ve yavşanı bol olan
tepeler, saban dişinin dört parmak kalınlığında
geçebileceği toprakların hepsinde, ufak
taşları ile sarı toprağı birbirine karışarak oylum
oylum uzunlamasına, yol yol çift sürüldü.
Buralara nice tohum, bizim köyün kıt kanaat
geçinen halkını yarım yıl boyunca besleyebilecek
tonlarca saf buğday ekildi. Tabii ki kendi
ellerimizle değil. Yüz doksan kilometre mesafedeki
Narın’dan, daha da uzaktan teknik
donatımı fazla olan ilçe, il merkezlerinden,
eğer doğruysa hatta ta batıdaki ülkelerden
gelen Rus, Ukrayn, Beyaz Rus delikanlıları ile
kızları. Tıkır tıkır çalışan nice
traktörler, ecel dişleri sırıtan
pulluklar, demir memesiyle
yere sürten mibzerler ve
yakıt, su, yük taşıyan nice
arabalarıyla. Çift sürdüler,
ektiler, gittiler. Bir ay geçince
dünkü yavşanlı tepeler,
sorguç otlu bel olan, bugün
kıtlığın vurduğu çorak toprakta
beş tane çalı bitti. Seyrek
seyrek çıkan yeşil otları
ise saymak mümkündü. Yaz,
yağmurlu olmasına rağmen
ekinin boyu bir karışı geçmedi.
Sonbahar geldi, sonbaharla
birlikte arka arkaya dizilmiş vaziyette ta
Narın’dan, daha da uzak ilçe, il ve ülkelerden
iştahı kabarmış beş on biçerdöver geldi. Parsellere
bölünerek hasadı toplamaya girişti. İyi
halt yemiş! Oyuk oyuk olmuş arazilerde azıcık
miktardaki, her başağında sadece beş altı tanesi
olan buğday, biçerdöverlerin dişlerinin
kovuğunu bile dolduramadı. Makineler toprağa
saplanarak kalakaldılar. Sabahtan akşama
kadar bir ambarı bile dolduramadılar. Hasat
diye getirdikleri de buğdayla çakıl karışımı.
Ayıklamak mümkün değil. Derken yaklaşık
on gün içinde bütün ‘tahıllarımız’ toplandı.
Böylece tamamen bitti sanmıştık. Gelecek yıl baharın başlarında yine siyah kargalar gibi
üşüştüler, çadır diktiler, mazotları damlatarak
tüm bölgeyi küfürlerle, bağrışmalarla, anlaşılmaz
sözlerle doldurarak geçen sene yaptıkları
işe giriştiler. Çift sürdüler, ektiler, gittiler.
Sonbaharda yine toprağa saplandık kaldık.
Sonraki yıl, ondan sonraki yıllarda da aynı
şey. Bir tane bile buğday elde edilemedi.
Masrafın ise haddi hesabı yok. En büyük dert,
güzelliğiyle göz dolduran memleket arazileri,
tozlu verimsiz topraklara dönüşmesi. Ancak
tarım reformu, fazlasıyla gerçekleştiriliyor olsa
gerek. Nihayet gürültü azalıp kampanya hızı
düşünce yaklaşık on yılın sonunda bu işe zar
zor son verdiler. Sen de görmüşsündür, dedi
bana bakarak.
– Baykoşkar Nehri boyunca yukarı çıkarken
yolun sağ tarafı, nehre yakın yerler sık sorguç
otu, sol tarafı ise Üçkızıl Dağı, ötede göz
eriminde Buğradeğen’in etekleri, ölü bozkır,
dımdızlak, döngele bitkisi ile tavşancıl otu
bile seyrektir. İşte elli yıl geçti, mera hiç iyileşecek
gibi değil. Belki de beş yüz yılda bile
iyileşmez, dedi.
– Sohbetimiz domuzla başladı, dedim bilindik
durumdan aksakalı meçhul hikâyeye sürükleyerek.
Aslında domuz meselesi, beklenmedik bir
haldi. Ben, halkın bugünkü durumu, yaşamı,
piyasaya ve yeni devire ayak uyduruşu hakkında
sohbet etmek niyetindeydim. Aksakal,
hiç sebep yokken birden domuz ile ilgili konuşmaya
başlamıştı. Artık bu başlamış hikâyenin
aslını astarını anlamak gerekiyordu.
– Evet, domuz... dedi aksakal. – Hepsi o kampanyanın
getirdikleri. Evet. Toprakları işlemenin
yeni başladığı yıl... hayır, bir sonraki yıldı.
Ben gençtim, yirmi yaşımı yeni geçmiş, Talgar
Köy İşleri Meslek Okulunu yeni bitirmiştim,
Tarım Teknolojisi Bölümünü. Fakat tarım
reformu kampanyasından dolayı il merkezinden
üniversite mezunu bir Rus ziraat mühendisi
gelince ve iki kişiye kadro olmayınca,
beni veteriner olarak işe aldılar.
– Nasıl yani? dedim.
– Öyle. Okumuş, yüksek okul mezunu biriyim.
Benden önce bu köyün bir yaşlısı yapmış bu
işi. Tabii üstünkörü değil, hayvan hastalıklarını
ve Kazak geleneksel tedavi yöntemlerini
iyi bilen bir büyüğümüz. Öğrenim görmemiş
yarım bilgili yaşlı adamı, diplomalı biriyle değiştirmenin
ne kusuru olabilir?
– Mantıklı, dedim ben. – O çorak toprakları
on yıl boyunca işlemekle kıyaslayınca.
– Şimdi göreceksin, dedi, – hangisinin daha
mantıklı olduğunu...
Sakalını sıvazlayıp gülümseyecekken biraz
durakladı. Ben köyün bu son, son değil de
yeni yaşlılarına hayretle bakardım. Bizden
olsa olsa on yaş ya da beş altı yaş büyükler.
İlköğretim okullarında okumuşlar. Yüksek öğretim
görsün veya görmesin, yeni devirde ve
yeni köyde hayatlarını sürdürmüşler. Bütün
varlıkları, eski olan her şeyden uzak. Sonunda
emeklilik yaşına gelmişler, zorunlu işlerini
bırakıp emekliye ayrılmışlar. Sadece bir günde
eski zamanların ihtiyarlarına dönüşmüşler.
Gelmiş geçmiş, artık birer hatıraya dönüşmüş
babaları ile ağabeylerinin yerlerine geçmişler.
İçlerinde saklı duran Kazaklık, eski zihniyet
dışa vurmuş, kendini belli etmişti.
Ben de istemsizce gülümsemiş olsam gerek.
– Duymadığın hikâye sanırım, dedi Kaben aksakal.
– O zamanlar sen okumak için gitmiştin.
Gidiş o gidiş, ancak arada bir göründün
o kadar...
Aksakal, iç cebinden üçgen, kahverengi boynuz
kutusunu çıkardı, Maraş otundan ağzına
attı.
– Maraş otu sever misin? diye sordu sonra,
nezaketsizce kutuyu tekrar cebine koymayı
uygun görmese gerek. – Sigaradan iyi...
– Ben sigara içmiyorum, dedim. – Maraş
otu... aklımdaydı, fırsat olmadı. Zahmetli, uğraştırıcı
iş...
Gerçekte ise zamanında beni durduran, zahmetli
oluşu değildi. İliklere işlemiş herhangi
bir alışkanlık, köleliğin bir türüdür, zaten zor
olan hayatta ek bir yüktür.
– Her şey kabullenmekle ilgilidir, dedi aksakal.
– Zahmetine göre de sefası var. Gönlün hoş, için rahat olur. Üstelik... İşte, dedi ağzını
açıp azıcık sararan ama tamamı yerli yerinde
dizili duran dişlerini göstererek. – Bütün dişlerim
duruyor. Yetmişi geçmiş yaşımda...
– Biliyorum, dedim. – Dedem de kullanmıştı.
Seksen altı yaşındayken otuz iki dişi tamamen
sağlam olarak gitti.
– Evet, deden... dedi Kaben aksakal keyiflenerek.
– Dedenin Maraş otu bir başkaydı.
Tütün yaprağına efedra bitkisinin külünü koyardı.
Sadece canı istediği kişiye kutusunu
tutmasına izin verirdi. Köydeki en genç Maraş
otu tiryakisi olarak beni hiç geri çevirmezdi.
Bir gün her zamanki gibi yanına gittim, ne
kutusu, selamımı bile almadı. Bütün köy, gıyaben
benimle alay ediyor, deden ise apaçık
benden iğreniyordu...
– Nasıl yani? dedim. – Neden?
– Domuz yüzünden, dedi Kaben aksakal sırıtarak.
– Neyse ki evden kovmadı. Bir ara gelen
Kaden’in içeri girmesine izin bile vermemiş...
– Kim, kim? dedim ben öyle bir miskin yaşlı
adamın olduğunu hatırlayarak. Ancak bir şey
anlamamıştım.
– Kaden. Domuz bakıcısı Kaden... Bizim köyde
ilk defa domuza bakan kişi. İstediğinden
değil, çaresizlikten, yoksulluktan...
– Neyse, dedi, – bizim taraflara gelmesi gecikse
de tarım reformu kampanyasının ikinci
yılıydı. İlçe merkezinde köy işleri yöneticilerinin
büyük bir toplantısı oldu. İl merkezinden
özel bir temsilci gelmiş. İlçe yöneticileri, büyüyen
dokuz kolhozun ileri gelenleri tamamen
oradaydı. İlçe komitesinin ikinci sekreteri konuşma
yaptı. Sözün özü, bundan sadece bir
hafta önce Almatı’da bizimkinden daha büyük
bir toplantı yapılmış. Kazakistan’a özel bir
ziyaret için gelen Kruşçev, hatırlamıyorum, ya
stadyumda ya da hipodromda binlerce halkın
önünde bir konuşma yapmış. Kendisi zil
zurna sarhoş. Tabii bu, başka söz. Buradaki
tarihî konuşmasında, halkların birliğinin açık
ve net bir göstergesi olarak at etine domuz
yağının karıştırılmasıyla yapılan “Dostluk” adlı
bir et ürünü üretimi için talimat verir. Çiğ
yenen, bildiğin kalın salam yani. At etinden
olsun, sığır etinden olsun fakat domuz yağının
bol miktarda eklenmesiyle üretilsin demiş.
Şimdi bu dâhiyane talimatı yerine getirmek
gerekiyormuş. Sadece salam konusunda değil,
domuz yağı ve domuz yetiştiriciliği konusunda
da.
“Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi
Birinci Sekreteri, bütün dünyadaki emperyalizme
karşı yılmaz, cesur bir mücadeleci,
kalıcı dünya barışı uğrunda emek veren kişi,
beş kıtadaki üç milyar halkın bütün ümidi ile
güvenini sırtlanan ve hayal kırıklığına uğratmayan
bizim sevgili yoldaş Nikita Sergeyeviç
Kruşçev’in zekice tavsiyelerini ve dâhiyane
talimatlarını doğrudan ve mutlak bir şekilde
esas alarak, bizim sosyalizmi gerçekleştirip
artık komünizme doğru yol alan Bulgurdağ
ilçesinin emekçileri de hiç durmadan ilerleyerek
başarıdan başarıya koşacaktır. Geçmişteki
eksikliklerini tamamlayarak yeni zirvelere
çıkacaktır. Bu bağlamda, ilçenin çiftliklerindeki
hayvan sayısını arttırmak ve daha önce
hayal bile edemediğimiz yeni ürünlere ulaşmak
için beşinci hayvan türüne ev sahipliği
yapmalıyız, yoldaşlar! Artık tarihe karışan feodalizmin
sadece dört çeşit hayvanla sınırlı kalan
dar çemberinden çıkarak beşinci hayvan
türü olan domuzu besleyip fazlasıyla üretmeyi
başarmalıyız! Parti talimat verdi, bizim görevimiz
ise sorgusuz sualsiz yerine getirmektir!
Başarılar dilerim, yoldaşlar!” Resmî konuşma,
böyle net bir görevle sorumluluğa tabi tutan
yüksek ruhlu sloganla sona erdi.
Bundan sonra usule göre birkaç kişi konuşmalıydı.
Önceden hazırlanmış sözleri kâğıda
dökülerek iki defa kontrolden geçen üç dört
kolhoz yöneticisi sırayla kürsüye çıktı. Gerçekleştireceğiz,
alacağız, bakacağız, tam
vaktinde verilen talimat, memnun olduk diye
tekrarlayıp durdular. İlk ve sonraki konuşmaları
dinlerken ilkokul kitaplarında övgüyle
okuttukları bir hikâye ve küçük bir şiiri hatırlayarak
“yassı burunlu hınzır” bize de geldi
diye ya alayla ya da hicivle gülümsüyordum.
Konuşma yapmayacaktım, öyle bir şerefe henüz
erişmemiştim. Herkes hatta kürsüdeki söz
ustaları bile afallamış, şaşırmış, ne söyleyeceklerini
bilememişlerdi. Hepsi keyifsiz görünüyordu.
Belki de keyfi yerinde olan sadece
bendim. Aniden... ilçe yöneticisi ile konuşma cının arasında oturan il merkezinden gelen
saygın yönetici, üçüncü veya dördüncü sırada,
kalabalığın içinde gamsız ve dikkatlerden
uzak oturan bana bakarak parmağıyla gösterdi.
“Şu genç adam konuşsun!” dedi.
Şaşkın şaşkın yerimden kalktım. Birisi elimden
tutup sürükler gibi kürsüye çıktım. Sonra...
önüm hınça hınç kalabalık, burunları kalkık,
gözleri fal taşı gibi açık dokuz kolhozun bütün
yöneticileri, yardımcıları, başarılı emekçileri.
Ayakta sallanarak öylece kalakalsam gerek.
“Demin ne düşündün de keyifle gülümsüyordun?
dedi il merkezinden gelen yönetici.
– Öyle anlaşılıyor ki, dedi kalabalığa dönerek,
bu yeni devrin genç uzmanı, beşinci hayvan
türünün durumunu iyi bilen zooteknist olsa
gerek.”
Böylece, bereket, söyleyecek sözümü yöneticinin
kendisi hatırlatmış oldu. Coştum taştım.
Önce ezbere bildiğim şiir. Ondan sonra,
aklıma kazınmış olan hikâyenin kendisi.
Sonuncusunun özetini anlattım. İlgili sonucu
çıkarmak kolay idi. “Bu domuz hayvanının Kazaklar
için son derece kıymetli beşinci mala
dönüştürülmesi gerek. Biz, Rusu var, başkası
var, hepimiz Sovyet vatandaşlarıyız. Artık Ruslar,
at etini yiyorlarmış. Öyleyse biz neden domuz
etini elimizin tersiyle itiyoruz? Büyük Rus
halkının sevdiği yemek, bizim için de değerlidir.
Sadece büyük Rus halkı değil. Dünyada
en kültürlü, önde olan halklardan İngilizler,
İspanyollar, Fransızların hepsi domuz etini
yiyorlar. Domuzun sütü... şey... eti... etinden
envai çeşit yiyecekler yapıyorlar, öyleyse domuzdan
iğrenerek geride kalacak kadar bizim
neyimiz eksik! Hayır, biz barışsever gelişmiş
insanlıkla, özellikle de büyük Rus halkıyla
birlikte olacağız!” diyerek sözümü bitirdim.
Başı tereddütlü, ortası gürültülü, sonu ise seyrekleşerek
sonlanan alkışlar. Muhterem kürsü
ise son derece memnun gibi görünüyor.
İl merkezinden gelen yönetici, ben kürsüden
inerken durdurdu. “İyi konuştun genç uzman,
dedi. – Yalnız... İngiliz, Amerikan, Fransız
emperyalistlerinin okuyup gelişmeleri, sadece
savaş ve emekçi sınıfı sömürme amacına
yöneliktir. Onların soylu domuz yetiştirebildikleri
bir gerçektir. Ancak bu sektörden elde
edilen sonuç, bütün gelir ve üretim; sadece
bir amaç uğruna, dünyayı savaş felaketine
sürüklemeye hizmet ediyor. Bunu unutmamak
gerek!” dedi kibarca gülümseyerek. Domuz
yetiştiriciliği ile ilgili konuşma yapan ilçe
komitesinin ikinci sekreteri, başını sallayıp
azıcık boğazını temizleyince bir uyarıda bulundu.
“Evet. Kapitalist ülkelerde her şey, üst
tabakalar içindir. Emekçi sınıf için ise hiçbir
şey yok. Örneğin, sıradan halk soylu İngiliz
domuzlarının değil bonfilesi, incik kemiğini
bile görmez...” dedi sırıtarak. “Bu doğru, dedi
il merkezinden gelen yönetici, kendi söylediklerinin
üstüne bir şeyler diyen sekretere
kaşlarını çatarak. Bizde ise her şey emekçiler
için, sizin içindir...” İkinci sekreter, biraz durakladıktan
sonra alkışladı. Ancak kimse alkış
tutmadı.
Ben de kendimi son derece suçlu hissederek
yerime geçip oturdum. Herkes bana alayla ve
yadırgayarak bakıyormuş gibi geldi. Kaş yapayım
derken göz çıkardığımdan emindim.
Sadece okumuş emperyalistler konusunda
değil, tüm konuşmamda. Doğru, kürsüye kendi
isteğimle çıkmadım. İlköğretimde ezberlettikleri
dersin dışına çıkmamak gerekliydi. Konuyu
coşkuyla uzatmadan, partinin kararına
razıyız, katılıyoruz diyerek kessem yeterliydi!
Ayıp oldu. Üstelik hayatî bir dersimi de almış
oldum. Talimat, yönerge, ezberden zerre kadar
uzaklaşmayacağım. Bilindik yoldan azıcık
saparsan yandın, ne yaparsan yap suçlu biri
oluverirsin.
Söz konusu toplantıdan sonra bir ay geçmedi,
köyümüze domuzlar gelmeye başladı.
Kemiksiz burunları yayvan, kamçı kuyrukları
eğri, bedeni kadar kalın boyunlu, ağaç gövdesi
kadar kalın gövdeli, ortasından kesilmiş
meşe kütüğü gibi, kısa boylu, tombalak, yusyuvarlak,
bembeyaz domuzlar. Dışı tüysüz,
çıplak, hepsi tek kalıptan çıkmışçasına birbirlerinden
ayırmak mümkün değildir. Çift toynak
yapısı dışında helal hayvana benzer bir
yanı olmayan değişik bir mahluk. Her kolhoza
beşer tane..
Bizim köye gönderilen beşi de dişi idi. Ya
bunların aygırı nerede diyoruz, boğası yani
erkeği. Bakmadık, yoklamadık, kâğıt üstünde.
Listede var, burada ise yok. Aramamızın sebebi, az sayıdaki domuzları birkaç yılda birkaç
misli çoğaltmakla yükümlüyüz. Hepsi dişi,
nasıl çoğalacaklar? Meğer bizim “Yeni Hayat”
a ait erkek domuzumuz, yanlışlıkla komşu
“Alğabas” kolhozuna gönderilmiş. Narın’dan
büyük arabalara doldurarak getirilip paylaştırıldığında
erkeğini dişisini ayırmamışlar. Bize
beş dişi, onlara üç dişi ve iki erkek domuz.
Biri, bizimki. Bize verin, diyoruz. Takas edelim,
diyoruz. Kabul etmediler. Domuzunuzu
nasıl kaçıracağınızı siz düşünün, varı yoğu
iki erkek domuz, birine bir şey olursa ikincisi
garanti, dölsüz kalmak istemiyoruz, demişler.
Yani bizim dölsüz kalmamız gerek. Mantıklı
yaklaşım. İki kolhoz, sosyalist yarış içindeydi.
Şimdi bizi geride bırakmak niyetindeler. Fakat
onlar değil, biz kazandık. Ne zaman, nasıl
gebe kaldıkları bilinmez ama iki hafta geçmeden
temmuzun başında hepsi kuzulamaya...
şey... patır patır yavrulamaya başladı.
Bunların gelmesi ile yerleştirilmesi, ayrı bir
hikâyenin konusu. O toplantıdan sonra “domuz
çiftliğinin yöneticisi” adlı özel bir pozisyon,
peh peh peh, ek olarak yeni bir görev
verilmişti bana. Kolhozun zooteknisti ve çiftlik
yöneticisiyim. Koyun değil, inek, at, deve
değil domuz, topu topuna beş domuz olsa
da ayrı bir çiftlik. Üstelik bana ödenen ücret,
diğer çiftlik yöneticilerinkinden çok daha fazla.
Önceleri millet hayret etti, bense güldüm.
Sonra köye dedikodusu değil de kanlı canlı
domuzların kendileri gelince gerçekten de
afalladım, gülme sırası diğer insanlara geçti.
Gülüşmeler zamanla alaya dönüştü, alay etmeler
git gide tiksinmeyle sonuçlandı. Daha
önce domuzun sadece adını duyan, olsa olsa
resmini gören köylüler, ilk zamanlar hayvanat
bahçesi gelmişçesine akın akın gelip baktılar.
Arabadan indirilir indirilmez köyün kenarındaki
eski ahırlardan birine götürülerek
kapatıldı. Kırık kapıdan içeriye göz atanlar,
pencereden bakanlar, cık cık yaparak hayretler
içinde kalanlar mı dersiniz, burunlarını
kapatarak iğrenenler mi dersiniz nihayetinde
herkes eğlenceye gark oldu. İkinci gün köyün
aksakalları, aralarında senin de deden
var, kolhoz yöneticisine gitmişler, istemeyerek
de olsa sorumluluğuna aldığın şu domuzları
uzağa götür yoksa bu köyden biz taşınacağız
dediler. Önce bu denli geride kalan, cahil
insanlara kızan yönetici, çabucak yumuşadı,
işin aslını astarını anlattı. Üç gün daha sabredin,
uzağa, hazırlanmakta olan çiftliğe götüreceğiz,
der.
Doğru. Soylu domuzların ilçe merkezine
ulaştırıldığına dair haber gelir gelmez ben
zorunlu olan ve sorumluluk yükleyen görevime
başladım bile. Kolhoz merkezinden birkaç
kilometre uzakta, nehrin yukarı yatağında,
ağaçlı, kamışlı, güzel doğası olan Mısık adlı
bir köy vardı. Koyun çiftliğinin bir bölümü.
Şimdi de domuz çiftliğine verildi, tüm arazileriyle.
Kolhozlar, devrimden sonra kurulan kooparatif
köylerdi. Burada çalışan herkes ücret
alırdı. Domuzlar için çobanımız Kaden adlı
ihtiyardı. Sağır, bir gözü kör, kimsesi olmayan
bir garip. Üstü başı eski püskü şeyler, birinin
odununu kırıyor, başkasının suyunu taşıyor,
kıt kanaat geçiniyordu. Yanına Şaşke adlı
yaşlı bir kadını verdik. Evlendirmedik, yanına
yardımcı olarak gitti. Bu Şaşkemiz de kimsesiz
biriydi. Çok yaşlı değildi. Gücü kuvveti yerinde,
kırklı yaşlarındaydı. Savaş zamanında
gezgin Çingenelerle birikte gelmiş, yolunu
şaşırmış, bu köyde kalmış ve tamamen yerleşmişti.
Adı da, soyu sopu da meçhul. Esmer biriydi.
Yine de Çingenelere benzemezdi. Belki
Sart falandır. Hem dilsiz hem de saftirik. Birine
tezek toplar, bir başkasının ise buzağısına
bakardı. Son yıllarda yöneticinin evinin girişinde
yaşardı, hizmetçi, köle gibi. Gülümsemez,
hiç sesini çıkarmaz, ancak gözleri parlar
dururdu. Arada bir birilerine kızdığında “şa...
şaş... ke... ke...” diyerek kekelerdi. Şaşke ismi
de buradan geliyor. İşte bu Şaşke de domuz
bakıcılığına verildi. Kaden ikisinden daha uygun
kimse yoktu. Uygun olmaktan ziyade domuz
bakmaya razı olacak yoktu.
Böylece bu iki çobana kolhoz, özel bütçe
ayırdı, yeni kıyafetler giydirdi, her birine bir
günlük çalışma karşısında dört günlük ücret
tayin etti. Bu ise sıradan bir kolhozcunun değil,
pirim alan bir kolhozcunun ücretinin iki
mislidir. Ondan sonra birine işaret diliyle ve
domuz resmini göstererek, diğerine ise bağırarak
pankarttaki Kruşçev’in resmini göstererek
işin önemini anlattı. Yüksek hükûmet
ile partinin talimatı. Son derece önemli bir iş.
Başka kimse bunu yapamaz. Bu ikisi özel olarak
seçilmiş. İşte giyindiler kuşandılar, yediler içtiler. Bundan böyle her birinin kendine ait
evi, kendi sofrası, kendi yatağı olacak, başkasının
kapısında değil, ayrı yaşayacak. “Soylu
beyaz koyun”, mutluluğa ve refaha ulaştıracak.
Anladı veya anlamadı ama kabul ettiler.
Kabul etmeseler başlarına gelecekleri biliyorlardı.
İlk önce iki çobanımızı eşyalarıyla getirip
yerleştirdik. Eşya derken, Şaşke tek tabanca,
Kaden’i ise kubbesiz yassı, ancak yarısı kapanan
siyah kulübesiyle. Baş çobanı yani baş
domuzcuyu, eski çobanın iki göz evine. Yardımcı
domuzcuyu ise eski yardımcının bitişik
olan tek göz evine. Aradan iki üç gün geçmedi,
arabalarla hayvanları da ulaştırıldı.
Köyde, millet akın akın izlemeye geldiklerinde
bunlar haberi kaçırmışlar. Kitaptaki resmin
anlamını da anlamamışa benziyorlar. Bakacakları
hayvanlarının beyaz koç, alaca dana
değil de biri diğerinden daha büyük, ağaç
gövdesi kadar beş tane domuz olduğunu
görünce ikisi de tiksinmiş. Ancak maaşlarını
aldıkları ve anlaştığı için, yapacak başka şey
yok razı olmaya mecbur idiler. Çok geçmeden
beşinci malların köpek gibi saldırmadıklarını,
inek gibi boynuzlarıyla toslamadıklarını,
mülayim olduklarını, bakımının zahmetsiz,
meşakkatsiz olduğunu anlayınca çobanlarımız
memnun olmuşlardı. Üstelik karınları da
tok. Bir çuval un, kasayla yarma götürüp vermiştik.
Domuzların nihai mekânına getirildiği
gün arabanın kabininde gelen yönetici, yakın
yerdeki koyun çiftliğinden bir toklu aldırarak
kestirdi. Sadece o iki garibin değil, et yemeğini
özleyen bizlerin de midesi bayram etti. O
günden itibaren, çiftlik yöneticisi olan benim
de cebime üç beş kuruş para girmeye başladı.
Kendilerini sadece başarılı değil, aynı zamanda
temiz sanan iş arkadaşlarımdan önce.
Beşinci malın kudreti işte.
Hepimiz heyecanlıydık. Sadece kolhoz yöneticisi
ve çiftlik yöneticisi olan ben değil,
ilçe kaymakamlarının hepsi. Özel bir görevli
gelip buradaki durumu gözleriyle görünce
memnun ayrıldı. Bizim de içimiz rahatladı.
Domuz bakıcılığı, kolay gibi geldi. Merası küçük,
otlatarak peşinde bütün gün dolaşmıyorsun.
Koyun ahırının önüne uzun ahşap yalak
koyarak içine yulaf ile buğdayı bolca döktük.
Suyla karıştırıp şişirerek. Sabahları homur homur
homurdanarak, fosurdayarak, kuyruklarını
sallayarak rahat rahat karınlarını doyuruyorlar.
Bütün gün nehir kenarında yatıyorlar.
Akşamları ahıra kapatılıyorlar.
Aradan bir hafta geçmedi, ilk zarara uğradık.
Ben çiftliğin başında durmasam da sabahları
geliyor, akşamları güneş batarken zar zor
dönüyordum. Gözün, sürekli soylu, bereketli
hayvanın üzerinde olsun, şeklinde sıkı talimat
var. Dolayısıyla her zaman gözümün önündeydiler.
En büyük dişimizi beklenmedik
anda kaybettik. Sivri, kıpkırmızı dili dışarı çıkmış
vaziyette, ağzından yoğun haram salyası
akarak, yan devrilerek acıyla inleyerek yarım
gün yattıktan sonra canını teslim etti. Sanırım
bir hastalıktan değil, buğdayı fazla yemektendir.
Öldü. Nasıl ölse de bizim için telafisi
mümkün olmayan bir kayıptı. Değil işinden,
özgürlüğünden olmak olası. Korkunun ecele
faydası yok, cenaze esnasında yöneticiye
giderek haber verdim. Çok korktu. Henüz
akşam olmamıştı, alelacele ata bindi, hızlıca
koşturarak çiftliğe geldik. Göbeği eskisinden
de şişmiş, üzerine siyah ve mavi sinekler üşüşmüş
vaziyette cansız yatıyordu. İkimiz birlikte
ağıt yaksak da dirilecek değil. N’apsak? Yönetici
görmüş geçirmiş, Kazak geleneklerini
iyi bilen biriydi. Domuzun gerçekten de öldüğünü
ve neden, nasıl öldüğünü görünce
bana biraz çıkıştı, sonra sakinleşti. Olup bitenleri
hiç ağza almamalıymışız. Ölen domuzdan
ise kurtulmak gerekir. Geride hiç iz
bırakmadan. Önce tedbir amaçlı ilgili tutanak
tutmamı istedi. Zaten hasta bir domuzmuş.
Kötü ve uzun yolu kaldıramadı. Hastalanmış,
kurtlanmış. Bilindik helal hayvanlarda olan
bir hastalık. Ya ilkokulda ya da yüksekokulda
zooloji ders kitabından olsa gerek görmüşlüğüm
var, domuzun bağırsaklarında olan
kurtçuklara cestoda denir, belki de sestod.
Cestoda mı, sestod mu hayvan uzmanı olan
benim bilmediğim kurtçuğu kim bilebilir,
öyle bir hastalıktan öldüğünü yazdım. İmzalayıp
kaşeyi bastım. Arayan soran olursa diye
önlem alıyoruz. Şimdi leşten kurtulmak gerekiyordu.
Akşam karanlığı iyice çökünce geceye
doğru yöneticinin talimatı doğrultusunda
domuz çobanı Kaden ikimiz, nehrin yüksek
bir yerinde mezar kazdık. Zavallı dişi domu zun arka ayaklarını çılbırla bağladıktan sonra
huysuzlaşıp kişneyen ve nihayet iki üç kez
kamçı darbesini yiyince çaresizce sakinleşen
uysal atla sürükleyerek götürüp sırıkla ite ite
mezarın dibine düşürdük. Kumunu tümsek
şeklinde yığmadık, uzağa döktük. Dümdüz
ederek kapatıp ayaklarımızla da düzleştirdik
ve üstüne çalı çırpı, kurumuş ağacı götürüp
bıraktık. Off!.. Bitti.
Bitmemiş. Bir hafta geçmeden ikinci bir domuzumuzu
daha kaybettik. Güpegündüz kurt
yemiş. Yakınlarda bir kurt sürüsünün dolandığını
çobanlardan duymuştum. Ciddiye almamışım.
Köydeki aç köpeğin bile iğrendiği
pis kokulu domuzu kurdun yiyebileceğini kim
düşünebilir ki? Yemiş. Koru içinde, ahırdan
sadece iki yüz adım yerde. Domuz bakıcısı
Kaden, evine çay içmeye gitmiş. Eceli gelen
zavallı, nasıl olduysa sürüden ayrılmış, nehir
boyunca yukarı çıkmış. Belki yeni bir mekân
aradı, belki de alışageldiği çamurda yatmaktan
canı sıkıldı. Domuz çiftliğinin pis kokusu
uzaktan celbetmiş olmalı ki kaç gündür gözetleyen
üç beş -yalnız olmadığı kesin- bir sürü
kurt saldırmış. Allah Allah! Nasıl iğrenmedi
diyorum, ecdadının görmediği bir yiyeceğe
rast gelmiş. Dışı kılsız, tüysüz, derisi yumuşak,
içi dolu yağ. Dört bacağıyla tüm gövdesi yarılmış,
ıyy, haram karnı ile dağılan bağırsakları
kalmış sadece. Kurt için bayram, ziyafet,
bizim içinse dert, endişe. Bir tane kaybı idare
edersin. İkincisini nereye saklayacaksın. Topu
topuna beş domuzdan ikisi. Tüm hayvanlarımızın
yüzde kırkını kaybetmişiz. Şimdi kurtar
kendini kurtarabilirsen. Yüreğime inecekti.
Hatta yöneticiye bile söylemeye cesaret edemedim.
Doğru yapmışım. Aradan bir gün geçince
domuzlarımız yavrulamaya başladı.
Titreşen semiz, bıngıl bıngıl yağ ya. Gebe mi
kısır mı ayırmak mümkün değil ki. Üstelik umrumuzda
bile değildi. Nihayet beklenmedik
anda biri enikledi... yavruladı. Yusyuvarlak,
çipil çipil, beyaz kirpikli, pembemsi dokuz
yavru. Erken doğmuş fare gibi. Tek farkı, büyük
olması. Öyle tiksindirici ki. Hiç görülmemiş
iğrenç şey. Ama ne çare. İğrenirken seviniyor,
pisliğe bulaşırken şükrediyorsun. Sağır
domuzcu Kaden, sırıtarak başı yuvarlak sopasının
ucuyla yuvarlata yuvarlata saydı. Önce
beş parmağını gösterdi. Beş tane domuzumuz
vardı. Sonra tek gözünü yumarak sırayla
iki parmağını büktü. İkisini kaybettik. Gözünü
yeniden açtı. Sadece üçü kaldı. Şimdi de diğer
parmaklarını birer birer açmaya başladı.
Dokuzu birden dünyaya geldi. Dokuz değil,
yedi tane. Keşke ilk ikisi sağ olsaydı. Domuzlarımızın
sayısına iki elin parmakları bile yetişemezdi.
Maşallah... Ertesi gün ayak parmaklarımızın
hepsi bile yetmedi. Daha sonraki
gün... dünkü beş domuz misliyle çoğalarak
toplam sayısı otuz ikiye ulaştı. Bundan daha
büyük sevinç olabilir mi!
Soluğu yöneticinin yanında aldım. Böyleyken
böyle. O da sevindi. “Yetişkin domuzlarımız
dört tane ya, dedi. – Öyleyse yirmi dokuz
yavrusuyla beraber... otuz üç tane olması gerekmez
mi?” “Yavrularının sayısı gerçekten de
yirmi dokuz, dedim ben ezilerek. Büyükleri
ise... üç tane. Bir domuzumuz... bir kerede
on yavru doğurmak kolay mı? Kocaman, yusyuvarlak...
Böylece doğumu gerçekleştiremeyip...”
İnsan bu şekilde yalancı oluyormuş. Sıkışınca
neler yapmazsın. Yönetici, rahat, eski
âdetleri iyi bilen kişiydi, inandı veya inanmadı,
bana şüpheyle bakarak kaşlarını çattı
ve birazcık duraksadıktan sonra boş verdi.
“Hımm, tamam, dedi.
– Yukarı taraf, bizden hayvanın yaşını sormaz,
sayısını sorar. Beşinci hayvan çeşidimiz, on
gün geçmeden beş kat artarak toplam sayısı
yirmi beşe ulaştı diye rapor edeceğim.” “Otuz
iki...” diyordum ki, “Hayvanlarda beklenmedik
zarar zayiat illaki olur, dedi yüzü kırış kırış
gülümseyerek.
– Sonra fazla çıkarsa, yakında bir tanesi daha
doğurdu, deriz... Şu anki hesabımızı biraz
bekletelim, dedi ondan sonra. – Yavrular, kendi
ayakları üzerinde durana kadar. Kim bilir...”
Yavrular, kendi ayakları üzerinde durmaya
başladılar. Nehrin yakasında pis su birikintileri
de çamur da çayırlık da var. Tertemiz, duru su
ise işte gürül gürül akıyor. Dibi taşlı, sığ. Bir
yakası kamış, hasır otu, diğer yakası ağaçlar,
söğüt ağaçlı yeşil koru. Yüksek kenarları ise
yemyeşil çayır çimen. Tam da domuz yetiştirilecek
yer. İşte bu bereketli nehir kenarı, bizim
otuz domuzun kutlu mekânına dönüştü. Kutlu
olmayıp da n’olsun, etrafımızın hepsi dışkıyla dolup taştı. Yalnızca akşamları kapatıldıkları
ahır değil, gündüzleri yayıldıkları meralar, nehir
ve koru. İnsan dışkısından beter, bol miktarda
ve yoğun olarak durmadan yapılmakla
beraber sanki yer altından iğrenç bir şeyler de
çıkıyor gibiydi. Leşten daha fena olan, burun
direğini sızlatan pis koku, yarım kilometreden
çok rahatsız ediyor. Domuzlar ise sefa sürüyorlardı.
Çamurda yuvarlanıyor, çayırlığı kazıyor,
kamışları ezerek çayır çimeni çiğneyerek her
yeri pislikleriyle dolduruyorlar. Çamuruyla,
dışkısıyla, tüm pisliğiyle temiz suya girerek
nehrin yakasında yatıyorlar.
Çok geçmeden aşağıda, kolhoz merkezi olan
Baykoşkar köyünde tehlikeli bir hastalık çıktı.
İshal. Şimdiki tabirle dizanteri. Nereden geldiği
belliydi. Bütün köy, nehirden su içer.
Bildiğin dağ suyu. Senin şehirdeki musluk suyundan
on kat daha temiz su. Dupduru kevser.
Yukarıdan birkaç kilometre yerden otuz domuz
birden tüm dışkılarını, pisliklerini salıveriyorsa
olacağı buydu. Önceden de hayvanlar vardı.
Fakat o hayvanlar, yılkı, koyun, deve ve sığır.
Dışkıları bile temiz. Ayrıca akan suya da bir zararı
yok. O, eski suymuş. O hayvanlar da eski
hayvanlarmış. Buysa apayrı bir yaratık. İdrarı
bile zehirden beter. Kısaca tüm köy, domuz
hastalığına yakalandı. Bereket kimse hayatını
kaybetmedi. Çok zor durumda olup iyice
hâlsizleşen iki üç çocuk, ilçe merkezindeki
poliklinikten sağ salim dönmüştü. O zamanlar
günümüzdeki gibi eleştiriler, grevler olmazdı.
Gıkını çıkarırsan başın dertte. Domuz yüzünden
demeye gör. Sosyalist ideolojiye, halkların
dostluğuna karşı zararlı unsur, alçak, milliyetçi
düşman oluverirsin. Bütün memnuniyetsizlik,
fısıltıyı geçmedi. Aklı selim insanlar, bir iki
kilometre ötede dağ yamacındaki pınardan
kovalarla su taşımışlar, durumu müsait olanlar
hep beraber kuyu kazmışlardı. Kovalarla taşınan
suyla idare edilemedi, kazılan kuyu çakıl
taşlara çıktı. Her şeye rağmen çok geçmeden
içme suyu sorunu tamamen çözüldü. Çözüldü
derken, nehir suyu temizlendi. Ben de domuz
çiftliğinin yöneticisi diye geliri iyi ama hem hiç
rahat olmayan hem de tehlikeli, en önemlisi de
büyük ve küçükler bir yana, bekârdım, kız milletinin
alay ettiği görevimden kurtuldum.
İlçeden, köy işleri bölümünden yeni talimat
geldi. Bizim Bulgurdağ ilçesinin çiftliklerinde
sosyalist düzenin yeni hayvanının yetiştirilmesi
konusunda bir sürü üzücü olaya yer verilmiş.
Tabii her yerde aynı değil. Aktivistler var,
inatçı uğursuzlar var. Örneğin, Yeni Hayat
Kolhozunda bütün işler rayında gidiyor. Nehir
kenarında, geniş ve güzel bir yerde özel
bir çiftlik açılmış. Hayvanların bakımı büyük
bir özenle yapılmış. Sonuç olarak ilk baştaki
beş domuz, az bir zamanda misliyle artarak
toplam sayısı otuza ulaşmış. Bunun tam tersi,
çoğalmaya elverişli söz konusu hayvana olan
olumsuz bakış sonucunda komşu Alğabas
Kolhozunda sadece bir tane dişi yavrulamış.
Dişiler için kavga eden iki aygır yani iki erkek
domuz ise ağır yaralanmış. Gereken tedavi
vaktinde uygulanmadığından kan kaybetmiş,
kurtlanmış, kötürüm hâle gelmişler. Bundan
dolayı iki dişi daha kısır kalmış. Komşu
Beşoba Kolhozunda ise halk, domuz bakmayı
reddetmiş. Yerli uzman kadro ihtiyacı var bahanesiyle
Narın’dan bir Rus kadını aldırmışlar.
O, alkolik ve tembel olduğundan işine
üstünkörü bakmış, doğru dürüst yapmamış.
Dolayısıyla gelişeceği yerde gerileyerek telafisi
olmayan zarara uğrayan domuz yetiştiriciliği,
bütün bir ilçenin gelişmesini engelliyor.
Sarıkamış Kolhozundaki durum ise içler acısı.
Bakımsız, ilgisiz kalan beş domuzun üçünü
kurtlar yemiş... Hülasa, bizim dışımızda hiç
kimsenin durumu parlak değildi. Bizim bile
kusurumuz yok değildi hani. Diğer dört çeşit
hayvanımız yaylaya çıktığında, beşinci hayvanımız
göz ardı edilmiş, eski mekânında pis
kokulu kışlakta kalmış. Bu nedir, sabotaj mı ya
da sosyalist düzene, halklar dostluğuna olan
düşmanlık mı?
Böylesine ağır bir suçun sonucunu iyi bilen
tecrübeli yöneticinin yüreği yerinden oynadı.
Akçadağ’ın eteklerinde, gümüş pınarı olan
geniş arazilerde oturan koyuncu obalardan
biri bir kenara itilerek domuz çiftliğine tahsis
edildi. Bir gün geçmedi, taşınması için ferman
verildi. O zamanlar bugünkü gibi dolup
taşan araçlar yoktu. Daha önce de söyledim,
biçerdöverler, traktörler dışarıdan geliyor,
mevsimlik işlerini bitirince tahıl ve yağ taşıyan
arabalarıyla birlikte dönüyordu. Tüm kolhozda
sadece bir tane motorlu taşıt var, eski Uralzis
marka kamyonet. Onu istedim. Domuzlar,
özellikle de küçük yavruları yürüyemiyor, arabayla
taşımak gerekir. Uğursuzluk bu ya, bozulmuş. Motoru bozulmuş ya da yakıtı bitmiş.
Bozulmadığı bir günü bile yoktu. Bu sefer tamamen
durmuş sanki. Öyleyse at arabası lazım
hem de üç tane birden lazım. Arabaların
hepsi tırpancı köylerde. Tırpancılara verilmiş.
Oralarda da işler acildi. İşinden alıkoyamayız.
Üstelik kolhozun uzak bir ucundaydı.
“Yaya götürün,” dedi yönetici.
Bunlar, sıradan domuzlar değil, soylu domuzlar.
Bizim Kazakların basit koyun ve keçileri,
kuzu ve oğlaklarıyla hiç arabaya veya at
arabasına falan bindirilmeden de yaylaya gidiyorlar.
Hemen öğle vakti ulaşmamızı isteyen
yok. Balkıbek Nehri boyunca ilerlerken otlatarak
suyunu içirerek dinlendirerek, üç gün beş
gün sonra rahat rahat gidersiniz.
Böylece domuzları yaya götürdük. Yaya derken,
biz atlıyız, domuzlar ise dört ayaklarıyla.
Sabah çok erkenden hazırlanmıştık, kuşluk
vakti zar zor yola koyulduk. Domuzlar ahırdan
çıktı çıkmasına, her gün yaptıkları gibi nehirdeki
çayırlarına doğru aldı başını gitti. Keç keç
dedik, ge gıdı gıdı dedik, ge piçi piçi dedik sonunda
geri getirdik. Bir araya toplayıp uygun
bir geçit bulunca karşı yakaya çıkardık. Burası,
üç akarsunun ortancası Bakanas Nehri. Şimdi
ise yaylaya sürmek için dört beş kilometre aşağıda,
sol taraftan gelip birleşen Balkıbek Nehri’ne
ulaşmamız gerek. Kestirmeden gidersek
iki üç kilometrelik bir yer. Yavşanlı tepeye
doğru gidiyoruz. Alışılageldik mekândan ters
yöne doğru. Bizim ahmak, aptal sandığımız
domuzlar, bir felaketin yaklaştığını hemen sezmişler.
Koca gövdeleriyle yana döndüler. Üç
tane koca dişiyi diyorum. Döndüler. Sonra memeleri
sallana sallana göbekleri sarsıla sarsıla
köye doğru koştular. Bütün yavruları peşlerine
takılmış hâlde. Tabii, koşmaları dört nala koşma
değil, verimsiz, hantal fakat azimliydi, geri
döndürmek istedik hiç oralı olmadılar, bağırış
çağırışlara da aldırış etmediler. Yetişkinleri diyorum.
Sıra hâlinde, sarkık memeleri yavşanlara
sürterek yassı burunlu üçgen şeklindeki
ağızlarını açıp homurdanarak nefes nefese soluyarak
koşuyorlar. Koşarken düşen, korkudan
ciyak ciyak çığlık atan yavrular ise kıran kırana.
Öylece gelip nehre düştüler. Öndeki değil arkadaki.
Sarmaşığı, ağaçları, söğütleri bol olan
koru içindeki. Burunları yere sürtercesine koşuşturan
üç dişi, otuz yavrusuyla birlikte. İşte
bu, çok zorlaştırdı işimizi. Köyden boyun ipi
getirdik. Boyun ipi derken üç tane uzun urgan.
Kaden’in eşyalarının yüklü olduğu tek devemiz
tepede çökmüş yatıyordu. Üç dişimizin boynundan
urganı geçirip tutturamayınca koltuk
altlarından geçirerek enselerinden çeke çeke
güç bela getirdik ve deveye bağladık. Tam hareket
edecekken durduk, dört yavrumuz eksik
çıktı. Ağaçların arasında kalmışlar. Onları bulana
kadar yine epey bir zaman geçti. Sonunda
güçlükle tepeye çıktık. Suyu bol, ağacı bol,
çayır çimeni bol Balkıbek aşağıda, ayaklarımızın
altında uzun uzadıya akıyor. Yaylaya değil,
cennete götürecek kutlu yol, huzurlu bir yurt
gibi göründü. Bir veya iki kilometre en fazla.
Bizim için yerin dibiydi sanki.
Üç dişinin bağlandığı, basit çadırın da yüklü
olduğu deveyi, gözleri kocaman, ağzı yüzü
kir içinde kalan kocakarı Şaşke sürüklüyordu.
Diğer ikimiz ise peşlerinden geliyoruz. Ben,
dişilerden sorumluyum, Sağır Kaden ise otuz
yavrudan. O, yaya geliyor. Çaresizlikten. Atını
sürüklüyor, önde giden annelerine yetişmeye
çalışan, sanki kısa ayaklarıyla hareket etmeyip
de vücutlarıyla sürünüyor gibi görünen, zar
zor gelen yavrulara eğri sopasıyla hırıltılı sesiyle
bağırarak yön veriyordu. Bense dişileri kamçıyla
hizaya sokuyordum. Yine de ağır yürüyen
deveye zor yetişiyorlar. Bazen de homurtuyla
duruveriyorlar. Bu durumda sekiz örgülü kamçıyı
sırtlarına indiriyorum. Mübarek yalpalayarak
tekrar doğruluyor. Neyse ki urganlar uzun.
Şimdilik tökezlemeden, düşmeden iyi geliyorlar.
Sağa sola kaçmaya hiç fırsatları yok. Aşağıya
inip ağaçlı, çayır çimenli bir yere yaklaşınca
urganları çözdük. Ense ve koltuk altları tahriş
olmuş, kızarmış. Sadece koltuk altları değil,
sırtı, kalçaları, kaburga kemikleri yani kamçının
değdiği her yer çizik çizik çizilmiş. Yarın
bir gün yönetici veya herhangi bir görevli gelirse
yandık. Ancak ben korkmadım, mahçup
oldum. Can sahibinin vebalini ancak şimdi
düşünüyordum. Bu zavallıların günahı neydi.
Tanrı’nın yarattığı mahlukat. Eskiden değil
gütmek, şeklini şemailini bile görmeyen Kazakların
arasına istem dışı getirildi. Tiksinmem
doğal, öfkem yersiz, zorlamam ise yanlış. Bundan
böyle kamçıyla vurmamaya yemin ettim.Bu arada küçük yavrular, bayağı geride kalmışlardı.
Urgandan kurtulan üç dişi, koca gövdeleriyle
soluklayarak, ağızlarından yoğun kıvamlı
salyaları akarak, dört ayaklarını büzerek
yavşanların üstüne birer birer devrildi. Geride
kalan sapsarı, kıpkırmızı yavrular ise tepe üstünde
dağılmış gibiydiler. Karma karışık, karman
çorman bir şekildeydiler. Atı geriye doğru
sürdüm. İhtiyar Kaden, iki yavruyu koltuk altlarına
sıkıştırdığı gibi yürüyerek geliyordu. Dört
tane yavru, yedekteki atın üstündeki heybenin
iki gözüne ikişer ikişer konulmuş. Diğerleri
son derece yorgun, bitkin; gözleri yumularak
yalpalaya yalpalaya zar zor geliyorlar. Biraz
ötedeki annelerine ulaşmaktan başka amaçları
yok gibiydi. İkişer taneden önüme alıp sırayla
götürüp bıraktım. Domuz olsa da anne ya, eklemleri
gevşeyerek burnuyla toprağa sürterek
yüzüstü yatan dişiler, yavrularını görünce yeniden
canlandılar, iç mi çektiler, inlediler mi,
hafifçe homurdanarak yana devrildiler. Yavrular,
bakan kişiye iğrenç görünen ama kendileri
için helal, ağız sütlü, sırayla dizilmiş duran
beyazımsı memelere yapıştılar.
Böylece kaç saatlik meşakkatten sonra sadece
iki kilometre yerdeki nehre öğle vaktinden
sonra güç bela ulaştık. Gerçek bir huzura
ulaşmışız. Sadece bitkin domuzlar değil,
yorgun argın ve çaresizce kızgın olan bizler
de. Develerimizi çöktürüp çadırımızı kurduk,
güzelce yerleştik. Domuzlar içinse hakiki bir
bayramdı. İkindi vakti geçmeden hepsi dinlenip
canlanmış oldu. İşte çamur, işte su. Kamış,
hasır otu, yosunlar. Çoluk çocuğuyla birlikte
rahata gark oldular. Bizse çay hazırlayıp
içtik, kendimize zor geldik. Ancak o zaman
yokladık. Yine iki tane yavru eksik çıktı. Atıma
bindim, geldiğim yoldan geriye doğru hızlıca
giderek baktım. Bakmadan da uzaktan gördüm.
Karakuşlar üşüşmüşler. O yamaçta. Şu
tümsekte. Durum anlaşıldı. Sağır ve kör ihtiyar,
fark etmemiş. Bense geriye bakıp dikkatli
bir şekilde kontrol etmemişim. Artık ne çare.
Beklenmedik bir zarar, diyerek kendimi avuttum.
Güneş ufukta kaybolurken bir yavruyu
daha kaybettik. Belki daha önce kaybettik.
Nehrin yüksek yerinde, kuruş kadar büyük
delikli burnuyla yere saplanmış vaziyette yusyuvarlak
yatıyordu. Sanırım güneş çarpmış ya
da yorgunluktan. Çipil çipil gözleri yumuk,
küçük ve kılsız kulakları yatık, sessiz sakin mülayim
hâlde yatıyordu. Domuz olsa da yavru
ya, insan buna da üzülüyormuş.
Bundan sonraki yol, uzun olmasına rağmen
kolay idi. Yürüyüşümüz ağır olsa da hiç durmuyoruz.
Nehir boyunca sürüyoruz. Atlarımızdan
inip yürüyerek. Çayır çimenlerden, tüy
otlu tepelerden. Bir iki saat yürüyüşten sonra
nehir yatağına ulaşacağız. İki üç saat boyunca
su içireceğiz, çamurda yuvarlayacağız.
Temmuz ayında günler sadece sıcak olmuyor,
uzun da oluyor. Güneş ufuktan yükselirken
hareket edersen, güneş batana kadar beş altı,
hatta yedi sekiz kilometre yol alırsın. Biz yola
çıktıktan sonra üçüncü veya dördüncü gün
derken, geriden yardıma bir araba ve iki kişi
geldi. Sadece adı var. Eyvah! Bu ne felaket! diyerek
domuzun büyükleri bir yana, küçüklerinin
de yanına birkaç adım bile yanaşmıyorlar.
Yüzlerini ters çevirip burunlarını kapatıp yüzlerini
ekşiltip hatta midesi bulanıp öğürüyorlardı.
Domuzcu ihtiyarın uzağından kaçıyorlar.
Değil domuzcu, benden bile uzak duruyorlar.
Domuz bakıcılığından oluşan özel görevimizden
dolayı değil sadece. Pis, acayip kokusu
üzerimize iyice sinmiş olmasından sanki. Önceki
gün önüme alıp atla taşırken, güneşten
bitkin düşüp ishal olan yavrular, gövdemi ve
pantolonumu bir güzel pisletmişlerdi. Tabii, su
bol, sabun da var, kıyafetlerimi üç kez yıkamış,
kendimi de cildim kıpkırmızı olana kadar ovmuştum.
Sadece pislikleri değil, tabii sürekli
haşır neşir olunca aroma kokuları da üzerime
sinmiş olmalı. Kendim çok farkında değilim,
alışmışım, şu gelenler ise ta öteden kokuyu almışlar.
Neyse, faydaları olmadı değil. Biri, göç
kervanımızdaki diğer hayvanlara sahip çıktı.
Diğeri, arabaya oturmadı, koşulmuş öküzü
sürmüştü. Arabanın üzeri ise domuz yavrularıyla
doluydu. Hepsi sığmadı, tabii. Başta yirmi
dokuz taneydi ya. Önce ikisi, sonra biri, yolda
bir tane ve bir tane daha ölmüştü. Kalan
yirmi dördünü eşit olarak ikiye böldük, sırayla
indirip bindirerek taşıdık. Zorunlu görevimize
iyi alışan domuzcu ihtiyar ikimiz olduk. Bir de,
dişilerden bir tanesi ayağını incitmiş topallıyor,
yürüyemiyordu, arabanın yarısını koca gövdesiyle
işgal ediyordu.
Bu şekilde, nice şeyi baştan geçirdikten sonra
yaklaşık on günde yaylaya vardık. Geniş mera,gümüş pınar. Akçadağ’ın içlerinde en seçkin
mekânlardan biri. Pınar başındaki bir ağaç kümesi,
sık söğüt ağaçları demesek, geride kalan
çiftliğe yetmiyor, kamışı az, çamuru, çayırlığı
yok. Ancak huzurlu, son derece rahat bir yayla.
Bizim için. Domuzlar için de fena değildi.
Başta. Gündüzleri rahat, akşamları serin olsa
da geniş ve otu bol. Domuzlarımızın büyükleri
iyice yağlandı, küçükleri de büyüyerek irileşmiş,
bizse haram malımızın selametinden
memnuniyet duyuyorduk. Hoş esintili yayla,
geniş meraya çıktığımız için çok mutluyduk.
Derken, sonunda bir felaket gelip çattı.
Temmuzun sonu gelmeden hava birden soğudu.
Akçadağ’ın başından yoğun bulut kümeleri
yükselerek önce yağmur yağdı. Sonra
dolu. Ben hayatımda öylesine büyük dolu
görmemiştim. Koyun tersinden çok daha büyük,
neredeyse deve tersi kadar. İki parmak
kalınlığında düşerek erimeden yerde öylece
yattı. Akşam hava iyice soğudu. Koruyacak
kalkanı olmayan, kılsız tüysüz cibil cibil domuzlarımızın
hepsi kırıldı gitti.
– Eyvah! dedim ben. – Zor olmuştur. Acımadınız
mı?
– Zor, tabii, dedi Kaben aksakal. – Domuz
bir yana, herkes kendi canının derdine düştü.
Hay huy, hesap, cevap. Neyse ki diğer
hayvanlardan da zayiat olmuş. Yani koyunlar.
Güz kırkımı yapılmış koyunlardan. Fazla
değil, her sürüden beş ila on, yirmi ila otuz
civarında. Bu bahane oldu. Doğa... ne Tanrı’dan
ne de insandan, suç doğada. Hâlâ
bir türlü dizginleyemedik gitti. Bazen böyle
kontrolden çıkabiliyor. Çiftlikte, nehir kenarında
kuytu bir yerde, sıcak ahırda kalsalardı,
hiç sorun olmayacaktı. Dinsizin hakkından
imansız gelir. Böylece kendimizi savunuruz
ya. Sonunda yöneticimiz, katı bir kınama cezasıyla
ucuz kurtuldu. Bense işimden oldum.
Domuz çiftliğinin yöneticisi görevimden. Artık
olmayan bir iş türü. Ancak fermanda öyle yazıyordu.
Hata yapan kişinin cezalandırılması
şart değil mi? Görevini layıkıyla yapmadığı,
sorumluluğuna verilen işi yerine getirmediği
için domuz çiftliğinin yöneticisi görevinden
alınsın diye. Buna da şükür, dedik.
– Diğer köyler...
– Diğer köyler... Doğal afet mi dersiniz, Tanrı’nın
bir lütfu mu dersiniz, beklenmedik bir sebeple
bütün pisliklerden bir kalemde kurtulan
sadece bizdik. Diğer insanlar bir iki yıl daha
eziyet çektiler. Sonbaharı gören az buçuk yavruların
hepsi kışı atlatamadı. Kalanlar yazın
öldü. İlçe komitesi, “Bizim geride kalan Kazak
ilçesi, domuz yetiştiriciliği gibi örnek sektöre
ayak uyduracak seviyeye hâlâ gelemedi. Beşinci
tür olan hakiki soylu hayvan yetiştirmek,
geleceğin, komünizmin payıdır.” şeklinde özel
bir karar almış ve dağınık bir şekilde bulunan
son beş on domuzu topladığı gibi şehre götürmüş,
et niyetine kesime vermiş...
– Böylece bitti mi? diye sordum.
– Bitmedi. İlçe komitesinin birinci sekreteri,
savaş gazisi, rahat ve akıllı biriydi, sonbahara
doğru yaşı geldi bahanesiyle emekli edilerek
görevinden alındı. Bilmiş millet, beşinci mal
yüzünden dedi.
– Sorguya ve cezaya maruz kalmadan kurtulması
bile büyük şans, dedim ben.
– Tabii, öyle. Bizim içinse domuz hikâyesi
unutulmaya yüz tutmuşken tüm kuvvetiyle
yeniden canlandı, dedi ihtiyar sivri sakalı oynayarak.
Hikâyesine devam etti. – Domuzlar,
eskiden olduğu gibi alay ve mizah konusu
olarak değil, gerçekten de beşinci hayvan
türü olarak köye tekrar döndü ya. Aradan elli
yıl geçince. Zorla değil, kendi isteğimizle!
– Nasıl? Ne zaman? dedim ben şaşırarak.
– Duymamışsın demek. Şimdi gidip bakabilirsin.
Sonraları Domuzkırılan diye adlandırılan
o eski Kenbulak’ta. Bir zamanlar kolhozken
sovhoza dönüştürülen bu köyün son müdürü
Şaker’in büyük oğlu Kenesbek, yaylanın tüm
nimetlerini zimmetine geçirmiş. Arsa satışı ile
ilgili kanun çıkar çıkmaz. Babasının sovhozdan
yürüttüğü dünya kadar serveti isabetli
harcayıp iş adamı olmuş diyorlardı. Şimdi
kendisi şehirde, buraya ise Pavlodar’dan mı,
Öskemen’den mi domuzu, Rusu olan bölgelerden
bulup topladığı çobanları, hizmetçileri
getirip yerleştirdi. Büyük bir ahır yaptı, teknik
donanımı tamamladı. Ondan sonra baharın
başında elli tane domuz getirdi. İki üç tane
erkeği var, diğerleri dişi. Şimdi yazın ortasın da yavrularıyla misliyle artarak dört yüz kadar
olmuş diyorlar. Belki de beş yüz. Dolu vurarak
ölen o beş domuzun yasal mirasçıları...
– O kadar domuzu ne yapacaklar? dedim.
– Hayret bir şeysin, yavrum, dedi aksakal bana
mağrurca bakıp. – Ticaret. Piyasa. Hırsızlığın,
zorbalığın sonu cefaya değil, servete, kudrete
ulaştıran bu devirde her şey sıradan. Kendisi,
emekli babası, anası, çoluk çocuğuyla birlikte
yese yese yılda on bilemedin yirmi domuz
yer. Belki hiç yemez. Domuz dediğin, para
kaynağı. Verimli, geniş meralarda binlercesini
yetiştiriyor. Eski zamanlardaki bir tanecik
“Uralzis” değil, tek seferde yüz tanesi birden
sığan, kocaman birkaç tane “Kamaz” arabasıyla
Narın’a götürüyor; orada kendine ait
büyük sucuk fabrikası açmış, bin, bir milyon,
birkaç milyon şıkır şıkır para değil mi! Koyun
gütmek, eziyet; sığır gütmek, cehennem; yılkı
gütmek, meşakkat; deve... bugün bu bölgede
devenin gölgesi bile yok, öyleyse en fazla ikiz
yoksa tek yavruyu bile bir yılda zar zor doğuran
bu hayvanlar kime lazım? Bir yılda iki üç
kez ve her seferinde sekiz ila on tane doğuran
domuzlar varken. Sen yemiyorsan, başkaları
yiyor. Sadece Ruslar değil, günümüz Kazakları
bile!
– Dört hayvan türümüzün devranı geçti, dedi
yüz ifadesi sertleşerek. – Artık devir, beşinci
hayvan türünündür.
– Hayvanlar bir yana, dedi biraz durakladıktan
sonra sesi yumuşayarak. – İnsanoğlu bile
şu beşinci hayvan türüne dönüştü ya. Bizim
yaşayıp gördüğümüz son elli yıl, daha geriye
gidince Sovyet dönemindeki yetmiş yılda
değil. 1932 yılındaki o korkunç açlık, 1941
yılındaki savaş felaketinde de değil. Bütün
bunlardan sonraki... pazar ekonomisi, özgürlük
diyerek gürültü patırtıyla geçen on beş yıl
içinde!
Ziyaretime gelip çay içerken ağır ağır başlayıp
ağız tadıyla konuşan köy aksakalı, susup
oturdu. Belki haklı bir karşı söz, cevap bekliyordu.
Ancak ben hiçbir şey diyemedim.
2006