HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Osman Çeviksoy 2
HİDAYET ORUÇOV 3
KEMAL BOZOK 4
ŞEFA VELI 5
NIKA ZHOLDOSHEVA 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
“Mış gibi yapmak” deyimini bilirsiniz. Kişi bir göreve gelmiştir, getirilmiştir. Yapacağı işler bellidir. Görev alanları içinde, yetkisi dahilinde insanımıza, ülkemize hizmet üretecektir. Ancak o kişi şahsiyeti oturmamış, bencil, sorumsuz, ağır tabanlı biriyse kendini kutsallaştırır; o göreve gökten zembille indiği inancına kapılır. Hizmetleri aksatır, işleri süründürür, vatandaşa illallah dedirtir. Çünkü işleri “mış gibi” yapmaktadır. Böylelerini devlet dairelerinde, derneklerde, çeşitli kurum ve kuruluşlarda fazlasıyla görürüz.
Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nden sonra beş Türk devleti daha dünyada yerini alınca bir ihtiyaç olarak görülmüş ve Avrasya Yazarlar Birliği adında bir dernek kurulmuştu. Bir şiirimde ifade ettiğim gibi “Yedi devlet ve bir millet olmuştuk / Özerk nice kardeşleri bulmuştuk.” Türk dünyasındaki yazarlar ve şairler ile irtibat kurulmalı, birbirimiz tanımalıydık. Her Türk ülkesinde Türk yazarların edebî eserleri basılmalı, okunmalıydı. Avrasya Yazarlar Birliği böyle bir ihtiyaçtan doğmuştu.
Bir Türk milliyetçisi olarak sevinmiş, ümitlenmiştim. Fakat acaba diyordum. Bu dernek de görevlerini “mış gibi” yapanlar sebebiyle tabela derneği olarak kalır mıydı? Genel Başkanı -o zamanki soyadıyla- Yakup Deliömeroğlu’nu tanımıyordum. Fakat yönetim kurulunda birbirinden değerli kişilerin görev aldıklarını görünce rahatladım. Derneğin ilk ürünü Kardeş Kalemler Dergisi oldu. 17 yıl boyunca aksatılmadan yayımlandı, 18. yaşına girdi. İlk adım Kardeş Kalemler dergisiyle atılmıştı. Türk dünyasından yazar ve şairlerin ürünlerini okuyor, oralardan, kardeşlerimizden haberler alıyorduk. Karşılıklı gidip gelmeler, edebî toplantılar, anmalar, Bengü Yayıncılık’ın kurulması, 500’den fazla edebî eserin basılması… Diğer hizmetleri saymama gerek yok, biliyorsunuz. Evet, gördüm ki Avrasya Yazarlar Birliği’nde hiçbir iş “mış gibi” yapılmıyordu.
Derneğe üye oldum ve bir üyesi olarak üzerime düşeni yapmaya çalıştım. Yakup Bey ile de tanıştım, yazılarımı doğrudan kendisine gönderdim. Seyrek de olsa telefonla konuşuyor, birbirimize hâl hatır soruyorduk. Gayet nazik ve saygılıydı hep. “Ağabey” deyişi hep sıcacık ve gönüldendi. O yıllarda Türk dünyası destanlarını çocuklarımız için romanlaştırıp yayımlamaya başlamıştım. Benimle bu konuda yapılan röportaj, dergi sayfalarında yer alan şahsımla ilgili ilk yazı oldu.
“Ağabey” dedi bir konuşmamızda. “Ağabey, siz oğlunuzu üniversite tahsili için Kırgızistan’a yolcu ederken orada ben de vardım. Sizinki büyük cesaretti… Ben şimdilerde kendi çocuğumu göndermeyi düşünürken tereddüt ediyorum.” 1991 yaz mevsiminde beş Türk Cumhuriyeti bağımsızlıklarını ilan etmişler; Türkiye’den lisans eğitimi için öğrenciler istemişlerdi. Bu görevi de Türk Ocakları Vakfı üstlenmişti. 1992 Ocak ayının ilk günü Ankara’dan bazı gençlerimizle birlikte oğlumu kardeş ülkelere yolcu etmiştik. Yakup Bey ile o gün tanışmak nasip olmamıştı.
Türkçenin kayıp bir kitabı “Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügâti-it Türki” (Türk Lehçeleri Dilbilgisi Kitabı) var biliyorsunuz; Kâşgarlı Mahmut’un yazdığı Dîvânu Lugâti’t Türk’ün kardeşi. 2008, doğumunun 1000. yılı olması sebebiyle “Kâşgarlı Mahmut Yılı” ilan edilmişti. Yakup Ömeroğlu ve Avrasya Yazarlar Birliği denince aklıma ilk önce o yıl yönetim kurulunun aldığı ve dergi sayfalarında duyurduğu şu karar gelir: “Kâşgarlı Mahmut’un 1000. doğum yılının kutlandığı bu yılda kayıp kitap Türk Lehçeleri Dilbilgisi Kitabını bulana 1000 cumhuriyet altını verilecektir!” Kitap Türk milleti açısından değerliydi, ödül de o değere uygun miktardaydı. Fakat yönetim kurulu üyeleri dar gelirli insanlardı. Bu durumda ödül nasıl temin edilecekti? Ev sahibi olanlar, “Evimizi satarız” diyerek buldular çözümü… Kayıp kitap bugün de bulunmuş değil. İnşallah kardeşi Dîvânu Lugâti’t Türk gibi o da bulunur.
Bir gün Yakup Bey telefonla aradı: “Ağabey, dergiyi, doğumunun 490. yılında Evliya Çelebi özel sayısı olarak çıkarmak istiyoruz. Merhum seyyahımızın Denizli’deki tespitlerini dergiye yazar mısın?” dedi. Yazıyı, dergide yer alacak bir yazı nasıl olması gerekiyorsa o uzunlukta hazırladım. Aylar sonra karşıma “Evliya Çelebi’nin İzinde” adlı cilt cilt kitaplardan oluşan bir seri çıktı. Benim dergi için gönderdiğim yazı, seyyahın Erzurum, Denizli, Bolu, Osmaniye, Halep, Gümülcine ve Hırvatistan gözlemlerinin anlatıldığı “Evliya Çelebi’nin İzinde” adlı müşterek kitapta yer almıştı. Özel sayı çıkarılma kararı kitaplarla tanıtmaya dönüştürülmüştü anlaşılan. Bir gün Yakup Bey, “Ağabey, ben sizden bir Evliya Çelebi Denizli kitabı bekliyordum.” deyince şaşırdım. İş yoğunluğundan dolayı olsa gerek benden dergi için yazı istediğini unutmuş olmalıydı. “Kolayıma böyle gelmiş demek ki!” diyerek geçiştirdim.
Dernek bünyesinde Bengü Yayıncılık kurulmuş, Türk dünyası ediplerinin kaleme aldığı kitaplar yayımlanmaya başlanmıştı. Seviniyordum çünkü yetmişli seksenli yıllarda hayal bile edemeyeceğimiz gelişmeleri yaşıyorduk. Artık nerede Türk varsa onlarla ilgili bilgiler edinebiliyor, ülkemiz dışında yaşayan yazar ve şair kardeşlerimizin kitaplarını elimize alabiliyorduk. Fakat bir eksiklik vardı. Bu kitapların lise kütüphanelerinde de yer alması gerektiğine inanıyordum. Gençlerimizin bağımsız ve özerk devletlerde yaşayan kardeşlerini tanımaları ancak böyle mümkün olacaktı. Bu görüşümü Yakup Bey ile paylaştığımda sessiz kaldı. Demek ki isteği ve nazı bir yere kadardı…
Kardeş Kalemlerin bir sayısında Yakup Bey’in Deliömeroğlu olan soyadını Ömeroğlu olarak değiştirdiğini okudum. Bir konuşmamızda takıldım: “Sayın Başkanım, biliyorsunuz yüksek cesaretli ve gözü kara özellikleriyle öne çıkarak sorumluluk yüklenen, iş bitiren kişilere deli denir. Ben, başımızda bir Deliömeroğlu var. Türk dünyası ile olan edebî ilişkilerimiz onun sayesinde hızla gelişir diye düşünerek bu derneğe üye olmuştum. Ancak siz soyadınızı değiştirdiniz…” Merhum, yine gülümsemiş ve yine sessiz kalmıştı.
Emine Işınsu vefat ettiği günlerde, Ablam Ustam Emine Işınsu adlı eserimin ikinci baskısını yapması teklifinde bulunmuştum. “Memnuniyetle… Kırkıncı güne yetiştiririz ağabey!” dedi ve sözünde durdu.
Vefatından üç hafta kadar önceydi. Sesini duymak ve kısa da olsa sohbet etmek için aramıştım. Sesi sağlıklı gelmiyordu. “Nasılsınız? Bir rahatsızlığınız var galiba!” diye sordum. “Hastanedeyim ağabey.” dedi. “İnşallah önemli bir rahatsızlığın yoktur.” deyince “Kötü…” diye cevap verdi. Anlamıştım, üzülmüştüm. Helalleşmekle ilgili kelimeler dilimin ucuna geldiyse de o kelimeleri tuttum. Moral verecek birkaç cümle söyleyerek, şifa dileyerek vedalaştım.
Yakup Ömeroğlu başkanımız tecrübesiyle, Türk dünyası ile ilgili yazıya geçilmemiş bilgileriyle, hatıralarıyla birlikte “gitti”. Onu hep o saygılı, o nazik, o sakin hâliyle, güler yüzüyle ve “erken giden bir dost” olarak rahmetle hatırlayacağım.