Bir İhtiyar


 01 Haziran 2024

Ana ve babasını ziyaret etmeye gitmişti. Annesi Anadolköy mahallesinde olup bitenleri anlatıyordu. Söz eski komşularından Fatma nineye gelmişti. Kimsesiz, yalnız ve yardımcısız bir kadın olan bu ihtiyarın çektiği zahmetler yürek ürpertiyordu.

Ali sözünü keserek:

“Hakikaten hiç kimsesi yok mu, bu kadıncağızın?” diye sordu.

Annesi hemen cevap vermedi, başını sallayarak, derinden bir ah çektikten sonra:

“Var, var, ama ne fayda! Merhametsiz, bir torun. Sarhoş, tembel bir adam ile evli. İşe gideceği yerde bütün gün evine içki taşıyor. Geceleri içki alemleri yapıyorlarmış.”

“Torunu dediğiniz, o dişsiz, esmer, kambur biri ile evli olan, değil mi? O soysuz şeylerden mi bahsediyorsunuz?”

“Demek ki sen de tanıyorsun. Ne diyordum? Ha, evet. Birkaç ay evvel bu torun, kocası ile birlikte Kobadin'den göçüp gelmiş buraya. Fatma nine bir odasını onlara ayırmış. Aradan biraz vakit geçince, ikinci odasını da ele geçirmişler ve sonra evinden de kovmuşlar. O zamandan beri bir tüccarın bahçesinin köşesindeki kulübede oturuyor. Bedava vermemiştir ya.”

“Nasıl olur, böyle insaniyetsizlik? Şikâyet etmemiş mi onları?” diye sordu, isyankâr bir sesle Ali.

Sinirlendiğini görünce, babası lafa karıştı:

“Hemen kızma! diye bağırdı. Zavallı kadını koruyacak birisi çıkmadı ki... Herkes o sarhoşlardan çekiniyor. Kimse başını belaya sokmak istemiyor. Yalnız ne yapabilirdi? Ağlaya, ağlaya göçtü kulübeye. Şimdi orada herkesten uzak, kim bilir nasıl yaşıyor...”

“Bugüne kadar niçin bahsetmediniz bu acıklı durumdan?” diye canı sıkılarak sordu Ali.

“Bırak sen! Karışma böyle işlere! diye darıldı annesi. Niçin sana söyleyecekmişiz? Onun o huysuz torunu çeşit türlü başı bozuklarla bağlantılı bir kadın. Her türlü fenalığa muktedirler. Sen tanımazsın onları. Milis bile başa çıkamıyormuş onlarla.”

“Haydi, vazgeçin bu tür düşüncelerden! Abartmayalım meseleyi. Haklarından gelir polis. Olayı henüz iyi tanımıyordur. Bu soysuzlar gözünüzü korkutmuşlar. Kimse ihtiyara arka çıkmamış. Onları şikâyet etmediği için bildiklerini yapmışlar.”

“Evladım! Bunları söz olsun diye söylemiyorum. Rica ediyorum, beni üzme. Bu tür işlere karışma. Benim bu insanlardan gözüm korktu: ‘Eteğine dokunsa kesip at!’” diyerek sözlerini daha kuvvetlendirmeye çalışıyordu annesi.

Babası söze karıştı ve küçükken onunla konuştuğu amirane şekilde:

“Annenin hakkı var! Bu gibi insanlara sataşmaya gelmez, oğlum!” dedi.

Annesi:

“Bundan birkaç yıl önce, o zavallı boksörü öldürmediler mi, golanlar? Nasıldı adı, unutmuşum?”

Birkaç dakika düşündükten sonra:

“Evet, hatırladım, Ömer'di, değil mi?” diye sordu. Aradan birkaç yıl geçmiş olduğu halde unutmamıştı.

Tasdik etmelerini beklemeden konuşmaya devam etti:

“Öyleydi. Hiç unutmam. Zavallı genç, golanların elinden iki kızcağızı kurtarmak için araya girmişti. Ama ne oldu? Yediler başını. Gencecik girdi kara toprağa.”

Ali:

“Peki anne, meraklanma! Bana Fatma ninenin adresini ver de onu ziyaret edeyim. Bir şeye ihtiyacı vardır belki de.”

“Aman! Böyle işlere karışma! Allah acısın haline!” diye cevap verdi annesi. Şimdi Fatma ninenin halini anlattığına teessüf eder gibiydi.

 Fakat biraz sonra:

“Arka sokağın aşağısında bir çıkmaz sokak göreceksin. İşte oradaki büyük bir avluda bir virane kulübede. Gideceksen torununa bulaşma sakın. Orada rastlarsan derhal geri dön. Anlaştık, değil mi?” dedi.

Babası susuyordu. Kendilerini dinlemez de bildiğini yapar diye sakındığı anlaşılıyordu. Ali teminat vermek lazım geldiğini anladı:

“Siz üzülmeyin. Ben çocuk değilim. Kendimi kurdun ağzına atacak değilim ya!” dedi ve sonra kalktı pencereden uzakları seyre daldı.

“İşte, böyle olmanı isterim. Ne lazım sana alemin belalarına sokulmak.” dedi annesi ferahlayarak. 

Ali ise, konuşmayı başka mevzulara değiştirerek, nihayet bu olayı unutturmaya muvaffak olduğuna kanaat etti. Sonra onlardan ayrıldı. Sokağın köşesini dönünce hızlı adımlarla Anadolköy mahallesinin o dar, kirli sokağında sabırsızlıkla yürüyerek Fatma nineyi aramaya başladı. Rastladığı insanlara çıkmaz sokağı soruyordu. Nihayet karşı gelen bir kadın:

“Şu köşeyi dönünce görürsün” dedi.

Gösterdiği istikamete doğru giderken etrafına bakınıyordu. Son hafta yağan yağmurlardan meydana ge1miş çamur ve su birikintileri henüz kurumamıştı. Orada bulunan bir yaban kestane ağacının mevsim icabı solmuş kuru yaprakları su birikintilerinin üzerinde yüzüyordu.

İhtiyar ağaç, sanki geçirdiği uzun yılların yorgunluğundan takati kesilmiş gibi yanındaki, yer yer yosun tutmuş, eski tahta bir evin sarı toprakla sıvanmış arka duvarına eğilmiş. Çamura batmamak için dikkatle yürüdü. Bir zamanlar bahçeyi çeviren, yıkık, eski tahtadan yapılmış avlunun önüne yetişti. Dip tarafta, senelerin yükü altında çökmüş gibi öne eğilmiş, kapısının yukarı menteşesi kopmuş, tek pencerenin camının bir köşesi kırık, kulübeyi andıran bir ev görünüyordu. Bir zamanlar kireçle sıvalı, şimdi ön duvarı temelden ta saçağa kadar çatlamıştı. Yağan yağmurlar ve karların tesiriyle sıvaları yer yer dökülmüş, adeta terkedilmiş bir viraneye benziyordu. Ali bahçeyi kaplayan kuru otlar ve dikenlerin üzerine basarak, çamurlu su birikintilerini atlayarak yürümeye çalışıyordu. Daha iyi bir patika aradı. Hiçbir ayak izi görmeyince, içine bir korku düştü. Bütün vücudu ürperdi. Burada, bu virane yerlerde aradığı ihtiyar kadın yerine, unutulmuş bir ölü bulursam ne yaparım, korkusu ile duraksadı, etrafına bakındı. Bu mezarlık sükûneti içinde kapıya doğru ilerledi, kuvvetle vurdu, sonra durup dinledi. Bir cevap almayınca, ihtiyarlıktan belki kulakları işitmez diye düşünerek:

“Fatma nine, Fatma nine!” diye çağırdı.

Bir cevap almadı. Ancak kesik ve hırıltılı bir soluma işitir gibi oldu. Acaba içeriye girsem mi, diye tereddüt etti. Fakat kapının eşiğine kadar gelmişken bir netice almadan geri dönmek istemedi. “Muhakkak bu işi sonuna kadar götürmeliyim” diyerek kapının mandalını bastırdı. Birdenbire açılan kapı onu biraz ürküttü. Aralıktan vuran ışıkla içerisini biraz görür gibi oldu. Korkudan gerisi geriye kaçmamak için, kendini zor zapt ederek bir adım geri çekildi ve ancak toparlandıktan sonra:

“İçeride bir kimse var mı?” diye sordu.

Cevap yerine, ancak hafif bir inilti duyar gibi oldu. Heyecanla kapıyı biraz daha açtı. Karanlığa gözü alışınca, yerde kımıldayan bir insan seçebildi. Serilmiş döşeğe benzer bir şeyin üzerinde yatıyordu. Vücudunu tamamıyla sarmayan eski bir erkek paltosu ile örtülüydü. Derhal girdi, eğilip baktı. Gözlerinin açık olduğunu görünce:

“Fatma nine, sen misin?” dedi.

Cevap yerine başını salladı. Karşısında derin hatlarla kırışık olmuş bir yüz, uçuk yanaklar, derin kuyu gibi dişsiz bir ağız, çukuruna oyulmuş, çökmüş gözler, yorgun bakışlarla bu beklenmedik ziyaretçiye hayretle bakıyordu:

“Sen kimsin?” dedi.

Açıklama yapmak zorunda hissederek:

“Ben Ali'yim. Eski komşunun oğluyum” dedi ve etrafına bakındı.

Soba, odun, lamba gibi en basit, fakat elzem eşyalardan bir şeyler görmedi.

“Yiyeceğin var mı, Fatma nine?” diye sordu. Ama, kendisinin de elleri boş geldiğinin o anda farkına vardı. Bu halini tahmin etmeliydi. Buraya gelirken yolundaki dükkândan yiyecek satın alabilirdi. Yaptığı bu düşüncesiz hareketinden dolayı utandı. Fatma nine ise, ona hayretle bakmaya devam ediyordu. Bakışından bir hoşnutsuzluk sezilmediği için, ona ·yardım etmek arzusuyla başının altındaki yastığı düzeltmeye çalıştı. Zor açılan, morarmış dudaklı ağzından bir inilti işitince, “Nasıl yardım edebilirim?” diye düşündü. “Biraz su içireyim” dedi ve etrafa bakınarak bir su kabı aradı. Fakat yoktu. Köşede ayağı kırık eski bir iskemle üzerinde çatlak bir tabak, eriyip akmış yağlarının içine gömülmüş, bitmeye yakın bir mum, eski hasırın üzerine yığılmış birkaç giyim eşyasından başka bir şey görmedi.

Zavallının torunundan kaçırıp kurtarabildiği bütün malı mülkü bunlardan ibaretti.

Biçare, hasta ihtiyarın karşısında, Ali ümitsiz doktor gibi bir şey yapamadan duruyordu. O ise, sönük bakışları ile: “Benim artık yardıma ihtiyacım yok, çok geç geldin, bırak beni rahat öleyim” demek istiyordu. İnsanın yüreğine bıçak gibi saplanan bu acıklı bakışların altında bir imkân bulmak için:

“Belediyenin kantinine yazdırayım mı seni?” diye sordu. Cevap almadı. Bu sözlerin yersiz olduğunu anladı:

“Biliyorum, sen gidemezsin, ben getiririm yemeğini. Vaktim olmadığında çocuklarla yollarım, ne diyorsun?”

Fatma nine susuyordu ama bakışı değişmişti. Aralanan kapıdan giren ışık yüzüne vurduğunda, ağladığını gördü. Gözyaşları, buruşuk yanaklarından aşağıya doğru süzülüyordu. Bu gözyaşlarını Ali kendi kalbine akıyormuş gibi hissetti ve heyecandan tıkanan bir sesle:

“Ne diyorsun? Bir yardım kabul eder misin?” diye sordu. Fakat onun gözyaşlarının durmadan akması ve konuşmaktan daha manalı susması karşısında, başucunda canı acıyan bir evlat yahut yakın kimsesi, komşusu olmamasının ne acıklı hâl olduğunu daha iyi anladı.

Bu yürekler acısı düşüncelerden uyanmış gibi baktığı zaman, o bitkin ve takatsiz bir sesle:

“Sağ ol! Yardımın neye faydası olsun artık! Ne yapayım parayı?”

“Yiyecek satın aldırırsın” diye cevap verdi Ali.

“Ağzımda diş kalmadı. Zaten canım bir şeyler yemek istemiyor. Benim için artık her şey bitti. Mutlaka bir iyilik yapmak istersen, bir lamba getir. Geceler çok uzun. Ben yaşamaktan bıktım, dedi. Konuşmaktan yorulmuştu. Sönük, bitkin bir hali vardı. Sanki “selametle git” der gibi kolunu uzattı ve derin soludu.

Daha fazla konuşamayacağı anlaşıldı. Ali bu acıklı manzaraya daha ziyade tahammül edemeyerek dışarı fırladı. Kapısını kapayıp kapamadığını bile hatırlamıyordu.

Ertesi gün gaz lambasıyla aynı kapıyı açtığı vakit, geç geldiğini anladı. Suç işlemiş gibi hissetti “Niye, niye derhal gelmedim? Niye derhal doktor getirmedim?” diye üzüldü ve eğilip gözlerini kapadı, başındaki bezle çenesini bağladı.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 210. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 210. Sayı