HaftanınÇok Okunanları
KAYNAR OLJAY 1
Osman Çeviksoy 2
SALIM ÇONOĞLU 3
İ. M. Galimcanova 4
Gülzura Cumakunova 5
Kader Pekdemir 6
Kardeş Kalemler 7
“Allah, kurtuluş yolunu bulasın diye sana rüyalar göndermiştir.”
Osmanlı’nın kuruluş macerası ve tarihsel yolculuğu da bir rüya ile başladı.
Bir rüya… Bir kişinin değil, devlet olmak isteyen bütün bir toplumun gördüğü bir rüya ile. Öyle ki yüzyıllar boyunca hüküm sürmüş bir imparatorluğun, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunu müjdeleyen, dilden dile, gönülden gönüle aktarılarak günümüze kadar yaşatılmış ve Yaradan tarafından ilham edilen ve gelecek öngörüsü, muştusu olan bir rüya. Yüzyıllardır anlatılan, yorumlanan hakikate dönüşmüş bir rüya.
Babil Kralı Nebukadnetsar’ın rüya yorumcularına gördüğü rüyayı anlatmadan, hiçbir ipucu vermeden yormalarını istediği gibi bir rüya… Yalnızca Osmanlı’nın değil, bütün doğu ve Türk devletlerinin gördüğü türden bir rüya… Doğu ve batının, geleneksel ve modern toplumların gördükleri, farklı ama birçoğunda Tanrı’yla bağları kurulan manevi alemden gelen bir rüya… Görülmediği veya görüldüğü ispat edilemeyecek ama inansa da inanmasa da tarihçinin dayanağı olan, en azından yok sayamadığı bir rüya.
Kemal Tahir-Devlet Ana, Mustafa Necati Sepetçioğlu-Konak ve Çatı, Tarık Buğra-Osmancık isimli kuruluş romanlarının belki de en önemli ve ortak noktası; Osman Bey’in gördüğü aynı zamanda Osmanlı olan herkesin gördüğü bir rüya.
Kemal Tahir, M. Necati Sepetçioğlu ve Tarık Buğra’nın kuruluş romanlarında üzerinde düşündükçe ve çokça defa okundukça dikkat çeken, her üç yazarın da birbirlerini tekrar etme riskine rağmen anlatamadan edemedikleri ve altını çizdikleri bir rüya. Her yazarın romanlarında farklı karakterlere gördürdükleri ama mutlaka görülen ya da görüldüğüne işaret edilen, böyle olması gerektiğine inanılan bir rüya.
Böyle bakınca, Osmancık’ta Osman Bey’in, Çatı’da Edebali’nin, Devlet Ana’da Yunus Emre’nin gördüğü ‘rüya’nın, yazarlarının daha edebi olmak kaygısı dışında başka bir maksatları olması gerektiğini düşündüren bir rüya.
Koca Çınar rüyası
İlk yazılışına Aşıkpaşazade Tarihi’nde rastladığımız, sonraki tarih araştırmalarında da yer alan ve Fuat Köprülü’nün Aşıkpaşazade’den aktardığı Osman Bey’in rüyası, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel ufkunu daha en baştan çizer gibidir. Bu bakımdan Osman Bey’in rüyasını anlamak ve anlamlandırmak için tarihteki bütün toplamların rüyaları olduğu savından hareketle kavramsal bir yolculuk yaptık. Rüya, ütopya, mitoloji, efsane gibi kavramlar arasındaki benzerlikler ve farklılıklardan başlayarak geleneksel ve modern toplumların rüyaları çerçevesinde, Osmanlı’nın rüyası peşinde hem tarihsel hem eski- yeni karşılaştırmalarında bulunduk.
Rüya yolculuğumuz önce Osman Bey’in rüyasının ilk yazılı kaynaktaki orijinal hali ve bugünkü Türkçe’deki manası ile başladı:
AŞIKPAŞA-ZADE’ nin (DERVİŞ AHMED AŞIKİ) KALEMİNDEN OSMAN GAZİNİN RÜYASI:
“Osman gazi niyaz etdi ve bir lahza ağladı. Uyku galib oldu. Yatdı, uyudu. Gördü kim kendülerün aralarında bir aziz şeyh var idi. Haylı kerameti zahir olmuş idi. Ve cemi’halkun mu’tekadıyidi. Adı Derviş idi. Ve illa dervişlük batınındayidi. Dünyesi ve ni’meti, davarı çoğ idi. Ve sahib-i çerağ ve alem idi. Dayım misafirhanesi hali olmaz idi. Ve Osman Gazi dahı gah gah gelür idi. Bu azize konuk olur idi. Osman Gazi kim uyudı, düşinde gördü kim bu azizün koynuna girer. Bu ay kim Osman Gazi’ nin koynına girdüği demde göbeğinden bir ağaç biter. Dahı gölgesi alemi dutar. Gölgesinün altında dağlar var. Ve her dağun dibinden sular çıkar. Ve bu çıkan sulardan kimi içer ve kimi bağçalar suvarur ve kimi çeşmeler akındur. Andan uykudan uyandı. Sürdi, geldi. Şeyhe habar verdi. Şeyh eyidür: “Oğul, Osman! Sana muştuluk olsun kim hak ta’ala sana ve neslüne padişahlık verdi. Mubarek olsun” der.”
Aşıkpaşazade, yukarıda orjinali yazılı rüyayı bugünün Türkçesiyle şöyle anlatılır; Osman müstakbel kayınpederi derviş Edebalı’nın evinde kaldığında rüyasında Edebalı’nın koynundan bir ay çıkıp kendi koynuna girdiğini görür. Bunan üzerine, Osman’ın göbeğinden bir ağaç çıkar ve gölgesi bütün dünyayı sarıncaya kadar büyür. Ağacın gölgesinde, eteğinde ırmaklar akan dağlar vardır. İnsanlar bu suyu içmekte, bahçelerini sulamakta veya pınarlarından sular akıtmaktadır. Edebalı bu rüyayı, Tanrı’nın hükümdarlığı Osman ve onun soyundan gelenlere bahşettiği şeklinde yorumlar ve bunun üzerine kızını Osman’a nişanlar.”
Bu muhtemelen 1470’ler ve 1480’lerede ortalıkta dolaşan pek çok rüya hikâyesinden biridir. Çünkü Bayati, Osman’ın pek çok rüya gördüğüne ve Edebalı’nın bunları uğurlu olarak tabir ettiğine işaret eder. Ancak, bu kehanetli rüyanın Aşıkpaşazade’ye ait versiyonu bazı ufak değişikliklerle daha sonra gelen bütün kroniklerin hikâyelerinin temelini oluşturmuştur.
Osman Gazi’nin rüya efsanesi çağlar boyunca, hatta habercisi olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarına kadar tekrarlandı.
Batılı tarihçi Caroline Finkel, “Rüyadan İmparatorluğa OSMANLI” adlı eserinde, Osmanlı’nın kuruluş efsanesinin dayandırıldığı rüyadan bahisle, “İlk Osmanlılar, otoritelerini pekiştirme mücadelesi içinde, devletlerinin kuruluş tarihinden çok, onların egemenlik haklarının temelini oluşturan vizyonla ilgiliydiler” der. Finkel, ilk kez 15. yüzyılın ikinci yarısında, Osman Gazi’nin 1323 dolayında ölümünden bir buçuk yüzyıl sonra bu biçimde aktarılan, dünyevi ama ilahi bir otoriteyi ima eden ve Osman Gazi ile soyunun Balkanlar, Anadolu ve ötesinde toprak ve iktidar için rakiplerine karşı kazandıkları başarıları haklı gösteren bu rüyanın, Osman’ın rüyasının, imparatorluğun kuruluş efsanelerinin en dayanıklılarından biri olduğunu kaydetmektedir.
Finkel, Osman’ın rüyasından başka bir duruma dikkat çeker. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yılı olarak kabul edilen 1299 yılının olağanüstü hiçbir olayın yaşanmadığı sıradan bir yıl olduğunu kaydeden yazar, ancak o yıl ender bir matematiksel rastlantıyla yüzyıl değişiminin Hıristiyan ve Müslüman takvimlerinde aynı tarihe denk gelişine vurgu yapar. Ve ; “Avrupa ve Ortadoğu arasında köprü oluşturan bir imparatorluğun kuruluşunu belirlemek için bundan daha iyi bir yıl olabilir miydi?” sorusuyla kuruluşa başka bir olağanüstülük kaydı düşer.
Bu düzlemde, (Osman Gazi’nin gerçekte böyle bir rüya görüp görmediği bir yana tarih yazıcılığı açısından)- aslında, öncelikle, Osman Gazi’nin kutlu rüya görebilecek vasıfta iyi hal sahibi bir zat olduğu vurgulanmış ve –ta başlangıcında Osmanoğullarının bir dünya devleti kuracakları öngörülmüş ve doğal olarak bunun meşru zemini hazırlanmıştır.
Çınar rüyasının devamı bazı rüyalar
Muhyiddin İbn-i Arabi
Ünlü mutasavvıf Muhyiddin İbn-i Arabi’nin Osmanlı Devletinin kuruluşunu Osman Gazi doğmadan çok önce eş-Şeceretü`n-Nu`maniyye fi`d-Devleti`l-Osmaniyye adlı eserinde yazdığı ve Yavuz Sultan Selim’in kendi mezarını Mısır seferi zamanında bulacağını öngördüğü iddia edilmektedir.
Böyle bir eserin varlığı tartışmalı olmakla beraber sanki rüyanın tamamlanması ilgili çalışmaların devamı olarak da görülebilir. `İza dahale`s-sin fi`ş`şin, yazheru kabru Muhyiddin` yani, `Sin şın`a dahil olduğu vakit, Muhyiddin`in kabri ortaya çıkacaktır` cümlesinin sırrı, Yavuz Sultan Selim Mısır seferi sırasında Şam`a geldiğinde çözülmüş, İbn Arabi`nin o sırada üzeri çöplerle kaplı Salihiye`deki kabri ortaya çıkarılmış, Sultan Yavuz Selim türbenin yenilenmesini ve yanına bir de cami yapılmasını emretmiştir. 1517 yılında caminin kuzeyine bir de tekke inşa edilmiştir. Türbenin girişine Kemal Paşazade`nin İbn Arabi`yi öven bir fetvasıyla İbn Arabi`nin biraz evvel zikrettiğimiz cümlesi yazılmıştır.
Yavuz Sultan Selim’in rüyası
Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden önce, bir rüya görür. Hoca Saadettin Efendi’nin, Padişah doktoru ve muhasibi olan babası Hasan Can’dan naklettiği rüya olayı çok ilginçtir ve şöyle anlatılmıştır:
“Sultan Selim çoğu kez uyumaz, sabaha kadar kitap okur yahut Hasan Can’a okutur dinlermiş. Hasan Can bir akşam, yorgunluktan uyuyakalmış ve huzura gidememiş. Ertesi sabah namazı(nı) müteakip Sultan Selim, ‘Bu gece ne rüya gördün’ diye sorar. ‘Rüya görmedim’ der. Sultan Selim çıkışır, ‘Bu ne sözdür? Bir geceyi tamam tamamına uykuyla geçiresin ve de düş görmeyesin? Her halde görülmüştür.’ Hasan Can sözü başka tarafa çekmek istese de, Sultan Selim ısrar eder. ‘Girü yine buyurdular ki saçma söyleme, her halde bu gece bir düş görülmüştür. Söyle, gizleme.’ Hasan Can yine ‘Görmedim’ deyince, başını sallayarak, ‘Tuhaf’ diye mırıldanır.
Hasan Can bir süre sonra Kapıcı Ağası Hasan Ağa’nın yanına gider. Temiz kalpli, iyi huylu, inancı tam bir adamdır. Bakar ki, ‘Ağa düşünceli, şaşkın, başını aşağı salmış, gözü yaşlı durur. Hasan Ağa bir düş görmüştür ve hala onun tesirindedir. Zorlayarak rüyayı anlattırır: ‘Bu gece gördüm ki, bu eşiğinde oturduğumuz kapıyı hızlı hızlı çaldılar. Ne haber var deyü ileriye vardum. Gördüm ki kapu biraz aralanmış, ol denli ki, taşra görünür ama, âdem sığmaz. Baktım gördüm ki, dış harem taylesanlı Arap simasında nur yüzlü kişilerle dolu. Elleri bayraklı silâh ve gereçleriyle hazır kapu dururlar. Kapu dibinde de dört nur yüzlü kimesne durur. Ellerinde birer sancak var. Kapuyu çalanın elinde Pâdişahun ak sancağı. Bana eydür ki, bilür müsün neye gelmişüz? Ben de, buyurun dirim. Didi ki, ol gördüğün kişiler Resululah’ın ashabıdur. Allah’ın selâmı ve duaları ona olsun, bizi Resulullah hazretleri gönderup, Selim Han’a selâm itdi ve buyurdu ki, kalkub gelsün ki, Haremeyne hizmeti ona buyuruldu. Ve bu dört kimesne ki görürsün, bu Sıddik-i âzam, bu Ömer-i Fâruk, bu Osman-zin nureyndir. Ben ki, senün ile konuşurum, Ali’yibni Ebi Talib’im. Var Selim Han’a söyle didi. Hasan Ağa ağlayarak rüyayı bitirir.
Hasan Can, Selim Han’ın huzuruna vardığında, yine rüyayı sorar. ‘Didim ki Padişahum, ol düşü bu Hasan kulunuz görmedi ise bir başka Hasan kulunuz görmüş.’ Ve, anlatır. ‘anlattıkça mübarek yüzü kızarmaya başladı, vararak mübarek gözlerine yaş geldi. ‘Biz sana dimez miyüz ki, biz bir yöne memur olmadan hareket itmemişüz’ buyurdular.”
Akşemsettin’in manevi keşfi ve Eyüp Sultan Hazretleri’nin mezarı
Eyyûb El-ensarî yani bizlerin bildiği adıyla Eyüp Sultan Hazretleri. Peygamberimizi Mekke'den Medine'ye göç ettiği zaman evinde ilk misafir eden sahabedir. Bu sebeple kendisine bu olaydan sonra mihmandar-ı nebevî de dendiği olmuştur. Eyüp Sultan, 80'li yaşlarında 668-669'daki İstanbul kuşatması sırasında şehit olmuştur. Vasiyeti üzerine İstanbul surlarının dibine gömüldüğüne dair bir rivayet vardır. Anlatıya göre daha sonra Akşemsettin manevi keşif yoluyla mezarını bulur. Şu anda onun adına bir türbe, kendi adı ile anılan Eyüp semtinde ve kendi adı verilen Eyüp Sultan Camii'sinde yatmaktadır.
Devlet Ana’da Rüya
Kemal Tahir’in Devlet Ana’sında “Osman’ın rüyasını” Yunus Emre görür ve anlatır: “ Dinleyin can kulağıyla… Hayırlı iştir. Bilirsin! Âdemoğluna düşler iki çeşit verildi. Biri Tanrısal düş… Öteki, şeytan aldatmaları… Tanrısal düşler hayırlıdır, olacakları sezdiricidir. Elçiliğinin bize düşmesi ne mutlu!
Bu kez, İtburnu’nda, Şeyh Edebali Efendimizin mübarek katında, hayırlı perşembeyi, hayırlı cumaya bağlayan gece, bir düş gördüm. Şeyh Edebali Efendimizin mübarek kucaklarından bir ay doğdu. Öyle ki, gözler kamaşıp bakmaya güç yetesi kalmadı. Baktım ki, sizin Osman Beyiniz de iki dizi üstünde sağ yanımdadır ve de tespihe girmiştir. Gökleri bezeyen ay, inip geldi, göğsüne yaslandı, gövdesine karıştı. “Aman nedir, ne hikmettir?” dememize kalmadı, ayın gömüldüğü yerde bir fidan belirdi, yeşerip büyüdü, göklere dal budak saldı. Toprağın, denizlerin yüzünü kapladı. Kaf dağlarının ve de Toros dağlarının ve de Atlas dağlarının ve Hosma dağlarının doruklarını gölgesine aldı. Fırat ırmağını, Dicle’yi, mübarek Nil’i, Frenk içindeki coşkun Tuna’yı kavradı. Uçsuz bucaksız çöller, bozkırlar, çayırlı çemenli ovalar, sahralar, yedi denizler ve de ağaç denizinden nişan verir derin ormanlar, uzakların parlak gümüş kubbeli, göke baş çekmiş kuleli, Firavun çağından kalma nice nice anıtlı nice kentler geldi, hep bu ağacın altına sokuldu. Bize hayret elverdi. “Neyin nesi?” demeye kalmadan, bir esindi çıktı, yürekten sıkıntıyı, vesveseyi sürüp çıkaran yedi cennet yeli…Kendime geldim, sabaha kadar düşündüm, yazdım çizdim. Sabah namazından sonra Şeyh Edebali hazretlerine düşümü açıp danışayım dedim, elini kaldırıp susturdu, “Gerekmez, sana açılan bize de göründü. Tanrı işaretidir” buyurdu. Beyinize büyük devlettir ve de büyük müjdedir. Şeyhimizden murat istemiş, sırası gelmediğinden alamamış ama, umut kesmeyip koca Tanrıya güvenmiş… böylece, murat kapısı açıldı, mutlu saat gelip çattı. Bir daha istesin! Yoksun kalmayacaktır. Bizden haberini ulaştırmak…
Çatı’da Rüya
Şeyh Edibali, Tekkesi’ndeki meşverette toplanan dervişlere anlatır Osman Beyin rüyasını: “Kızım Mal Hatunu, Ertuğrulun oğluyla evereceğim. Meselenin yarısı böylece halledilmiş olur. Kalan yarısı …yani haslık meselesi, yani Kayı Boyunun Oğuzun soylu boylarından daha soylu olması meselesi.”
“Kara Osman Şeyh Edebalinin Tekkesinde konuk kaldığı bir gece bir düş görecek” dedi. “Gördüğü düş şöyle olacak: Benim, Şeyh Edebali olarak benim koynumdan bir ay doğmaktadır. Bu ay, dolunay halini aldığında varıp Kara Osmanın koynuna girer. Bu demdeyken, Kara Osmanın göbeğinden bir ağaç köklenir, dallanır, budaklanır, gölgesi dünyayı tutar. Gölgesinin altında dağlar vardı; dağların dibinden sular çakır; bu çıkan sulardan kimi insan içer kimi insan bağını bahçesini sular, kimi insan çeşmeler akıtır.”
Barak Baba: “Uydurma düş, uydurma söz, uydurma iş… Şeyhlikte yalan da mı var?” deyip buruştu.
Geyikli Baba: “ Bu düşün aynı çok görülmüştür. Aklımda yanlış kalmadıysa Gaznelilerde de görüşmüş böyle bir düş var.”
“Var” dedi Şeyh Edebali. “Gaznelilerden başkasında da var. Muhakkak onlarda böyle bir sebep yüzünden uydurdular; kimse böyle bir düş görmedi. Ancak yamalı yazmaları birleştirmek niyetinde olanlar böyle düşlerden faydalandı.” “Türkmen düş gören adamdır” dedi, Saltuk; “Türkmen böyle düş gören adamı da seven adamdır…”
Şeyh Edebali: “öyleyse karındaşlarım ağız birliği edip yayacağımız lafı bulduk; has toprağa ekeceğimiz has tohumu da bulduk. Gideceğimiz yerlerde, konuşacağımız Oğuz soyundan gelme aşiretlerde tohumu serpin, yağmurdan yaştan korun, fırtınalara göğüs gerin. Tanrı yardımcımız olsun”
Osmancık’da Rüya
Osman Bey Şeyh Edabali’nin Tekkesi’ndeki konuk evindeki odasında Nisan sonlarına doğru bütün ağaçların çiçeğe durduğu dönemde, sabaha karşı bambaşka bir rüya görüyor:
“Osman tek başına Sivrikaya’da oturmaktadır.
Aşağıdaki otlakta, ne bir çadır, ne bir at, ne bir insan. Bomboştur yayla. Görmüyor bunu; bunun böyle olduğunu, gene de kesindir.
Ve, Osman’ın gördüğü tek şey, kuzey doğudaki uçsuz bucaksız boşluğu sınırlayan, ta uzaklardaki, kuşların bile uçamayacağı, o yayvan tepelerdir.
Osman irkiliveriyor; çünkü gördüğü tepeler değil Ede Balı’dır. Hiçbir çizgi ve biçim benzerliği yok; ama bu budur; tepeler Ede Balı’dır. Ve, Dünya’da hiçbir şey bu kadar kesin değildir.
Derken, korkuyu andıran o irkinti, nabzın atışlarını hazla hızlandıran bir tatlı ve merak yüklü bekleyişe dönüyor: Bir şeyler; güzel, çok güzel görülmemiş ve kestirilemeyecek kadar güzel bir şeyler olacak.
İşte olmaktadır da:
O yayvan sırların-Ede Balı’nın-ardından, göğüs hizasından, onbeşinde bir ay doğuyor.
Bambaşka bir aydır bu; hiçbir ay, hiçbir zamanda ve hiçbir gökyüzünde bu ışıkları verememiş, hiçbir ışık, mutluluğun ta kendisi olan bu hazzı, bu hazlarla dolu heyecanı vermemiştir.
Osman’ın kalbi göğüs kafesine güm güm vuruyor. Bedenini başdan ayağa ateşler basıyor.
Osman, başını çevirmeden, bakmadan, bütün gören gözerden ve bütün bakıp görüşlerinden daha kesin olarak anlıyor ki, aşağıda otlak, Kartal Doruğu’nda gördüğünün bin misli, atlarla, insanlarla, develerle, renklerle dolmuştur. Ama çıt yoktur; bütün gözler aya çevrilmiştir; bütün canlılar, tıpkı kendisi gibi ve kendisindeki duygularla ona bakmaktadır.
Osman, mutluluğunu artıran bir şaşkınlıkla ve gene başını çevirmeden, bakmadan biliyor:
Sınırsızlaşan otlaktaki insanlarda, kimlerin ne zaman giydiğini, kimlerin ne zaman giyeceğini bilmediği giysiler kullanacağına ve ne olduklarını bilmediği taşıtlar, savaş araç, gereçleri vardır; aşağıda, sınırsızlaşan otlakta, geçmiş ve gelecek zamanlar, geçmiş ve gelecek nesiller haşr olmuştur. Osman bunu, başını çevirip bakmadan, kesin olarak anlıyor.
Ve, ay tepeden-Ede Balı’dan ayrılmaktadır.
Ve, Osman’ın kalbi, daha fazlasın olamaz, daha fazlasına can dayanmaz sanırken, daha fazla çarpmaya başlıyor;
Çünkü ay yükselmiyor, Osman’a doğru geliyor;
Çünkü ay Malhun Hatun’dur.
Ve, aşağıdan, otlaktan kopan bir ses, yedi iklimdeki yedi milyon vâdide yankılanıyor; sanki binler, on binler, yüz binler, milyonlar bir tek ciğer olmuş da, en geniş zamanların özlemi olan kutluluk gerçekleşti diye, umutlu, ama endişeler yüklü bekleyişin tuttuğu nefesi, yıldızlara doğru boşaltı vermiştir.
Ve ay-Malhun Hatun-sımsıcacık, Osman’ın göğsüne iniyor. Osman bu sıcaklıkta, hayatın tek ve yaşanmaktan değerli anlamını kavrıyor Osman, şimdi, benzeri olmayan mutluluğun bir daha erişilmez hazzın ve tekrarlanamaz doyunun yorgunudur. Bu yorgunluğun terleri kalbini uysallaştırıyor ve bu yorgunluk o mutluluğun şiiri oluyor, bestesi oluyor.
Ve rüya sürmektedir;
Ay-Malhun Hatun- artık ay değildi. Onun ısıttığı yerde, tam kalbinin üstünde, şimdi bir çınar fidanı büyümektedir. Büyüme gözle görülebiliyor ve ara vermeden sürüyor; çınar yıldızlara ve o yayvan tepelere ve Kartal Doruğu’na ve dört bir yana dal, budak salıyor; dallar, budaklar tepeleri, dorukları aşıyor, ülkeleri gölgelendiriyor; rahmet yağdırıyor; nur yağdırıyor.
Ve, Osman, bütün hücrelerinde ayın-Malhun Hatun’un- bıraktığı o Cennet ısısı, gülümseyerek uyanıyor.”
Osman rüyasını gördükten sonra; “gerçek kişiliğini, niçin yaratıldığını ve nasıl yaşaması gerektiğini artık, kavramıştır. Rüyasını tabir etmiştir ve kabul etmiştir.
Osman artık O’dur.”
Osman rüyasını ve kendi yaptığı yorumu sabah Dursun Fakı ve Kumral Abdal’a anlatır. Ve doğru yorumlayıp yorumlamadığını sorar. Buna karşılık Dursun Fakı; “Bak o Osmancık” dedi: “Allah yanıltmasın, tabirin doğrudur; bana öyle gelir. Sen padişah olacaksın. Malhun Hatun’un sana vereceği oğullar ve onların da oğulları ve oğullarının oğulları dört bir bucağa senin sancağını ve Allah’ın rahmetini ve adaletini ulaştıracaktır. Ben buna inanırım.”
Üç yazarın tarihi bir rüyayı romancı olarak yorumlayışı
Üç yazar da Osman Bey’in rüyasını değişik kişilerin ağzından yorumlayarak fakat Aşıkpaşazade tarihindeki anlatışa uygun bir biçimde aktarmışlardır.
Tarık Buğra Osmancık romanında rüyayı Osman Bey görmüştür ve yazar rüyayı Osman Bey’in kendi ağzından ve yorumuyla yazmıştır. Rüya uzun uzun anlatılmış ama tek bir cümle ile Padişahlık müjdesi olarak yorumlanmıştır. Üç romancı arasında rüyayı en uzun ve en edebi şekilde anlatan da Tarık Buğra olmuştur.
Mustafa Necati Sepetçioğlu, Konak romanında rüyayı dağınık Türk aşiretlerinin bir araya getirilmesi düşüncesiyle, Şeyh Edebali tarafından müritlerine ve diğer dervişlere gezdikleri yerlerde anlatmaları ve yaymaları için Türklere ortak bir ülkü verilmesi gayretiyle senaryolaştırdığı savıyla anlatmaktadır. Üç tarihi roman içerisinde, dizi romanları ile Türk tarihini anlatırken insanların kerametlerini ve tarihte kaydı olan bütün olayları dayandıracak bir efsane bulan Sepetçioğlu’nun Çatı’daki rüya kurgusu, diğerlerine bakarak çok sığ kalmış ve izahı basitleştirilmiştir. İslâm’a ve maneviyata eğilimi ya da ilgisi en güçlü olan Sepetçioğlu, Osmanlının rüyasını en maddileştiren bakış açısıyla izah etmiştir. Çünkü Sepetçioğlu, Osmanlıyı savunma refleksiyle düşünerek yazmıştır.
Oysa Marksist öğretiden gelen ve daha materyalist bir izahı olması beklenebilecek bir yazar olan Kemal Tahir, Osmanlı’nın rüyasını Sepetçioğluna göre çok daha metafizik bir tarzla aktarmıştır. Çünkü Kemal Tahir’de bir devlet öngörüsü ve Osmanlı tasarımı, rüyası vardır.
Kemal Tahir rüyayı, Yunus Emre ağzından Devletin kerim sıfatını temsil eden Kerim karakteri ile arkadaşlarına önce Osman Bey’e rüyanın padişahlık habercisi olduğu müjdesi ile sonra da gezdikleri yerlerdeki halka anlatılmak üzere aktarır.
Türk devletlerinin kuruluşunun böyle bir rüyaya dayandırılması ve kutsanması
1-Türk cihan hâkimiyeti mefkuresini (rüya/idealini) yerleştirmek,
2-Bu mefkûrenin kuru kuruya bir devlet değil-kutsal bir devlet kurma idealini temsil etmesi temelinde anlamlandırılmaktadır.
Bu tür rüyaların Osmanlı’dan önceki Türk devletleri için de görüldüğü bilinmektedir. Rüyaların diğer Türk devletleri için de görüldüğü Sepetçioğlu’nun Konak romanında şöyle anlatılır:
Şeyh Edebali Kara Osman’ın göreceği rüyayı anlattıktan sonra, Geyikli Baba: “Bu düşün aynı çok görülmüştür” “Aklımda yanlış kalmadıysa Gaznelilerde de görüşmüş böyle bir düş var” diyerek söze girer. “Var” dedi Şeyh Edebali. “Gaznelilerden başkasında da var. Muhakkak onlar da böyle bir sebep yüzünden uydurdular; kimse böyle bir düş görmedi. Ancak yamalı yazmaları birleştirmek niyetinde olanlar böyle düşlerden faydalandı.” “Türkmen düş gören adamdır,” dedi Saltuk; “Türkmen böyle düş gören adamı da seven adamdır…”
Türk kültüründe rüya motifinin izleri çok eskilere kadar gider. Çeşitli efsane ve destanlarda rüya motifine sık sık rastlanmaktadır. İslâm toplumunda da Farabî, İbn-i Haldun gibi âlimler rüyalar hakkında çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır.
Rüya, Türk halk edebiyatında sıkça karşımıza çıkan bir motiftir. Genellikle halk hikâyelerinde yer alan bu motif bazı âşıkların hayat hikâyeleri içinde de görülmektedir.
Âşıklar âşıklığa başlamayı ya da yetişip usta âşık olmayı geleneksel bir unsur olarak gördükleri iki önemli yol olan usta yanında yetişme ya da rüyada bade içerek badeli âşık olmaya bağlarlar.
Rüya üzerine
Bir insan ortalama bir ömürde epeyce uzun sayılabilecek bir zamanını uykuda ve bunun birçok bölümünü de rüya görerek geçirir. Rüyaların gerçek hayata tekabül edebileceği hakkında henüz bilimsel bir açıklama yapılamamakla birlikte insanlar, gördükleri rüyalar ve bu rüyalardaki sembolleri merak ederler ve rüya ile ilgili yorumlarda bir gelecek öngörüsü olması ihtimalini rüyaların ilahi kaynaklı olabileceği düşüncesi ile değerlendirirler.
Kutsalın dili semboliktir ve aynı zamanda rüya dilidir. Rüyanın önemsenmesi dünyevi olanla kutsal arasında bir ilişki alanı olarak görülmesindendir. Hatta rüya yorumlamanın ilahi bir lütuf olduğu kabul edilir. (Yusuf Peygamber, kutsal kitaplarda iyi bir rüya yorumcusu olarak anlatılır)
Rüyâ kelimesi, Arapçada “ra-e-ye” fiil kökünden “fa’la” kalıbında bir mastar olup “uykuda bir şeyi görmek” demektir. İsim olarak da “uykuda görülen şey” manasına gelir. Uyku ve rüyâ, insanî vasıflardan olması itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’de bahis konusu edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de doğrudan ya da dolaylı olarak Saffât Sûresi, 48, 68. ve 102-106. âyetler; Fetih Sûresi, 27. âyet; Yusuf Sûresi, 4-6, 42-44, 47-49. ve 100-101. âyetler ile İsrâ Sûresi 60. âyette rüyâ ve yorumundan bahsedilmektedir.
Peygamber Efendimiz, rüyâya çok önem verir, her gün bir araya geldiği ashabına, rüyâ gören kimse olup olmadığını sorarlarmış. Hz. Peygamber, rivayet edilen bir hadîsinde rüyâ konusunda şöyle buyurmaktadır: “Rüya üç kısımdır: Biri salih rüya olup Allah’tan müjdedir. Diğeri, şeytanın verdiği hü-zündür. Üçüncüsü, kişinin kendi kendine konuştuğu şeylerdendir. Biriniz hoşlanmadığı bir şey görürse hemen kalkıp namaz kılmalı ve onu kimseye söyle-memelidir.”
Hadîs-i şerîften de anlaşılacağı üzere görülen rüyâları, üç kategoride de-ğerlendirebiliriz.
1. Rahmânî Rüyâlar: Bu tür rüyâ sahipleri kendilerine misâlî sûretler şek-linde ulaşacak ilâhî bilgileri, rûhânî tecellîleri ve Hakk telkinlerini me-lekler aracılığıyla alırlar. Bunlara sâdık rüyâlar/mübeşşirât denilir. Bunlar açıktır, çoğu zaman tâbire ihtiyaç duyulmadan yol gösterici özellik taşır.
2. Şeytânî Rüyâlar: Bu rüyâlar adğâsu ahlâm, yâni karmakarışık mânâsız boş şeylerdir ki, bunları anlatmak ve tâbir etmek tavsiye edilmez.
3. Hadîsü’n-Nefs: Kişinin hayâl ve kuruntularından ya da kendi kendisiy-le konuşmasından oluşan nefsânî rüyâlar.
Tasavvuf literatüründe ise, uykuda bütün his ve şuur hallerinin tamamen yok olmadığı bir sırada, insanların kalplerinde yaratılan ve karar kılınan şeyin tahayyül ve tasavvur yolu ile idrak edilmesinden ibarettir. Rüyâ, mücerred, enfüsi bir olay değildir. Onun içinde hakiki bir mana ve meâl gizlidir. Rüyâ anlamında kullanılan hulm ise, meâli olmayan boş bir vehm ve hayalden ibarettir, afâkî bir hakîkat ifade etmez. Hakikat dilinde rüyâ, sâdık olanların ismi-dir. Dolayısıyla mesaj içerenler sâdık rüyâlardır. İnzivada bulunan insanlar da bazen zikr sırasında, duyusal etkilerden arınmış olmalarının zevkiyle, uykudaki bir insana uyurken gösterildiği gibi, görünmeyen dünyadan bazı şeylerin kendilerine gösterildiğini görürler. Sûfîler, bunlara “manevî olaylar” (vakıat) der.
Bu açıdan Tasavvufî terbiyede rüyâlar, iki kategoride değerlendirilir. Bunlar, yorumlanmasına gerek olmayan doğrudan mesaj veren rüyâlar ile semboller içeren ve yorumlanması gereken rüyâlardır. Rüyâlar, ayrıca Hâlık ve mahlûk arasındaki bir nevi iletişim aracıdır. Birçok inisiyatik eğitim sisteminde rüyâ yorumlamak çok önemli bir araçtır. Özellikle rüyâlar, dervîşlerin manevî seviyelerini göstermeleri açısından önemlidir. Çünkü dervîşteki değişikliklerin bilinmesi hem mürşid hem de mürîd açısından önem arzetmekdir.
Tasavvufî açıdan kişi, uyanık olduğu müddetçe, rûhu bedende hapsedilmiş haldedir. Uykuya dalınca kudsî rûh da aslî vatanına, ledünnî ve ilâhî kaynağına gider. Gayb ve mânâ âlemini tanımanın, rûhlarla mülâkî olmanın verdiği huzurla dinlenir. Melekût âlemine gittiği zaman orasını şehadet âlemindeki misalleriyle görür.
Gazâlî (ö.505/1111) ise rüyâyı Allah Teâlâ’nın hayrete şâyân sanatı ve insanın garib fıtratı olarak görür. Ona göre rüyâ, melekût âleminin en açık delillerindendir. Kalbi ve kalbin inceliklerini bilmeyenler bunlardan habersizdir.
İbn Haldun’a göre rüya; gaybı (göz önünde olmayan, gözle görülemeyen, gizli olan şey, hal ve keyfiyet) bilme vasıtalarından, hatta bunların en önemli olanlarından biridir… Maddi bağlardan ve bedene ait idraklerden (anlama yeteneği, akıl erdirme) soyutlandığı için nefs (bir kimsenin kendi öz varlığı, öz benliği) ruhani bir hale gelir. Bu durum bazen rüyada da gerçekleşir. Bir an için ruhani hale gelen nefs merak ettiği geleceğe ait bilgileri rüyada iken alarak bedene özgü idrak organlarına indirir. Eğer ruhaniler âleminden alıp madde âlemine getirdiği bilgiler onun zihnine misal ve yansıma olarak zayıf ve açık olmayan şekilde intikal etmiş ise-ki bunun sebebi de o âlemle ilişki kuran nefsin bu âlemden kurtulamamış ve kopmamış olmasıdır-o vakit bu bilgiler tabire, yani yorum muhtaç olur. Fakat bazen alınan bilgiler açık olduğundan bir yansıma ve örnek olma söz konusu olmaz ve tabire de ihtiyaç duyulmaz… İnsanların, kuvve olarak kendilerinde mevcut olan saf akıl ve ruhani (öz) zat durumunun fiilen mevcut olmamasına yol açan bir takım engeller ve perdeler vardır. Bunların en büyüğü duyu perdesidir. Uyku halinde beş duyu işlevsiz hale geldiğinden bu durumda bu perde kendiliğinden kalkar. O vakit ruh gerçekler âleminde merak ettiği şeyin bilgisini edinir.
Freud ise, “Düşlerin Yorumu” adlı kitabında rüyanın içeriğini ikiye ayırır: rüyada görülen asıl içerik ve bu içeriğin oluşumuna katkıda bulunan ve yorumlanmasında önem taşıyan düşünsel içerik. Asıl içerik, yani görülen malzeme deşifre edilmesi gereken malzemedir ve uyanık hayatla kurulan bağlantılar doğrultusunda yorumlanarak düşünsel niteliği ortaya çıkarılır.
Freud’a göre rüya bir "dilek gerçekleşmesi"dir ve rüyalar bazen oldukça açık bir şekilde bazen de ilk bakışta ortaya çıkmayan gönderimlerle, ama her seferinde rüyayı gören kişinin uyanık hayatta gerçekleştiremediği bir dileğin rüya aracılığıyla gerçekleştirilmesi ve bir bakıma bilincin rahatlatmasıdır.
Nihai olarak rüyâ, Kur’ân ve sünnetin belli ölçülerde delil saydığı bir vâkıadır. Rüyâ, genel kabule göre mutlak bilgi kaynağı değildir. Belli şartlarda ve belli yorumlarıyla bilgi kaynağı olabilir. Özellikle zikr-i esmâ ile seyr u sülûku öngören tarîkatlarda rüyâ, çok önemlidir. Sâlikin mânevî yükselişi, göreceği rüyâların mürşid tarafından yorumlanmasıyla takip edilir.
Geleneksel ve modern toplumlarda rüya
Geleneksel toplumlar ile günümüz toplumlarının rüyaları algılayış ve bakışları birbirlerinden oldukça farklıdır. Geleneksel toplumlar (özellikle doğulu toplumlar) rüyayı, ideal haline getirirlerken, modern ve ideolojik toplumlar (özellikle batılı toplumlar) ise rüyayı bir bilinçaltı yansıması olarak kabul eder ve kutsalla bağını koparırken ütopyaya dönüştürerek idealleştirirler.
Geleneksel toplumlarda bütün saraylarda, bütün iktidar sahiplerinin rüya yorumcuları, büyücüleri, geleceğe dair haber veren kâhinleri tabiri caizse saray kadrolu çalışanlarıdır. Bu toplumlarda, adı ister sultan, ister padişah, ister imparator olsun iktidar sahipleri gördükleri rüyaları önemserler, bu rüyaları mutlaka yorumlatırlar ve toplumun bireyleri de bu rüyalara inanırlardı. Çıkmayan rüya yorumunun ya da yanlış yorumun cezasının bedelini canlarıyla ödeyen kâhinler, rüya yorumcularından hem kroniklerde hem de romanlarda bahsedilir.
Geleneksel toplumların rüyaları, daha çok bir arada olmayı, güçlü olmayı, mamur olmayı vaad ederdi. Cemil Meriç’in deyimiyle “Muhteşem bir geçmişten, daha muhteşem bir gelecek yaratmak” düşüncesi ve isteği. Rüyalar muhteşem bir geçmişe temel, daha muhteşem bir gelecek için peşinden koşulacak bir ülkü. Yoksa Murat Belge’nin iddia ettiği gibi sadece bir öz bulma ırkçı kaygılarla devşirilen hikâyeler değildirler, bunu böyle kabul etmek hem yanlış hem de haksızdır. Çünkü Osmanlı’nın gördüğü rüyaların ırkçı ideallerle açıklamak mümkün değil, ancak İslam’ı yaymak dünyaya İslam nizamını getirmek ve adil düzen kurmak için görülmüş rüyalar dersek o zaman daha isabetli bir tespit yapmış oluruz.
Rüyaları farklı da olsa batılı toplumlar da görmüşler ve inanmışlardır. Hitler, yöntemleri vahşice ve faşistçe de olsa üstün Alman ırkının egemenliğini yaymak için dünyayı nasıl ateşe verdi? Peki bu hayalin ya da iddianın peşinden koşan milyonlarca Alman’ın buna nasıl inandığını ve inandırıldığını nasıl anlamak gerekir? Hitlerin gördüğü bir rüya değildi, Alman ırkına gösterdiği dünya, propagandayla benimsetilmiş, ideoloji haline getirilmiş bir ütopya idi. Hitler kötü bir örnek olsa da, toplumlar için peşinden koşulası bir rüyanın olması toplumu ne hale getirdiğinin, bir arada nasıl tuttuğunun çok önemli ve acı bir örneğidir ve anlaşılmaya muhtaç bir gerçektir.
Yoksul ve eğitimsiz bir aileden gelmesine rağmen devlet başkanlığı kademesine kadar yükselen Abraham Lincoln’ün temsilcilerinden kabul edildiği, yenidünyanın (Amerika’nın) herkes için eşitlikler ve özgürlükler ülkesi olarak zengin olma, kendini gerçekleştirme fırsatı tanıdığı vaadi temeline oturan ve bütün sanatsal faaliyetlerini bu rüyaya adayan ve ülkeye göçmen çekme propagandası olarak kullanılan “Amerikan rüyası” gibi.
Çok ilginçtir ki, Amerika’nın 16. Başkanı olan Abraham Lincoln, ölmeden bir gün evvel rüyasında kendisinin öldürüldüğünü görür. Sabah bu rüyayı eşi ve yakınlarına hatta kabine üyelerine anlatan Lincoln’ün, aynı günün gecesi bir tiyatro gösterisinde rüyasında gördüğü gibi öldürüldüğü söylenir.
Artık toplumların da devletlerinin de rüyaları yok. Artık daha iyi bir toplum nasıl olabilir değil, kişisel gelişim planlarımız var… istediğim her şeye uzanırım ve elde edebilirim tasavvuru var... Devletlerin vatandaşlarını daha refah, bir arada daha mutlu nasıl yaşatırız rüyaları yok. Artık ekonomik düzeyi gelişmiş bireylerden oluşan bir toplum ve kalanı için sorun çıkarmayacak vatandaşları yaratmaya yönelik toplum mühendisliği var. Artık, devletlerin de, geleceğe dair rüyaları yok, stratejik planları var. Prof. Dr. İlber Ortaylı’ya göre de modern çağlarda menkıbevi kişinin yerini karizmatik liderler almıştır.
Miteloji, ütopya, menkıbe, rüya
Mitolojiler ve rüyalar, kaynağı tanrısaldır ve kadim zamanlardan beri vardırlar. Ütopyalar ise düşünsel ve felsefidirler, yakın ve modern zamanlarda yaratılmışlardır.
Ütopya, aslında olmayan, tasarlanmış olan ideal toplum ve devlet şekli anlamı taşır. Köken olarak Yunanca "yok/olmayan" anlamındaki ou, "mükemmel olan" anlamındaki eu ve "yer/toprak/ülke" anlamındaki topos sözcüklerinden türemiştir. Kullanımı Thomas More'un 1516'da yazdığı De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia veya kısaca Utopia isimli kitabıyla yaygınlaşmıştır.
İdeal ya da yetkin toplum. İdeal bir toplum düzeni ya da yönetim biçimi ortaya koyan tasarım.
Bilinen ilk ütopya örneği, Platon’un Devleti ve Yasalarıdır. Plato'nun bu eserlerinde olduğu gibi, bazı düşünürler, uygulamadaki düzeni anlamında ütopyalar geliştirmişlerdir. Bu düşünürler, içinde yaşadıkları toplumsal düzenin iyileştirilemeyeceğine inandıkları için, gerçekleşme şansı çok fazla olmayan, ideal hatta düşsel bir toplum düzeni tasarlamışlardır. Bu çerçeve içinde düşünür, insanlar için her bakımdan ideal olduğuna inandığı, yetkin bir toplumsal düzen tasarlar ve insanın, dolayısıyla da toplumun kurtuluşunun, ancak bu ideal düzen yaşama geçirildiği takdirde mümkün olduğunu savunur. Başka bir deyişle, uygulamadaki toplum düzeni, bu ideal ve yetkin toplum düzenine göre şekillenmelidir. Ne var ki, söz konusu ideal ve yetkin toplum düzeninin hayata geçirilme şansı pek fazla olmadığı için o bir ütopya olarak kalır.
Thomas More (1516) tarafından ortaya atılmış olan ütopya sözcüğü, Yunanca lopos (yer) sözcüğüne olumsuzluk öneki eklenmesiyle türetilmiştir. Sözcük, 'hiçbir yerde' anlamına gelmektedir. Koyu bir Katolik olan Thomas More Utopia adlı eserinde, hiçbir yerde bulunmayan hayalî bir ülkeyi betimlemektedir.
Bu ülke, insanların bencilliğinden, tutkulardan, günahlardan sıyrılmış bir ülkedir; bir tür bireysel ve kolektif mükemmellik düzenidir; kitap zamanın İngiltere'sinin bir eleştirisi niteliğindedir.
Thomas More'dan itibaren ütopya sözcüğü, tüm hayali ve ideal toplum tasvirlerinin adı olmuştur. Ütopyalar, mutlu toplum tasvirleridir. Thomas More'un Utopia'sı dışında başka ünlü ütopyalar vardır; örneğin Güneş Ülkesi (Campanella), Yeni Atlantis (Bacon), Telemague (Fenelon), Candide (Voltaire), Bougainviüe'in Seyahati (Diderot), Gulliver (Swift) gibi. Ütopik düşünceler, siyasal planda da Platon'dan sonra Proud'hon, Owen, Babeuf, Fourier, Saint-Simon gibi düşünürler tarafından temsil edilmiştir.
“İşte Konfüçyüsün Ritueller Üzerine Notlar adlı bir kitaptan alınan iki bin yıllık bir metin: "Büyük yol izlendiğinde, tüm dünya ortak mülk olur. En kudretli ve en faal olan lider seçilir; hakikat söylenir ve dirlik düzenlik sağlanır. Böylece insanlar yalnız kendi ailelerine, aileleri ve yalnız kendi çocuklarına çocukları olarak muamele etmekle kalmazlar. Yaşlılara yaşamlarının sonuna kadar sükûnetle yaşayacakları, gücü kuvveti yerinde olan adamlara çalışacakları ve gençlere kendilerini daha fazla geliştirecekleri bir yer bulmaya özen ve gayret gösterirler. Dul erkekler ve dul kadınların, yetimler, öksüzler ve çocuksuzların ve hatta hastaların, bunların hepsinin iaşeleri toplum tarafından sağlanır. Erkekler işinde gücünde, kadınlar evlerindedir. Eşyalar yararlı şekilde kullanılmadan battal hâle gelsin istenmez; fakat onların her durum ve koşulda bizzat kendileri için, yani süs olsun diye bir kenarda kullanılmadan tutulmaları da istenmez. Kişinin güçlerinin işlevsiz kalması istenmez; fakat onların kişisel yarar için kullanılması da istenmez. Tüm hile ve entrikalar sona erer; onlara gereksinim duyulmaz. Haydutluk ve tahrip edicilik artık sökmez. Hatta öyle ki; dışarıda hâlâ deliler dolaşsa da, onları bir yere tıkmaya gereksinim kalmaz. Bu büyük toplum (da tong) çağıdır." (Aktaran Harro von Senger, Savaş Hileleri-Strategemler II) Doğunun da doğusu olan İmparatorluk Çin'inden bir örnek bu.
Farabi (870-950). El-Medînet el-Fâzıla adlı eserinde (Türkçeye Erdemli Kent veya İdeal Devlet diye çevrilmiş), Platon'un Devlet'inden esinlenir, ama onu aşar. Hilmi Ziya Ülken, Selahattin Hilav, Bülent Somay ve Ahmet Sait Akçay, bu kitabın Doğu'nun kendine has bir ütopyası olduğunda ve Devlet'ten daha güçlü bir kurgu içerdiğinde birleşirler.
(Bilim ve Gelecek, Doğu Ütopyaları dosyası, Temmuz 2004, Sayı:5).”
Öte yandan edebiyat tarihindeki anti-ütopyalar da bahsetmek gerekirse; B. Lytton'un Gelecek Irk (1841), A. Huxley'in Dünyaların En İyisi, G. Orwell'in 1984'ü gibi. Neo-behevyoristlerden Skinner'in (1948) Walden Two adlı eserlerini örnek verebiliriz.
Tarihe tanıklık eden ama belge olup olmadığı tarih yazımı açısından tartışılan bir başka yazın/anlatım türü de menkıbelerdir Prof. Dr. İlber Ortaylı menkıbelerin reel ayakları olduğunu ve olmayan bir olay üzerine kaleme alınmadıklarını kaydeder. Menkıbelerin doğrudan doğruya bir ideolojik nedene, bir siyasal formül ortaya konmaya dayandığını ve insanların edebi imaj ve edebi yaratıcılık ihtiyacına cevap verdiklerini, üstelik çok üniversal zamanları ve mekânları kapsayan bir olgu ve dünya tarihini kapsayan büyük siyasal oluşumlarda çok önemli rolleri olduklarını söyler. Menkıbeler için bir batılı tarihçinin ‘bu anlatılanların ve nakledilenlerin hepsi yalandır, efsanedir bunlar, gerçekle ilgisi yoktur’ dediğini kaydeden Ortaylı “Bunu söylemek çok zordur. Çünkü gerçekle ilgisi olmadığını tespit için, hakikaten gerçeği nakleden verileri bulmanız lazımdır… Osmanlı tarihinin menkıbevi yanlarının realitede ayakları olduğunu bilmek ve bir imparatorluğun kuruluşu için böyle bir siyasi formüle gitmenin kaçınılmaz olduğunu hatırlamak gerekir ve zannederim, 15. yüzyıl Osmanlı edebiyatı da bir edebiyat ve stil olarak bunu çok güzel yapmıştır” der.
Edebiyat ve rüya
Murat Belge, Türkiye’de “Ütopya” başlıklı makalesinde Türk edebiyatında yazılmış ütopyaları inceler ve şu tespitlerde bulunur: “Bir “tür” olarak tam da edebiyatın içinde oturmaz ütopya; “olan”ı değil de, “olursa iyi olur” diye inanılanı anlatmaya kalkışan edebiyatın, yani “tezli/taraflı” edebiyatın taşıdığı bütün sakıncaları yüklenmeye hazırdır. Öte yandan, “daha iyi bir dünya”nın ne olduğuna ve nasıl oluşturulacağına dair düşünceleriyle hem siyasete ve siyasî sosyolojiye, hem de siyaset felsefesine çok yakındır tabii. İlginçse, “edebî/estetik” özelliklerinden ötürü değil, bu “düşünsel” yapısıyla ilginçtir.
En erken örnekler olarak sunabileceğimiz ikisi, Halide Edib’in Yeni Turan’ı ile Müfide Tek’in Aydemir’i, adlarının da hemen akla getirdiği gibi, “Turancı” ütopyalar. Bu özellikleriyle, türün önemli bir öğesi, tanımının bir parçası olan “evrensellik” iddiasını daha ilk adımda terk etmiş oluyorlar. “Demek ki bunlar insanlık için değil, Türkler için yazılmış” diyorsunuz. Gelgelelim, söz konusu “Turan” ütopyalarının bize önerdiği “hayat tarzı”na biraz daha dikkatli baktığımızda, bunların da “ana akım” ütopyalardan ayrılmadığını görüyoruz.
Ütopyanın çok ahım şahım bir şey olmadığı söylenebilir. “Donmuş” özelliği ve “kuralcı/normatif” karakterinden ötürü eleştirilmesi de gerekir, bence. Ama bütün bunlara rağmen, hiç ütopya üretemeyen bir toplum olmanın da düşündürücü yanları var.”
Ütopyalar kitleselleştiği zaman ya illüzyona ve bir ideolojiye dönüşürler, Marks’ın sosyalizmi, Hitler’in Nasyonalizmi gibi ya da rüyaya dönüşüp gerçekleşirler, Osmanlının rüyası gibi.
Tarihçilere göre rüya
Tarih; tarih yazıcılığı, nelerin belge sayılıp sayılmayacağı ve tarihin konusunun ne olduğuna dair bile ortak bir alan oluşturulamamışken ve bilim sayılıp sayılmadığı dahi tartışılırken, devletlerin rüyaları da hakikaten çok uçuk bir konu olarak algılanabilir.
Prof. Dr. Halil İnalcık’a göre; “Aslında mitoloji, efsane, tarihi yürüten realitelerdir.” İnalcık’ın bu cümlesi tarihi anlamak konusunda toplumların efsane, mitoloji ve destanlarına da bakmak gerektiğine bir vurgu vardır.
Tarih Felsefecisi Prof Şahin Uçar, “Babil Kralı Nebukadnetsar’ın Rüyalarına Çağdaş Yorumlar” isimli makalesinde tarih açısından bazen rüyaların gerçek bazen de gerçeklerin rüya olabileceğini olağanüstü bir yorum farkıyla dile getirmiştir. Bu yoruma dayanarak, Osman Bey’in rüyasının da gerçek olup olmadığını anlamak çabalarının boşa olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Prof. Uçar makalesinde özetle rüyaları tarih felsefesi açısından şöyle değerlendirmektedir: “Kitab-ı Mukaddes’in Danyal bölümünde anlatıldığına göre, Babil Kralı Nebukadnetsar, gördüğü düşlerden ruhu sıkılıp, uykuları kaçarak; sihirbazların, kahinlerin, falcıların toplanıp, rüyasını yorumlamalarını emretmiş. Babil Kralı’nın düşleri yorumlanabilirse, mesele yok; yorumculara mükâfatlar verilecek; iyi bir yorum yapamazlarsa, hepsi katledilecek... Kâhinler, "Kral bu kullarına düşünü anlatsın da, yormasını gösterelim" deyince Babil Kralı, "Gördüğüm düş aklımdan çıktı, unuttum gitti" diyor; "Siz bana düşü anlatın ki, ben de yormasını gösterebileceğinizi anlayayım" diye de ilave ediyor... Öyle ya, kralın rüyasında ne gördüğünü bilemeyeceklerse, bu adamların yapacağı rüya yorumunun doğru olacağı nereden belli yani?”
“Geçmişte koskoca bir tarih vardır: pek çok şey olmuştur ve esasen olanların hepsini bilmek yalnızca Tanrı’ya mahsus bir haldir. Tarihçi, bütün tarihi istese de bilemez ve diyoruz ki, zaten bilmesi de gerekmez. Onun bilmesi gereken, bugünkü statüko ve gelecek hakkında düşünürken kendisine lâzım olan tarihî hadiseler nelerse onlardan ibarettir, vesselam. Bu tarifi ile tarih, geçmişteki olaylardan ziyade, bugünle ve gelecekle ilgilidir. Bu takdirde tarih, kaçınılmaz olarak, tarih felsefesine dönüşmektedir: Ve hemen ilave edeyim ki esasen bütün tarihçiler, bu işi bilerek ya da bilmeyerek –kaliteli veya kalitesiz- bir biçimde bir tarih felsefesi yapmaktan sarf-ı nazar edemezler. Beşeriyet bir tarih düşü görmüştür görmesine; ne var ki, Babil kralı Nebukednetsar gibi, ne gördüğünü unutmuştur: esasen, ne gördüğünden ziyade, gördüğü rüyanın yorumu ile daha fazla ilgilenmektedir. Elbette, yaşayan aksiyon adamları için bugün ve geleceği bu tarih rüyasının nasıl etkileyeceği ile ilgilenmek daha mühimdir.
Şimdi, bu rüya benzetmesini, izninizle, bir kere de realite için, varlığın mâhiyetini incelemek için, kullanmak istiyorum. Gerçekten de, bu varlığın hakiki mahiyeti nedir? HAKİKAT NEDİR? Tarih de dâhil olmak üzere, bütün varlık dünyası ve maddî âlem ile Nebukadnetsar’ın rüyasının ne farkı var? Bu meseleyi Descartes de ele almış ve "realitenin bir düşten daha fazla gerçek olamayabileceğini" söylemişti. Esasen Şüpheci gelenekten olan Descartes, her ne kadar kendi varlığının şüphe edilemez delili olarak, "düşünüyorum öyleyse varım" demişse de; sanıyorum Metot üzerine Düşünceler kitabında, rüyada dahi mükemmelen düşündüğünü ve hatta matematik problemleri bile çözdüğünü ve rüya görürken rüyasını hakikat sandığını, bu fikrine delil olarak söylemişti. Şu halde, "düşündüğümüzü sanıyoruz; amma, düşüncemiz de bir düş olabilir" demeye geliyor. Ondan çok önce, Gazzali, el-Munkız isimli eserinde bu meseleye işaret etmiş ve "yalnızca mahsusatı (duyuları) idrak eden kişi nasıl akıl gözü ile idrak edilenlere tamamen yabancı ise; aynı şekilde, daha yüksek bir seviyede kalp gözü (ki ona göre kalp mahall-i ma’kulattır, yürek değil) açılınca, uyanıklık halindeki rü’yetin (görüşün) de bir rüya olduğunu görmek mümkündür ve filvaki keyfiyet böyledir" demişti. Ve bu görüş, meselâ Eş’arî kelamcılarının geliştirdikleri –kendi dünya görüşleri ile tutarlı- cevher (atomculuk) nazariyesinde de var.”
Son söz yerine
Osman Bey, rüyasında gölgesi bütün dünyayı saran bir ağaç görür. Bu ağacın gölgesinde, eteğinde ırmaklar akan dağlar vardır ve insanlar bu suyu içmekte, bahçelerini sulamakta veya pınarlarından sular akıtmaktadırlar. Hem rüyası kutludur hem de gördüğü ağaç, tıpkı bir cennet ağacına benzemektedir. Rüya kutsalın bir habercisi, ağaç da o kutsalın yarattığı soya ve sonsuzluğa uzanan bir parça.
İlk yazılışını Aşıkpaşazade tarihinde bulduğumuz ve daha sonda da birçok kronikte yer alan Osman Bey’in rüyası Murat Belge’nin deyimi ile Türk toplumunun Öz arayışının bir tezahürü olabilir. Ancak sonuç olarak Osmanlı’nın tarihsel macerası bu rüyanın gerçekleştiğini ispat etmiştir. Dolayısıyla bu rüyanın, kimin tarafından görüldüğünün veya görülüp görülmediğinin olmaması ya da sonradan yazılmış olmasının hiçbir önemi kalmamıştır. Bu İmparatorluk, aynen rüyada olduğu gibi büyük bir coğrafyaya, üç kıtaya yayılmış ve 600 yıla kadar bir ömür sürmüştür. Osman Bey’in gördüğü rüya yaklaşık bir buçuk yüzyıl sonra yazılmış ama yazılışından neredeyse bir o kadar zaman sonra rüyada ağacın yayıldığı yerler, Osmanlı coğrafyasının sınırlarını çizmiştir.
Prof. Dr. Halil İnalcık, rüya ve ağaç motiflerinin Türkistan kaynaklı olduğunu yazar.
Ancak hem ağaç hem de rüya yalnız Türklerin inanışında değil, bütün kadim inançlarda önemli bir semboldür.
Geçmişten bugüne kadar ağaç, Türk sosyal hayatında da önemli bir yere sahiptir. Bütün Türk toplulukları arasında görülen yaygın inanışa göre ağaç sahip olduğu bir takım özellikler ve temsil ettiği gücün bir sonucu olarak kutsal kabul edilmiştir.
En eski devirlerden itibaren, hemen her Türk boyunun inanç sistemi içinde bazen aynı bazen de farklı ağaçların kutsal kabul edildiği görülmektedir. Başlangıçta, Tanrının ve hükümdarın sıfatı olan bu kutsal ağaç inancı, zamanla hükümdarlığı, ataları temsil etmiş ve en nihayet sülalenin ve boyun temsilcisi olmuştur. Böylece bu ağaç, kutsal ağaç, ölümsüzlük ağacı ya da
hayat ağacı olarak da nitelendirilmiştir.
Bütün inançlarda, kutsal metinlerde, İslam inancı ve tasavvufta da ağaç, tıpkı rüya gibi kutsalın sembollerinden biridir ve çok önemlidir. Mitlerin, efsanelerin birçoğunda ve kutsal kitaplarda kutsal ağaçlardan söz edilmiştir. Bilgi ağacı, hayat ağacı, tuba ağacı, kozmik ağaç, ters ağaç hepsi adı ne olursa olsun aynı şeyi anlatırlar. Onlar; Tanrısal gücün dünyadaki yansıması, kutsalın tezahürü, evrensel yaşamın yaratıcısının güçlerinin ifadesidirler.
Öte yandan, Doğu toplumlarında rüyaya her zaman önem verilmiştir. Bu hal, bütün doğulu ve geleneksel toplumlarda ve sultanlarda olduğu gibi Osmanlı ve Osmanlı sultanları tarafından da oldukça önemsenmiştir. Bütün Osmanlı sultanları gördükleri rüyaları kendilerini emanet ettikleri velilere ya da tasavvuf ehlinden birine anlatmışlar ve yorumlarını da dikkate almışlardır. Bu durumun Osmanlı’dan önce Selçuklular ve diğer Türk boylarında da hatta İslam’ı kabullerinden önce de böyle olduğu, İslam’ı kabullerinden sonra ise rüyaların Rahmani tarafının öne çıkmasıyla daha da dikkate şayan bir hal aldığı kaydedilmiştir.
İslam kültüründe rüyanın nübüvvetten bir cüz olduğu ve sahih rüyaların gelecekten haber verdikleri inancı vardır. İstiare geleneği bununla ilgilidir. Ayrıca, aşıklar rüyada bâde içerek hak yahut halk aşığı olurlar; kahramanlar genellikle rüyalarda aldıkları işaretlerle, yahut hafiften duydukları seslerle harekete geçerler ve geleceklerini belirlerler.
Rüya tasavvufun ve İslam'ın içinde olan bir şeydir. Hz. Adem'in tövbesinin kabul oluşundan ve Hz. Havva ile buluşmasına, Hz. İbrahim'e, İsmail'e, Nuh ve Yusuf peygamberlere baktığımızda rüya ilmi görürüz. Bu rüya ruhun saflaştıktan sonra gördüğü rüyadır. Hz. Mevlana "Fil olursan Hindistan'ı görürsün" diyerek herkesin rüyasının saf olmayacağını söyler. İnsandaki ruhi bilgi rüya ile alınır. Peygamber Efendimiz "Nübüvvet gidici mübeşşirat (hayırlı alamet) kalıcıdır" demiştir. Sahabe mübeşşiratı sorunca, "Salih rüyadır" der.
Rüyanın hâli de tâbiri de Cenâb-ı Hakk"ın katındaki ilme ait mevzuattandır. Yani ilm-i ledündür. Tasavvuf ilminde ve tarîkat terbiyesinde asırlardır rüya ile salikler (dervişler) ders okumakta ve eğitim görmektedirler.
“Bütün Osmanlı sultanlarının kendileri aynı zamanda derviştir. Osman’ın ve sonra gelen Osmanlı sultanlarının Vefâiyye şeyheriyle yakınlığı tarihi bir gerçektir. Sultanların bazıları tam biri seyr-i sülük (tasavvufi terbiye, yol) içerisine girmişlerdir. Girmeyenler de ise velilere hürmet vardır.
Osman Gazi’den önceki Türk beyleri de Osman Gazi’den sonra ki Türk Sultanları da rüyalar gördüler. Onlar bu dünyaya nizam vermek, Allah’ın dinini ve adaletini yeryüzüne yaymak için görevlendirildiklerine inandılar. Allah tarafından kutsanan bir imparatorluk ailesi olarak daima Allah’a yakın olmak için tasavvufi terbiye ve eğitimle yetiştirildiler. Aldıkları manevi terbiye gördükleri rüyaların önemini onlara unutturmadı. Dolayısıyla Osmanlı’nın kuruluşunun başında bir cihan imparatorluğu olacağını müjdeleyen Çınar rüyası gibi birçok fethin, Osmanlı’nın büyümesi ve gelişmesini gösteren olayların habercisi olacak rüyalar, nesilden nesile aktarılarak günümüze ulaştı.
Gelecekte var olmak ve hüküm sürmek ama aynı zamanda güçlü olmak rüyası bütün devletler hayatında olmazsa olmazların başında gelir. Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferine çıkmadan önce bir rüya görür. Doktoru ve aynı zamanda muhasibi olan Hasan Can’a ertesi gün bir rüya görüp görmediğini sorar, Hasan Can’dan birkaç gün üst üste ‘görmedim’ cevabını alınca hiddetlenir ve ‘Bu ne sözdür? Bir geceyi tamam tamamına uykuyla geçiresin ve rüya görmeyesin? Her halde görülmüştür’ der. Sultan Selim, kendi rüyasının muhasibi tarafından da görülmüş olduğundan emindir. Çünkü devleti yönetenler, kralın ya da devletin ne rüya gördüğünü bilenler ve bunu yorumlayanlardır. Şahin Uçar’ın da dediği gibi kralın rüyasında ne gördüğünü bilemeyeceklerse, bu adamların yapacağı rüya yorumu ne kadar doğru olabilir?
Mitolojisini ve kültürlerini bilmeden milletlerin tarihini, anlamak mümkün müdür? Tabii ki değil. Halil İnalcık’ın da dediği gibi tarihi yürüten realiteler bunlar ise, Türklerin Dede Korkut Destanları, Yaradılış Destanı, Göktürk Destanı, Manas Destanı, Türeyiş Destanı gibi birçok destanı bilmeden anlamadan Türk tarih ve kültürünü, rüyalarını bilmeden de Osmanlı’yı anlamaya çalışmak biraz eksik bir gayret olmaz mı?
Diğer taraftan rüyanın gerçekliğini test etmek için Osmanlı devletinde, toplumunda ve hatta insanında nasıl algılandığına da bakmak gerekir. Bu rüya bir ideale ve nihayetinde geleceğe işaret ettiğine göre Osmanlı aklı ve duygusu rüyayı politik bir hedef, amaç haline getirmiş olmalıdır. Eğer durum böyle ise rüya, hiç şüphe yoktur ki büyük bir gerçeğe tekabül etmektedir. O zaman bütün bu koşullar Osmanlı’nın bu rüyaya inandığını göstermez mi?
Başvurulan olaylar, şahıslar ve mekânlar abartılı olsa bile efsaneler ve mitler anlaşılması çok zor olan hakikatin anlatılmasında kadim zamanlardan beri kullanılmış bir anlatma biçimidir. Tarihi, yalnız belgeler ve “gerçek mi” tezi üzerinden test etmek doğru bir yöntem de değildir. Hakikat başka, gerçek ise başka şeydir. Hakikat doğru, haklı ve değişmeyendir ve gerçek hakikatte tekabül etmez. Efsaneler ve mitlerin hakikatin izahı için kullanılan bir anlatım biçimi olduğunu ileri süren görüşleri dikkate aldığımızda Osman Bey’in ağaç rüyası daha farklı bir anlam kazanır.
Bazen inanmak değil iman etmek lazımdır.