HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Süleyman Abdulla 2
Kardeş Kalemler 3
HİDAYET ORUÇOV 4
SEYFETTİN ALTAYLI 5
İdris Özler 6
ERKUT DİNÇ 7
Bana bir görev verilmişti.
Fakat, neden bana? – bilmiyorum? Kim ve ne sebeple görev verdi? – bunu da nedense hatırlamıyorum. Aklımda kalan ne zamandır yüklenmiş, iki tane at koşulmuş arabayı akşam oluncaya kadar gideceği yere götürmem gerekliydi. Şimdi niye akşama kadar? Bu sorunun cevabı da bana karanlık… Yine “yolda dikkatim dağılmasın yeter ki, yükü tam vaktinde yerine sağ salim götür” denildiğini duydum. Diğer söylenilenlerden öne çıktı. Mesele mi mesele!
Tövbe, bana da tuhaf geldi bu iş. Bu kadar çeşit araç dururken, eskiden kalmış arabaya ne gerek var? Ona ne yüklendi? Niye o araba? Üzerine bazı şeyler koyulmuş, yerleştirilmiş ve sarılmış. Fakat, hepsi bu kadar. Daha fazlasını istesem de size anlatamam.
Şimdi, yükselmeye başlayan güneş babanın ılık ışıkları genç tenime vurmaya başladı. Atlar bir kararda koşturmaktaydı. Zaman zaman dizgini hafifçe kıpırdatmam yeterli oluyor, çünkü onlar gibi anlayışlı hayvanlara yeterli, yavaşladıkları yok. Bu kadar akıllı olmasa bunlar? – diyorum kendi kendime. Tıpkı görevden haberdarmış gibiler!
Tövbe…
Öncesinde yüksek sesle şarkı söyledim. Gücümü idareli kullanmam gerektiğinden mi, gayri ihtiyari sesimi alçalttım, bildiğim ve bilmediğim şarkılardan, bir onun başından bir bunun başından söylemeye başladım. Sonra mırıldanmaya ara verip etrafa baktım. Bu durumda genç gönlümü avutmaya hazırlandım. Ufuklara değen genişlikler hislerimi harekete geçirdi. İçime yaşama sevinci doldu, içim içime sığmayıp etrafı titreterek haykırdım:
- “Uuuluuuuuuğ!..”
Vakit geçmeden etraftan ses yankılandı:
- “Ğuuuluuuuuuuuu!!!”
Birdenbire irkildim ve içim ürperdi. Seretan[1]nın sıcağında alnımdan buz gibi ter akmaya başladı. Bir çare umup gözlerimi yine etrafa çevirdim. Başka bağırasım gelmedi. Mutsuz olmaya başladım. Etraftaki bir sürü yol manzarasından dolayı tadım kaçtı ve canım sıkılmaya başladı. Bu arada güneş yükselip yer yüzünü kucağına alamaya başladı. Bir ara içimi kavuran susuzluğu hissettim. Çare aramaya başladım. Yolun iki tarafına göz gezdirip çeşme ve pınar aradım. Lakin melun denilince bulunmuyor. “Yol yürüsem de çok yürüyorum” her halde bana öyle geldi. Hepsine sebep susamışlığımdır ihtimal. Aslında o kadar da çok yol yürümemiştim. Ee, şimdi bunu muhakeme etmenin sırası değil, su önemli, onu bulmak için bakılacak yer önemli.Hani, şimdi kurumuş çöl içinde, bir temiz tatlı sulu kuyuya rast gelsem de ondan kana kana içip susuzluğumu gidersem. Hiç olamazsa bir tas su bulsam da razıyım. Bir tas su…
Güneşin alçalmasına henüz vakit var, bulanık bulanık etrafa bakmaya başladım. Bu sırada gökyüzünde bulutlar ortaya çıkmaya başladı. Baktım ki atların yürüyüşü ile bir ahenkte. Yani, onların üstünde gölge edermiş gibi hareket ediyorlar. Az önce iki, üç kuş da neşeyle cıvıldaşarak uçup gitti. Düşündüm ki: Onlar yolculuğumuzun başlangıcından bu yana bize yoldaşlık mı etmişler, Acaba!.. Biraz da olsa rahatladım. Velhasıl bütün varlık: Yerde yol, deve hörgücü gibi kum tepelikleri, gökte ise bulut ve kuşlar… Hepsi bana yardımcıymış, hiç şüphe yok ki, aldığım vazifeyi bütünüyle yapabilmem için. Aklıma gelen bu fikri haykırarak cümle âleme duyurmak istedim…
Yaz değil mi, şimdiden kavurdu da kavurdu. Susuzluktan dolayı kendimden iyice geçtiğimde, yolun ilerisi çalkalanarak halka halka suya dönüştü:
- “Seraaaap” dedim de ıstırap ile yutkundum. “Böyle cahillik yapılır mı?” diye kendi kendime hayıflanarak niye bir kapta su alıvermedim? Sonra yola çıkacağımı biliyordum, yine üstüne üstlük bu sıcakta!..
İçime bir huzursuzluk çöktü, etraftan yardım aramaya başladığımdan itibaren arabamın durumunu hiç kontrol etmedim. Atlar fark edilecek derecede yavaşladı. Şimdi dizginleri yavaşlattım. Başlarının üstünde bulutlardan şemsiye olsa da sıcakta biçare hayvanlara da zor dedim. Kendileri durmak isteyene kadar gitsinler diye düşünüyorum. Ama vakit geçtikçe arabaya konulan yükün ağırlığı arttı, arabanın gıcırdayan tekerleklerinin giderek yavaş dönmeye başlamasından anladım. “Bu düşman niye paraya sarktı?” diye hayıflanarak alnıma yığılan boncuk boncuk teri elimdeki bembeyaz mendil ile silerken dedim.
Menzil!.. Eh hey, o daha çok uzaklarda, ufuklara yandaş serhatlara eş sanki. Ama bana “Bir anda harekete geçsen, göz açıp kapayıncaya kadar menzile yaklaşırsın, bu yol da oraya götürür” diye içime doğdu. Ben de buna inandım, inancım daha da tam oldu. Fakat susuzluk da gittikçe beni ele geçiriyordu, içime şu yığın yığın kaynar kumluklar kaçmışa benziyordu.
Bir vakit sonra uzaktan bir su birikintisi göze çarptı. Başta çok da ümitlenmedim, zira serabı gerçek zannedip çıldıracaktım. Fakat, biraz yaklaşsam da su birikintisi yok olmadı. Tersine, gittikçe berrak haliyle gözümün önüne bütün ululuğuyla çıkarak yükseldi. O, yolun kenarındaki kervansaray olarak karşıma çıkıverdi. Sevincimden atları nasıl durdurduğumu, arabadan nasıl indiğimi, ardına kadar açık olan kapının karşısında göz açıp kapayıncaya kadar nasıl ortaya çıktığımı bilemedim. Ah! Bu anda, hayat sanki bana güya geri verilmiş gibiydi!..
Girişte selvi boylu, gözleri ceylanı anımsatan, kırmızı dudaklarındaki yarım tebessüm ile güzel bir kız karşıladı beni. Ağzımı açmaya başlamadan önce şırıldayarak akıp duran çeşmeye işaret etti. Koşarak o yere kendimi attım. Kulağına asıp gitmediği için olsa gerek, ince zincir ile bağlanmış süslü bakır tası doldurup içtim. Susayıp susayıp sömürdüm. “Dört beş tas sömürerek içtim” diye düşündüm, kendime gelmişim, bir tas su yeterli geldi. Hayret ettim. Kuvvetli, güçlü, geniş omuzlu bir yiğit olsam, yazın çilesinde, güneşin ağzında, şafak vaktinden beri yol yürüyüp iyice susamış isem, bir yerdeki boncuk gibi süslü bir tas su ile susamışlığım tamamen kansa?...Hay hay, peki, bu sözleri de bir yere koymalı. En önemlisi de şu, ıstırabım yok olunca gözlerim ışıldayıp açıldı. Vücuduma da huzur dolunca yine kendimi yol yürümeye hazır hissettim. Sonra elimi yüzümü yıkadım. Ve, yeter!..
Şimdi ileriye doğru gayret etmem gerek! Bu yerde ve genel olarak hiçbir yerde vakit kaybetmem mümkün değil, duraksamadan gideceğim yere doğru yürümem gerek! Bana böyle ciddi bir görev verilmişti, ben de içtenlikle kabul etmiştim. Kabul etmemiş olsaydım da bu yola çıkmazdım, dinlenirdim.Bu aradazenginlik vermeyen yanımdaki yeri kazarak para çıkardım. Lakin mütevazı kız parayı almadı, el işareti ile içeriye geçirdi. Yani, “o tarafa giderek dolan” gibi söyleyecek oldu. Ben istemeden içeriye doğru adım attım. Eh he! Nereye geldim ben! Bu kadar lüks olmayan ve çok olmasa da kurumuş çölün ortasında bu yer! İnsana demez misiniz, “kaynadı ya, kaynadı!” Dört tarafı da iki katlı binaların avlusunun meydanı ile çevrilmiş, avluları,kırlangıç gibi dizilerek oturmuş yemek veren kişiler ile dolu! Onların neşeli yüzlerine bakarken ben, heveslendim. “Eğer… Eğer sorumlu olduğum bir vazifem olmasaydı ben de bu yerde kalırdım, onlar gibi haz dolardım”, deyip kıskandım. Eğer görevim olmasaydı…
Bir vakit aksayarak yürüyüp: Nereye varıp, kime sorayım suyu?..
Etrafa göz gezdirirken gözüm oralarda oturan bir grup adama kaydı: Onlar sıraya girmiş bir şekilde duruyordu. Fakat yüzlerinde nedense sevinç belirtisi göremedim. “Tövbeee”, dedim hayretler içerisinde kalıp. Çünkü yiyip içerek, keyif sürerek oturan adamların soğuk ve suskun yüzleri, bu yerdeki ululuğa, şatafata, genel olarak coşkun keyifliliğin ruh haline uygun gelmedi de! İstemeden şu tarafa yürüdüm: “Suyun çıktığı delik” dedikleri şu tarafta olsa gerek diye tahmin ettim. Huşhan ve Mestan toplulukları eğlenip dururken ağzımın suyu aktı…
Gerçekten bana gerekli olan yer bu yermiş. Sıra beklemeye başladım, içime bir huzursuzluk düştü: Ne gariptir ki, “bir tas su hakkını vereyim” deyip bunca adamı beklesem, altın gibi vaktimi göklere savursam? “Ki benim görevim var, görevim!.. Bakınarak hizmet edip yürüyen dalkavuklara, gösterişlerinden dolayı yönetimin görevlilerine benzeyen züppe kişilere ümitli bir şekilde bakardım, hatta iki üç tanesinin yanına vardım, ne yazık ki, onlar derdimi duymak istemedi: Hepsi soğuk bir şekilde delik tarafını, o yerde sıra bekleyen adamları gösterdi. Şuradakilere yemek veren kişilerin halini, mutsuz ve kederli keyiflerini anladım. Az önce bir anlaşmazlık, duman gibi yayılıp gitti. Giderken ses çıkarmadım, kuyruğa takılı kaldım.
“Eğer bilseydim, bir tas su diye bunca vakit ayakta dimdik durarak bekleyişimi, vaktimi sulara akıtışımı, görevimi düşünüp vicdan azabı çekişişimi önceden sezseydim bu yere hiç girer miydim? Söylemesi kolay, topu topu su”. Aslında, sabrım taştı. Benle aynı kadere sahip kişilerle dertleşeyim diye ağzımı açtım, cevap alamadım. “Hepsinin ağzında bir söz var mı?” diye düşündüm. “Yoksa hepsi dilsiz mi?..”
Dimdik duruveren, cana kakılmış kazık gibi değdi.Ayaklarımı bir an dinlendirmek için çömeldim, eğer dizlerimin uyuşması hemen geçmeyince ister istemez hareketlendim. Şimdi benim de konuşmak için ne şuurum ne de gücüm kaldı… Burada, ben de, sırada duranların bir tanesine dolaştığımı üzüntü ile hissettirdim. Dilsiz ve konuşamayan olarak…Bu vaziyet ortamında oturanlara ve sırayı dimdik ayakta bekleyenlere sorgulayıcı bir şekilde bakıyordum: Hayret! Bu yere girdiğimde hepsinin gözlerinde ümit ve sevinç ışıkları, bu ışıklar söndüğünde ise pişmanlık ve endişe alevleri vardı. Sıra beklerken, yerlere yatana dek gülecek kadar mutluluk içinde olan bu insanlara şimdi acıyarak bakıyordum.Neredeydi, bir dakika sonraki hallerini görebilselerdi, diyordum… İçimden… Vakit geçti, ben etrafı izlemekten yoruldum.Diz çökmüş vaziyette gözlerimi kapadım. Bir an geçmedi, vücudumda yine tanınmış bir susamışlık sürer sürmez gözlerimi açtım! Vah eyvahlar olsun, bu da ne? Ben susuzluğumu gidermek için bir tas su sömürdüm ve onun için sırada dururken yine susayıverdim mi?! Düştüğüm bu duruma maymunlar ağlamıştı. Sırayı bırakıp, yine o çeşmenin başına varıp su içmeğe cesaret edemezdim: Sonra sıram elden giderdi. İnsanlardan oluşan sıranın ne başı, ne de sonu görünüyordu. Şu andaki sıramda beklememin zorunluluğu beni deli ediyordu… Böyleyken, sıradan çıkmaya kimin yüreği cesaret ederdi? Dişlerimi sıkarak beklemeye devam ettim.
Çok ağır işleyip hareketlenen sırada bazen iyi, bazen de kötüydüm. Gah kendime gelip ilerideki sıra arkadaşımı yürümeğe davet ettim, gah sıcak ve susuzluktan, halsizlik ve nefes darlığından ne duruma düştüğümü bilmez sayıkladığımda, arkamdan gelen zavallı beni dürterek harekete geçirmeye devam etti. Bu şekilde kaç fırsat kaçtı? – bilmiyorum. Omzumdan birisi sert bir şekilde itti, kendime gelip bir de gözümü açıp baksam, deliğin şöyle böyle karşısındayım! “Ah!”, deyip attım istemeden. Bilerek cebimden para çıkarıp haznedara uzattım da acele edip o yerden uzaklaştım…
Adım atarken nedense vücudumda bir halsizlik, yorgunluk sezdim. Adımlarım nedense bu yere ilk girdiğim zamanki gibi değil, bir nice güç, güçsüz ve isteksiz… Ama neden? Veya bu kadar uzun zaman bekleyip gittim mi bu yerden: Yoruldum mu, kahroldum mu?..
Fakat, bunlar nasıl sözler? Sonra sıradan kurtuldum ki! Dışarıya sağ salim çıkınca sevincimden içim içime sığmadı, defalarca göğe sıçrayasım geldi. Bu zamanda bir şuursuz duygu ile sezip kaldım ki, vücudum bu işe karşı kudretli değildi! Ellerime ve ayaklarıma hayran kalarak baktım: Veya Allah! Bu da ne!?Nasıl bir cadıya rastladım ben? Girdiğimde delikanlılığımın verdiği yiğitlik yayılıp, engel tanımayan güç ve kuvvetimle dolan tenim, buruşup etim kemiğime yapışıp deriden büyüyerek, bayağı narin, kırılgan ve kuvvetsiz gibi gelirdi. Ağzım açık kaldı, ağzım açılınca etrafa yardım ümidiyle baktım ve… Ve gözlerim yine şu kapıcı kıza kaydı! Kaydı da hayranlığımın sessizliği bin defa arttı: Kız, ben girdiğimde genç ve çekici olmuş olsa nasıl da ürperirdim, şimdi de hazırca durur kırmızı dudaklarındaki yarım tebessüm ile susamışları içeriye yorulmadan davet eder, davetlilerin arkası olsa kesilmezdi… Gerçekten, nazarımda herhangi bir araba da kervansarayın kenarından geçip gidecekmiş gibi bunun tersi bir şekilde onlardan atlayarak düşen arabacılar ölemem, görmez dercesine kendilerine genç kızın gösterdiği o çeşmeye onun bir tas suyuna vuracakmış gibiydi…
Başım dönünce sendeleyerek yüzüstü yere yıkıldım. Gözüme, ağzıma, toprak kaçtı. Nedense o ılıktı. Dudaklarım patladı ve galiba acımaya başladı. Yattığım tarafa doğru süründüm, yere belendim. Tesadüfen parmaklarım bir sopa hissetti: Dik ve sağlam bir şekilde ona dayanarak doğrulmaya çalıştım. Elimi, yüzümü temizledim, gözlerimi açtım: Karşımda araba duruyordu. Birden hepsi aklıma geldi. Sonra…Sonra benim görevim ilerleme kat etmez miydi, çok önemli görev ile yola düşmemiş miydim! Sonra… Sonra… Birdenbire karanlık olduğunu anlayıp,dehşetten kesek[2]gibi kaskatı kesildim: Üstüne üstlük hepsi de gerçekleşti mi?! “Benim sorumluluğuma verilen mukaddes görevin üstesinden gelemezsem kendime leke sürer miyim?!..” diye bağıracak oldum…Fakat sesim çıkmadı, çıkmadı da bağırışımın tam beynimde patladığını kesin ve doğru bir şekilde hissetim…
Bastona dayana dayana, bir bir basıp arabaya yakınlaşarak hasretle ona yaslandım. Burada başımın yan tarafının tamamına yakınının ıslak olduğunu hissedince geri çekildim de gözlerimi dört açarak arabaya baktım: Ondan, yere su sızdığı için toprağın yüzünde bir nemlilik meydana gelmişti. Şaşırdım, var olan gücümü toplayıp arabanın üstüne kapatılmış kumaş ve dokumaları daha da kaldırarak, zayıflayan kollarım ile çekip aldım… E vah, bu zamana kadar başıma gelen oldukça iyi vakaların biri bir yana diğeri bir yana: Hangi gözle görünür ki, arabanın içinde su ile dolu küpler sıra halinde dizilmiş bir şekilde duruyordu. Küplerden bir tanesi düşüp kırılınca içindeki suyu aşağıya, yüzyıllık susamış kumluklara şıp şıp damladı.
[1] Yengeç burcunun zamanını kapsayan 23 Haziran – 22 Temmuz zaman aralığı. Yaz mevsimi.
[2]Top şeklindeki katı, sert toprak parçası.