HaftanınÇok Okunanları
COŞKUN HALiLOĞLU 1
KEMAL BOZOK 2
HİDAYET ORUÇOV 3
Kardeş Kalemler 4
BAYAN AKMATOV 5
Emrah Yılmaz 6
MARUFJON YOLDAŞEV 7
Ahmet, kısa boylu, kıvırcık sarı saçlı bir çocuktu. Her zaman sevimli ve güleç yüzlüydü. Fıldır fıldır dönen mavimtırak gözleri ışık saçardı. Kısacık boyuna kıyasla kilosu fazlaydı, yani topaç gibiydi. Ayağına öylesine çabuktu ki yürümez koşardı. Onu yolda görenler yürümüyor, yuvarlanıyor sanırdı. Kimden duymuşsa “Nasılsın?” diye sorana “Bomba gibiyim?” derdi. Bombanın ne olduğunu ne işe yaradığını bilmese de hatırını soran herkese aynı cevabı verirdi: “Bomba gibiyim!” Öyle de hoş, komik, güzel, çocukça söylerdi ki bir daha, bir daha sormak isterdiniz. O, hep aynı sevimlilikle aynı iki kelimeyi söylerdi: “Bomba gibiyim!”
Ahmet, zaten sevimli, hoş bir çocuktu, bu iki kelimeyle köylünün büsbütün sevgilisi oldu. Köylü ona “Bomba Ahmet” demeye başladı. Bomba Ahmet’in bir süre sonra Ahmet’i de bırakılarak sadece Bomba’sı kaldı. Bomba aşağı, Bomba yukarı… Yeni bir ad kazanmak Ahmet’i çok sevindirdi. Hatta Ahmet yeni adını o kadar çok benimsedi, o kadar çok sevdi ki “Ahmet” diyenleri “Benim adım Bomba!” diye uyardı.
Bomba, herkesi çok seviyor, herkes de Bomba’yı çok seviyordu. Belki de Bomba köyün en mutlu çocuğuydu. Ancak bu uzun sürmedi. Yedi yaşına girip de ilkokula başladığı yıl Bomba’nın birdenbire kaderi değişti. Gülen yüzü gülmez oldu. Işık saçan gözlerine karanlık çöktü. “Nasılsın Ahmet?” diyenlere “Bomba gibiyim!” demedi. Boynunu büküp öksüz öksüz baktı. Çünkü Ahmet’in huysuz babası, annesini boşamış, bayramdan bayrama gittikleri dedesinin köyüne götürmüş, bırakmış gelmişti. Ahmet annesiz kalmış, okula annesiz başlamıştı. Ondan sonra da Ahmet’e “Nasılsın?” diyenlerin sayısı giderek azalmıştı.
Kaderi değişse de Ahmet’in sonradan kazandığı adı değişmemişti. Herkes ondan “Bomba” diye söz ediyordu. Şaş kaza “Ahmet” denilse, “Hangi Ahmet?” diye soruluyordu. “Huysuz Ömer’in Ahmet” denildiğinde de “Ha! Bomba desene!” deniyordu. Resmiyette değil de özelde Bomba’nın yaşayacağı ta çocukluğunda belli olmuştu.
Bomba’nın babası çok geçmeden başka bir kadınla evlendi.
Bomba’nın biri üvey, biri öz, iki annesi oldu.
Zaman geçti, Bomba’nın annesi de kendi köyünden bir adamla evlendi.
Bomba’nın yine biri üvey, biri öz, iki babası oldu.
Bomba ne üvey annesinin yanına ne üvey babasının yanına sığdı. O güzelim, sevimli, neşeli çocuk kimselerin yanına sığmadı. İtildi, kakıldı, aç susuz bırakıldı. Onun bunun eskilerini giydi. İlkokulun ilk birkaç sınıfını babasının köyünde geri kalanını da annesinin köyünde okudu. İlkokulu zar zor bitirdi.
İki anneden iki babadan hiçbiri Bomba’ya sahip çıkmadı. Sadece anne tarafından dedesi kol kanat gerdi. “Tarla yok, tapan yok. Mal yok melal yok. Bu çocuk köyde kalmasın. Bir mesleği olsun. Kendi kendine geçinsin gitsin…” diye düşündü. Şehre gitti geldi, sordu, soruşturdu, Bomba’yı şehirde bir kaynakçıya çırak olarak verdi.
Bomba üstün zekalı değildi ama pek çok mesleği de öğrenecek kadar zeki ve yetenekliydi. Bir de insanlarla diyaloğu çok iyiydi. Sadece ustasına değil, işyerine gelip giden müşterilere de kendini sevdirmişti. Hilesi hurdası, yalanı riyası yoktu; güler yüzü, tatlı dili, samimiyeti vardı.
Bomba makul bir süre sonra kalfa oldu. Yanına uğrayıp pulluk bıçağı, saban demiri, tırpan, nacak kaynattıranlar, demir kapı yaptıranlar, ustası kadar güzel, kusursuz iş çıkardığını söylediler. Kalfalıktan ustalığa geçip işyerine ortak olmayı beklerken;
“Bu dükkân ikimizi beslemez Bomba!” dedi ustası.
Bomba beyninden vurulmuşa döndü, fakat sesini çıkarmadan dinledi:
“Zaten benden öğreneceğin bir şey de kalmadı. Yanımda kalırsan ne uzar ne kısalırsın. Tıpkı benim gibi… Ben buna razı değilim. Sen henüz yolun başındasın. İnşallah uzun bir ömrün olacak. Seni İstanbul’a göndereceğim. İstanbul her bakımdan iyi ve imkânlıdır. Orada çalış, orada kazan. Evini ocağını orada kur! Korkma, ben her şeyi ayarladım senin için. Evin, işin, hazır. Başlangıç için kazancın bile belli…”
Meğer ustanın yeğenleri İstanbul’da aynı işi yapıyorlar ve yetiştiremiyorlarmış. Çalışkan, dürüst, güvenilir bir usta arıyorlar, bulamıyorlarmış. Malum, bu devirde kimseye güvenilmiyormuş. “Böyle birini gönderirim ama sadece ücretle çalışan usta olarak değil ortak olarak!” demiş ustası. Bütün ayrıntıları konuşmuşlar anlaşmışlar.
Bomba İtiraz etmedi, bütün özellikleriyle birlikte İstanbul’a gitti. İstanbul’da da çalışkan oldu, dürüst oldu, tatlı dilli oldu, güvenilir oldu ve çok sevildi. Hiçbir gün, hiçbir konuda ona kefil olan ustasını mahcup etmedi. Zaman geçtikçe ortaklık payını, ortakları artırdı.
Aslında Bomba, iki ortağını hiçbir zaman ortak gibi görmemiş, hep ağabeyleri gibi görmüştü. Yaşça da büyük oldukları için onlara hem “ağabey” demiş, hem de gerçekten ağabeyleriymiş gibi sevmiş, saymış, sözlerinden dışarı çıkmamıştı. Ne söylemişler ne istemişlerse eksiksiz yerine getirmişti.
Askerliğini yapıp dönünce “Seni evlendirelim!” dedi ağabey gibi gördüğü ortakları. Onlar da Bomba’yı kardeşleri gibi görüyorlar çok seviyorlardı. Artık Bomba’nın da yuvasını kurma, evini ocağını bilme zamanıydı. Madem ki anası, babası, kimi kimsesi yoktu, madem ki dayılarının emanetiydi, üzerlerine düşeni yapacaklardı.
Önce gönlünde bir kız var mı, yok mu anlamak için ağzını aradılar. Anlayamadılar. Sonra açık açık sordular. Ne var, dedi ne yok dedi. Daha sonra da psikolojik baskı uyguladılar. En sonunda “Aklımda bir kız var ama söyleyemem!” dedi. Baskıyı artırdılar. Vaatlerde bulundular. Tehdit ettiler. Ağabeylerin değil miyiz, döveriz seni!” dediler. “Eşek sudan gelinceye kadar evire çevire döveriz seni. Söyle, kimdir aklındaki kız? Gidelim Allah’ın emri, peygamberin kavliyle isteyelim. Vermezlerse yalvarıp yakararak almaya çalışalım. Yine de vermezlerse kaçıralım. Senin de bir yuvan olsun Bomba! Yuvanda bir bekleyenin olsun! Çocukların olsun! Söyle kim aklındaki kız?”
Söyletemediler.
Belli ki kesseler söylemeyecekti. Israrlar, baskılar, dil dökmeler boşa gitti; söyletemediler. “Ne halin varsa gör!” deyip bıraktılar peşini. Daha doğrusu peşini bırakmış gibi, artık ilgilenmiyorlarmış gibi yaptılar. Sonra hiç beklemedikleri bir zamanda, hiç beklemedikleri bir biçimde gerçekleşen küçücük bir rastlantıyla Bomba’nın gönlündeki kızı öğrendiler: Ablalarıydı. Büyük şaşkınlık yaşadılar. İnanamadılar. Kendisine doğrulatmadan da inanamayacaklardı. İki kardeş, sabah erkenden işyerlerinin üst katındaki Bomba’nın oturduğu daireye baskın yaptılar. Baskıncı iki kardeşten büyüğü her şeyi anlattıktan sonra;
“Duyduğumuz doğru mu Bomba?” diye sordu.
Bomba, çok utanıyordu ve kıpkırmızı kesilmişti. Yüzünü yerden kaldırmadan cevap verdi:
“Doğrudur ağabey!”
“Ama ablamız senden çok büyük, aranızda on üç yaş var!”
“Olsun! O benim yaşıma inemezse ben onun yaşına çıkarım.”
“Biliyorsun, ablamız doğuştan topal. Sağlıklı insanlar gibi yürüyemiyor.”
“Olsun! Sağlıklı insanlarda bir kaza sonucu topal kalabilirler. Ben onu o haliyle kabul ediyorum.”
“Bizim, aile olarak birbirimize karşı saygımızı, sevgimizi, bağlılığımızı bilirsin. Ablamız başımızın tacıdır, bilirsin. Evdedir, engellidir diye üzerine nasıl titrediğimizi bilirsin. Sonradan pişmanlık duyar ablamızı üzersen karşında bizi bulursun.”
“Tamam ağabey!”
Ne dedilerse kız kardeşlerinden vazgeçiremediler.
Kız kardeşlerinin gönlünde de Bomba vardı.
Günlerce konuşuldu, tartışıldı, anne babanın onayı alındı, Bomba gönlündeki kızla evlendirildi.
Borçsuz dertsiz, gösterişsiz, sadece kız tarafının bulunduğu güzel bir düğün yapıldı. Kızın dayalı döşeli, iki oda bir salondan ibaret evi hazırdı. Gelin oraya indirildi. Herkes çok mutluydu. Kızının gelinlik giydiğini, dünya evine girdiğini görmüştü ya anne, artık gözleri açık gitmezdi. Aynı duyguları baba da yaşıyordu ama bunu dillendirmiyordu. En mutluları da gelindi. Artık evde kalmış engelli kız değildi. Evliydi, mutluydu. Bir de çocukları olursa şarkıların söylediği gibi evli, mutlu, çocuklu olacaktı. Evlendirilmelerine karar verildikten sonra Bomba’nın ayakları yerden kesilmiş, mutluluktan uçuyordu. Bomba’ya öz annesinin, babasının yapmadığını bunlar yapmışlardı. Başta karısı olmak üzere kayınbiraderlerini, kayınvalidesini, kayınpederini, ona meslek öğretip onu İstanbul’a gönderen ustasını her zaman sevecek, sayacaktı.
Bir yıl geçmeden ay parçası gibi bir kızları oldu. Adını “Hasret” koydular. Üç yıl sonra en az birincisi kadar güzel ikinci kızları oldu. Onun adını da “Özlem” koydular. Daha doğrusu kimse karışmadı, ikisinin adını da Bomba koydu.
Bomba, kimseye bir şey anlatmıyordu ama uzun zamandır doğup büyüdüğü yerlerin özlemini çekiyordu. Hele de annesinin öldüğünü duyduktan sonra bu özlem kat kat artmıştı. Yıkılmadıysa içinde doğduğu, düşe kalka büyüdüğü evlerini görmek, o evi okula, camiye, çeşmeye bağlayan sokaklarda yürümek istiyordu. Bir kerecik olsun İmam Dağı’na çıkmak oradan köyü ve çocukluğunda dünyanın diğer tarafındaymış kadar uzak görünen şehri seyretmek istiyordu. Sonra İmam Dağı’ndan inip adım adım araziyi dolaşmak, Çavuş Pınarı’nın ve Büyük Pınar’ın şeker gibi sularından birer avuç içmek istiyordu. Daha sonra da köyün öteki tarafını; yaylaları, dağları dolaşmak; babasının yanına takılıp oduna gittiği, annesi ve yengesiyle kuşburnu toplamaya gittiği, ilkbahar ve sonbaharlarda dedesiyle mantar topladığı yerleri görmek istiyordu.
Bir de annesinin mezarı başına varıp bir Fatiha okumak, onunla biraz dertleşmek istiyordu. Duyamayacak olsa da kimseye söylemediği, kimseye söylemeyeceği sırları vardı, onları annesine söyleyecekti. Sonra mezarın baş taşına sarılacak, içinden geldiği gibi ağlayacaktı.
Bomba ne kadar çok istese de köyüne gidemedi. İş icabı bile olsa Edirne’ye, Bursa’ya, Kayseri’ye, Konya’ya, Ankara’ya, Çorum’a gitti, köyüne gidemedi. Her niyet edişinde bir bahane çıktı, gidemedi. Doğup büyüdüğü evi, avluyu, sokakları, üçüncü sınıfa kadar okuduğu okulu göremedi. Dedesinin köyüne gidip annesinin mezarını ziyaret edemedi.
Yıllar geçti.
Bomba’nın yüreğindeki hasret dinmedi.
Kızlar büyüdüler, evlendiler, çoluğa çocuğa karıştılar, hasret dinmedi.
Gün geldi, Bomba çalışamaz oldu. Zaten kayınbiraderleri gibi o da çoktan emekli olmuştu. İşyerindeki payını, babalarının işine devam eden yeğenlerine devrederek ayrıldı. Eşiyle birlikte bir hac, bir de umre yapmayı aklına koymuştu. Bunu gerçekleştirecek parası vardı. Ne var ki acı tatlı anılarla dolu iki köy burnunda tütüyordu. Her gece rüyalarında bu köylere gidiyor, önce babasının elini öpüyor, ona sarılıyor, sonra annesinin mezarına varıyor, baş taşına sarılıyordu. “Siz beni kabullenmediniz ama ben hep sizin özleminizle yaşadım!” diyordu.
Artık iyice yaşlanmış olan, evlendiğinden beri hiç kalbini kırmadığı, kızlarının annesi, sevgili eşine bir sabah kahvaltısında dedi ki;
“Ben gidip annemin, babamın köylerini bir dolaşıp gelsem!”
“İyi olur, git, dolaş, gel!”
“Hatırın kalmaz değil mi?”
“Aa… O nasıl söz! Niye hatırım kalsın ki… Sağlığım yerinde olsa ben de seninle gelirdim. Bu halde sana ancak ayak bağı olurum. Sen git, dolaş, gel.”
Aslında en rahatı uçakla gidip dönmekti. Araştırdı; Çorum’da havaalanı yoktu. Bunu bilmiyordu. Tuhafına gitti. Yerinin düzlüğüyle, nüfusuyla, sanayi, tarım ve hayvancılıktaki konumuyla Çorum kadar elverişli olamayan şehirlere havaalanı yapılmış Çorum’a yapılmamıştı. Hızlı tren geldi aklına. Hızlı trenle de rahat gidip dönebilirdi. Araştırdı; hızlısı bir yana Çorum’dan tren de geçmiyordu. Çorum ilk gençliğinde Ankara Samsun kara yolunun kenarında bıraktığı gibi kalmıştı.
Eskiden olsa dünyanın en uzak yerine bile otobüsle gidip dönebilirdi. Şimdi İstanbul’dan Çorum’a gidip dönmeyi gözü kesmiyordu. Ankara’ya kadar hızlı trenle, oradan Çorum’a otobüsle, Çorum’dan Kırkdilim’e de minibüsle geldi. Yolun geri kısmını yürüyecekti.
İki kilometrelik yolun yarısını zorlanmadan yavaş yavaş yürüdükten sonra durdu, soluna döndü. Yazları suyu kesilen küçük dereden yola kadar uzanan, on beş dönümden az görünmeyen tarlaya uzun uzun baktı. Kırk, kırk beş yıl öncesini hatırladı. Beş ya da altı yaşında ancak vardı. Öküzlerle çift süren babasına annesiyle birlikte öğle yemeği getirmişlerdi. Babası onu kucaklamış “Nasılsın oğlum?” diye sormuş ve anında cevabını almıştı: “Bomba gibiyim baba!”
Babası zaten bütün köylü gibi bu sözü söyletmek için sormuştu.
Sonra yumuşak tarla toprağı üzerine oturmuşlar, iştahla yemeklerini yemişlerdi.
O zaman annesiyle babası henüz ayrılmamışlardı. Mutluydular. Sonra ne değişmişti de babası birdenbire üçten dokuza şart ederek annesini boşayıvermişti, hâlâ anlamış değildi.
Bomba, gözyaşlarıyla yanaklarının ıslandığını kendine gelince fark etti. İki elinin parmaklarıyla yüzünü kurulayıp yola devam etti.
Köy sessizdi.
İnsanların, hayvanların ne kendileri görünüyor ne de sesleri duyuluyordu. Bir köyde kedi, köpek, tavuk, horoz sesi olmaz mı, yoktu. Bir köyde eşek anırmaz, at kişnemez, koyun kuzu, oğlak keçi melemez mi? Yoktu. Köyde ses yoktu, hareket yoktu. Köyden hayat çekilmiş gibiydi.
Evlerinin yanına kadar, her adımda heyecanı biraz daha artarak yürüdü, kimseyle karşılaşmadı.
Doğduğu evi, çatısının bir tarafı çökmüş olarak görünce içinde de bir yerler çöktü, yıkıldı, kırıldı. Ahır ve ev kapıları sıkı sıkıya kapalıydı. Üzerlerinde kocaman asma kilitler takılıydı. Pencerelerden bazılarının camları kırılmıştı. Evde uzun zamandır kimsenin yaşamadığı belliydi. Babası, üvey annesi, üvey kardeşleri köyde başka bir eve göçmüş olabilirler miydi acaba?
Çevreyi gözden geçirdi. Komşu evlerden bazılarını göremedi. Evler yıkılmıştı. Evler ya kendiliklerinden ya da birileri tarafından yıkılmış, ağaçları odun niyetine alınmış yahut satılmış, geriye işe yaramaz kısmı; taş, toprak ve sıva parçaları kalmıştı. Anılar; şekilsiz taşlara, çürümüş toprağa, sıva kırıklarına dönüşmüştü. İnsan yaşamayan yerde anı yaşar mı? Anılar da göç etmişti buralardan…
Bomba, bir kere daha ıslanan yanaklarını yine elleriyle silip camiye doğru yürürken bir evin avlusunda odun kırmaya çalışan yaşlıca bir kadın gördü. İçinin hasar görmüş bir yerleri sevinçle kıpırdadı. Evin kime ait olduğunu düşündü, çıkaramadı. Belleğinde çok uzak olmayan bu komşu eve ait hiçbir kayıt yoktu. Kadınla bakıştılar ama birbirlerini tanıyamadılar. Yaşına bakılırsa, bu kadının Bomba’yı, annesini, babasını bilmesi gerekirdi. Kimse çocukluğundaki gibi kalmadığından bu kadar yıl sonra şeklen tanıyamamış olması doğaldı. Adını söyler söylemez hatırlayacağını umuyordu.
“Bomba’yım ben!” dedi.
Kadın suratını ekşiterek bakarken;
“Tövbe! Tövbe!” diye söylendi.
“Vallahi Bomba’yım ben!”
“Bir de yemin ediyor!” dedi kadın.
Yaşından beklenmeyen bir çeviklikle kıydığı odunlardan birazını sol kolunun üstüne yığıp ve nacağını kapıp evin açık duran kapısına doğru hızla ama biraz aksayarak yürüdü. Bu arada ayağı sürçtü, yüzüstü düşmekten güçlükle kurtuldu. Kadın, patlamak üzere olan gerçek bir bombadan kaçar gibi eve attı kendini. Kapıyı çabucak kapattı.
Bomba gördüklerine hiçbir anlam veremedi. Camiye doğru şaşkınlık yüklü, yorgun adımlarla yürüdü. Cami önünde oturan dört ihtiyarla karşılaşınca rahatladı. Yine içinde bir yerler sevinçle kıpırdadı. Verdiği selamı dördü birden aldı. Hepsini tanıyacak gibi oldu ama hiçbirini tanıyamadı. Onlar da Bomba’yı tanıyacak gibi oldular ama tanıyamadılar. Bomba, cami avlusuna girip abdest aldı, geçmek üzere olan seferi öğle namazını camide kılıp çıktı. İhtiyarlar yabancının kim olduğunu çözememişti. Dördü de soran gözlerle ona bakıyorlardı.
“Ben Bomba’yım!” dedi hafif gülümseyerek.
Dört ihtiyar gözlerini kısıp dikkatle bakınca tanıdılar, bu defa da hayretler içinde kaldılar. Dördünün de gözleri büyüdü, ağızları açık kaldı.
“Ben Sinirli Ömer’in oğlu Bombayım!” dedi tekrar.
İhtiyarlar bir türlü toparlanıp konuşamıyorlardı.
“Nasıl olur!” dedi içlerinden biri. “Sen ölmedin mi?”
“Hayır, yaşıyorum.”
“Allah, Allah… Baban son yıllarını ‘Bombam ölmüş! Bombam ölmüş!’ diye ağlayarak geçirdi. Sana sahip çıkamadığı için derin suçluluk duygusu içindeydi. Hep teselli etmeye çalıştık fakat o bizi dinlemedi. Biraz gel git akıllı olmuştu. Kafasına taktığını da unutmuyordu. Seni öldü bilerek gözleri açık gitti. Mezarı deden Nalbant Ahmet’in ayak ucunda.”
“Dedemin mezarını bilmiyorum ki ben…”
“Mezarlığa en yakın bahçe sizin. Bahçe duvarının dibindeki eski mezarda deden, yenisinde baban yatıyor.”
Bomba, babasının ölmüş olmasına da çok üzüldü. Demek oluyordu ki yeryüzünde hiç kimsesi kalmamıştı.
İhtiyarlar Bomba’ya aralarında yer açıp oturttular. Ayrı ayrı “Hoş geldin!” dediler, hâl hatır sordular. Sonra sözü biri bitirmeden öteki alarak koyu bir sohbete daldılar.
Toprak verimsizdi, su yoktu, geçinmek zordu, bu yüzden kimse kalmamıştı köyde. İyi kötü bir iş bulan göçmüştü Çorum’a. Başka yerlere gidenler de olmuştu. İnsanoğlu doğduğu yerde değil doyduğu yerdeydi. Bomba’nın üvey kardeşleri de gidenler arasındaydı. Koca köy boşalmıştı. Yüz yirmi haneden kala kala on mu, on iki mi hane ancak kalmıştı. Onların da çoğu işten, güçten düşmüş, bir bacağı mezara sarkmış ihtiyarlardı.
Asıl haberler Bomba’da olmalıydı. Çocukluğundan beri ne yapmış, nerelerde yaşamıştı? Nasıl ölmüş nasıl dirilmişti? Viraneye dönmüş evlerden oluşan bu köye onu hangi rüzgâr atmıştı?
Bomba, her şeyi açık açık anlattı. Yüreğinin yarısını babasında, yarısını annesinde bırakarak gitmişti. Onlar Bomba’yı silseler de o ne annesini ne de babasını silebilmişti. İkisini de unutamamış, ikisini de hep özlemişti. İşte çocukluğundan beri içinde büyüttüğü bu özlem sürüklemişti Bomba’yı buralara kadar. Sadece annesi babası da değil, bu verimsiz, susuz topraklar; İmam Dağı, Keltepe, Öteköy, Yaylalar, Kuşkayası, Armutluk, köyün her bir yanı yıllarca burnunda tütmüştü. Dayanamaz olunca atlamış trene, sonra da otobüse gelmişti işte. Aklından çıkmayan yerleri yavaş yavaş dolaşacak, varamadığı yerleri uzaktan seyredecek, annesinin, babasının mezarlarını ziyaret edecek, onlarla vedalaşacak sonrada çekip gidecekti.
Bomba ayrılmak üzere ayağa kalktı.
“Dolaş gel, akşam bizde kal!” dedi ihtiyarlardan biri. “Ben evden çıkarken yengen odun hazırlıyordu. Fırınlı sobada çörek pişirecek. Yanında çay, peynir, kuşburnu da olur. Sıcak sıcak yer, içer laflarız. Tamam mı?”
“Odun” sözcüğü geçince Bomba az önceki yaşlı kadını hatırladı.
“Ev nerede?” diye sordu.
“Aha şurada, yakın! Az önce önünden geçtin. Bak şu bacasından duman çıkan ev var ya işte orası. Yengen Bosnalı bir Türk. İç savaşta bütün ailesini ve bir bacağını kaybetmiş. Temiz, çalışkan, misafire hizmeti seven birisi. Savaşı ve savaşın sebep olduğu acıları bütün şiddetiyle yaşadığı için hâlâ korkuyor. Yanında toptan, tüfekten, mayından, bombadan hiç söz açmıyoruz. O yanımızdayken sen Bomba değil Ahmet olacaksın. Akşama mutlaka bekliyorum.”
“Sağ ol emmi. Gün kavuşana kadar dolaşır, dönerim. Akşam namazında buluşuruz. Annemin köyüne yarın giderim.”
“Hadi yolun açık olsun!”
Bomba ihtiyarlardan ayrıldı. Bir yanında yunaklık (çamaşırhane), iki yanında iki büyük oluk bulunan köy pınarına vardı. “L” şeklinde bitişik oluklara bir karış yükseklikteki demir lülelerden birinde elini yüzünü yıkadı, iki avuç su içti, pınardan çıktı. Dört ihtiyarın gözleri üzerindeydi. Onları eliyle selamlayıp mezarlığa doğru yürüdü. Yürüyüşü az çok çocukluğunu hatırlatıyordu. Yani yuvarlanır gibiydi. Ancak çok yavaştı…
Gözden kaybolunca derin bir nefes alıp bıraktı ihtiyarlardan biri.
“Anne baba, ille de toprak insanı çekiyor!” dedi.
“He ya! Öyle…” diye onayladı ötekiler.
Gün kavuştu, Bomba gelmedi.
Akşam ezanı okundu, dördü ihtiyar, altı kişi saf tuttu, Bomba yoktu.
İhtiyarlar, “Uzaklara kadar yürüdüyse, dönememiştir. Yatsıya gelir” diye düşündüler.
Bomba yatsı namazına da gelmedi.
İhtiyarlar, “Annesinin köyüne gitmiş olmasın…” diye düşündüler.
Bomba annesinin köyüne gitmemişti. Önce babasının mezarını bulmuş, okumuş, dertleşmiş sonra tekrar yola çıkmıştı. Yol ayrımına kadar yürüyünce kalbinin teklemeye başladığını hissetmişti. İlacı yanındaydı, bir dil altı almış, Taşpınar’a doğru yürüyüşüne devam etmişti. Rahatlamayı beklerken daha çok sıkıştırmaya başlamıştı kalbi. O, kararından vaz geçip köye dönmemiş, yürümeye devam etmişti. İmam Dağı’nın köyü en güzel gören noktasına gelince yolun birkaç adım altına inmiş, büyük bir kaya parçasına sırtını vererek oturmuş ancak rahatlayamamıştı.
Hap kutusunu ceketinin cebinden güçlükle çıkarıp bir dil altı daha almak istedi. Fakat kapağını bile açamadan kutuyu elinden düşürdü. Uzanıp kutuyu tekrar alamadı. Göğsündeki ağrı dayanılmaz bir hale gelmişti. Sanki bir fil basıyordu göğsüne. İki eliyle sol göğsünü tutarak o müthiş ağırlıktan ve ağrıdan kurtulmak istiyor başaramıyordu. Kıvranıyor, terliyor, titriyordu. Gözleri açıktı ama köyü göremiyordu.
Bu hal çok sürmedi. Bir anda titreme ve hareketler sona erdi. Bomba’nın iki eli iki yana düştü. Ardından başı hafice sağ yanına doğru eğildi. Gözleri normalden daha açıktı, öylece kaldı. Bomba köyü gören kaya parçasına yaslanmış olarak balmumundan yapılmış oturan bir heykele benzedi. Onu ilk bulan canlı sanacaktı. Köyü hayretler içinde seyrediyor sanacaktı.