Buğday Tarlası


 01 Mart 2019

Kim bilir bundan kaç yıl önce, kimbilir hangi memlekette; duyardım hep yaşardım. Büyülü gecelerde bir masal gibi dinlerdim anlatılanları. Belki Kaf Dağı ardında, belki sineme saplanan bir okta, tam da şu anda bu mekânda. Bilmem mevsimin hangisinde karlı bir kış gününde mi yoksa günlük güneşlik martıların uçuşan gölgesinde mi? Uzak bir ufuk çizgisi kırsal, yüksek tepelerle çepeçevre sarılı bir köy. Civardaki köyler de küçük köyler. Öyle ufak köylerden oluşan bir bölge zaman ve mekândan biraz da soyutlanarak teme geçmek istiyorum. Zayıf yirmi yedi yaşlarında biraz da hastalıklı denebilecek bir adam köyün en hamarat orta kiloda bir kızına aşık olur. Kara saçlı, kara gözlü yuvarlak yüzüyle köyün güzel sayılan bu kızına komşu köyün delikanlısı aşık olur olmasına ama kızın babası Nuh diyor Peygamber demiyor; kızın babası, sert mi sert katı yürekli adamın biridir. Bu aşka gönlü razı olmaz, ikna edilmesi yılları alır. Araya muhbirler girer çetrefilli yollar aşılır ve neyse ki bu iş olur. Kaderi zorlamak gerekir mi? Akışına mı bırakmak daha makbuldür bilinmez. Ben cevabını veremedim bu sorunun sizin düşünceniz sizde tabi. Günler, yıllar geçer birbirlerine gönül veren bu çift evlenirler. Türlü meşakkatlere göğüs gerseler de hayat yıpratır, hayat yorar, hoyrat hayat ömür diye biçilen ayda ne kadar güldürmüşse de üç katı ağlatmıştır bu aileyi. Önce yoksullukla sınar, sonra ölümlerle. Sonra envai çeşit badaralar çıkarır karşılarına. Yedi çocukları olur ailenin. İkisi daha dünyaya gözlerini açacakken ölür, toprağa gömülür. Anadır yaslı yüreği ile dayanır. Dayanmasın da ne yapsın? 

Aile çetin ızdıraplara göğüs germek zorunda kalır. Köydeki evlerine biraz uzak olan büyükçe tarlalarına bir yaz yirmi hektar ekin ekerler. Tüm yaz boyunca ellerinde oraklar buğday tarlalarında yemek yerler yine aynı tarlada çocukları büyütürler. Bu çilelerle büyüyen çocuklar ekmeğin nasıl kazanıldığını daha küçük yaşlarında öğrenmek mecburiyetinde kalırlar.

Büyük çocuklar eğitim çağına gelir. Dağ gibi gördükleri babalarına sırtlarını veren çocuklar ilkokullarını köylerinde tamamlayınca, eğitimlerine Türkiye’de devam ederler. Yaşlanan çift yalnız kalır, yine köy işlerine devam ederler. Küçük ama sevimli bir bahçeleri vardır. Bahçede sebze meyve yetiştirir satarlar. Evlatlarından tek kuruş bile istemezler. Yaşlanan çift çeşitli hastalıklar geçirirler. Ameliyatlar doktorlar derken dayanamaz buna en büyük evlatları. Gizli gizli gözyaşı döker olanlara. Nice sabırla büyütüp okutan ailesini öyle bitkin düşmüş ve kimsesiz görmek can evine taşınmaz bir yükü oturtur. Ne çare gözyaşı. Biçare edilen duaları da. Hazinle, hıçkırıkla ağlar gizliden gizliye; en kötüsü de en küçük kardeşine anlatınca hüznünün sebebini en küçüğü duyamaz bu acıyı, idrak edemez olanları. 

Şimdi de gelelim ortanca kızlarına. Yüreği merhamet yuvası, pamuk gibi hafif, kanat gibi kırılgan. Dolu dizgin yağmurları seven ıslanmayı ve okuyup yazmayı… Yirmisine gelen ortanca kumral kız esmer bir çocuğa kaptırır gönlünü. Mektuplar biriktirir gizliden gizliye. Hiçbir zaman gerçek adrese ulaşmayan mektuplar bir gün sulara bırakılır. Çocuğun haberi yoktur bu sevgiden. Tam öğrenecek gibi olsa da inanmaz kıza. Ben, herhangi bir ümit aşılamadım der ve çekilir işin içinden. Kız defalarca yazdığı mektupları okur okur birkaç gözyaşı döker; kapatır ve bir gün konuşacağım, konuşabileceğim diye ümidiyle başını yaştığa bırakır. Birkaç damla gözyaşı nemli gözlerle dalar derin uykulara. Rüyasında çocukken oynadığı kaldırımları görür hep. Teyze kızlarını dayı oğullarını görür. Dört yıllık memleket hasreti dağ gibi büyür ve anne babasının ziyaretine gelmeye karar verir. Ders dönemi bitince kendine iyi sayılabilecek bir iş bulur kız ve orada çalışır. Annesinin ayda bir sesini duyar. Hal hatır sorarlar birbirlerine; nasihatler ve tembihlerden sonra kapatılır telefonlar.

Geldiğinde öyle değişmiştir ki her şey, öyle büyük bir hayal kırıklığına uğrar ki yazdığı mektuplarının sahipsiz kalma acısına aldırış etmez şimdi annesinin ağaran saçlarına, babasının kat kat biriken kırışıklıklarına yanar. Yanar da volkan oluşan yüreğine su serpeni bulunmaz. Gaipten bir ses muştu getirmez. Acır zavallı anne-babasına yardım eder tamir ettirir yıkılan duvarları.

Koşar çocukken oynadığı sokaklara. Annesinin hep yanında olmasını ne çok dilemişti oysa arda kalan buğday tarlasındaki anıları. İçin için ağlatan anıları. Gülememişti yüzü aşkta da, güldürülememişti. Oysa gülmeyi ve güldürmeyi çok sevmişti kızcağız. 

Canlanır küçüklüğünde yaşadığı bir anısı. Daha dokuzundayken yıllar önce  köylerindeki evlerinde yangın çıkar, yanan sobanın közleri ocaklıktan tahtalara sıçrama sonucu yangın başlamış.  Onlar da neleri var neleri yoksa buğday tarlalarının yanına küçük bir baraka kurup yerleşirler. Artık yazlarını burada geçirirler. Bu yangından evlerini kurtarmak için ateşi söndürmeye kova kova su taşıyan yedi kardeşten birinin çok sevdiği oyuncağını alevlerden kurtarmaya çalışırken eli yanar. Serçe ve yüzük parmağında yangının izini hâlâ taşımaktadır. Diğer çocuklar gibi çok sayıda rengârenk oyuncakları hiçbir zaman olmadı Alagül’ün. Babaları evde yoktu o gün köy pınarı etrafında koyunlarını gütmeye gitmişti. Allah’ım o nasıl bir faciaydı. Yanan bir oda alevler söndürmeye çalışan masum çırpınışlar. Dayanır mı yürekler? Ilık esen poyraz, alevleri daha da büyütüyormuş. Konu komşu koşmuş duman alevlerine çoluk çocuğun, kıymetli eşyaların dışarı çıkarılmasına ve azgın alevlerin büyümesine engel olmak için yardımcı olmuşlar anneye. 

Alagül, kaybetmenin ne olduğunu daha küçüklüğünde istemese de öğrenmiştir. İçine kapalıdır biraz. Inanamaz öyle kolayca. Belki de bu yüzden mektuplarını biriktirmeyi tercih etmiştir. İçindeki mektuplarına:

 

Yeni doğup yükselen güneşe sıcacık bir merhaba, düşünme bu kadar acaba yaralanır mıyım; kapıların ardındaki ses beni cehenneme mi yoksa ebedi saadete mi uğurlar ahh nar narıyla yakan...yar, yara olmuş zaman katil. Sanki son gece sanki son güneş ilahidir gözyaşı içini dök rahatsız olanlara aldırış etmeksizin bir nebze kulakları tıkatırcasına bir sesti deruni gelen. Önce bir nebze irkildim sonra eski şairlerimizin kapısını tıklattım bir teselliydi yazılanlar silinmeye layık olmayanlar.... Sevdim işte envai çeşit hesaplarım olmadı benim.... Tebessûm yeter dedim.... 

 

Bir ay kalır anne babasının yanında, iş sahibi işini kaybetmemesi karşılığında kendisinin en geç üç gün içinde iş başında olması gerektiğini bildirir. Kızcağız, ailesine biraz para bırakır. Bir aylık yiyecek içeceklerini tedarik eder ve işinin başına geri dönmek zorunda kalır. Ailesinin ellerini öpüp büyük ablasına emanet ederek gider işinin başına. Yüreğinin bir yanı memlekette bıraktığı anne babası için diğer yanı ise sahibine ulaştıramadığı nameleri için. Dökülür bir nâme dudaklarından kalemine, kaleminden ıslanan kağıdına:

Sevdiği bir şiiri vardır şairin


Kiminin sazı

Kiminin sözü

Karışık bu günler ısınmıyor yılgın yürekler

Divane baştan sona ne yaşandıysa

Anlamı kalmamış yitirmiş guzelliklerini dünya, göz ardı kalmış

Misket kokuyor avuçlarım

Çelik çomaktı küçüklüğüm

Buğday biriktirdiğim avuçlarımı açıyorum

Aman Allah'ım sıyrılan dizimin acısını bile özledim!

Bu nasıl hasrettir hasretten ibaret lügatım

Durdurun dünyayı gaddarlar sarmış dört yanımızı

Hikâyeler baştan sona hüsran 

Sevgiden yoksun bahar yürekler talan

Divane kelimeler toplanmaz divanda mahrum ilhamından

Kalemler yazmıyor, elleri doldurmuş telefonlar

Biri dur dese eskiye dönülse ne yaşandıysa çocukluğumda yine yaşansa

Durdurun dünyayı cekilmez oldu bu çile

Sağır edercesine dünyadan gelen sesler

Tez mi geldi hicran bu ki cekilmez hüsran

Ay ışığı yıldızların parıltısı yeter miydi serinletmeye alevler içinde kalmış yüreği

Üşüten bahar kapımızda kimler göçtü dünyamızdan

Şükür dedirten envai çesitlere sükür

Gitsem de uzaklara yureğimi ısıtan sol yanımda

Ne sağında ne de solunda tam ortasında hayatın

Düzen kurulmuş bozamaz yüreğim....

 

Aradan geçen birkaç yıl aileyi birleştirir. Hepsi bir arada yaşamlarına devam ederler. Yarım kalan bir ömrün sonuna gelinir. Feryat figan nafiledir bugün.

Bir duadır herkesin dilinde “Mutlu Olalım”. Sonu hayır ola. Sahi neydi mutluluk? Mırıldandı kendi kendine Alagül:

 

MUTLULUK

Mutluluk, öyle çok da uzakta/ulaşılmazda değil,

Güvercinlere ufak ufak atılan bir simittedir.

Mutlu olmak için büyük bahanelerim yok benim

Küçük bir çocuğa tebessüm ettirebilirsem mutluluğu orada kıskıvrak yakalarım.

Biri yanımda gözyaşına boğulmuşsa ben de ona eşlik eder ve hüznü paylaştığıma mutlu olurum

Mutluluğum sükûnetimde, kırılan kalbimde

Kimsesiz bir nine-dedeye ziyarettedir mutluluk ve bir avuç topraktadır mutluluğum.

Kıyabiliyorsan ağlat yâr

Benim ağlayışım benim mutluluğum!

Uzağımda değil, penceremin önünde kuş cıvıltılarında mutluluğum

Mutluluk anne bir serçenin ağzında yavrusuna götürdüğü besindedir.

Kuşu kafesinden uçurtmaktadır mutluluk ve tavşanın korkakça zıplamasındadır.

Senin için bilemeyeceğim ama bana göre küçücük tılsımdadır mutluluk.

Bir yaraya pansuman işlemindedir, dadikaları saymada ve bir yudum sudadır mutluluk!

Gelmesini, mutlu olabilmesini ve yüreği taşımasını bilenlerdensen sana da aşılarız mutluluğu

Bir selamdadır mutluluk çok da uzakta değil gönülden bir selamda

Ama en çok da gönülden bir “Nasılsın?” sorusundadır mutluluk kıvılcımları.

Sadâkatte, güvenmededir mutluluk sırrı.

Düşüp dizini vursan da o yara kabuğundadır mutluluğun.

Bir kitabın sayfasında, kaleminin ucundadır tılsımı mutluluğun.

Kimi kimi kördüğüm kelimelerimde ve gece gibi simsiyah gözlerin harelerinde.

Uzağa gitme! Yanında yanıbaşındadır MUTLULUĞUN….

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 147. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 147. Sayı