Bulaşıcı Kötülük ve Beyaz Körlük


 01 Mayıs 2024

Giriş

En sade biçimiyle sosyoloji, “toplum bilimi” manasına gelir. Edebiyat sosyolojisi ise edebi metinlerdeki toplumsal yönün incelenmesini ve belli bir disiplin çerçevesinde okunmasını ifade eder. Edebi ürünlerin muhteva ettiği bu toplumsal boyut, sosyolojik eleştiri kuramının da doğmasına vesile olmuştur. Topluma yönelik eleştiri kuramları arasında bulunan sosyolojik eleştiri, yapıtın ortaya çıktığı çevreyi ele alırken yazar ile içinde bulunduğu ortam ve devir münasebetini de açığa çıkarmayı hedefler. 

Sosyolojik eleştiriye göre sanatsal hadiselerin doğuşunda, tıpkı nesnel olaylar gibi belli başlı birtakım sebeplerin rolü vardır. Yapıtlar tesadüfi olaylar silsilesiyle üstünkörü oluşmaz, onları ortaya koyan bir ruh ve akıl, içinde doğdukları toprakların iklimi, sosyal, politik ve fiziksel şartlar vasıtasıyla vuku bulmuşlardır. Bütün pozitif bilimlerde olduğu gibi edebiyatın da kendi içerisinde bir determinizm vardır. Metin bir sonuçtur ve mevcut sonucun halihazırda bekleyen nedenleri vardır. Nedenlerin üzerine eğildikçe eserin anlam tabakaları da kendiliğinden aralanır. Ancak sosyolojik eleştiri yapıt hakkında bir değer yargısı oluşturmaz, zaten mevcut olan ancak açıkta bulunmayan durumu, yapıtın oluşumunda rol oynayan argümanlar aracılığıyla tespit etmekle yetinir (Moran, 1994: 83-84).    

Edebiyat dünyasında sosyolojik eleştirinin kökleri İtalyan entelektüel ve bilim insanı Giovanni Battista Vico’nun La Scienza Nuova adlı eseri üzerine temellendirilir. Vico, eserinin bir bölümünde Omero (Homerus)’un düşüncelerini sosyal, psikolojik ve disiplinlerarası bir anlayışla yorumlamıştır. Örneğin; yaşadığı dönemle şiir dilini karşılaştırma ve bunun neticesinde çıkarımlar yapma yoluna gitmiştir. (Vico, 1959: 18) İlerleyen dönemlerde hızla gelişen Sosyolojik eleştiri, Johann Gottfried Herder (1744-1803) ile Almanya’da, Madame de Stael (1766-1817) ile Fransa’da temsilciler edinmiş ve Abel Françios gibi eleştiride nesnelliğe vurguda bulunan tarihçi eleştirmenler vasıtasıyla da gelişimini sürdürmüştür (Yaşar, 2022, s. 32-33). Ancak sosyolojik eleştiriyi tam manasıyla ilk ortaya koyan ismin Fransız olguculuğunun öncülerinden Hippolyte Taine olduğu düşünülür (Moran, 1994: 83-84).

Histoire de la Litterature Anglosie (1858) adlı eserinde İngiliz Edebiyatı tarihini sosyolojik yönden inceleyen Taine, sosyolojik kuramın önceki temsilcileri gibi sanatsal yaratıların doğal şartlardan bağımsız var olmadığı ilkesini çalışmasının temel noktası olarak belirlemiştir. Ancak kendinden önceki araştırmacılardan farklı olarak çalışmasını bir prensip üzerine oturtmuştur. Sanatsal yapıtın meydana gelmesinde üç faktöre dikkat çeken Taine, bunları “ırk, an ve ortam” olarak sınıflamış ve edebi eserleri bu perspektiften ele alma yoluna gitmiştir. Onun düşüncesine göre edebiyat eseri doğduğu ortamdan soyutlanamaz, meydana geldiği coğrafi koşullardan, insanlardan ve devirden ayrı irdelenemez. Yani bir başka ifadeyle edebiyat toplumun bir yansımasıdır (Taine, 2022: pg 13) ve “edebî eser, mutlaka bir toplumsal yapıyı veya kabuller zincirini yansıtacaktır” (Çelik, 2013: 63).

Bu çalışmada Portekizli yazar Jose Saramago’nun kendisine Nobel ödülünü (1998) kazandıran, orijinal ismiyle Ensaio sobre a cegueira (Körlük) adlı romanı sosyolojik eleştiri kuramı bağlamında incelenecek ve eser, dönem, yazar perspektifinden ele alınacaktır. Çalışmada eserin Körlük ismiyle Türkçeye tercüme edilen ve 2021 yılında yayımlanan baskısından yararlanılmıştır.[1]

Romanda olaylar silsilesi bir adamın trafiğin orta yerinde aniden kör olmasıyla başlar. Etrafındakilerden birinin yardımıyla evine götürülen adama, yardım eden kişinin arabasını çalan hırsız olduğu yazar tarafından aktarılır. Gözleri görmeyen adam, eşi eve geldiğinde ona artık göremediğini söyler ve eşi onu apar topar bir göz doktoruna götürür. Doktor adamın gözlerinin son derece sağlıklı olduğunu ve körlüğe neden olacak bir sebep bulunmadığını ifade eder. Kör adam karısıyla evine döndüğünde, doktor körlüğe neden olan etkeni araştırmaya koyulur ancak bir sonuca varamaz. Evindeki kitaplarını incelerken birdenbire o da görme yetisini kaybeder. Ertesi gün sağlık bakanlığını arayarak körlüğün bulaşıcı olma olasılığına karşı tedbir alınmasını ister. Bakanlıktan bir ekip doktoru evinden alır ve eşi de onu yalnız bırakmamak için gözleri gördüğü halde göremediğini söyler. Doktor ve eşi önceden akıl hastanesi olan bir binaya götürülür. 

Bu binada körlüğe ilk yakalanan adam da vardır. Devlet bu akıl hastanesini körlüğe yakalanan vatandaşlar için tecrit alanına dönüştürmüştür. İzin almadan dışarı adım atılmayacağı ve her gün üç öğün gıda verileceği hoparlörlerden duyurulur. Zaman ilerledikçe gözleri görmeyenlerin yanına yenileri eklenir. Doktorun muayene ettiği hastalar, ilk kör olan adamın arabasını çalan hırsız, ilk körün eşi, doktorun asistanı ve daha nice insan gözleri görmediği gerekçesiyle bu binaya getirilir. Romanın ilk bölümlerinde doktorun eşi, gördüğünü herkesten gizler ve dikkat çekmeden herkese yardım eder. Kendi imkanlarıyla bir nizam oluşturmaya çalışır ancak kargaşa hali git gide artar. Yoğun nüfus ayaklanmayı, ayaklanma can kayıplarını beraberinde getirir. Hayatını kaybedenleri toprağa vermek de ölülerin görevidir ve tüm ölüler hastanenin bahçesine gömülür. Tuvaletleri bulamayan körler bir müddet sonra oldukları yere dışkılarını yapmaya başlarlar, gıda kavgaları baş gösterir. 

Koyu renkli gözlüklü kız, ilk kör olan adamın aracını çalan hırsızı yaralayarak öldürür. Bu ölüm, koğuşlarda meydana gelen ilk can kaybıdır ve birçok aşırılığın da tetikleyici unsurudur. İlerleyen süreçte çeteleşen bir grup kör, yemekleri gasp ederek kıymetli eşya ve para karşılığında satmaya girişir. Yemeğe karşılık ödenecek hiçbir şey kalmadığında bütün koğuşların kadın göndermesini isterler. İlk kör olan adamın eşi, doktorun karısı ve koyu renkli gözlüklü kız, yiyecek alabilmek için bir grup körden oluşan çeteyi tatmin etme yoluna gider. İşler geri dönülmez bir boyuta ulaşır ve koyu renkli gözlüklü kızla doktor da kendini tatmin eder.  

Ayaklanmalar ve kargaşa devam ederken doktorun eşi yemekleri gasp eden çetenin silahlı elebaşını boğazını makasla keserek öldürür. Bütün otoriter gruplarda olduğu gibi yeni lider kavgaları cereyan ettiğinde hastanede yangın çıkar. Pek çok kör insan hastanede yanarak ölür ancak doktorun eşi tüm koğuş arkadaşlarını yangından kurtararak binadan çıkarır. Olaylar karmaşık bir hale bürünmüş ve ülke harap olmuş vaziyettedir. Doktorun eşi kaderine terk edilmiş marketlerden gıda bularak ekibinin beslenmesini sağlar. En başta koyu renkli gözlüklü kızın yaşadığı yere giderler ama anne ve babasını bulamazlar. Alt komşuları tavuklarını ve tavşanlarını çiğ çiğ yiyen yaşlı bir kördür. Onu aralarına dahil etmeden doktorun evine giderler. Doktorun eşi hepsinin yağmur suyu eşliğinde duş almasını sağlar ve onlara temiz giysiler verir. Artık hepsi gözlerinin gördüğünü biliyor ve ona minnet duygusu besliyordur. Evde yaşadıkları ve sürekli gıda aramaya çıktıkları zamanlardan sonra bir gün, bir akşam yemeğinde gözleri ilk kör olan adam bir anda “görüyorum” diye bağırır. Ardından sırasıyla orada bulunan bütün körler görmeye başlar. En başta ilk kör olan adam ve eşi evlerine geri dönerler. Sonra radyosuyla haber dinleten siyah bantlı yaşlı adam ve koyu renkli gözlüklü kız beraber yaşama ve birlikte olma kararı alırlar. Doktor ve eşi ise ilk günden bu yana olduğu gibi yine bir aradadır. Romanın sonunda doktorun eşi pencereden dışarı bakar ve sabah herkesin gözleri görür vaziyette sokaklarda dolaşacağını düşünür. Eser her şeyin eski haline dönme ihtimalini okura hissettirerek son bulur. 

Körler Ülkesinin Dolayımlayıcısı: Jose Saramago

Bir romanın yaratıcısının fikir dünyası, içerisinde yaşadığı topraklarda ortaya çıkan bireysel, sosyo-kültürel ve politik varyasyonlardan ayrı olarak biçimlenmemektedir. Zira müellif, bir insandır ve insan da toplumun bir parçasıdır. Bu nedenle yazar, şüphesiz etrafında vuku bulan değişimlerin tesiri altında kalmaktadır. Büyüyüp yeşerdiği kültürün bir taşıyıcısı olarak, çevresinde meydana gelen farklılaşmaları bir temsil aracı olarak gördüğü romanlarına konu olarak taşır ve okurlarına aktarır.      

Bu kültür taşıyıcılarından biri de ödüllü yazar Jose Saramago’dur. O, ayrı vakitlerde gerçekleşen hadiseleri birleştiren parçaları ve hiçbir alakaları bulunmuyor gibi gözüken detayları yazarın sorumluluğu ve vazifesi olarak görmektedir (Riding, 1998). Bu fikri benimseyen yazar, eserlerinde umumiyetle mevcut durumların ürkütücü alternatiflerini okurlarına betimlemekte ve özgürlük, demokrasi gibi mefhumları yüceltmektedir (Bloom, 2005: 10).  Bu eksende siyasi bir ahlakçı (Monteiro, 2001: 25) olarak tarif edilen Saramago’nun yapıtlarına ekseriyetle doğup büyüdüğü toplumun politik değişimlerinin etki ettiği söylenebilir. 

1922 yılında dünyaya gelen yazar, kişiliğinin büyük oranda şekillendiği çocukluk ve gençlik dönemlerini iki dünya savaşı arasında geçirmiştir. Bu dönem dünya üzerinde silahlanma yarışlarının hızla arttığı, insanî anlayışın yerini kişisel, toplumsal, ırksal menfaate bıraktığı ve kutuplaşmalarının hat safhaya ulaştığı yıllardır. Sanayinin gelişimiyle birlikte makinelerin gücünü keşfeden insan, rasyonel anlayışla dilediği her şeyi yapabileceği fikrine kapılmış, insana ve insana ait olan ruh, duygu ve manevi kazanımlardan uzaklaşmaya başlamıştır. Yirmili yılların sonundan ikinci dünya savaşının sona ermesine kadar geçen sürede insanlık, sosyal, siyasi ve psikolojik olarak yeryüzünde büyük bir sınav vermiştir. 

İtalya’da Mussolini Faşizmi ile başlayan otoriter, baskıcı rejim salgını kısa sürede Avrupa’yı ve bütün dünyayı etkisi altına almıştır. O zamana dek sokaklarda, operalarda, konserlerde, ziyaretlerde büyük oranda bütünlük içinde yaşayan halklar çeşitli politik kışkırtmalar sonucu birbirleriyle düşman haline getirilmiştir. Almanya’da kısıtlı destekleyicisi olan aşırı milliyetçi Nazi Partisi, birdenbire ortaya çıkan Hitler adında bir adamın Yahudiler’i ve Komünistleri insan yerine koymayan, aşağılayıcı propagandalarıyla, zaten ekonomik olarak zor durumda olan Alman halkının nazarında git gide güç kazanmıştır. Halkın gözünde ilk başlarda sevimsiz gözüken Yahudi karşıtlığı, günün koşulları ve propagandalar yardımıyla gün geçtikçe kuvvetlenmiş ve kitleleri Hitler’in peşinden yıkıma sürüklemiştir. 

Rus topraklarında da durum farklı olmamıştır. Özgürlük ve eşitlik düşüyle başlayan Ekim Devrimi, Stalin’in başa geçmesiyle bir tiranlığa dönüşmüş ve hürriyet meydanları yerlerini çalışma kamplarına, sürgün alanlarına, toplu mezarlıklara bırakmıştır. Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasından sonra geçmişe yönelik yapılan araştırmalar, Stalin döneminde 2 ila 60 milyon arasında insanın katledildiğini düşündürmektedir. Azerbaycanlı yazar Elçin Efendiyev “Stalin’in Ölümü” adlı hikayesinde, Stalin tiranlığının insanlar üzerindeki etkisine vurgu yapar (Yılmaz, 2021: 32). Hikâyenin kahramanı Fatma Kadın, ailesine, kendisine nice felaketler getiren Stalin’in ölümü üzerine büyük bir şaşkınlık geçirmiş, inanamamış, tek kelime edemez hale gelmiş ve manasız bakışlara kapılmıştır. Bunda diktatörlük rejiminin yarattığı “ölümsüz lider” propagandasının etkisi olduğu söylenebilir. 

İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş dönemi arasında Franco, Mao, Salazar gibi birçok diktatör, ortaya çıktıkları toplum içinde politik güç sağlamak ve elde ettikleri politik gücü muhafaza etmek maksadıyla insanlara aşırıya kaçan fikirlerini empoze ettiler, ayrıştırıcı, sınıflayıcı ve kısıtlayıcı bir yolla kitleleri yönlendirdiler. Dünyanın farklı coğrafyalarında benzer özellikler gösteren diktatörler eliyle başlayan bu “bulaşıcı kötülük”, bireyleri bilincini kaybetmiş kalabalıklar halinde yıkımın bir aktörü haline getirmiştir. Bu ruh hali, romandaki “beyaz körlük” tabiriyle ifade edilebilir. Tek bir noktada başlayan vicdani körelme, ahlaki çöküş, bütün bir topluma yayılmış, neticesinde etkisi altındayken karanlığı fark edilmez bir körlüğe toplumu sürüklemiştir.   

Bu dönemde Portekiz’de doğup büyüyen yazarın, aktif yıllarında en uzun süre deneyimlediği sosyal çevre Salazar dönemi (1932-1968) Portekiz’idir. “Salazar Rejimi” olarak bilinen bu dönemde ülkede otokratik bir yönetim şekli hakimdir. Salazar, 1930’lu yılların başından itibaren politik bir hareketin önderi olarak siyasetin içinde yer almaya başlamış (Torgal, 2009: 15) ve 1933 yılına dek iktidarı eline almak için büyük bir mücadele içine girmiştir. Nihayetinde Salazar ve ekibi uzun uğraşlar sonucunda “Estado Novo” (Yeni Devlet)”  (1933-1974) rejimini inşa etmeyi başarmıştır. Salazar Rejimi’nin ne derece otoriter bir yönetim anlayışına sahip olduğu, Salazar’ın iktidarı ele aldığı 1933 yılından 1974’e kadar uyguladığı baskı ve zorbalık, halkı her alanda kısıtlaması, toplumu yanlış yönlendirmesi gibi pek çok hadiseden anlaşılmaktadır (Pinto, 1991: 10). Salazar dönemi uygulamaları, rejim sonrası pek çok kitaba konu olmuş ve filme uyarlanmıştır. Bir gazetenin sanat bölümünde görev yapan Pereira’nın perspektifinden Portekiz’de uygulanan sansür ve daha pek çok baskıcı metodu aktaran Sostiene Pereira (Pereira Diyor ki / 1995) filmi bunlara örnek gösterilebilir. Nitekim Saramago’nun Körlük yapıtının yayına girmesi de aynı yıla (1995) tekabül etmektedir. 

Jose Saramago’nun eserlerine geniş açıdan bakıldığında, ana sorununun otorite olduğu göze çarpmaktadır. Yazarın hayatı süresince tekdüzeliği ve otoriteyi sorgulaması, ana problemini otorite olarak görmesinin nedeni, içinde yaşadığı ülkenin yönetiminde otokratik yönetim biçimiyle hüküm süren Salazar Rejimi’nin bulunmasıdır. Saramago için Salazar, Mussolini, Franco veya Hitler gibi aynı ağacın bir meyvesidir (Saramago, 2018: 125). Dolayısıyla bu baskıcı, otoriter dönemin izleri, rejimin sona ermesinden sonra da yazarın eserlerinde görülmüş, problemlerinin merkezine otoriteyi taşımasına ve ironik-eleştirel bir üslup kullanmasına neden olmuştur. Saramago, eserlerinde ele aldığı meselelere kültürel, politik, bireysel, toplumsal bir açıdan bakarak evrensel bir izleğe dönüştürmektedir.

Körlük romanında da bir salgına dönüşen beyaz körlük, bireyin kendi körleşmesinden başlayarak topluma yayılan hoşgörü eksikliği, empati yoksunluğu, ahlaki çöküntü ve “yaratıcı bir kültür unsuru insandan, biyolojik bir canlı olan insana giden” yozlaşma sürecini temsil eder. Körlerin, salgın başlangıcından itibaren yerleştirildiği binanın “eski bir akıl hastanesi” olarak seçilmesi manidardır. Saramago bu betimlemeyle düşünme yetisinden sıyrılmış, vicdanî bir körlük içindeki kalabalıkların aklını kullanamayan, gören körlerden farksız olduğu gerçeğinin altını çizer. Ona göre Hitler’in, Stalin’in, Franco’nun ve nihayetinde Salazar’ın peşinden gidenlerin sonları da onlardan farksızdır. 

Romandaki ikinci önemli husus “çeteleşme” hususudur. Artan kör kalabalık, bir müddet sonra yemek sıkıntısı çekmeye başlamış ve körler arasında yemek ticaretini yönlendiren çeteler türemeye başlamıştır. İlk başlarda değerli eşyalar ve para ile yürütülen ticaret, toplumsal denetimin ortadan kalktığının fark edilmesiyle cinsel sapkınlıklara kapı aralar. Saramago burada, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş romanındaki “ölebilmeleri için sınır ötesine illegal yollarla hasta taşıyan” çeteler gibi Körlük’de de olağanüstü hallerde dahi oluşabilecek yönetimsel boşluklara dikkat çeker. Çeteler ve mafyalar otoriter rejimlerin yapı taşlarıdır ve rejimin boşluklarından faydalanarak beslenirler.

Yazarın hayatta kendine biçtiği rol, esasında romandaki Doktor’un karısının üstlendiği roldür. Ömrü boyunca cahillikle, baskılar ve sansürle mücadele eden Saramago, giderek yayılan “sınıflayıcı, tekdüzeleştiren” anlayışa karşı koymakta, farkında olmadıkları beyaz bir körlüğe bürünen kitleleri aydınlığa kavuşturma özlemi çekmektedir. Çünkü “halklardır kendilerini teslim edenler, daha doğrusu kendilerini ezdirenler; çünkü kulluk etmeye son verdikleri an üstlerindeki bu yükten de kurtulmuş olacaklardır” (La Boétie, 1995: 23).

Eserin Doğduğu Zaman: 90’lı Yıllar

Eser ilk olarak 1995 yılında yayınlanmıştır. Dolayısıyla romanın kaleme alınma tarihi 90’lı yılların ilk yarısı olarak düşünülebilir. Bu yıllar Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden, Körfez Savaşı ile başlayan tek kutuplu dünya düzeni içerisinde ABD ordusunun işgal manzaralarını güç propagandası olarak bütün dünyaya servis etmesine kadar geniş kapsamlı bir kitleyi uzun yıllar etkileyecek kaotik zamanlardır. Otorite arzusu, tahakküm isteği ve doyumsuzluk, insanları gruplar halinde şiddetin, açlığın ve ahlaksızlığın göbeğine sürüklemiştir. 

Aynı dönem içerisinde, Meksika sınırlarındaki Chiapas’da yaşayan Kızılderililer, Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu liderliğinde isyana girişerek eyaletin yönetimini ele geçirmiş (Yarar ve Erbaş, 2017: 1079-1080), Ratko Mladiç idaresindeki Sırp ordusu, yaklaşık 8 bin Bosnalının katledildiği Srebrenitza Katliamı’nı başlatmış (Alp, 2017: 155-157), Ruanda’da “Kigali” adı verilen soykırım faaliyete geçmiş (Fener, 2018: 289-290), Hırvatlar, Bosna ve Sırp Cumhuriyetine “Fırtına Harekâtı” ismiyle geniş çaplı bir operasyon gerçekleştirerek yaklaşık 250 bin Müslüman ve Sırp’a yurtlarını terk ettirmiş ve Batı Slavonya’nın geri alınması için Bljesak Operasyonunun başlangıç fitilini ateşlemiştir (Vlasic, 2017: 63).

Yazarın memleketi olan Portekiz’de de 90’lı yıllara kadar geçen süre zarfında durum farklı değildir. İkinci Dünya Savaşı’nda İttifaklara sağladığı destek sebebiyle uzun yıllar gücünü muhafaza etmeyi başaran Salazar Rejimi, 1961’de Angola’da, 1963’de Portekiz Ginesi’nde, 1964’te ise Mozambik’te alevlenen özgürlük hareketlerine direnememiş, bu girişimler sonucu Portekiz Sömürge Savaşları’nın yaşanması Salazar’ı koltuğundan ettirmiştir. Yerine geçen Marcelo Caetano da sol kesimin yaptığı kansız bir askeri kalkışma olan Karanfil Devrimi ile 25 Nisan 1974’te devrilmiş ve Afrika sömürgelerine bugünkü hürriyetlerini veren günümüzdeki demokratik rejimin öncülüğünü yapmıştır (Pinto: 1991).

Dolayısıyla 90’lı yıllar, büyük savaşlar sonrası yeni güç dengelerinin kurulması adına yine silahlar ile mücadele edenler ve büyük yıkımlar sonucu barışı tesis etmek için “yeni söylemler” üretenlerin kesiştiği dönemlerdir. Özellikle sanatçılar bu dönemde gerek sanatsal üretimleri gerekse sosyal, politik duruşlarıyla birer dolayımlayıcı hüviyetine bürünmüştür. Dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un Kırgızistan’da başlattığı ve Türkiye’den Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli gibi isimler başta olmak üzere dünyanın dört bir yanından sanatçıların katıldığı “Issık Göl Forumu” bu girişimlerden bir tanesidir. Jose Saramago da böyle bir sosyal atmosferde olayların boş tarafını bütün gerçekliğiyle göstererek, dolu tarafın önemini tüm gücüyle ortaya koyduğu Körlük eseriyle, yaşanmış, yaşanmakta olan ve yaşanması muhtemel bütün beyaz körlükler için insanlığı uyarmaktadır. 

Çıkarım

Bütün sanat yapıtları, içerisinde doğup filizlendiği tabii ve beşerî ortamın izlerini taşır. Bu izlerle bağlantılı olarak yine her sanat yapıtında psikolojik, sosyolojik ve felsefi bir zemin bulunur. Dolayısıyla, sanat ürünü de ürünü ortaya koyan yaratıcısı da geliştiği koşullardan ve onun kültürel, tarihi, doğal belleğinden bağımsız düşünülemez. 

Jose Saramago, iki dünya savaşı arasında, dünyaya henüz krallıkların, otoriter rejimlerin, imparatorlukların hükmettiği ve hayatta kalma mücadelesi verdikleri bir dönemde doğmuştur. Hayatı okumaya başladığı gençlik dönemleri Hitler, Mussolini, Mao, Franco gibi diktatörlerin yükselişini yakından izlemekle geçmiştir. Bu durum kendi ülkesi Portekiz’de de farklı değildir. Diktatörlüğünü ilan eden Salazar, otokratik bir rejim inşa etmiş, baskı ve sansüre dayanan zorba yönetim biçimi ülkeye egemen olmuştur. Yazarın etkin yıllarında başta Nazi Almanya’sı, Sovyet Rusya ve Salazar Portekiz’i olmak üzere dünyaya tiranların gölgesi düşmüş, kitaplar yakılmış, bilim insanları sürgün edilmiş, kütüphaneler, demokrasi meydanları ise yerlerini esir kamplarına, idam alanlarına ve toplu mezarlıklara bırakmıştır. Radikal, uçlarda gezinen sapkın fikirlerin, ideolojik emeller uğruna insanları ayrıştırdığı, cepheleştirdiği karanlık dönemlerdir. Bu dönemleri yakından gözlemleyen yazar, bir yerde, birinde kendiliğinden başlayan bir kötülüğün, bütün bir insanlığa kestiği faturaya/faturalara şahitlik etmiştir. Dolayısıyla Körlük romanında bir insanda başlayarak bir salgın haline gelen “körlük”, yazarın akıl ve vicdan ekseninde insanlığa yakıştırdığı bir benzetme olarak ele alınabilir.

Saramago’ya göre hem kişinin içinde hem de bir toplumda algısal ve vicdani bir körlük başladığı zaman kendi mazeretini üreterek gelişir ve yayılır. Nietchze bunu vicdanın sesini dinlemenin aklın sesini dinlemekten daha basit olduğunu çünkü başarılı olamadığında özür dileyerek rahatlama hissi yaşattığı görüşüyle özetler. Romandaki körler de bir zaman sonra öldürmekten, ahlak yasalarını çiğnemekten endişe etmemektedir. Aksine bunu görme kusurunun ve denetimsizliğinin meydana getirdiği gerekçelerle destekleyerek, eylemlerinin yanlışlığında bir beis görmedikleri görülmektedir. Dolayısıyla yazar, eserdeki metaforik dille demokrasinin, hukukun ve denetlenebilirliğin olmadığı toplumlarda yıkım ve kaosun kaçınılmaz olduğunun altını çizmektedir. 

Kaynakça

Alp, İ. (2017). “Srebrenitsa Soykırımı (Temmuz 1995)”. Avrasya Etüdleri, 52/2, s. 153-197.

Bloom, H. (2005). “Harold Bloom Introduction. A. Klobucka”. (Ed.), Bloom’s Modern Critical Views José Saramago içinde (9-18. ss.). United States of America: Chelsea House Publishers.

Boétie, E. (1995). Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev. (Çev. Mehmet Ali Ağaoğulları). Ankara: İmge kitabevi.

Çelik, E. (2013). “Edebiyat Eseri Toplumun Aynasıdır: Edebiyat ve Sosyoloji İlişkisi Üzerine”. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt 104, Sayı 738, s. 59-64.

Fener, H. S. (2018). “Ruanda Soykırımı’nın Türk Basınında Ele Alınma Biçimi”. Burdur, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi. https://www.ilem.org.tr/mediaf/2._cilt.pdf#page=290

Gürçay, S. (2016). “Aşık Veysel’in ‘Senlik Benlik Nedir Bırak’ Şiirinin Sosyolojik Eleştiri Kuramı Açısından İncelenmesi”. Aydın Toplum ve İnsan Dergisi, Yıl 2, Sayı 3, s. 1-20.

Monteiro, G. (2001). Presentation of José Saramago. Ceremony to Confer Doctor of Humane Letters, Honoris Causa Upon José Saramago. October 22, 1999, A. Klobucka (Ed.). On Saramago, Portuguese Literary and Cultural Studies içinde (281-285. ss.). University of Massachusetts Dartmouth.

Moran, B. (1994). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: İletişim Yayınları.

Pınto, A.C. (1991). “The Salazar “New State” and European Fascism”, European University Institute, Florence.

Riding, A. (1998). A Writer With an Ear for the Melody of Peasant Speech; The New Nobel Prize Winner Jose Saramago Trains an Outsider's Irony on Time, Faith and History. The New York Times. 3 Aralık 1998.

Saramago, J. (2018). Küçük Anılar -Çocukluk ve İlk Gençlik Anıları. (Çev.:İ. Kut). İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları.

Taine, H. (2020). History of English Literature. New York: The Colonial Press: https://www.gutenberg.org/cache/epub/61308/pg61308-images.html

Torgal, L.R. (2009). “Salazar And The Portuguese “New State””, Images and Interpretations, Салазар А.

Vico, G. (1959). La Scienza Nuova. Milano: http://www.letteraturaitaliana.net/pdf/Volume_7/t204.pdf

Vlasic, A. (2017). “Hırvatistan Kaynaklarına Göre Mustafa Kemal Atatürk ve Kurtuluş Savaşı”. Atatürk Araştırmaları Merkezi Dergisi, 33/2, s. 47-68.

Yarar, A. ve Erbaş, H. (2017). “Latin Amerika’da Toplumsal Hareketler ve Kadınlar: Zapatista Örneği”. DTCF Dergisi, 57/2: s. 1069-1101.

Yaşar, H. (2022). “Sabahattin Ali’nin Koyun Masalı’nın Sosyolojik Eleştiri Bağlamında İncelenmesi”. Siirt Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 10, Sayı 2, s. 30-40.

Yılmaz, F. (2021). “Elçin Efendiyev’in Ak Deve Romanında Yapı ve İzlek”. Kültür Araştırmaları Dergisi, Sayı 9, s. 108-137.


 

[1] Saramago, J. (2021), Körlük, (Çev. Işık Ergüden), İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 209. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 209. Sayı