HaftanınÇok Okunanları
MUHİTTİN GÜMÜŞ 1
ERKUT DİNÇ 2
MERYEM HAKİM 3
Yakup Ömeroğlu 4
HİDAYET ORUÇOV 5
Ali Akbaş 6
TAHAVİ AHTANOV 7
“… mazlumların cesetleri üzerinde yürüyenler, şimdi başkalarının ayakları altında inlerken zamanında yaptıkları, bir bir gözlerinin önünden geçiyordu.” diye cümleyi zoraki tamamladı.
Tuğrul’un, telefonunun durmaksızın çalması okuduğu paragrafı bitirmesine müsaade etmeyecekti anlaşılan. Okumayı kesti, kitabın sayfaları arasına ayracını koydu. “İnsanı hiç kendi hâline bırakmazlar ki okumanın zevkine varasın.” diyerek yerinden kalktı ve yan sehpadaki telefona uzandı. Bir taraftan da, “Olumsuz bir şey yoktur inşallah.” diye ısrarlı çalan telefonun hayra alamet olmayacağı konusundaki endişesi zihninde hızla dolanıyordu.
Telefondaki ses heyecanla, “Televizyonun açık mı?” diye sordu. Mesai arkadaşının sesiydi.
“Hayır, açık değil. Kitap okuyordum.”
“Hemen bir haber kanalı aç.”
Yanındaki sehpada olan televizyon kumandasını aldı ve genellikle takip ettiği dokuz numarada kayıtlı haber kanalını açarken merakla, “Hayırdır! Ne oldu ki?” diye sordu.
Ekranda gördüğü bir savaş alanıydı. Yanmış yakılmış tanklar ve kamyonetlerle birlikte hareket hâlindeki tanklar, uçan savaş uçakları ve son yılların mucizesi insansız hava araçları görüntüsüyle, haber spikerinin savaş harekâtı ile ilgili anlatımları devam ediyordu. Hareket eden tankların üzerindeki Azerbaycan bayrakları ve son dönemde Türkiye’nin ürettiği, terörle mücadelede etkin kullanılan insansız hava araçları dikkatini çekti. Arkadaşına, “Arayıp haber verdiğin için teşekkür ederim. Haberleri biraz sindirdikten sonra ararım, görüşürüz.” diyerek müsaade istedi.
“Yılların özlemi gerçekleşiyor inşallah.” diyerek hemen televizyonun karşısındaki koltuğa oturdu ve izlemeye başladı. Savaş onun belleğinde hiç de olumlu izler bırakmamıştı. Bir müddet sonra ne gördüklerini seçebiliyor ne de duyduklarını anlayabiliyordu. Savaş sahneleri onu dokuz yaşında yaşadığı unutulmaz acılı güne sürükledi.
* * *
Akşamın serinliğinde can dostu ile bahçedeydi. Her zaman yaptıkları gibi ağaçların arasında kovalamaca oynuyorlardı. Bazen biri kaçmaya çalışır, diğeri onu yakalamaya uğraşırken bazen de o, diğerini yakalamak için kan ter içinde koşuşturuyorlardı. Önde kaçmakta iken gayriihtiyarî arkasına dönüp baktığında Mestan’ı göremedi. “Mestan, Mestan!” diye çağırdığı halde, görünürde kimse yoktu. “Ne oldu bu haylaza, nereye kayboldun?” diye sitem etti. Sesine karşılık alamayınca, “Yine ne dümen çeviriyorsun?” diyerek sağa sola bakarken etraftaki çalılar arasından birinin hızla geçtiğini fark etti. Hemen o tarafa koştu. Bir de ne görsün? Arkadaşı Mestan, bir kuşun peşine takılmış, kovalamaya çalışıyordu. Zaman zaman alçalıp kedinin yaklaştığını hissettiği anda birden yükselmesinden serçenin de oyun oynamak istediği belli oluyordu. Kendisini aldattığı, oyundan çıktığı için Mestan’a çıkışacakken bir gürültü ile irkildi. Sesin geldiği yöne döndüğünde asker kıyafetli insanların evlerinin kapısını tekmelediklerini gördü. Korkudan ne yapacağını bilemez hâlde sık kavak ağaçlarının arkasına saklanıp izlemeye başladı. Gürültüyle birlikte Mestan da serçe ile oyunu bırakıp yanına gelmişti.
Kapı açılmadığı için askerler çok kızmışlardı. Birkaç kişi kapıyı kırmak için yüklenirken diğerleri silah dipçikleriyle pencerelere saldırıyorlardı. Cam çerçeve bırakmadılar, hepsini paramparça ettiler. Gördüğü manzara karşısında korktu, ne yapacağını bilemedi, olduğu yerde çakılı kaldı. Bir müddet sonra anne ve babasının elleri bağlanmış olarak dışarı çıkarıldığını fark etti. Hemen yerinden fırlayıp koşmak istedi. Önce ayağı yerdeki kırık dallara takıldı, tökezledi, sonra da Mestan önüne geçti, “Gitme!” der gibi gözünün içine bakıyordu.
”Çekil önümden annemi babamı götürüyorlar, görmüyor musun?” demek istedi ama dili tutulmuştu sanki bir türlü sesi çıkmıyordu. Sesi çıksa bile kedicik anlayacak mıydı sanki. Tekrar bir hamle yaptı, bu sefer Mestan boynuna atıldı. Yerinden kıpırdamaması için adeta yalvarır gibiydi. Zaten dizlerinin bağı çözülmüş, hareket edemez hâldeydi. Korkudan ve titremekten başka elinden bir şey gelmiyordu, olduğu yere yığılıp kaldı. Korkudan bayılmıştı.
Kendine geldiğinde sabahın ilk ışıkları ortalığı aydınlatmaya başlamıştı. Gözlerini ovarak oturur vaziyete geldiğinde, Mestan’ın kıpırdamadan başında beklediğini gördü. Ortalıkta hiçbir ses yoktu. Aceleyle kalktı, eve doğru koşmaya başladı. Oyun arkadaşı onu yalnız bırakır mı? O da peşinden koştu. Kapısı penceresi kırılmış eve girdiklerinde, başıboş kümes hayvanları bağırarak dışarı fırlarken birçok kuş da sanki eve izinsiz girmenin suçluluğu içindeymiş gibi telaşla uçarak kendilerini dışarı attılar.
Şaşkın ve korku dolu gözlerle çekingen bir şekilde eve girmeye çalışan Tuğrul, annesinin özene bezene düzenlediği evin darmadağınık hâle geldiğini gördü. Var olan korku ve üzüntüsüne, çaresizlik de eklendi. Birkaç defa “Anne, anne!” diyerek seslendi ancak cevap veren olmadı. “Baba, baba, babaaa!” diye çığırması da işe yaramadı. Heyecanla odaları dolaşmaya başladı. Hasta yatağındaki dedesi aklına geldi. Hemen oraya koştu. Gördüklerine inanamadı. Bu dünyadaki son günlerini yaşayan, aldığı her nefesi kâr sayan dedesi, üzerindeki yorganı açmaya bile gerek duyulmadan kurşuna dizilmiş, cansız vaziyette yatıyordu. Hemen başına koştu. Üzerine kapanıp ağlamaya başladı. Sıkça yaptığı gibi kırlaşmış sakalını iki eli arasına alıp okşadı ama nafile, onda hiçbir tepki yoktu.
Sesinin duyulmasından korktuğu için ellerini ağzına kapatarak hıçkırıklara boğuldu. Gözünden akan yaşlar iki yanağını da ıslatmıştı. Mestan’ın yanaklarındaki yaşları yalayarak kurutmaya çalışması, onu daha da duygulandırdı. Aklına, herhangi bir sebeple ağladığı zaman yanaklarındaki gözyaşlarını silen annesi geldi. Daha yüksek sesle ağlarken, “Nedesen burada Uşak?” diyen bir sesle irkildi. Başında duran kişinin köyün çilekeşi Murtaza olduğunu görünce kalkıp onun bacaklarına sarıldı ve ağlamaya başladı.
Murtaza biliyordu ki köyde canlı hiç kimse kalmamıştı. Ya ellerini bağlayarak toplayıp götürmüşler ya da oldukları yerde kurşuna dizerek yaşamlarına son vermişlerdi. Kendisinin belirli bir yeri, yuvası olmadığı için kargaşayı fark edince uyumak için girdiği çalılıklar arasından çıkmamış, gizlice olup biteni izlemişti. Askerlerin köyden ayrılmasından sonra saklandığı yerden çıkarak bir canlıya rastlarım ümidiyle köyün içinde dolaşırken inilti şeklinde ağlayan çocuk sesini duymuştu.
Kendinden hiç beklenmeyen kararlılıkla Tuğrul’un kolundan tuttuğu gibi onu evden çıkardı. Murtaza, evin önünde kısa bir tereddüt yaşadı. Ne yana gideceğinin hesabını yapıyor olmalıydı. Birden bahçelerin yoğun olduğu yöne doğru hızlıca yürümeye başladı. Tuğrul, ne olup bittiğinin farkında olmadan kendini akışa bırakmış, Murtaza’nın çektiği yöne gitmekten başka bir şey yapamıyordu. Mestan da onları takip ediyordu. Birileri tarafından görülmekten çekindikleri için bahçelik alanlardan geçerek köyden ayrıldılar. Dağ bayır, gece gündüz demeden günlerce yol aldılar. Sık sık arkaya dönüp bakan Tuğrul, dedesini o hâlde bırakmanın acısını bir türlü içinden atamıyordu. Gelen gidenin olmadığını görünce, “Ya babam ile annem neredeler, nasıllar?” diye düşünmeden edemiyordu.
Murtaza ve Tuğrul nereye gidiyorsa Mestan da onların peşinden gitmeye devam ediyordu. Derelerden su içtiler, bağ bahçeden mevsimin nimetleri olan meyvelerle karınlarını doyurdular; görünmeyeceklerini düşündükleri kuytulara sığınıp uyudular. Üç gün sonra mavi, kırmızı ve yeşil üzerine ay yıldızlı bayrağı görünce durup derin bir nefes aldılar.
Askerlerden biri, “Kaçkınlar geliyor.” diye seslendi. Hemen içerden iki asker çıktı ve onları karşıladılar. Önce karınlarını doyurup dinlenmelerini sağladılar. Bir saat sonra da yakındaki “Kaçkınlar Kampı”na götürüp teslim ettiler.
Kampta başı sargılı, eli bastonlu, yaşlılar; annesiz babasız, kızlı erkekli sahipsiz çocuklar vardı. İki mağdurla birlikte bir can yoldaşı daha onlara katıldı. Tuğrul o an, içinden hiç atamayacağı yalnızlık duygusunun pençesine düşmüştü.
Kamp yeri düzensiz, insanlar perişandı. Hazırlıksız yakalanan ülke görevlileri kıt kaynaklarla mağdurları yaşatacak kadar destek verebiliyorlardı. Yatacak yer bulmaları; yiyecek, içecek bulmaları ayrı bir dertti. Buna rağmen oradakiler, yaşadıklarına şükrediyor, bir an önce yaralarının iyileştirilmesini arzu ediyorlardı. Yakınlarına duydukları özlem bütün benliklerini sarıyor, ne zaman kavuşacaklarının heyecanını yaşıyorlardı. Günler aylar geçmesine rağmen hiç olumlu haber alamadılar. Kaçkınlar Kampı, onların yeni yuvaları olmuştu. Tuğrul, lise öğrenimini tamamlayana kadar, geçmişinin tek tanığı can dostunu yanından ayırmadı. Sonunda, can dostu diye çağırdığı kedisi de bir daha gelmemek üzere onu terk etti.
* * *
Yokluklar içinde geçen öksüz ve yetim hayatı bir anda gözünün önünden bir film şeridi gibi geçip gitti.
Dalgınlığından sıyrıldıktan sonra haberleri pürdikkat izlemeye devam etti. Çocuklukta geçirdiği o feci günü hiçbir zaman unutamamış, herhangi bir haber, film veya savaş anlarını hatırlatan bir olayda yaşadığı gibi geçmişe gitmiş, kan ter içinde kalmıştı. Hemen toparlandı Tuğrul.
“Böyle bir günde evde oturmak olmaz.” diyerek kalktı, aceleyle giyindi ve sokağa çıktı. Onlarca yıldır beklediği an gelmişken gününü evde oturup haberleri dinleyerek geçiremezdi. Doğru karakolun yolunu tuttu.
Hızlı ve kararlı adımlarla yürürken, kamp yılları ve okul yılları Tuğrul’un zihninden akıp gidiyordu. Uzun yıllardır hiçbir haber alamadığı anne ve babasının bir gün çıkıp geleceği hayaliyle yaşaması, onca geçen yıla rağmen bir netice vermemişti. Anne baba yolu bekleyen binlerce çocuk gibi Tuğrul da beklediğini bulamasa bile anne ve babasını hiç unutmadı. Onun unutmadığı ve her geçen zaman diliminde içinde büyüttüğü intikam hırsı da onunla birlikte büyüdü. Her ne kadar kendi vatanında olsa da ata topraklarından uzakta yaşamayı bir türlü hazmedemiyordu. Öğrencilik yılları ve çalışma hayatı boyunca, bir gün o topraklara kavuşacağı umuduyla ayakta kalmıştı. Mesleğini eline alıp kendi düzenini kurduğunda, eş, dost ve arkadaşları evlenip yuvasını kurmasında ısrarcı olduğunda, “Ata toprağına kavuşmadan evlenip yuva kurmak yok. Doğacak çocuklarım ata topraklarında yaşamayacaksa ne önemi var?” kararını hatırladı. “İşte o gün gelip çattı.” diyerek karakoldan içeri girmek için yürürken kapıda bekleyen nöbetçi asker, “Beg, nereye gidersin?” diyerek onu durdurdu.
“Savaş başlamış, ben gönüllü olarak cepheye gitmek istiyorum.” dedi.
İçeri girersin, girmezsin tartışması sürerken karakol komutanı kapıda gözüktü.
“Nedir derdiniz?” diyerek müdahale etti. Durumu anlayınca, Tuğrul’u içeri davet etti ve ne maksatla geldiğini teferruatlı olarak dinledi.
“Senin de bütün Azerbaycan gençliği gibi böyle bir günde hizmete talip olman bizi gururlandırır ancak şu an cephedeki askerlerimiz üzerine düşeni yapıyorlar. Eğer sizin gibi sivil gençlere ihtiyaç olursa o zaman gelirsin, vazifelendiririz.” açıklaması Tuğrul’u tatmin etmedi. Ne yapıp edip bir an önce savaş bölgesine gitmeli, askerlerle birlikte Karabağ topraklarına ayak basmalıydı.
Bütün çabalarına rağmen savaşta görev alamayacağını anlayınca cepheye yardım götüren firmalardan birinde gönüllü olarak görev almayı başardı. Amacı askerlerle birlikte ata toprağına ulaşmaktı. Çabasının karşılığını almak zor olmadı, on yedinci gün doğduğu topraklardaydı. Köylerinin yakınında bulunan karargâha erzakları boşalttılar. Hiç vakit kaybetmeden yıllar önce terk etmek zorunda olduğu köyüne gitmek, evlerini görmek isteği damarlarındaki kanı daha da coşturuyordu.
Erzak temincisi İlyas, “Tuğrul, haydi gidiyoruz.” dediğinde anlamsızca yüzüne bakmakla yetindi. O gitmek için gelmemişti ki. İlyas’ın ısrarla, “Hadi Tuğrul!” diyerek ona seslenmesi işe yaramadı. Kolundan tutup, “Burada daha fazla kalamayız. Kısa zamanda askeri alanı terk etmeliyiz.” uyarısına karşın, “Ben burada kalacağım.” dedi sakince.
“Bir an önce buradan ayrılmaz isek bizi zorla uzaklaştırmak durumunda kalırlar, Tuğrul. Ne yapmaya çalışıyorsun?”
“Ben buraya dönmek için gelmedim. Yirmi yedi yıl önce istemediğim hâlde burayı terk ettim. Bu defa gitmeyeceğim. Ancak benim cesedimi buradan uzaklaştırırlar. Sen git ben gelmiyorum.” dedi. Karşılıklı konuşma sertleşmeye başladı.
İlyas, “Eğer sen burada kalırsan, buraya bir daha hiçbir şey getiremem. Sen benim ekmeğimle mi oynamak istiyorsun?” diyerek çıkıştı.
Tuğrul ısrarla, “Ben buraya dönmek için gelmedim. Bir an önce ata toprağına ayak basmak istiyorum.” dedi. Kafasında tek bir şey vardı, o da doğduğu köye bir an önce kavuşmaktı.
İlyas, imzaladığı evrakların gereğini yerine getirmek, kuralları uygulamak istiyordu. Oysa Tuğrul, ata toprağına yaklaşmışken tekrar geri dönmeyi kabullenemiyordu. Yanlarına önce karargâhın nöbetçi askeri geldi. Onun da gayreti işe yaramayınca karargâh subayı yanlarına geldi.
Subay, “Siz hala burada mısınız?” diye sorunca, İlyas, Hemen gidiyoruz Komutanım.” dedi.
Tuğrul, “Hayır komutanım, ben gitmiyorum o gidiyor.” diyerek niyetini açık etti.
“Sen niçin gitmiyorsun? Burada askerlerden başkası kalamaz. Hem ne yapacaksın burada?”
“Size hizmet ederim, ne isterseniz onu yaparım. Yeter ki beni buradan uzaklaştırmayın.”
“Delikanlı, sen askerlik yaptın mı?”
“Evet.”
“O zaman iyi bilirsin ki askerî alanda her isteyen istediğini yapamaz. Dolayısıyla sen de istiyorum diye burada kalamazsın.”
Komutan söylediklerinin etkisiz kaldığını görünce, “Söyle bakalım, niçin burada kalmak istiyorsun?” diye sordu.
“Bak komutanım, karşı tepenin eteklerindeki ağaçlıklı alanı görüyor musun? İşte ben o köyde doğdum. Annemi, babamı orada kaybettim. Dedemin kanlar içindeki cesedini orada bırakmak zorunda kaldım.”
Komutan Karabağ’da yurtlarından uzaklaştırılan, nice canların kaybolduğu ya da katledildiğinin acısını kendi ailesinden biliyordu. Kendi içinde taşıdığı yılların acısı, özlemi hatta kininin, karşısındaki gençte de olduğunun farkındaydı. O duygular karşısında, “Ne yapılabilir?” diye düşünürken;
“Bak Tuğrul kardeşim, sen bu sefer geri dön, söz ikinci gelişinde seni yanıma alacağım.” Birlikte sizin köye gideceğiz.” diyerek gönlünü yumuşatmaya çalıştı. Komutan ile Tuğrul’un konuşmasından sonra oradan ayrıldılar. Tuğrul, ikinci gelişini garanti etmiş, İlyas’a da teyit ettirmişti. Her şeye rağmen köyüne gitmek, ata topraklarına ayak basmak istiyordu.
Üç gün sonra geldiklerinde askerleri, köyün önündeki bahçelere kadar yaklaşmış olarak buldular. Yollardaki yanmış yakılmış, parçalanmış, şarampole yuvarlanmış Ermenistan bayraklı tanklar, kamyonetler, jipler çatışmaların ne kadar çetin geçtiğinin işaretlerini veriyordu. İnsansız hava araçları havada, tanklar ve yaya askerler yerde yoğun çatışma içinde ilerlemeye devam ediyorlardı. Ateş hattına girme müsaadeleri olmadığı için beklemek zorunda kaldılar.
Tuğrul, İlyas’ın müdahalesine rağmen orada bekleyip izleyemezdi. Hemen ileri fırladı. Hücum halindeki askerlerin ardından onlarla birlikte köye girdi. Askerlerin okul binasına bayrak asmasıyla birlikte koynundaki üç renkli ay yıldızlı bayrağını çıkardı. Yüreği güp güp atıyordu. Yanmış yıkılmış evlerinin sağlam kalmış tek duvarına çıktı ve o da kendi bayrağını astı. O mutlu anı can dostu Mestan’ın da görmesini istemiş olacak ki ister istemez etrafına göz gezdirdi. Birden, yıllar önce Kaçkınlar Kampı’ndayken onu kaybettiğini hatırladı.