Ceditçilik Faaliyetlerinde Bir Ömür: Fatih Kerimî


 01 Nisan 2020


XIX. yüzyılda dinde reform hareketiyle başlayan ve XX. yüzyılda ceditçilik adıyla filizlenen bu akım ilk olarak Abdünnasir Kursavî’nin öncülüğünde din alanında, ardından da Şehabeddin Mercanî ve Kayyum Nasirî aracılığıyla tarih ve dil zemininde gelişme göstermiştir. 1905 yılından sonra Rusya’da bir dönem devam eden özgürlük havası esnasında Rusya Türklerinin faaliyetleri içerisinde Fatih Kerimî de aktif olarak yer alır. Rus İhtilali ile ortaya çıkan özgürlük havası Rusya Müslümanlarının gelişmesine büyük imkânlar sağlamış, uzun zamandan beri gizli bir şekilde oluşmaya başlayan hürriyet fikri edebî, içtimaî ve siyasî faaliyetlerin hızlanmasına yol açmıştır. Özellikle Ceditçiler adı verilen ve hayatın her alanında yeniliği savunan yenilik taraftarları, başta eğitim olmak üzere basın, edebiyat ve fikir hayatında çok önemli gelişmelere öncülük etmişlerdir. Tatar modernleşmesinde önemli bir yere sahip olan Fatih Kerimî, Kazan Türkleri başta olmak üzere Rusya Müslümanlarına en çok hizmet eden şahsiyetlerden biridir. 1905 Rus İhtilalinin ortaya çıkardığı kısa süreli özgürlük havasını Rusya Müslümanları bilhassa matbuat sahasında çok iyi değerlendirmiştir. Kazan Türklerinin Avrupai tarzdaki ceditçilik hareketleri bütün Türk dünyasında birbirine benzeyen yenilik hareketlerinin tesiriyle gelişme göstermiştir. Önceleri, modern öğretim metotlarının halka benimsetilmesi şeklinde başlayan yenileşme hareketi ve Avrupalılaşma cereyanı, bir süre sonra eğitim, matbuat, tiyatro, roman, hikâye gibi sosyal hayatın hemen her katmanında kendisini göstermiştir

Ceditçilik faaliyetlerinin artışıyla millî bilinç gelişme göstermiştir. Bu durum beraberinde dönemin aydınlarını kendi tarihlerini ve dillerini incelemeye yöneltmiştir. Ancak Kırımlı İsmail Gaspıralı’nın (1851-1914) önderliğini yaptığı ve “Dilde, fikirde, işde birlik” diyerek prensiplerini ortaya koyduğu birleştirici faaliyetleri, Türk dili tarihinde önemli bir yere sahiptir. Gaspıralı sadece dil alanının değil, Türk tarihinin de bir bütün olarak ele alınmasını savunmuştur. İsmail Gaspıralı bu yönüyle tüm Türk Dünyasında âdeta birleştirici ve bütünleştirici bir harç vazifesi görmüştür. İsmail Gaspıralı bu amaçları çerçevesinde özellikle matbuat ve eğitim faaliyetlerine ağırlık vermiştir. Tüm Türkistan’da açtığı usul-i cedit adlı yeni usul eğitim veren okullarda bir taraftan Türk çocuklarının eğitimine önem verirken, diğer taraftan da yirmi yıl süreyle çıkardığı Tercüman gazetesiyle Kazan’dan Kafkasya’ya, Kırım’dan Türkistan’a kadar geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. 

İsmail Gaspıralı Türk dünyasındaki kabiliyetli gençlerin eğitim almak üzere İstanbul’a gönderilmesini teşvik etmiştir. Zeki Tatar gençleri tahsillerini sürdürmek için İstanbul’u tercih ediyorlardı. Bu sayede Osmanlı kültürü ile temasa geçecek talebeler İstanbul’a gelmiştir. İşte bu talebelerden en önemlisi Kazan Tatarlarından Fatih Kerimî’dir. Kerimî, İstanbul’da tahsil gören ilk Rusya Türklerinden olmuştur. İstanbul’da eğitim alan bu gençler sayesinde İstanbul Türkçesi yaygınlık kazanmış, bununla birlikte Türkiye’deki gazete ve dergiler Rusya Müslümanları arasında yoğun bir şekilde okunmaya başlamıştır. Fatih Kerimî de İsmail Bey Gaspıralı’nın “Dilde, fikirde, işde birlik” idealine sıkı sıkıya bağlı kalarak eğitim ve matbuat faaliyetlerinde Müslüman Türk toplumlarının ilerlemesi ve aydınlanması amacını benimsemiş bir aydın bilinciyle hareket etmiştir.

Fatih Kerimî Balkan Savaşı’nın başladığı yıllarda İstanbul’daki matbuat hayatını sert dille eleştirmiştir. “Türk gazetelerinin halkın zihnini bulandırdığını, halktaki millî şuuru beslemek için hiçbir gayret göstermediklerini ve böyle zor bir zamanda hâlâ daha sayfalarında aşk ve muhabbet şiirleri, derin felsefeli manzumeler neşrettiklerini hayret ve şaşkınlıkla izlediğini ve buna çok hayıflandığını sık sık dile getirmektedir.” 

 

Hayatı

Pedagog, yazar ve fikir adamı Fatih Kerimî (Fatih Gıylman oğlu Kerimov) 30 Mart 1870 tarihinde Samara’ya bağlı Bügilme ilçesinin Minlibay köyünde dünyaya gözlerini açmıştır. Fatih Kerimî’nin babası Gılman Kerimî din adamı kimliğiyle ön plana çıkan önemli bir maarif adamıdır. Köyünde uzun süre imam ve hatip olarak görev yapan Gılman ahun, küçük yaşlarda Çırçılı Medresesindeki temel eğitimi esnasında parlak ve zeki bir öğrenci olarak dikkat çeker. Babası küçük Gılman’ı tahsilini devam ettirmesi için Çistay Medresesine gönderir. Çistay’da yedi yıl öğrenim gören Gıman Kerimî, yaşadığı dönemde halkın çok sevdiği bir din adamı olarak ön plana çıkar. Gılman Kerimî’nin ahunluk yaptığı yerlerde halka karşı göstermiş olduğu olumlu tavırları nedeniyle Rus İmparatoru Üçüncü Aleksandır ve İmparator İkinci Nikolay tarafından kendisine altın ve gümüş madalyalar takdim edilmiştir. Gılman Kerimî, tahsilini tamamladıktan sonra Minlibay köyüne dönerek burada bir medrese açar ve öğrenci yetiştirmeye başlar. Açtığı medresede klasik usulde eğitim veren Gılman Kerimî, bu usulün başarısız olduğunu fark ederek derin bir ümitsizliğe kapılır. Aynı yıllarda İsmail Gaspıralı’nın Kırım’ın Bahçesaray şehrinde “usul-i cedid” adıyla başlattığı yeni usul eğitim-öğretim metodundan haberdar olur. İlk olarak mektuplaşma şeklinde devam eden karşılıklı iletişimle yetinmeyen Gılman Kerimî bizzat Kırım’a giderek İsmail Gaspıralı ile tanışır ve usul-i cedid hakkında bilgi alır. Gılman Kerimî memleketine döner dönmez Gaspıralı’nın usul-i cedid metodunu uygulamak üzere görev yaptığı 136 köyde modern okullar açar. Çevredeki köylerde bu usulün yaygınlaşması için yoğun çaba sarfeder ve kısmen de başarılı olur. Böylece Fatih Kerimî’nin babası Gılman Kerimî, İdil boyunda ceditçilik hareketini başlatan kişi olarak Tatar maarif hayatında önemli bir yer tutar. Açtığı okullarda istediği düzeyde başarılı olamaz. Ancak Gılman Kerimî’nin eğitimi modernize etmeye yönelik çabası ve gayreti İdil Ural boyunda Cedit okullarının açılmasına yönelik ilk adım olması bakımından Tatar maarif hayatında büyük öneme sahiptir. 

Böyle bir ortamda yetişen Fatih Kerimî ilk olarak babası Gılman Kerimî’nin yanında, daha sonra da yedi yıl boyunca Çistay Medresesinde okur. Medrese tahsili bu yetenekli ve zeki Tatar gencine dar geliyor, kendisini geliştirmek üzere Rus okullarına sevk ediyordu. Kerimî bir yandan medrese tahsilini sürdürürken diğer yandan iki yıllık Rus mektebini tamamlar. Rus edebiyatını takip etmeye ve Rusça’dan bazı tercümeler yapmaya başlar. Lenin’in toprak kanunlarını Tatar Türkçesine çevirecek düzeyde Rusça’ya hâkim olur. Bunun yanı sıra Arapça, Farsça, Fransızca ve Osmanlı Türkçesi’ni iyi derecede bilen Kerimî bu özellikleriyle çok dilli (poliglot) bir Tatar aydını olarak ön plan çıkmaktadır. 1891 yılında Türkiye’ye gelen Kerimî, Ahmet Mithat Efendi’nin destek ve teşvikleriyle İstanbul’un en önemli eğitim kurumlarından Mekteb-i Mülkiye’ye girer. İstanbul’da bulunduğu süre zarfında Türk Edebiyatını ve sanat çevrelerini yakından tanıma fırsatı bulur. 1896 yılında İstanbul’da öğrenimini tamamlayınca, bir süre Kırım’a bağlı Yalta’nın Üzen köyünde usul-i cedit tarzında eğitim verilen köy mektebinde öğretmenlik yapmaya başlar. 1898 yılında Bahçesaray’da toplanan öğretmen yetiştirme kurslarında yöneticilik yapar, edebiyat ve pedagoji derslerini yürütür. 

Fatih Kerimî, 1898 yılında Orenburg’a döner. Aynı yıl Ufa’da toplanan Tatar Aydınlar Meclisi’nde Gani Hüseyinov’la tanışır ve birlikte bir matbaa satın alarak muhtelif kitaplar basmaya başlarlar. Moskova’da bulunduğu süre zarfında muhasebecilik kursuna gitmekle kalmayarak, matbaacılık mesleğini de öğrenir. Kerimî ailesi 1899 yılında baba Gılman Kerimî’nin imamlık ve mollalık görevlerinden istifa etmesiyle Orenburg’a taşınır. Gılman ahun, Orenburg’a gelir gelmez hemen bir işe başlamaz. Şehirdeki ticaret usullerini ve yollarını gözlemledikten sonra ilk olarak eski bir matbaa satın alır. Gılman ahun oğlu Fatih’i Rusya’da matbaacılık işiyle meşgul olduğu için satın aldığı matbaanın başına getirir. Rusça ve Fransızca’yı rahatça konuşabilecek bir düzeye gelen Kerimî, sahip olduğu bu entelektüel özellikleriyle Tatarların en zengin ailelerinden altın madeni sahibi Muhammedşakir Remiyev’in dikkatini çeker. Remiyev çıkacağı Avrupa seyahatine Kerimî’yi de davet eder.  Muhammedşakir Remiyev ve Fatih Kerimî 15 Şubat 1899’da çıktıkları Avrupa seyahatinde Almanya, Belçika, Fransa, İtalya, Moskova, Petersburg ve Türkiye’yi ziyaret ederler. Dört ay süren bu seyahatin son durağı İstanbul’dur. Bu seyahat vasıtasıyla Fatih Kerimî gezdiği ülkelerin kültürlerini tanıma fırsatı bulmuş ve izlenimlerini Avrupa Seyahatnamesi adlı eserinde şu cümlelerle ifade etmiştir: “Bu yerleri bizzat gelip görmek, hal ve maişetlerini öğrenip, ilim ve kültürlerinden, sanat ve sanayilerinden pay almak, dört bin senelik tarihi olan eski eserleri ve üç milyon ciltlik kitabı ihtiva eden kütüphaneleri ile bütün Avrupa’nın ilerici fikirlerini etkileyen Volter, Viktor Hugo, Jan Jak Russo gibi büyük düşünürlerinin heykellerini ve kabirlerini görmek, elbette arzu edilecek şeylerdir. Zamanı boşa harcamayarak, bu fırsatı değerlendirerek geleceğimiz olan memleketlerin ilmi durumları, yaşayışları hakkında mümkün mertebe fazla bilgi sahibi olmak için kendi kendime söz verdim.” Fatih Kerimî çıktığı bu seyahatle ilgili izlenimlerini 1902 yılında Avrupa Seyahatnamesi adlı kitapla yayımlar. Kerimî’nin eseriyle Tatar toplumu ilk kez Avrupa ülkelerindeki kültür merkezlerini, edebiyat ve sanat müzelerini daha yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Bu sayede Tatar toplumu Türk-Müslüman kimliğiyle gözlemlediği bu coğrafyalarda bir taraftan Avrupa medeniyetinin gelişmişlik düzeyini hayranlıkla izlerken diğer taraftan da Türk-İslam dünyasının geri kalma nedenlerini sorgulamıştır.

Fatih Kerimî, 1907 yılında Orenburg’ta açılan Etnografya Müzesi’nin Şark kısmının düzenlenmesinde görev almıştır. 1906’da II. Devlet Duması milletvekili seçimlerinde delege olmuştur. Duma’ya seçilen Muhammedzakir Remiyev’in vekili olmuş ve Müslüman mebuslarının danışmanlığı görevini yürütmüştür. Daha sonra Petersburg’a giderek Müslüman İttifakı Merkez Komitesine seçilmiştir. Bu esnada Vakit gazetesinde keskin bir üslupla yazdığı siyasî makalelerle halkı bilinçlendirmeyi sürdürmüştür. 1917 Ekim Devriminden önce Vakit gazetesinden ayrılmıştır. Kerimî’nin Orenburg’ta bulunduğu sıralarda bölgede yerleşen Sovyet yönetimiyle başlangıçta bir problemi yoktur. 1925’te Moskova’ya gitmiş ve Sovyetler Birliği Halklarının Merkez Neşriyatında çalışmıştır. Sovyet matbuatında çeşitli yazılar kaleme almış. Aynı yıl Şark Üniversitesi’nde muallim olarak görev yapmıştır.

Stalin döneminde İdil-Ural bölgesindeki pek çok Tatar aydını, din adamları ve saygın kişiler takibata maruz kalmış ve ölüme mahkûm edilmiştir. İşte bu aydınlardan biri olan Fatih Kerimî düzmece suçlamalarla cemiyet işlerinden ve halktan uzaklaştırılarak 4 Ağustos 1937’de 67 yaşındayken tutuklanır. 27 Eylül 1937’de Türk casusu olmak ve Stalin’i öldürmeye teşebbüs etmek gibi birtakım düzmece suçlamalarla askerî mahkeme tarafından idama mahkûm edilir ve karar aynı gün uygulanır. Ancak idam edilmesinden 22 yıl sonra 8 Aralık 1959 tarihinde Sovyetler Birliği Askerî Yüksek Mahkemesi Fatih Kerimî’nin suçsuz olduğuna karar vermiş ve itibarı iade edilmiştir.

Fatih Kerimî, İsmail Gaspıralı’nın ideallerini benimsemiş bir Tatar aydını olarak söz konusu eğitim faaliyetlerinin içinde yer almıştır. Kerimî, babası Gılman Kerimî’nin feyiz aldığı ve etkilendiği usul-i cedid hareketine uygun olarak eserlerinde sade bir dil anlayışını benimsemiştir. Bunda genç yaşta İstanbul’a gelmesi ve burada tahsil görmesinin etkisi büyüktür. Tatar modernleşmesinde önemli bir yere sahip olan Fatih Kerimî Kazan Türkleri ve Rusya’daki Türklere en çok hizmet eden şahsiyetlerden biridir. Yazdığı yazılarla dönemin fikrî yapısının şekillenmesinde etkili olan Kerimî, 1912 yılının sonlarında Balkan Savaşlarının gidişatını izlemek için İstanbul’a gelir. Burada edindiği intibalarını dönemin önemli yayın organları olan Vakit gazetesi ve Şura dergilerinde yayımlar. Bu yazılar daha sonra İstanbul Mektupları adıyla toplanarak neşredilir.

Tatar modernleşmesinde önemli bir yere sahip olan Fatih Kerimî, Kazan Türkleri başta olmak üzere Rusya Müslümanlarına en çok hizmet eden şahsiyetlerden biridir.

 

Gazeteciliği 

21 Şubat 1906’da yayın hayatına başlayan Vakit gazetesi, Kazan Tatarları arasında neşredilen en ciddi ve önemli yayın organıdır. Gazete maddi olarak Muhammedşakir ve Muhammedzakir Remiyev (Derdmend) tarafından desteklenmiştir. İlk zamanlar haftada üç sayı olarak neşredilen gazete, 1913 yılından itibaren günlük olarak basılmıştır. Toplamda 2.309 adet basılan gazetenin dili Kırım’da İsmail Gaspıralı tarafından neşredilen Tercüman gazetesindeki gibi sade ve ortak dil şuuruna bağlı olarak yazılmıştır. Vakit gazetesi şekil bakımından da devrinin en modern gazeteleri düzeyinde olup Rusya Türkleri arasında en çok okunan ve itimat edilen bir yayın organı olmuştur. Vakit, Orenburg İhtilal Komitesi tarafından 26 Ocak 1918’de kapatılmıştır.

Şura dergisi 10 Ocak 1908 tarihinden itibaren Orenburg’da yayın hayatına başlamıştır. Şura, Vakit gazetesinde olduğu gibi Muhammedşakir ve Muhammedzakir Remiyev Kardeşler tarafından desteklenmiştir. Şura konuları ele alışındaki ciddiyeti, işlediği konular ve dili bakımından çok başarılı olmuş, Tatarlar arasında olduğu gibi bütün Türk Dünyasında en çok okunan yayınlardan biri haline gelmiştir. Şura’nın bu kadar başarılı olmasında dinî alanda olduğu kadar dil, edebiyat ve felsefe gibi alanlarda üst düzey bilgi birikimine sahip olan Rızaeddin Fahreddin’in derginin başında bulunması etkili olmuştur. Derginin başarılı bir yayın organı olmasında Fatih Kerimî’nin de payı büyük olmuştur. Derginin yazarları arasında Fatih Kerimî, Burhan Şeref, Abdurrahman Fahreddin, Musa Carullah Bigi, Hadi Atlasi, Mehmet Hanefi, Âlimcan İdrisi, Abdurrrahman Saadi, Abdurrrahman Mustafa, Zakir Remiyev ve Başkurt Türklerinden Zeki Velidi Togan gibi önemli isimler yer almıştır. Şura gazetesi 15 günde bir ve 32 sayfa olarak neşrediliyordu. Dili ortak Türkçeye, Tercüman’ın diline, yakın olmakla birlikte Tatarca ve başka Türk lehçelerine de yer veriliyordu. Şura’da konu bakımından ilmî, edebî ve ahlakî yazılar ele alınıyor, ayrıca derginin her sayısında Rızaeddin Fahreddin tarafından Türk-İslam büyüklerine ait biyografiler neşrediliyordu. Şura dergisi Bolşeviklerin 1918 yılında iktidara gelmeleriyle kapatılmıştır.

 

İstanbul Mektupları

Fatih Kerimî gençlik dönemlerinden beri tahsil görmek için geldiği İstanbul’a ve İstanbul Türkçesine aşinaydı. Her ne kadar Orenburg, Ufa gibi merkezlerde matbuat, gazetecilik ve eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdürse de Türkiye ile -dönemin Osmanlı Devleti- irtibatını hiçbir zaman kesmemiş bir Tatar aydını idi. Bu bakımdan Balkan Savaşının başladığı yıllarda bu duruma kayıtsız kalamayarak daha önce eğitim gördüğü ve gönül bağıyla sımsıkı bağlı olduğu İstanbul’a 1912 yılının Kasım ayında gelerek savaşın acılarını, yıkımlarını, devletin içinde bulunduğu güçlükleri, devrin siyasi, içtimai ve ekonomik durumunu, savaşın gidişatını anbean kaydetmiş, yazdığı bu yazılarını başyazarı olduğu Vakit gazetesine neşredilmek üzere göndermiştir. Bu sayede bütün Türk Dünyası, İstanbul’da olan bitenden ve Balkan Savaşının gidişatından haberdar olma fırsatı bulmuştur. Savaş’a ait izlenimlerini ayrıntılı bir şekilde kaydeden Kerimî, bu yazılarını İstanbul Mektupları adıyla toplayarak yayımlamıştır. 

Fatih Kerimî kişilik özellikleri itibariyle son derece girişken ve entelektüel biriydi. Bu bağlamda devrin önde gelen sanat, edebiyat ve fikir çevreleriyle Yusuf Akçura ve ünlü Tatar seyyah Abdürreşit İbrahim’in desteğiyle tanışma imkânı bulmuştur. Kerimî’nin görüştüğü kişiler arasında Halide Edip Hanım, Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp, Satı Bey, Enver Paşa, Sait Halim Paşa, Mizancı Murat Bey, Emrullah Efendi gibi önemli isimleri vurgulamak gerekmektedir. Fatih Kerimî görüştüğü bu önemli isimlere ait birer kare fotoğrafın yanı sıra kendisi hakkında yazdıkları el yazısı notlarını da eserine eklemeyi ihmal etmemiştir. İstanbul Mektupları’nda dönemin siyasi ve sosyal yapısı, kadınların toplumsal hayattaki yeri, Balkan Savaşlarının halk üzerindeki etkisi, İstanbul fikir ve sanat çevreleri ayrıntılı bir şekilde kaleme alınmıştır.

 

Dil Anlayışı ve Edebi Yönü   

Tatar Edebiyatında Musa Akyiğitzade, Zakir Bigiyev gibi önemli şahsiyetlerin verdiği eserlerden sonra, edebî bakımdan sessizliğin yaşandığı bir devrede Çistay Medresesinde yetişen gençlerin önde gelenlerinden Fatih Kerimî, eserleri ile edebiyat sahasına bir canlılık getirmiştir. Onun Komedya (1894), Hüsid Baba (1895), Şakirt ile Student (Basılışı 1899 Yazılışı 1898), Cihangir Mehdümnin Avıl Mektebinde Ukuvı (Basılışı 1900, Yazılışı 1898), Salih Babaynın Üylenüvi (1897), Mirza Kızı Fatima (Basılışı 1901) adlı eserleri edebiyat sahasındaki sessizliği bozan eserler olarak Tatar Edebiyat tarihinde önemli bir yere sahiptir. Söz konusu eserler Modern Tatar Edebiyatının ilk örnekleri olarak büyük öneme sahiptir. Fatih Kerimî’nin ilk eserleri incelendiğinde eski ile yeni hayat tarzının ortaya çıkardığı bir senteze yer verdiği dikkat çekmektedir. Kerimî’nin ilk edebi eserleri muhteva bakımından modern bir kimliğe sahip olmakla birlikte, biçimsel açıdan geleneksel hikâye kalıplarına sadık kaldığı gözlenmektedir. Kerimî bu yolla bir taraftan halkın eski okuma alışkanlığının dışına çıkmamış, diğer taraftan da topluma yeni fikirleri benimsetme imkânı bulabilmiştir. Bu özellikleriyle Kerimî’yi Türk Edebiyatında bilhassa Tanzimat devri yazar ve şairlerine benzetmek mümkündür. Fatih Kerimî’nin diğer eserlerinin yanı sıra edebî eserlerinde de amaç, halkı bilinçlendirmek, aydınlatmak, okumaya teşvik etmek ve modern hayata hazırlamaktır.Bu bakımdan onun eserlerinde toplumu ilgilendiren sosyal temalar her zaman ön planda olmuştur. 

Eserlerinde sıklıkla işlediği “yeni hayat” ideolojisi veya insanları “modern hayata hazırlama fikri” gazetelerdeki köşe yazılarında ve Seyahatnamelerinde, özellikle de İstanbul Mektupları adlı eserinde ön plana çıkmaktadır.

Kerimî’nin eserleri toplumu modernize etme fikirleri temelinde şekillenmekte ve bu ideoloji bir çatışma ve ikiliği beraberinde getirmektedir. Bu ikilik ve çatışma eski-yeni veya mektep-medrese çatışması olarak karşımıza çıkmaktadır. Fatih Kerimî’nin eserlerinde genel olarak eski hayat ve onun terk edilmesi gerektiği fikri ile yeni hayat ve onun kaçınılmazlığı, zorunluluğu düşüncesi sıklıkla işlenmektedir. Özetle Fatih Kerimî’nin eserlerinin Tatar Edebiyatında realizmin önünü açan eserler olduğu Tatar eleştirmenler ve edebiyat tarihçileri tarafından kabul edilmektedir. 

Kerimî’nin dil anlayışının şekillenmesinde usul-i cedid okulların mimarı İsmail Bey Gaspıralı’nın yanı sıra başta ailesi, bilhassa babası Gılman Kerimî, yetişme tarzı, devrin siyasi koşulları, eğitim hayatı büyük oranda etkili olmuştur. Fatih Kerimî babası Gılman Kerimî’nin feyiz aldığı ve etkilendiği usul-i cedid hareketine uygun olarak eserlerinde sade bir dil anlayışını benimsemiştir. Bunda genç yaşta İstanbul’a gelmesi ve burada tahsil görmesinin etkileri de yadsınamaz. 

Kerimî’nin eserlerinin ve yazılarının tamamında “toplum için sanat” anlayışına uygun olarak sade ve anlaşılır bir dil tercih ettiğini görürüz. Söz gelimi İstanbul Mektupları adlı eseri yazıldığı tarihte Türk dünyasının ortak alfabesi olarak kullanılan Arap alfabesiyle neşredilmiştir. Bu bakımdan Kerimî’nin önceki eserleriyle, örneğin Avrupa ve Kırım Seyahatnameleri ile mukayese edildiğinde daha fazla Tatar Türkçesi özellikleri gösterdiği göze çarpmaktadır. Ancak yine de Fatih Kerimî’nin eserlerine bütün olarak bakıldığında, bir Osmanlı Türkünün anlamakta güçlük çekmeyeceği ortak bir dil şuuruyla kaleme alındığı dikkat çekmektedir

 

Eserleri    

Fatih Kerimî, XX. yüzyılın başlarında Batılı tarzda gelişen Tatar Edebiyatının en önemli temsilcilerinden biridir. Çağdaş Tatar Edebiyatının ilk örneklerini ortaya koyan Kerimî, özellikle matbuat ve eğitim faaliyetleriyle ön plana çıkmaktadır. Fatih Kerimî, Musa Carullah Bigiyef, Şehabeddin Mercani, Kayyum Nasiri ve Rızaeddin Fahreddin gibi Tatar Türklerinin yetiştirdiği ve tarihe mâl olmuş fikir ve bilim adamlarındandır. 

Tatar edebiyatının hemen her alanında çok sayıda eser kaleme alan Fatih Kerimî, gazetecilik ve eğitim faaliyetlerinin yanı sıra Modern Tatar Edebiyatının kurucusu olarak kabul edilmektedir. Yazarın Komedya (1894), Hüsid Baba(1895), Şakirt ile Student (1899), Cihangir Mehdümnin Avıl Mektebinde Ukuwı (1900), Salih Babaynın Üylenüwi (1897), Mirza Kızı Fatiyma (1901) adlı eserlerinde eski-yeni çatışması mektep-medrese zıtlığı üzerinden ele alınarak okura anlatılmıştır. Yazarın edebî eserlerinin yanı sıra gezip gördüğü yerler hakkında kaleme aldığı Avrupa Seyahatnamesi, Kırım’a Seyahat ve İstanbul Mektupları başlıklı eserleri dilinin akıcılığı, sadeliği ve üslubunun güzelliğiyle Tatar Edebiyatında önemli bir yere sahiptir.

 

Hikayeleri

1. Komedya (1894)

2. Hüsid Baba (1895)

3. Salih Babaynın Üylenüvi (Orenburg 1901)

4. Şakirt ile Student (Basılışı Kazan 1899, Yazılışı 1898; Avrupa ilmi ve medeniyetiyle Tataristan’da hâkim olan skolastik eğitimi mukayese ederek eski sistemi çok sert bir şekilde eleştirdiği için dönemin kadimcileri yani eski taraftarları tarafından kâfirlikle suçlanmıştır.)

5. Cihangir Mehdümnin Avıl Mektebinde Ukuvı (Basılışı Petersburg 1900, Yazılışı 1898)

6. Merhum Gılman Ahund (Orenburg 1904)

7. Mirza Kızı Fatiyma (Basılışı 1901. Eserin 1896 yılında yazıldığı tahmin edilir. Eserin konusu ile İsmail Gaspıralı’nın babasının mirza kızı ile evlenmesi arasında benzerlik vardır.)

8. Soltan Gıyşkı (1906)

9. Tilsiz Hatın (1906)

10. Gayaş Helfe (1906)

11. Hıyalmı, Hakiykatmǐ (Orenburg 1908) (Gökçek 2001: X)

 

Seyahatnameleri 

1. Avrupa Seyahatnamesi (Petersburg 1902)

2. Kırım’a Seyahat (Orenburg 1904)

3. İstanbul Mektupları (Orenburg 1913)

4. Orenburg Seyahatnamesi (Abdullah Battal Taymas, Fatih Kerimî’nin bu başlığı taşıyan bir eseri olduğunu belirtmiştir. Ancak bu eser gün yüzüne çıkmamıştır.)

 

İlmî eserleri

1. Muallim ve Mürebbiyelere Rehnâme I (Kazan 1901)

2. Muallim ve Mürebbiyelere Rehnâme II (Kazan 1901)

3. Muhtasar Târîh-i İslâm (Kazan 1901)

4. Târîh-i Enbiyâ (Kazan 1902, ibtidâî mektepler için ders kitabı olarak hazırlanmıştır.)

5. Muhtasar Târîh-i Umumî (Kazan 1911)

6. Resimli Geografiya Dersleri (Orenburg 1919)

7. İçtimaî Terbiye  (Kazan 1924)

 

Gazete ve Dergiler

1. Vakit Gazetesi (Orenburg, Basılış Tarihi 21 Şubat 1906)

2. Şura Dergisi (Orenburg, 3 Kasım 1912-9 Mart 1913)

 

Kaynakça:

ARAT, Reşit Rahmeti (1956). “Matbuat: Kazan Türkleri”, İslam Ansiklopedisi, 7 (73), s. 380-384.

ÇAKMAK, Cihan (2014).Fatih Kerimî’nin Hıyal Mı? Hakıykat Mi? ve Andan Bundan Eserleri Üzerinde Dil ve Üslup İncelemesi. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Gazi Üniversitesi.

ÇAKMAK, Cihan (2014). “İsmail Gaspıralı’nın Ceditçi Aydın Fatih Kerimî Üzerindeki Etkisi”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, 11(4), s. 284-293.

ÇAKMAK, Cihan (2017). “İsmail Gaspıralı ve Fatih Kerimî’nin Ceditçilik Faaliyetleri”, Manisa Celal Bayar Üniversitesi I. Uluslararası Demirci Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Manisa.

ÇAKMAK, Cihan (2018). “Fatih Kerimî’nin Mirza Kızı Fatıyma, Şakirt İle Student Ve Nuretdin Hoca Hikayelerinde Ele Alınan Sosyal Temalar”, Gazi Türkiyat, Bahar, S. 22, s. 39-54.

ÇAKMAK, Cihan (2018). “Fatih Kerimî’nin Eserlerinde Kullandığı Dil Üzerine”, X. Uluslararası Dünya Dili Türkçe Sempozyumu Bildiriler Kitabı, s. 430-437, Eskişehir.

ÇAKMAK, Cihan (2019). “Fatih Kerimî’nin ‘Ondan Bundan’ Adlı Eserinin Fikri Yapısı”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research (ISSN:1307-9581), C. 12, S. 66, s. 36-46.

ÇAKMAK, Cihan (2020). “Tatar Maarif Hayatının Öncüsü: Gılman Kerimi (1841-1902)”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, S. 49, s. 87-100.

DEVELLİOĞLU, Ferit (2003). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat. Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları.

GAYNULLİN, M. Ḫ., GIYZZETULLİN N. G. vd.). XIX Yöz Tatar Edebiyatı, Altı Tomda, Tom II, Kazan: Tataristan Kitap Neşriyatı.

GAYNULLİN, M. (2000). Fatıyḫ Kerimi, Fatiḫ Kerimi, Şeḫĭslerĭbĭz, (Raif Merdanov, Ramil Miŋnullin, Söleyman Reḫimov) (Fenni-Biografik Cıyıntık), Kazan: Ruḫiyat Neşriyatı, s. 196-212. 

GOSMANOV, Mirkasyım (2000). Fatıyḫ Kerimi, Fatiḫ Kerimi, Şeḫĭslerĭbĭz, (Raif Merdanov, Ramil Miŋnullin, Söleyman Reḫimov) (Fenni-Biografik Cıyıntık), “Zıyalılık Ürnegĭ”, s. 7-14, Kazan: Ruḫiyat Neşriyatı.

GÖKÇEK, Fazıl (1998). “Tatar Edibi Fatih Kerimî ve İstanbul Mektupları Adlı Eseri”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, S. 5, s. 77-86.

GÖKÇEK, Fazıl (1999). “Ahmet Mithat Efendi’den Fatih Kerimî’ye Mektuplar”, İlmi Araştırmalar, S. 8, s. 315-323.

KERİMÎ, Fatih (1904). Merhum Gıylman Ahund. Orenburg: Muhammed Fatih bin Gılman Kerimof Matbaası.

KERİMÎ, Fatih (1996). Saylanma Eserler. (Haz. M. Gaynetdinov), Kazan: Tataristan Kitap Neşriyatı.

KERİMÎ, Fatih (2001).  Avrupa Seyahatnamesi. (Haz. Fazıl Gökçek), İstanbul: Çağrı Yayınları.

KERİMÎ, Fatih (2001).  İstanbul Mektupları. (Haz. Fazıl Gökçek), İstanbul: Çağrı Yayınları

KERİMÎ, Fatih (2016). Mirza Kızı Fatıyma Seçme Eserler. (Haz. Cihan Çakmak), Ankara: Gece Kitaplığı Yayınları. 

ÖZKAN, Fatma (1992). “Abdullah Tukay’ın Halk Edebiyatı İle İlgili Görüş ve Düşünceleri”, Milli Folklor, 16,  s. 30-31.

ÖZKAN, Fatma (1996). XX. Yüzyılda Tatar Şiiri, Dil ve Edebiyat Dergisi, 531, s. 1044-1080.

ÖZKAN, Fatma (1997). “Kazan Tatarları”, Yeni Türkiye Özel Sayı 3, 16, s. 1446-1451.

ÖZKAN, Fatma (2006). “Fatih Kerimî’nin Türk Kadınına Bakışı”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 20, s. 101-108.

RTS: Russko-Turetskiy Slovar (1996), (Ş.S. Aylarovu, A.S. Voskoboyu vd.), Moskova: Multilingual Yayınları.

SABİTOV, Tevfik (2000). Fatıyḫ Aga Kerimov, Fatiḫ Kerimi, Şeḫĭslerĭbĭz, (Raif Merdanov, Ramil Miŋnullin, Söleyman Reḫimov) (Fenni-Biografik Cıyıntık), Kazan: Ruḫiyat Neşriyatı, s. 193-195. 

SEGDİ, G. (1926), Tatar Edebiyatı Tariḫı. Kazan.

ŞEREF, Zakire (2000). Fatıyḫ Kerimi, Fatiḫ Kerimi, Şeḫĭslerĭbĭz, (Raif Merdanov, Ramil Miŋnullin, Söleyman Reḫimov) (Fenni-Biografik Cıyıntık), Kazan: Ruḫiyat Neşriyatı, s. 74-111. 

TAHİR, M. (1985), “Muhammed-Fatih Kerimi (1870-1937)”, Emel, 149, s. 15-16.

TTAS: Aḫuncanov, G.H., Maḫmutova, L.T., Möḫemmediyev, M.G., Sabirov, K.S., Ḫanbikova, Ş.C., Zilayeva, R.A., Abdraḫmanova, G.G., Abdullin, İ.A., Vahitova S.B.,               Ganiyev, L.R., Gazizova, F.M., Gaynanova L.R., Eḫmetyanov R.G., Mingulova, G. H. Tatar Tĭlĭnĭŋ Aŋlatmalı Süzlĭgĭ. C.I (1977), C.II (1979), C.III (1981), Kazan: Tatarstan Kitap Neşriyatı.       

TTS: Ahmedyanov, R., Ganiyev, F. (1997). Tatarca-Türkçe Sözlük. Kazan: İnsan Neşriyatı.

TÜRKÇE SÖZLÜK (2005). Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

USLU, Ayşen (2004). Tatar Edebiyatında Modern Hikaye ve Roman (XIX. Yüzyıl Sonları XX. Yüzyıl Başları). (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ege Üniversitesi.

YÜZİYEV, N. G., ABDULLİN, YA. T., ABİDOV, Ş. Ş. (1985). Tatar Edebiyatı Tarihi. C. 2, Kazan: Tatarstan Kitap Neşriyatı.

 

FATİH KERİMÎ’NİN ESERLERİNDEN ÖRNEKLER

Fatih Kerimî’nin ŞURA DERGİSİNDE yayımlanan roman ve hikâyeler hakkındaki görüşleri:

“Roman ve hikâyeler bir milletin edebiyatında, hiç şüphesiz pek mühim bir yer tutarlar. Dilin düzelip edebiyatın terakki etmesine ahlak düzelip hissiyat-ı âliyenin artmasına en başlıca yardım eden şeyler roman ve hikâyelerdir. Roman ve hikâyeleri kimler okuyor? Onlar her eve, her odaya giriyorlar. Onları aksakallı ihtiyarlar, yüzleri kırışmış ihtiyar kadınlar okuduğu gibi, delikanlılar, kızlar hatta çocuklar okuyor. Roman ve hikâyeler çoğunlukla bir ruh taşır, insanın kalbine tesir eder, insanı başka bir dünyaya alıp götürür, insanın yüreğinde birtakım yeni hisler uyandırır, insanı sevindirir ya da üzer, insana kendisinin dünyada neden yaşadığını hatırlatır, şimdiki zamanda ve gelecek hakkında çeşitli levhalar gösterir. Malumdur ki, romanlarda çoğunlukla bir yiğit ile güzel bir kadın ya da kız arasındaki aşk tasvir edilir, birbirini severler. Fakat birleşmelerine engel çıkar. Bu engel anne babaları, ya da bir tarafın fakirliği, ya da araya giren bir rakip olur. Sonra iki taraftan birisi aşk yolunda kurban olur. Bu türden vakıalar yüzlerce sayfada yazılır. Acaba bunu yazmaktan ve okumakdan maksat nedir? Bazı kişiler roman ve hikâyeleri birtakım işsiz âdemlerin işsizliğinden ve içlerinin boşluğundan, vakit geçirmek için yazarlar ve okuyucular da işsizlikten ve vakit geçirmek için okurlar diye zannediyorlar. Elbette bu çok yanlış bir zandır. Roman ve hikâye okumak, okuma bilen herkesin elinden gelse de onları yazabilmek ve anlamak öyle herkesin elinden gelmez ve bahusus hakiki manasıyla roman ve hikâye yazabilmek çok kişiye müyesser olmaz.  Roman yazmak bir âlem tasvir etmek demektir. Roman yazmak, vuku’u mümkün olan vakıaları akıl ve hikmete muvafık surette tasvir etmek, insanın kalbine güzel tesir edecek surette türlü renkteki hayaller ile süsleyip göstermek demektir. Roman yazmak için okuma yazma bilme, biraz edebiyata vakıf olmak asla yetmez. Bunların üstüne birçok malumat-ı ruhiye ve fenniye sahibi olmak gerekir. Roman ve hikâyelerin neden ibaret olduğunu iyice bilmeyen bir adam roman ve hikâye yazmada zorluk çekmiyor. Birisinin arkasından birisi [peşpeşe] türlü hikâyeler yazıp duruyor, hem de çok çeşitli meselelere dair yazıyor! Ama roman ve hikâyelerin mahiyetini bilen insanlar onları yazmada çok zorluklar çekiyorlar. Bir roman yazıp bir meseleyi izah etmeyi, yeni bir âlem keşfetme derecesinde kabul ediyorlar. Bu yüzden meseleyi kendileri her bakımdan tedkik ve tahkik etmeye lüzum görürler.

Avrupa’da roman ve hikâye yazan muharrirler, tasvir etmek istedikleri âlemi anlatmak için kıyafetlerini değiştirip işçiler arasına katılırlar, onlarla birlikte kabaklarda içerler  (?!), bazen aç dururlar, kaçkınlar arasına girip korkunç şeyler yaşarlar. Fakirler ile yaşayıp onlar gibi yiyip içerler. Böyle birtakım zahmet ve meşakkatler ile birkaç ay geçirip bir meseleyi öğrendikten sonra iki üç yüz sayfalık bir roman yazarlar. Tabi bu romanlarda yiğit ile güzel bir kadın vardır, onlar birbirlerini sever. Muratlarına eremezler, bir engel çıkar, sonrasında bir facia olur. Fakat bunlar hayatı bir meseleyi müzakereye sokarlar. Bu meselenin her tarafı tasvir edilir. Muharrir, kendince bu meseleyi halletmek için çalışır. Namusuna tecavüz edilen, âşığı tarafından terk edilip, çocuğuyla sefalet ve açlığa düçâr genç bir kadının kirpikleri arasında titreyerek düşen gözyaşlarını, ya da ayağında ökçesiz potinlerinden üstündeki doksan yamalı giyiminden başka dünyada hiçbir mal ve mülkü olmayan basanların eline düşen beş on teyin para ile önceleri ne kadar huzurla yaşadıklarını, bütün dünyanın felsefesini satıp, her şeyi tenkit etmelerini şunların kendileri arasında görüp biraz yaşamadan bihak tasvir etmek nasıl mümkün olsun. Roman yazabilmek için fevkalade büyük iktidar lazımdır. Hissiyât-ı beşeriyeyi, ahvâl-i âlemi, ihtisas-ı kalbiyeyi akıl, hikmete muvaffak revişde ortaya koyar, küçük vakıalardan büyük ibretler çıkarır, bir insanın güzel ahlakını gösterir, bir uysal adamın güzel ahlakını düzeltmek için, gereken tahrir ve tasvir kuvvetleri roman yazan bir muharririn iktidarı dahilinde olmalıdır. Romanların çoğu tezhib-i ahlak, tasvir-i hakayik mesele-yi mühimmesi için yazılmakdadırlar. Bu halde romancılar cemiyet-i beşeriyeye roman yazmak mutlaka hüsn-ü ahlakı talim etmeye münhasır olmak iktiza eder. Buna muvaffakiyet ise ilim ve hüsn-ü ahlak sahibi olan bir insanın aynı zamanda bir fikr-i tedkike malik olmasına mevkufdur. Fransız yazarlardan birisi: ‘Ölümün ızdıraplarını hissederek bu okuyucularıma hakiki bir surette tasvir edebilmek için bir kere ölüp yeniden dirilmek isterim’ demiştir. Acaba neden roman okunur? Bunun cevabı çok basittir: Roman neden yazılıyor ise, okunması da bu sebepdendir. Roman tezhib-i ahlak için yazılır dedik. Öyle ise okunması da bu sebepden olmalıdır.” 

       

ONDAN BUNDAN

“Risaleler kendi dilimizde ve açık ibareler ile yazılsa ve herhangi bir şekilde hayatla ilgili birer meseleyle ilgili olarak hikâye tarzında yani doğrudan doğruya beyan edilse herkes tarafından incelense milletin terakkisine pek çok hizmet edeceği aşikârdır. Kalem sahipleri gayret edip milletin terakkiyat-ı fikriyyesi[1] için gereken kitapları yazmalı, başkaları bunları çokça alıp okumalı, okuma bilmeyenler başkalarının okuduklarını dinleyerek de olsa uyanmaya ve ibret almaya çalışmalıdır. Bunların her biri ibadet, her biri sevap ve faydalı işlerdir. Şurasını da unutmamalıdır ki: Herkes yeni kitapların her birini alıp okumaya ve onlar hakkında bir fikir hâsıl etmeye ve okuduktan sonra da onları kaybetmeyip kendisinde hepsinden birer nüsha bulundurarak her hane sahibi kendi evinde küçük birer kütüphane teşkil etmeye çalışmalıdır. Medeni milletlerde her bir hanede değil, hatta bir hane içindeki aileden her birinin kendine mahsus kütüphanesi bulunur. Kitaplar hane için en önemli güzel bir ziynet ve sahibi için de en aziz zenginlik kabul edilmelidir.” (Mütalaa)

“Bugünkü günde bu milletin kendi milli haysiyetini muhafaza ederek başka milletlerin arasında insan gibi yaşayabilmesi, din ve ahlaklarını muhafaza ve gerekirse ıslah edebilmesi, ticaret, hüner ve sanat işlerinde ilerlemesi, kısaca dünya ve ahirette mesut olabilecek ameller ile meşgul olabilmesi mutlaka o milletin fikren ve aklen ilerlemesine bağlıdır. Mektep ile matbuat karşısında el bağlayıp diz çökersek adam olacağımıza, dünya ve ahirette mesut olacağımıza ve eğer bunlara iltifat etmezsek dünya ve ahirette bedbaht olacağımıza, her bir fazilet ve insani kemalattan ayrılarak ahirette mahv ve perişan olacağımıza iki kere iki dört eder gibi inanmalıyız. Buna inanmayanlar cezasını gayet şiddetli bir şekilde kendileri çekeceklerdir.” (Matbuat ve Mektep)

“Bu yazıyı okuyunca ne düşündüm, bilir misiniz? Kendimizi, kendi Tatarlarımızı düşündüm. Kazan, Orenburg, Ufa, Astrahan gibi şehirlerde binlerce Müslüman Tatarlar var. Acaba bunlarda ilim ve bilim uğruna bir parça gayret, Japon çocuklarında olanın binde biri kadar muhabbet gösterildiği var mıdır? Bu şehirlerin hepsinde gimnaziya, riyalini mektep, hür ve sanat sınıfları, pek çok başlangıç ve mahalle mektepleri, Kazan’da bütün Tatarların burnunun dibinde mükemmel ticaret okulu, teknik okul vesaireden başka dünyada meşhur olan birkaç bölümden oluşan mükemmel Üniversiteler var. Kendi evlerine komşu olan bu gimnaziyalarda, riyalini mekteplerde, Üniversite şubelerinde öğrenim görmek, diyelim ki hiç olmazsa şu nefis Kazan şehrinde yaşayan binlerce Tatar için, bir güçlük ve bir fedakârlık gerektirir mi? Bana kalırsa hiç! Çünkü Tatarların büyük kısmının bu şehirlerde güzel evleri, güzel kurulmuş ve yoluna koyulmuş ticaretleri Ruslar katında hürmet ve itibarları var. Rus okullarının her birine bizim Tatar evladını memnuniyetle kabul ediyorlar, hatta giriş sınavlarında dil ve yaş bakımından bir derece özel saygı gösteriyorlar. Şu halde anne babanın gösterecekleri fedakârlık komşularında olan bu yüksek ve muntazam okullardan istediği birine oğlunu yahut kızını kaydettirmekten ibarettir. Bu okullarda öğrenim ücreti için senelik verilecek para o derece azdır ki bizim Müslümanlarımız bu gibi paraları güvehaneye, fahişehaneye bir kere girip çıktıklarında hiç acımadan harcıyorlar. Bizim bu taraf Müslümanlarından Rus okullarında okuyanlarımız gerçi ara sıra görünse de halkımızın çokluğuna oranla hiç yok denecek kadar azdır.” 

“Bizim Müslümanlar diyorlar ki: ‘Rus okullarında yavrularımızı okuturduk, lakin orada hiçbir şekilde alfabe ile akait ve dinimizi öğrenemiyorlar, Rusça okuduklarında kendi dinimize ve milletimize muhabbetleri kalmıyor.’ Pekala! Bu Japon çocukları nasıl oluyor da başka memleketlerde ve Hıristiyanlar arasında tahsil ederek kendi diyanet ve milliyetlerini terk etmiyorlar? Nasıl oluyor da bunlar onar on beşer sene Amerika Protestanları arasında kalarak halis Buda oğlu Buda olup kalıyorlar? Onların ata anaları kendi çocuklarını Hıristiyan okullarına vermeye nasıl korkmuyorlar? Bize kendi dinimiz nasıl hak din ve mukaddes ise onlar için de kendi dinleri böylece hak ve mukaddes bir dindir. Bizim çocuklarımız kendi hanelerimizde, kendi ailemiz içerisinde yaşadığı halde günlük birkaç saat Rus okullarına gidip ders okumaları da faydalı olmuyor, bozuluyor, Hıristiyan oluyor, itikadı değişiyor, milletine muhabbeti bitiyor, bilmem neler oluyor, neler!... Yahu! Biz niçin böyleyiz? Yahut niçin böyle zannediyoruz? Okumak sebebiyle mezhep değiştirenlerimiz binde, yüz binde bir adam ise okumamak ve cehalet sebebiyle dinimizi terk edenlerimizin, yahut Müslüman kalıp Müslüman kıyafetinde gezseler de hakikaten ne Müslüman ve ne de Hıristiyan olup, gerçek bir Mecusi olduklarını niçin düşünmüyorlar? Bunların her birinden çıkarılabilecek sonuç şudur: Rus okullarında Müslümanca dil, itikat ve şeriat okunmadığı için kime öfkeleniyoruz? Bunun suçu kimdedir? Hükümetin her bir okulunda Müslüman çocuklarına kendi dillerini ve dinlerini öğrenmelerine tamamiyle izin verilmiştir.” (Amerika’da Japon Öğrencileri)

“Şimdiye kadar bizim mektep ve medreselerimiz bizde öğrencilere okumak ve mütalaa hevesi öğretildiği için avam halkımız şöyle dursun, hatta mollalarımız da mütalaadan[2] lezzet alamıyorlar. Tecrübe ile bilirim ki: Okumak için bir mollanın eline yeni çıkmış güzel bir risale veriyorsun, lakin okumuyor. Öyle ise yalnız dinlemesini rica ederek risaleyi kendin okumaya başlıyorsun. Hatır için az bir vakit dinleyip dursa da aradan çok geçmeden molla uykuya dalıyor. Böyle adamların mütalaadan ne kadar lezzet aldıklarını siz hesap ediniz!” (Mütalaa)

“Halbuki bizim imamlarımız (çoğunluk itibariyle) cemaate faydalı ve gerekli vaazlar vermiyorlar. Daha doğrusu: Başkalarının anlayıp etkileneceği hiçbir söz söylemeyi bilmiyorlar. Ahalinin dünya ve ahiret için en çok neye muhtaç oldukları hakkında hiçbir bilgileri yoktur, kendileri bilmedikleri gibi söyleyeni de dinlemiyorlar, biçare ahali maddi ve manevi ıztırap içinde, hayat ile memat arasında can çekişmekte olduğu bir zamanda bile uzun bıyık, kısa giyim, dar şalvar gibi kendileriyle hiç alakası olmayan berberlik, particilik bahisleriyle vakit geçiriyorlar. Bütün vazifelerini haftada bir kere minbere çıkıp da kendileri bile anlamını ve ondan esas maksatlarının ne olduğunu anlamadıkları halde papağan gibi sözlü olarak Arapça bir hutbe okuyup ahaliyi horul horul uyutmaktan ibaret sanıyorlar. Şayet camide vaaz ve meclislerde rabıtasız ve tertipsiz bir söz söyleyecek olsalar yine kelamın neticesi sonunda ‘sadaka’ vermenin ve imamları meclislere davet edip pilav yedirmenin fazilet ve sevabına ait oluyor.” (Tatar İmamlarının Sadakalarına İkinci Bir Nazar)

“Risaleler kendi dilimizde ve açık ibareler ile yazılsa ve herhangi bir şekilde hayatla ilgili birer meseleyle ilgili olarak hikâye tarzında yani doğrudan doğruya beyan edilse herkes tarafından incelense milletin terakkisine pek çok hizmet edeceği âşikârdır. Kalem sahipleri gayret edip milletin terakkiyat-ı fikriyyesi[3] için gereken kitapları yazmalı, başkaları bunları çokça alıp okumalı, okuma bilmeyenler başkalarının okuduklarını dinleyerek de olsa uyanmaya ve ibret almaya çalışmalıdır. Bunların her biri ibadet, her biri sevap ve faydalı işlerdir. Şurasını da unutmamalıdır ki: Herkes yeni kitapların her birini alıp okumaya ve onlar hakkında bir fikir hâsıl etmeye ve okuduktan sonra da onları kaybetmeyip kendisinde hepsinden birer nüsha bulundurarak her hane sahibi kendi evinde küçük birer kütüphane teşkil etmeye çalışmalıdır. Medeni milletlerde her bir hanede değil, hatta bir hane içindeki aileden her birinin kendine mahsus kütüphanesi bulunur. Kitaplar hane için en önemli güzel bir ziynet ve sahibi için de en aziz zenginlik kabul edilmelidir.” (Mütalaa)

“Bugünkü günde bu milletin kendi milli haysiyetini muhafaza ederek başka milletlerin arasında insan gibi yaşayabilmesi, din ve ahlaklarını muhafaza ve gerekirse ıslah edebilmesi, ticaret, hüner ve sanat işlerinde ilerlemesi, kısaca dünya ve ahirette mesut olabilecek ameller ile meşgul olabilmesi mutlaka o milletin fikren ve aklen ilerlemesine bağlıdır. Mektep ile matbuat karşısında el bağlayıp diz çökersek adam olacağımıza, dünya ve ahirette mesut olacağımıza ve eğer bunlara iltifat etmezsek dünya ve ahirette bedbaht olacağımıza, her bir fazilet ve insani kemalattan ayrılarak ahirette mahv ve perişan olacağımıza iki kere iki dört eder gibi inanmalıyız. Buna inanmayanlar cezasını gayet şiddetli bir şekilde kendileri çekeceklerdir.” (Matbuat ve Mektep)

 

ŞAKİRT İLE STUDENT

“Student, Pişkadem’e:

–Pek güzel, böyle mekteplerin varlığından haberiniz yokmuş, tıbbiye mekteplerinin varlığını da mı duymadınız? Tıp mektebi, Tatarların en çok yaşadığı Kazan’da da var. O mekteplerde sizin Tatarlardan hiç öğrenci yok. Varsa da yok denecek kadar az. Halbuki, Peygamber: ‘Tıp ilmini din ilimlerinden daha önde bilmek gerekli[4]’ – diyerek, tıp ilmini ibadet ilminden evvel söylemiş, – dedi. Buna karşılık Pişkadem, studente şöyle cevap verdi:

-Ne de olsa bizim böyle ilimleri okuyarak birbirimizi engellemeye vaktimiz yok. Çünkü şeriatimizi okuyup öğrenmeye çok zaman gerek.

Müslüman filozoflardan bütün âlemde meşhur olan İbn-i Rüşd’ün, Fahri Razi’nin, İbn-i Sina’nın felsefeleri hakkında konu açtım. Onlardan da haberi yoktu. Son zamanların Jean-Jacques Rousseau, Victor Hugo, Voltaire, Schopenhauer, Darwin, Kant, Descartes, Tolstoy gibi filozoflarını sormaya gerek görmedim.

Çocuklarınızı yeni usul ile okutmanıza asla müsaade etmiyorum. Kim çocuğunu usul-i cedid ile okutursa ona beddua ederim, çünkü o usul-ı ceditçiler, her şeyi Tatarca’ya tercüme edip kendi dilimize tercüman oluyorlarmış. Onlar, zamanla Kuran’ı da tercüme ederler! Sonra, Kuran’ı herkes okuyup anlamaya başlarsa, ona hiç kimsenin saygısı kalmaz... Müslümanca ve Rusça okumanın gerekliliğinden söz açıldığında: Dedelerimiz zamanında nasıl yaşamışsa biz de yaşamalıyız başka türlüsü bidattır’ diyerek cahil halkı azdıran kişilerimiz pek çoktur. Bunda halkın bir kabahati yok. Ancak onlar cahil. Azıcık eğitim almış biri, onlara şeriat böyle emrediyor, deyince ne söylese inanıyorlar. Asıl kendileri şeriatin ne olduğunu ve aslını bilmiyorlar. İşan Hazret’in sözünü, haşa! Kuran sözü gibi tutmaya çalışıyorlar. Halbuki, işanlar arasında kimler yok ki.

Halbuki hakikat bunun tamamen aksidir. Doğru fikirli Müslüman âlimlerin ve ulemanın araştırmalarına göre, tüm Müslümanların cahil,  fakir, hünersiz, marifetsiz kalıp günden güne geri kalmalarının tek sebebi, şeriatin esaslarını iyi anlayamamaları ve cahil dini önderler tarafından din hükümlerinin suistamele uğratılmış olmasıdır. İslamiyet’in terakki ve medeniyete engel olmadığı şundan da biliniyor ki, İslamiyet ortaya çıktığı ilk devirlerde bu dini kabul etmiş, Araplar, gelişme ve ilerlemede çok ileri gittiler.” 

Ulemâların bazısı ‘Müslümanlar için okumak gerekir mi? Gerekmez mi? Bilmeye gerek var mı? Yok mu?’ diyerek birtakım boş kitaplar yazarak cahil halkın zihinlerini karıştırıyorlar. Herkesin bildiği bir meseledir ki: Şeriatimiz okumayı, öğrenmeyi emrediyor.

Asıl konuya gelelim, Student, Pişkadem’e şöyle dedi:

–Bugün büyük şehirlerde sanat, hüner, ziraat, ticaret ve bahçıvanlık mektepleri, liseler var. Bu mekteplerde hangi ilimler okutulduğunu ve okunan ilimlerden ne gibi faydalar sağlandığını ve o bilimleri niçin okuduklarını siz hiç araştırdınız mı?

Pişkadem, şöyle cevap verdi:

–Araştırmadım, onlarda şimdi dünya ilimleri okutuluyor.

Student:

–Siz şimdi nerede yaşıyorsunuz? Dünyada mı ahirette mi?                                                                                                                                                                                                                   

Pişkadem:

 –Elbette, dünyada yaşıyoruz.

Student:

–Başka milletler, dünyada yaşadıkları için o ilimlere ihtiyaç duyuyor, siz nasıl ihtiyaç duymuyorsunuz? Ne de olsa siz de onlar gibi birisiniz. Size de yemek, içmek, giymek, yaşamak gerek. Şimdi dünya, ilim dünyasıdır. İlimsiz insan, kanatsız kuş gibidir.”

 

MİRZA KIZI FATIYMA 

“Kızlara yazmayı öğretmenin bir faydası yoktur, çünkü yazı yazmayı öğrenirlerse genç delikanlılara mektup yazmaya başlarlar deseler de, bana göre, kadınları ve genç kızları ahlaksız ve cahil kocakarılarla çok fazla görüştürmenin hiçbir faydası yoktur. Genç kadın kızların kalplerini bozup her türlü fitne fesada sebep olan çoğu zaman ihtiyar kocakarılar olmuştur. Bunlarda hile ve aldatma çoktur. Her şeyin bir yolunu bulup ona uygun fetva verirler… Irz ve namusundan ayrılarak hayatı zehirler, ömürlerinin en şerefli zamanlarını birtakım sefalethanelerde geçiren biçarelerin çoğu bunun gibi dindar kadınlar yüzünden bataklığa düşmüşlerdir.

 Malumdur ki halkımız arasında mirza veya asilzade olarak adlandırılan bir sınıf vardır. Eski zamanlarda bunlar mirzalığın çok büyük bir derece ve şeref olduğunu düşünerek, sıradan halkı, yani mirza olmayan insanları hayvan derecesinde küçük görerek onlara selam vermeye bile utanırlardı.

Böyle olsa da Mustafa’ya hiçbir zaman iltifat etmezlerdi. Çünkü Mustafa köylü çocuğu idi. Mirza soyundan olmayan birine niye tenezzül edip iltifat etsinler? Mirzalar medeni ve eğitimli oldukları için istemedikleri birine kızlarını vermezler. Cahil halk ise kızlarını ana babasının beğendikleri kişiyle evlendirirler. Mirzalar medeni ve eğitimli oldukları için istemedikleri birine kızlarını vermezler. Cahil halk ise kızlarını ana babasının beğendikleri kişiyle evlendirirler.”

 

[1] terakkiyât-ı fikriyye: fikri ilerleme.

[2] mütâlaa: okuma; tetkik; düşünce (Devellioğlu, 2003, 757).

[3] terakkiyât-ı fikriyye: fikri ilerleme.

[4] El gıylmi, gıylman, el evveli gıylmil- ebdan sümme gıylmil- edyan

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 160. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 160. Sayı