HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Osman Çeviksoy 2
HİDAYET ORUÇOV 3
KEMAL BOZOK 4
ŞEFA VELI 5
NIKA ZHOLDOSHEVA 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
Daha önce yayınladığım Özlenen Şehirler adlı kitabımda yer alan yirmi sekiz şehir içinde göremeden yazdığım tek şehir Herat’tı. Hayal Şehir Herat adıyla yazdığım yazıda bu şehre olan ilgimi belirttikten sonra şu ifadelere yer vermiştim: O günden sonra Herat’a gitmek, orada hiç olmazsa yapıldıkları dönemde İslam medeniyetinin yetiştirdiği en önemli isimlerden olan Sultan Hüseyin Baykara, Molla Camî ve Ali Şir Nevaî’nin türbelerini ziyaret edip Fatiha okumak, onları yetiştiren havayı solumak, eski ihtişamlı günlerini kaybetmiş olsa da şehrin tarihini ve soyluluğunu hissetme arzusu bir tutku oldu benim için. Oldu olmasına da yaptığım görevler bu tür ziyaretler için fırsatlar sunmasına rağmen Herat kapısı bir türlü açılmadı. Başta güvenlik engeli olmak üzere bir yığın sorun yüzünden şu ana kadar bu bitimsiz dilek gerçeğe dönüşmedi. Elbette umudumu koruyorum, bir gün onunla mülaki vaki olacak. Yazının sonu da şöyle bitiyordu: Başta söylediğim gibi, herkesin bir model şehri vardır ya geçmişte ya da hayalinde… Benimki Herat. Bu sütunlarda yazdığım yaklaşık yirmi beş kadar bende iz bırakan şehri gezerek tanıyarak yazdım. Herat ise gidilemeden ama en çok görülmek istenen şehir olarak yazıldı, tarihi kaynaklardan edinilmiş bilgiler ve hayal edilen düşüncelerle. Yazdığım şehirlerin bir ruhu olmasına özen gösterdim. Ben zaten şehri böyle anlıyorum. Herat ruhu olan en önemli şehirlerden biridir. Gitmesek de görmesek de orası Türk İslam kültür dünyasının incisi. Medeniyetimizin en ince ruhlu mahsullerinin ekilip biçildiği mekân. O yüzden geçmişten günümüze pek çok sanatçının, yazarın, şairin hayalinde yaşattığı bir ilham merkezi. Günümüz romancılarından Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı’da ondan söz eder, Salman Rüştü, Floransa Büyücüsü’nde onu romanın mekânlarından biri yapar. Derdi uygarlık olan pek çok kişi de benim gibi hayal eder. Bir gün güvenlik sorunları ortadan kalkar da gidebilirsem, söz, o intibaları da ayrıca yazacağım.
Evet bu seyahat çok şükür mümkün oldu. Kendi başıma gidebilme ihtimalim olmayan Herat için Türkiye Maarif Vakfı’dan geçen hafta (11-16 Eylül 2024) bir davet aldım. Benim için başta güvenlik olmak üzere pek çok risk umurumda değildi, yeter ki ucunda Herat olsun.
İşte Herat’ı da aşan bu geziye dair intibalarımı sizinle paylaşmak istiyorum. THY uçağı ile İstanbul’dan başlayan yolculuğumuz sorunsuz bir şekilde bizi Kabil’e ulaştırdı. Pek çok askeri etkinliğe sahne olduğu için burası gelişmiş bir hava alanı. İlk şaşırtıcı tablo havayolu işletmeciliği gibi modern ekipmanlara sahip görüntü ile çalışanların kılık kıyafet başta olmak üzere karşılaşılan tezat. Vip salonunda ayağında terlikleriyle ve geleneksel kıyafetleriyle bizi karşılayan görevliler ilk bakışta şaşırtıcı gelse de kısa bir süre sonra buna alıştık. Buradaki işlemlerimiz süratle tamamlandı ve bizi davet eden Maarif Vakfı yöneticileri tarafından karşılandık. Programa göre doğrudan Celalabad’a hareket etmeliydik ve buradaki okul açılışına ancak yetişebilecektik. Kabil 1800 rakımlı bir şehir. Çevresi de meşhur Hindikuş dağları ile çevrili. Kabil bu dağlardaki geçitlere bağlanan yolları denetlemesine imkân veren elverişli konumuyla stratejik bir merkez. Biz doğuda, Pakistan'a uzanan yol üzerinden Celalabad’a gideceğiz. Gitmeden yol durumu hakkında kısmi bilgiler edinmiş ve buranın dünyanın zor yollarından biri olduğunu duymuştum. Ama benim bitip tükenmeyen merakım bunları hiç ciddiye almadığı gibi ilgimi daha da kamçılamıştı. Yola çıkıştan kısa bir süre sonra nasıl bir coğrafyayla karşı karşıya olduğumuz aynelyakin ortaya çıktı. Çok az sayıda ve kısa tüneller dışında üç saat bazen birkaç yüz metre içinde bin metre inip biraz sonra bin metre yukarı çıktık, virajın ne olduğunu gösteren doksan derecelik yollarda. Yollar dar ama alt yapı bakımından eksiklik yok. Zaman zaman rastladığımız vadilerde bol yeşillikler, sular ve ürettiklerini satan köylüler. Ve elbette yol kenarlarında küçük köyler, tamamen kerpiçten yapılmış, her halde bölge kurulduğu günden beri hiç değişmemiş evleriyle köyler. Bu mevsimde başta karpuz, kavun, üzüm, elma, nar ve sebze bol. Biraz daha güneye inince kısmi düzlükler ve geniş su yatakları başlıyor ve buralarda ürünler de çeşitleniyor. Hatta Celalabad çevresinde tropikal ürünlerle karşılaşıyoruz. Bunların önemli bir bölümü Pakistan’dan geliyormuş. Zaten sınırın öbür tarafı da Afganistan’ın önemli halkı Peştunlardan oluşuyor.
Celalabad girişi bizi Kabil çıkışı gibi tam bir curcunayla karşılıyor. Küçük arabalarıyla binlerce seyyar satıcı, üç tekerlekli motorsikletli hemen hemen her işte kullanılan arabalar. Bunların bir kısmı salkım saçak insan taşırken bir kısmı yük taşıyor. Bir kısmı üzerlerine yerleştirdikleri bir aparatla şeker kamışını sıkıp çıkardığı suyu satıyor. Yollar her türlü düzenden yoksun ve kalabalık. Bu konumda şehre girip Maarif Vakfı’nın çölde vahayı andıran okuluna ulaşıyoruz. Vakıf burada ülkedeki kırk altıncı okulunun açılışını yapacak. Ayrı bir yazı konusu yapacağım için Maarif Vakfı okullarını burada sadece Afganistan’la sınırlı tutacağım.
Celalabad, Afganistan’ın doğusunda Pakistan ile bu ülkeyi birbirine bağlayan bölgenin en önemli kenti. Bu yüzden Maarif Vakfı’nın burada da ilk ve ortaöğretim okulları mevcut. Daha doğrusu ilkokul bu yıl bizim katıldığımız törenle açılmış oldu. Maarif Vakfı okulları ülkede izin verilen tek yabancı eğitim kurumu özelliği taşıyor. Halkın ve yönetimin Türkiye’ye, bu arada sözü edilen okullara ilgisi üst düzeyde. Okulun açılış töreni de bunun ölçütü gibi. İlin bütün protokolü açılışı teşrif etti. Beklenen konuşmalar yapıldı, sıra kurdele kesme törenine gelince birden Afgan yöneticiler yanımızdan uzaklaştı. Meğer devlet başkanları kurdela kesilmesini yasaklamış.
Tören tamamlanınca tekrar geldiğimiz zorlu yola koyulduk. İnerek, çıkarak, kıvrılarak, dağları, vadileri, kadim köyleri seyrederek Kabil’e ulaştık. Akşam olmak üzereydi ve dün geceki uçak yolculuğuna eklenmiş bu uzun kara yolu sonrasında doğrudan Kabil’deki Maarif Vakfı merkezine yöneldik. Zaten akşam olunca şehirde dolaşmak da mümkün değildi.
Burada bizi bir grup yerli ve Türkiyeli öğretmen arkadaşımız karşıladı. Hava hafif serin. Açık bir gökyüzü ve dolunay vakti. Gökyüzü ışıl ışıl yıldızlarla kaplı. Bu denli yüksek rakımlı şehirlerde gök sanki size daha yakın gibidir, yıldızlar uzansanız tutulacak mesafededir. Böyle bir ortamda bahçeye kurulmuş masalarda okulca hazırlanan akşam yemeğine oturduk. Tereddüt ettiğim hususlardan biriydi, böylesine mahrumiyet bölgelerinde görev yapan arkadaşlarımızın haleti ruhiyeleri nasıldı? Bunu geçen yıl Balkan ülkelerinde genç arkadaşların gözlerindeki ışıltı ile ve hayranlıkla müşahede etmiştim. Sevinerek söylemeliyim ki aynı canlılığı, daha ileriye giderek ifade edeyim tam bir adanmışlığı burada da gördüm. Bu mahrumiyet ve kapana kısılmış tabloya rağmen öğretmenler bir misyon ifa ettiklerinin bilinci içindeler. Zaten başka bir halde buralarda görev yapılamaz kanaatindeyim.
Türkiye’den haberler ve hâl hatır sormalarla devam eden yemek sırasında bir yerlerde güçlü bir patlama sesi duyuldu. Arkadaşlar hiç istiflerini bozmadılar, içlerinden biri aldırmayın bir araba lastiği patlamıştır diye latife yaptı. Tam o sırada ikinci bir patlama, bu kez bir başka arkadaş canım, demin ön lastik patlamıştı, bu da arka lastik diye latifeyi devam ettirdi. Bunu şunun için anlatıyorum, bu gibi hadiseler öylesine kanıksanmış durumda. Ama şu da bir gerçek ki daha önce günde ortalama iki yüz elli civarında can kaybı sona ermiş, yer yer mevzi sıkıntılar olsa da güvenlik sorunu belli bir seviyeye düşmüş. Ama şehre çıktığınız zaman hala her yer silahlı taliban mensuplarıyla dolu. Hatta ikinci gün Milli Eğitim Bakanını ziyarete gittik, Bakanlığın müracaatında bu kez sehpanın üzerinde makinalı tüfeği ile bir taliban mensubu karşıladı bizi. Demek ki sadece şehir içi değil binalar da böyle silahlı elemanlarca korunuyor. Bakanın özel kaleminde de iki silahlı taliban oturuyor.
Bakanların hepsi eski taliban liderleri. Dolayısıyla hepsi geleneksel Peştun kıyafetleri içinde ve sakallı. Sakalları İran örneği gibi kısa değil, tersine uzun. Bir diğer ayırt edici özellikleri de ayakları çorapsız ve terlikli. Milli Eğitim Bakanı da bu tanıma uygun. Yaklaşık ellili yaşlarda rahat bir bey. Maarif Okullarına olumlu yaklaşıyor. Arkadaşlar okullara yönelik bu ilgiye teşekkür edip bazı sorunlarını naklediyorlar. Hepsine hallederiz tarzı cevaplar veriliyor. Ülkede kızların ilk okul sonrası eğitimleri yasaklanmış. Buna Maarif okulları da dahil. Bizim arkadaşlarımız bu kararın gözden geçirilmesini de istedi. Ama bakan bunu, beni aşan bir durum deyip pek açık kapı bırakmadan kapattı. Öyle anlaşılıyor ki talibanın kadın politikası bir süre daha böyle devam edecek. Ben de uzun mücadelelerin ardından yeni bir Afganistan’ın kurulmakta olduğunu, bu coğrafyanın geçmişte büyük bir medeniyet merkezi olduğunu, buradan hareketle yeni oluşumları da gerçekleştirebileceğini ifade ederek bunun ancak eğitimle olabileceğini söyledim.
Ertesi gün bu ziyaretimin asıl sebebi olan Afganistan’da bulunan Türkiyeli öğretmenlerin Türkçe eğitim kapasitelerini geliştirmek için yapılan seminere katıldık. Burada yönetim kurulu üyesi ve yol arkadaşım Ahmet Türkben Bey bir açış konuşması gerçekleştirerek öğretmenlerden ve öğrencilerden beklentilerini anlattı. Ardından ben de bölgenin Türklerle ilişkisini ve niçin burada bulunulduğunu ifade etmeye çalıştım. Bu coğrafyanın geçmişte, özellikle de Hükümdar Hüseyin Baykara devrinde nasıl Türk-İslam medeniyetinin çok önemli bir parçası olduğunu, burada yetişmiş olan, mutasavvıflardan Abdullah Ensarî, entelektüel, şair ve yazarlardan Molla Camî, Nevaî, Süheylî, Hüseyin Vaiz-i Kaşifî, Hâtifî, Seyfî-i Buharî, Mîr Hüseyn-i Muammâyî, Âhî, Hilâlî-i Çağatâyî, Benâî; ressamlardan Bihzâd ve Şah Muzaffer; tarihçi Mîrhând ve Handmîr; hattatlardan Sultan Ali Meşhedî ile Mîr Ali Herevî; musikişinaslardan Hoca Abdullah Murvârîd, Kul Muhammed, Hüseyin Ûdî, Şeyhî Nâyî; bestekârlardan Gulâm Şâdî ve Mîr Azû gibi sadece bu coğrafyayı değil başka bölgeleri de etkileyen isimler yetiştiğini anlattım. Bunların kuruluş aşamasındaki Osmanlı kültürüne etkilerinden söz ettim. Sonra da geçmişte yaşanmış bu medeniyetin gelecek için de umut olduğunu, bunun ancak eğitim aracılığı ile olabileceğini ifade ederek öğrencilerinin her birine geleceğin Camî’si, Nevaî’si, Baykara’sı gözü ile bakmalarını tavsiye ettim.
Burada gerçekleştirilen bu ve benzeri faaliyetler şu bakımdan önemli; Maarif Vakfı 2016’da kuruldu. Yani görece yeni bir kurum. Bu tarz müesseseler başlangıç aşamasında doğal olarak daha çok fiziki mekân inşasına yönelirler. Fakat bir süre sonra sadece bununla yetinmek gibi bir alışkanlık peyda olur. Çünkü mekân somut ve ölçülebilen bir başarıdır. Oysa Maarif Vakfı bu fiziki yapılaşma yanında işin içerik boyutunu da ihmal etmeden sürdürüyor faaliyetlerini. Bunu Afganistan’da yani daha çok güvenlik sorunlarının yaşandığı bir coğrafyada bile görmüş olmaktan memnun oldum.
Öğlen yemeğini Büyükelçimizin daveti üzerine sefarette yedik. Bu vesile ile Kabil’deki Büyükelçilik mekanımızın nasıl çölde bir vaha konumunda olduğuna da tanıklık ettik. Elli iki dönümlük geniş bir araziye yayılmış sefaret sanki Türk-Afgan ilişkilerinin özeti gibi. Cumhuriyetin kuruluş sancılarının devam ettiği zor evrede Atatürk Afgan Devletinin talebine olumlu yaklaşarak bu ülkeye askeri uzmanlar, doktorlar ve eğitimciler göndermiş. Emanullah Han da buna karşılık şehrin en değerli yerinde bu geniş araziyi sefaret olarak vermiş. Maalesef şehirdeki olumsuz tablo yüzünden burada hayat Büyükelçimizin tabiriyle altın kafeste bülbül konumunda. Ama farklı ağaç ve bitki türleriyle bahçe bir botanik parkı gibi. Şehirdeki bütün önemli binalar kendi duvarları dışında herhangi bir saldırıya karşılık bir metre eninde beş metre yüksekliğinde beton kalıplarla çevrelenmiş durumda. Sefaretimiz de öyle. Araçların tamamı zırhlı ve sık sık bomba kontrolünden geçiriliyorlar.
Öğleden sonra şehri gezmeye çıktık. Hedefimiz Babürlüler hanedanının kurucusu ve ilk hükümdarı Zahireddin Muhammed Babür’un (1483-1530) burada bulunan türbesi. Babür, günümüzdeki Afganistan, Pakistan ve Hindistan'ın kuzeyini kapsayan topraklar üzerinde kendi imparatorluğunu kurmuş, ayrıca yaptıklarını kronolojik olarak anlattığı Türk edebiyatının nesir türündeki şaheserlerinden biri olan Babürname’yi kaleme almış, Hatt-ı Babüri denilen yazı şeklini geliştirmiş çok önemli bir isim. Bağ-ı Babür adıyla anılan geniş bir bahçenin içinde yer alan türbe yakın zamanda Ağa Han Vakfı tarafından restore edilmiş. Bu ziyaretin ardından yakın döneme tarihli bir iki eseri gezdikse de çok dikkate alınacak örnekler olmadıklarına tanık olduk. Zaten bu kadar uzun yıllara dayanan iç savaştan geriye ne kalabilirdi ki?
Akşam ülkedeki temsilcilerimizin de katıldığı bir yemek yendi. Bütün Ortaasya gibi buranın gastronomisine Özbek mutfağı hâkim görünüyor. Yemek Buhara Restoran’da yendi. Ben de bu vesile ile gerçekten bu zor şartlarda aşkla ve şevkle görev yapan Maarif görevlileri dışında Tika, Türk Hava Yolları, Yunus Emre Vakfı, Milli Eğitim Müşaviri gibi kahramanları tanımış oldum.
Bu tanıklıklarım çok önemli de olsa benim için gezinin asıl heyecan verici kısmı yani Herat bölümü gelip çattı. Sabahleyin havaalanına gelip uçağa bindik. Yaklaşık bir saat süren yolculuğun ardından Herat’a geldik. Kabil’den itibaren rakım biraz düşse de bazen uçağımızın yalayıp geçtiği dağlar silsilesini aşarak buraya ulaşıldı. Herat kısmi yeşillikler içinde karşımdaydı. Bizi karşılamaya gelen Maarif Vakfı yöneticileri eşliğinde önce şehrin fethine katılan Cafer-i Tayyar’ın torunlarının türbelerini ziyaret ettik. Sonra Cuma namazımızı eda için şehrin en görkemli yapısı olan ulu camiye yöneldik. Rehberimiz cami görevlilerinden birine ulaşınca bizi Cuma kalabalığı içinde bazı özel yerlere götürdü. Bunlardan biri de başta Seyyid Emir Külal olmak üzere bölgedeki pek çok sufinin çile çıkardığı çilehane idi. Namazımızı burada kılmak istediğimizi söyleyince uygun gördü ve cumayı caminin müştemilatı olan bu bölümde kılmak nasip oldu.
Asıl özlediğimiz ve yıllardır hasretini çektiğimiz ziyaret mekanları sırada bekliyordu. Bir tercih yapmadan ama nereleri ziyaret edeceğimizi söyleyerek sıralamayı rehberimize bıraktık. İlk durağımız Ali Şir Nevaî türbesi. Türbe, Şahruh’un eşi ve Uluğ Bey’in annesi Gevher Şad Begüm ve bazı şehzadelerin de gömülü olduğu geniş bir bahçenin içinde. Nevaî türbesi onlardan ayrı. Tika tarafından yeni restore edilmiş. Bu açıdan bakımlı. Bahçe ve türbeler müze statüsünde, o yüzden özel izinle giriliyor. Nevaî, Türk dünyasının, hatta dünyanın bu dahi insanının huzurundayız. O nedeyse tek başına Çağatayca edebi dilini oluşturdu, dilimizin ilk biyografi kitaplarını, ilk hamseyi, ilk birden çok Türkçe divanı kaleme aldı, dilimizle ilgili ilk bilinçli teorik çerçeveyi çizdi. Aydın ve yazarlığı yanında çok önemli bir devlet adamıydı. Yani eskilerin tabiriyle kalem ve kılıç sahibi biri. İşte hayallerim gerçeğe dönüşüyor, bizim için türbenin kapıları açılıyor. Onlarca yılın hasretiyle kapıya yöneliyorum. Eşikten adım atacağım zaman içimden coşup taşan yoğun duygular göz yaşına dönüşüyor ve hıçkırarak türbeye yöneliyorum. Yanımdaki arkadaşım bir aşrı şerifle katılıyor bu heyecana. Dualar okuyoruz, kavuştuğumuz için şükürler ediyoruz. Elimle mermerleri okşuyorum. Bir süre baş başa kalıyoruz…. Türk edebiyatının bu dev ismi, adına efsaneler üretilen ünlü devlet adamı sevdiği ama böyle görmek istemeyeceği şehrinde ebedi uykusunda.
Oradan Gevher Şad Begüm ve şehzadelerinin türbelerinin bulunduğu binayı ziyaret edip Hüseyin Baykara’nın şimdi yıkılmış olan külliyesi civarında tek başına kalmış mezarına yöneliyoruz. Bir sanat şaheseri olan taş türbe zarar gördüğü için cam fanus içine alınmış. Ona da fatihalarımızı yollayıp Molla Cami’nin türbesine geçiyoruz. Burası halka açık bir mekân. Herat halkı ya da çevreden gelen sufi meşrep kişiler büyük bir vecd içinde hazreti ziyaret ediyorlar. Çoğu hıçkırarak hatta feryad ederek, bir kısmı da göz yaşlarını içlerine gömüp büyük bir huşu içinde ziyaretlerini tamamlıyorlar. Türbenin boyutları diğer örneklere göre büyük tutulmuş ve içinden iki fıstık ağacı boy vermiş. Burada da görevimizi yapıp yakındaki Fahreddin Razi’yi ziyaret ettik. Burası bir bilim insanına layık daha sade bir yapı içinde idi.
Şehir içindeki veya yakınındaki bu ziyaretlerden sonra Abdullah Ensari Türbesine yöneldik. Şehrin biraz dışında büyük bir mezarlık içinde yer alan türbe fevkalade kalabalık ve canlı. Sinan Paşa’nın Tazarru’name’sinde de gördüğümüz mensur münacatların ilkini kaleme almış olan bu büyük evliya, epeyce görkemli bir yapılar topluluğu içinde ebedi uykusunu uyumakta. Herat ziyaretlerimizi İslam medeniyetinin en büyük nakkaş’ı Bihzad’ın şehrin epey dışında bir tepede yer alan mezarı ile tamamladık.
Sultan Hüseyin Baykara genellikle öğleye kadar devlet işleriyle meşgul olup öğleden sonra Herat’taki sarayındaki bilim, kültür, sanat ve edebiyat adamlarıyla sohbetler düzenlermiş. Bu güzel faaliyet daha sonra gerçekleştirilen benzer toplantılar için Hüseyin Baykara sohbetleri adıyla anılır olmuş. Gündüz ziyaret ettiğimiz Herat’taki Tika temsilcimiz bazı akşamlar Tika ofisinde yörenin aydınlarıyla bir araya geldiklerini, bu akşam da böyle bir organizasyonları olduğunu, bizim katılıp katılamayacağımızı sordu. Doğrusu bu bir Baykara sohbeti çağrısıydı ve elbette evet demeliydik. Nitekim keyifle icabet ettiğimiz bu toplantıda hem Herat’ta hala o eski medeniyetin insana yansımış örneklerini gördük hem de asaletin o kadar örselenmeye rağmen kendini koruduğuna tanıklık ettik. Bu da Herat’ın tekrar ayağa kalkabileceği umudu verdi bize.
Herat, coğrafyanın kendine bahşettiği kavşak konumunu günümüzde de sürdürüyor. Bugünlerde İran’dan oraya, gelecekte Kabil ve Pakistan’a ulaşacak yeni bir demiryolu çalışması var. Zaten şehir, karayolu ile Asya’nın batısından buraya ulaşan yolları Avrupa’ya taşıyor. Herat yavaş yavaş ortadan kalkacak güvenlik sorunları sonrasında var olan tarım potansiyelini harekete geçirebilirse bunu pek ala ticaret, eğitim ve kültür izleyebilir. Bu tablo da yeni Hüseyin Baykaralar aracılığı ile Herat’ı masalsı bir kültür ve sanat merkezi haline tekrar getirebilir.
Burada bir de şahsi hikayemize yer verelim: Koskocaman Hint yarımadasını fethetmiş olmasına rağmen Babür’ün aklı hep Afganistan’dadır ve oranın yiyeceklerini, özellikle de kavun ve üzümünü Hatırat’ında öve öve bitiremez. Bu yüzden gittiğim her şehirde onu hatırlayarak sofrada kavun ve üzüm görmek istedim. Bu günler bu ürünlerin tam da mevsimi, malum. Ama Celalabad’dakiler hiç de övgüye layık değildi. Kabil’de tadına baktıklarım idare ederdi ama öyle tadı damağınızda kalacak türden değillerdi. Ne zaman Herat’a geldik, pek çok başka şey gibi oranın ürünleri de tarifsizdi. Bunu ev sahiplerine söyleyince bu şehirde yüz yirmi çeşit farklı üzüm yetiştiğini gururla ifade ettiler. Herat’ın sözünü ettiğim ürünleri imdada yetişmemiş olsaydı hemen her şeyini takdir ettiğim Babür’ün damak zevkinden kuşku duyacaktım.
Herat uğruna çıktığım bu maceralı yolculuk onun da ötesinde başka şehirlerle taçlandı. Ama benim için elbette asıl hatırda kalacak olanlar Herat’a ait. Özlediğim, hayal ettiğim kişilerin türbelerini ziyaret ettim, dualar okudum, onlarla halleştim, bize bıraktıkları için teşekkür ettim. Eserlerinde sözünü ettikleri meyvelerin tadına baktım. Onların yürüdüğü yollardan yürüdüm, yaşadıkları ortamı soludum, yer yer hayıflandım, yer yer gururlandım. Çoğu kez hayaller gerçeklerin ötesindedir ve çok önemsediğiniz mekanlar, tablolar bazen gerçeğiyle yüzyüze geldiğinizde hayal kırıklıkları doğurabilir. Benim için öyle olmadı. Elbette tablo 15. yüzyıldaki uygarlıklar çağının ancak kırıntılarını yansıtıyordu ama bunlar bile buranın bir zamanlar şahin yuvası olduğunun kanıtıydı. Minare yıkılmıştı ama mihrap yerinde duruyordu. Bunu bazen önünüzdeki bir çini parçası bile size hatırlatmaya yetiyordu. Bu güzellikler için Türkiye Maarif Vakfına ve onun değerli başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’e teşekkür ediyorum.