Çiçekçi Kız


 01 Mart 2024


 

Ben sık sık Taşkent’e gelirim. Her defasında bu şehir bana sanki farklı, yeni bir şehirmiş gibi hissedilir. Her geldiğimde henüz tanımadığım ya da bilmediğim güzelliğini bana gösterir; uzaklardan gelip cömert bağrını kocaman açmış, çocuğunu kucağına alan bir baba gibi beni sevgiyle ve gülümseyerek karşılar. Bu sevgiyi ve gülümsemeyi geniş yapraklı ağaçların arasından düşen sıcacık güneş ışınlarında, ılık esintiyle oynayan kâse gibi güllerin hoş kokularında hissederim. Ne kadar önemli olursa olsun, işimi bırakıp gökkuşağı rengindeki banklarda bir dakika da olsa oturasım, tıpkı böyle gökkuşağı rengi yolculara bakarak hayal kurasım gelir. Çoğunlukla da böyle yaparım. Parktaki birbirine bitişik üç çeşmenin yanına oturup etrafa bakarım. 

Park gece de gündüz de sakindir. Buradaki her şey büyülü bir dünyada. Ağaçların çokluğu ya da parkın kendine has doğasından mıdır bilinmez, buraya girerken yolcular alçak sesle konuşur, alçak sesle gülüşür, diğer sokaklarda kulağı sağır eden topuklu ayakkabının tak tuk sesleri burada duyulmazdı. Duyulsa bile alt fondaki müzik sesi gibi etkileyici, insanı büyüleyen hoş bir melodi gibi duyulurdu. Çeşme sularının aynı tonda şırıldaması insanı hayallere daldırırdı. Sokaklarda arabaların ardı arkası kesilmezdi; biri odun, biri tuğla, biri toprak taşırdı. Radyo sabahtan akşama kadar inşaatçılara övgüler yağdırırdı. İnşaatın gürültüsü, kaygısı herkesin başında, herkesin evinde, ofisinde… Ama park sessiz, her şey büyülü bir dünyada. 

Parkın kendine has doğasından mı yoksa dev çadırlar gibi dizilmiş çok sayıda ağaçtan mıdır nedense sokakların gürültüsü buraya yabancı, insanların yürümesi bile farklı; ağır ve sakin. Görünen o ki, buraya adım atan herkes hem şehrin telaşını hem de kendi kederlerini unutuyordu. Büyük ağaçların dallarında birbirlerine aşkla şarkı söyleyen kuşlar, yaprakların hışırtısı, binlerce farklı şekilde, binlerce farklı renkteki ayakkabıların aynı tondaki hafif tak tuk sesleri herkesi başka bir dünyaya, huzurlu bir hayatın koynuna alıp götürüyordu.

Bu insanlara bakıp şehrin geleceğini düşündüm. Onların, eski Semerkant’ın şan ve şöhretine, İstanbul’un güzelliğine eş bir şehre mensup olduklarını söyleyebilirim. Öyle olacağına da inanıyorum. Çünkü onların her bir adımında kararlılık, her bir sözünde gayret görülüyordu. Onlardan birini tanıyordum. Onun sesi bazen parka duyuluyordu, çiçek satıyordu. Parkın sol tarafında küçücük, lüks bir çiçek dükkânında çalışıyordu. İsmi Gözel. Lakin ismi cismine uymuyordu. Onunla geçen yıl tanışmıştım.

Sonbaharın sonlarıydı, Kaynarbulaklı[1] dostum “Pamir Dağlarının Sismik Tahmini” konulu bir tezi savundu. Konuya bakın! Kurama Dağlarını incelese ne olacak? Sanki incelediğinde Taşkent’in sorunu azalacak mı? Ne zaman deprem olacağını insanlar önceden bilseler, hazırlıklı olurlar mı? Her neyse. O zaman Hokand’dan geldim. Ne kadar arasam da hiçbir yerde bir demet çiçek bulamadım. Birisi bana bu çiçekçiyi gösterdi, içeriye girdim. Tezgâhın arkasında yaşı ilerlemiş bir kız oturmuş kitap okuyordu. İçeri girdiğimi fark etmedi. Etrafıma baktım. İrili ufaklı saksılarda çeşit çeşit çiçekler… Ama bir tanesi bile buket yapılacak tarzda değil. Ne yapmak lazım. 

Geri gitmek için kapıya yöneldim. Sonra nedense bir umutla arkamı döndüm ve dirseğimi tezgâha dayadım.

“Hanımefendi…”

Lakin kız beni duymadı. Yeni bir sayfa açtı, gülümsedi ve okumaya devam etti. Eğildim ve kitabın kapağına baktım: Turgenev “Bahar Tufanı”. Bunu görür görmez kız bekâr olmalı diye düşündüm. Lakin bu konu beni hiç ilgilendirmediği için yavaşça öksürdüm. Kız yine duymadı. Küçücük yüzüne yanlışlıkla emanet gibi yapıştırılmış gibi duran büyük, eğri burnunu çekti ve okumaya devam etti.

“İlginç bir kitapmış sanırım?” dedim sesimi biraz yükselterek. 

Kız dövecekmiş gibi döndü ve kaba bir sesle sordu:

“Ne istiyorsunuz?”

Bu muameleye kızmış olsam da soğukkanlılığımı korumaya çalıştım. Böyle yapmazsam niyetime ulaşamamam doğaldı.

“Küçük hanım, bana çiçek lazım…”

“İşte çiçek, buyurun alın!” diye kız saksıları işaret etti ve tekrardan kitaba daldı.

“Bu çiçeklerden değil, benim çiçek buketine ihtiyacım var…”

“Çiçek buketi yok” diyerek kestirip attı kız, başını kaldırmadan. Ne yapmam gerek? Düşündüm. O anda aklıma birden bir fikir geldi. Eğer bu dükkândan çiçeksiz gideceksem, bu kaba kıza nasıl davranması gerektiğini öğretip gidecektim. Dükkânaköpek mi girdi, insan mı girdi umurunda değil gibiydi. Tezgâhayaslanarak yavaşça konuşmaya başladım. 

“Turgenev’in “Asya” eseri de çok güzel…” 

“Okudunuz mu?” deyip kız birdenbire bana döndü. 

“Okumasam böyle söyler miyim?”

“Bu da çok güzelmiş. Bırakasım gelmiyor.”

“Belli oluyor. Birinin içeriye girdiğini bile fark etmediniz.”

“Affedersiniz” diyerekkız biraz utanarak gülümsedi, kitabı kapattı ve ayağa kalktı. “Gelin, neye ihtiyacınız var?”

“Çiçeğe ihtiyacım var, bir tane çiçek buketine…” 

“Çiçek buketi mi?” kız bana şaşkınlıkla baktı ve “Sorun değil.” Dedi. 

“Bir tane bulup verirseniz. Küçük olsa da olur!” 

Kız düşündü. Onun sadece güzeldi.

İri, kahverengi, biraz da hüzünlü… Bu gözlere bakarken uzun, ince boynu solmuş, çiçekleri dökülmüş yabani kuşburnunu andıran kalın dudaklarını; elmacık kemikleri çıkık yüzünü görmezden gelmeye çalıştım. Onun tüm güzelliği, farkında olmadan insanın dikkatini çeken sıcaklığı o dalgın ve biraz da kederli gözlerindeydi. Anne babası bu gözlere bakarak Gözel ismini koymuş olmalı. Ama ben bunu sonradan fark ettim. O esnada ise bu konu hakkında hiç düşünmemiştim, aklım fikrim çiçek buketindeydi ve yalvarırcasına kıza bakıyordum. Kız sessizdi.

“Arkadaşım bugün tezini savunacak. Hokand’dan geldim. En azından bir tane…” 

“Bekleyin biraz!” dedi sözümü keserek. “Ben şimdi…”

İçeri girdi. İçim rahatladı. Bulup gelecek diye düşündüm kendi kendime. Bir süre sonra kız elinde küçük bir buket çiçekle dışarı çıktı.

“Affedersiniz, yapabileceğim başka bir şey yok.”

“Bundan daha güzeli olamazdı!” dedim bulunmasına şükrederek. “Teşekkür ederim.”

Daha sonra buketi aceleyle gazeteye sarıp dükkândan çıktım. Nasıl olduğuna bakmadım bile.

Aradan çok zaman geçmeden, Gözel’e yine işim düştü. Şimdi de çelenk lazım diyerek yanına vardım. Daha sonraları Taşkent’e ne zaman işim düşse, parktan geçsem mutlaka onunla görüşmeye, havadan sudan sohbet edip oturmaya başladım.

İlk gördüğüntanıdık, iki kez gördüğünde bildik derler.Biz de bayağı samimi olduk. 

Gözel aslen Hokandlıydı. Babası cepheye gittiğinde o altı yaşında küçük bir kız çocuğuymuş, tek çocukmuş. Okula başladığında babasının ölüm haberi gelmiş. Annesi hemen yas tutup, ağlamış. Hatta mahalleye yemek dağıtmış. Böylesine eli açık olmasından dolayı bazıları memnun olurken bazıları rahatsız olmuş. Yaşlı bir kadın sokakta Gözel’in başını okşayarak: 

“İşgüzarlık yapıp, zavallı başın sağ olsun, sağlıkla büyü!” demiş.

Bu sözün manasını Gözel ilk başta anlamamış. Bir gün okuldan gelip baksa ki bıyıklı birisinin sedire yan vermiş uzandığını görmüş. Annesi onun ayaklarına masaj yapıyormuş. İkisi de kızı görmemiş. Gözel, ne yapacağını bilemeyip eşiğin önünde donakalmış. Bir müddet sonra o yabancı kişi annesinin bileğinden tutup onu bağrına çekmiş. Annesi kahkahalarla gülmüş. 

Gözel ne yaptıklarını tam anlamasa da kötü bir olaya şahit olduğuna aklı ermiş. Sinirlenip: 

“Anne” diye bağırmış.

Annesi sıçrayarak yerinden kalkmış. Kızını görünce, kulaklarına kadar kızarmış. Sonra kendine gelip dudakları beyazlamaya başlamış.Ne zaman sinirlense böyle oluyormuş.

“Aa! Hemen de geldin mi?” demiş kızına doğru yürüyüp. “Geç, amca ile selamlaş. Sana şekerleme alıp gelmiş.”.

Gözel gayriihtiyari yabancı adama bakmış.O yan şekilde yatmış, dik dik bakıyormuş. Gözel korkmuş. Kendini tutamayıp ağlamaya başlamış ve sokağa fırlamış.

“Hey kız, hey kahrolası!Nereye!” deyip annesi arkasından bakakalmış.

O gün Gözel hava kararıncaya kadar sokak sokak gezip ağlamış. Karnı acıkıp eve dönmüş; lakin içeri girmemiş. Sedirdeki manzara, yabancı erkek gözününönüne geldiği için içeri giresi gelmemiş. Kapıyı aralayıp avluya bir göz atmış. Hiç kimseyi görememiş. Ayakucunda basarak koridora girmiş ve eve bakmış. Evde de hiç kimseyi görememiş. Yavaş yavaş yürüyüp pencerenin önüne gelmiş. Gelir gelmez, halının üstünde yan yana oturan yabancı adam ile annesini görmüş. Onlar başköşedeki duvara dönmüş, bir şeyler konuşuyormuş. Bir sıra annesini içini çekmiş ve:

“Ne olursa olsun üvey üveyliğini yaparmış. Babasından kara haber gelir gelmez çok değişti.” demiş.

“Boş ver, bunun için de kaygılanma!” dedi kalın bıyıklı adam; “Artık kendi çocuğumuz olacak.”.

O böyle dedikten sonra yerinden kalkmış ve başköşeye varıp duvardaki büyük, altın suyu ile boyanmış çerçevedeki resmi almış; pencereye yaklaşıp onu avluya fırlatmış. Resmin camı paramparça olmuş. Gözel, kendini aşağılanmış hissederek ağlamaya başlamış. Lakin sesini çıkarmamış. Resim, babasının resmiymiş. Onu yerden alıp sıkıca bağrına basmış ve karanlık çökmesine aldırmayıp yeniden sokağa çıkmış. Bu sefer eve geri dönmemiş. Babasının resmini bağrına basarak kimisine yalvarıp kimisini kandırıp trene binmiş. Yedi gün mü, sekizgün mü sonra nice eziyetler, nice zorluklar çekerek Taşkent’e gelmiş. Yabancı şehir, yabancı insanlar onu çok korkutmuş. Ama bunların tümü de, babasının ölüm yıldönümünü beklemeyen üvey anne ve onun pala bıyıklı oynaşı yanında hiçbir şeydi. Gözel, sokakta başını okşayıp ona acıyan yaşlı kadının kederini şimdi anlıyordu. Demek o üvey! Üveyin ne olduğunu o çok iyi biliyordu. Lakin kendisi bu duruma düşeceği aklının ucundan bile geçmemişti. Babası sır saklamış, annesi ise ya korkmuş ya da gerek duymamıştı.

Gözel istasyonda kalabalık içinde ağlayarak, nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden tramvay yolundan ilerlemiş. Yürüyerek hastane pazarına gelmiş. O anda karnının acıktığını, yorulduğunu fark etmiş. Lakin tek kuruşu bile yokmuş. Ne yapacaktı? Gündüz bir şekilde geçer, ya gecene yapacaktı? Nereye gidecekti? Bu düşünceler içinde pazara girmiş. Orada her şey var. Lakin bir lokma ekmeği nereden alacaktı, kim verecekti? Meyve tezgâhının yanından geçerken küçücük bir çocuğun: “Kim ekmek ister! Sıcak ekmek!” dediğini duymuş. Arayıp onu bulmuş. Yaşıtı bir çocukmuş. Elinde sofra örtüsüne sarılı ev ekmeği. Gözel koşarak onun yanına gitmiş. Lakin ne yapabilecekti? İstesin mi? Yalvarsın mı? Çocuk ona aldırış etmeden gezinmeye devam ediyordu. Gözel, yutkunarak arkasından yürümüş. Bir müşterinin elinde ekmek gördüğünde midesi guruldayıp gözleri kararır gibi oluyormuş. En sonunda dayanamadı. 

“Hey çocuk, ekmeğinden bir parça verir misin?” demiş gayriihtiyari ellerini uzatarak.

“Git, git! Defol git!” dedi çocuk. “Bu ekmek koparılır mı? Kaç para olduğunu biliyor musun?”

Gözel hiçbir şey söylememiş. Zavallı bir tane ekmeğin ne kadar olduğunu nereden bilsin? Lakin bir şeyler umut ettiği için yüzünde çiller olan bu çocuğun peşinden ayrılmamış. Çocuk ise susmadan: “Kim ekmek ister? Sıcak ekmek! Gevrek ekmek!” diye bağırıyormuş. Sonunda Gözel yorulmuş. Tezgâhın üzerine yaslanmış ve gözlerini yummuş. Bir ara birisi can havliyle bağırmış. Gözel, gözlerini açıp baksa ki bir polisin ekmek satan çocuğu sürükleyip götürdüğünü görmüş. Çocuk çığlık atıyor, polise tekme atıyor ve ısırıyormuş. O sırada çocuğun koltuğundan sofra örtüsü düşüp ekmekler etrafa saçılmış. İzleyenler sanki tam da bunu bekliyormuşçasına yuvarlanan ekmeklerin üstüne kendilerini atmış. Çocuk ise dehşet içinde: 

“Dostlarım, amcalarım,artık satmayacağım! Lütfen bırakın!” diye bağırıyordu. 

Gözel hiç düşünmeden kalabalığı yarıp geçerek ekmekleri sofra bezine sarmaya başlamış. Lakin en fazla dört ya da beş ekmeği alabilmiş. Onlar da parçalanıp ayaklar altında ezilenlermiş. Sofra bezini hızla bağrına bastırmış ve polisin peşinden gitmiş. Pazarın köşesinde bir polis kulübesi varmış. Polis çocuğu buraya sokmuş. Gözel, kapının önünde kalmış. Yaklaşık bir saat sonra çocuk dışarı çıkmış. Zavallının gözleri ve göz kapakları şişmiş.

“Hey çocuk! Ekmeklerini al” demiş Gözel onun yanına varıp. 

Çocuk hızla sofra bezini almış. Ekmeği saymış.

“On tanesini almışlar.” demiş gülümsemeye çalışarak; sonra da hüngür hüngür ağlamaya başlamış. 

“Ağlama lütfen!” diye teselli etmişGözel; “Seni serbestbıraktılar, buna sevinsene!”.

Çocuk bir şey söylememiş. Sonra ikisi birlikte pazardan çıkmışlar. Nereye gideceğini bilemeyen Gözel, tramvay yoluna geldiklerinde durmuş.

“Hadi” demiş, çocuk. “Gelmiyor musun?” .

“Nereye?”.

“Nereye olacak! Bizim eve! Yürü. Ekmek yer misin? Al!” 

Çocuk bir tane ezilmişekmeği Gözel’e uzatmış. 

“Hızlı yeme. Boğazına dizilir.”

O gün Gözel bu yüzü çil yüzlü çocuk Mirazizlerin evinde kalmış. Annesi çok iyi bir kadınmış. Hemen sıcak yemek vermiş ve onu yıkamış. İşte yirmi üç yıldır bu evde. Bu evin acısına, tatlısına ortak olup yaşayagelmiş.

***

“İki yıldır bu dükkânda çalışıyorum. Annemin yerine çalışıyorum. O emekliye ayrıldı. Lakin gitmek istiyorum…” dedi Gözel bir gün laf arasında.

“Neden?”

“Kızlar ayıplıyorlar.”

Gözel, gülmeye çalışarak içini çekti. Ben hiçbir şey anlamadım. Sonra sormak zorunda kaldım.

“Karta kaçtın, diyorlar. Hiç kimse beni beğenmiyorsa, ben ne yapayım?” 

Gözel yalvararak bana baktı. Onun cömert gözleri yaşlarla dolmuştu.

“Lütfen üzülme!”dedim acıyarak; “Mutluluk erken evlenmekte değil ki! Benim bir tanıdığım var, kırk beş yaşına girdiğinde evlendi. 

“Gerçekten mi?” diye çocuklar gibi sevinerek sordu Gözel. 

“Evet. İşte şurada, yanı başınızda çalışırdı. Üniversitede.” 

“Hiç kimse ayıplamadı mı onları?”

“İyi insan ayıplamaz…”

“Doğru söylüyorsunuz… Ya sonra… Sevmeden evlenilir mi? Annem böyle söylüyor.”

“Anneniz anlayışlıbir insanmış.”

“Hem de çok. Taşkent’egeldiğime hiç pişman değilim.”

İlk depremin olduğu gün ben yine Taşkent’e gelmiştim. Viran olmuş sokakları, evleri görünce, gönlümü yatıştırmak için çiçek dükkânına girdim. Gözel, sevindi.

“Gelmeniz çok iyi oldu.”

“Ev sağlam mı?” diye sordum sözünü bölerek.

“Maalesef! Bir tarafı yıkıldı.”

O bu sözü öyle bir mutlulukla söyledi ki, şaşırdım. 

“Bundan memnun musun?” dedim kinayeli bir şekilde. 

“Düğün yapıyoruz!”

“Düğün mü!”

“Evet. Önümüzdeki cumartesi günü. Yarın nikâh dairesine gideceğiz. Birlikte gidelim, lütfen.”

Gözel hızlı hızlı ve keyifli konuşuyordu. Onun sevinci bana da geçti. Memnuniyetle ona baktım. Sevinç, mutlu gelecek arzusunun insanı nasıl değiştirebileceğini kendi gözlerimle gördüm. Gözel’in şakaklarında ve yassı alnındaki kırışıklıklar kaybolmuş; yüzüne kan gelmiş, tıpkı çiçek açan bir gül gibi görünüyordu. En önemlisi gözlerinde gam kederden eser de kalmamıştı.

“Tebrik ederim” dedim sıcak elini samimi bir şekilde sıkarak. 

“Teşekkür ederim. Yarın geleceksiniz değil mi?” 

“Arkadaşlarınız gelse daha iyi olmaz mı?”

Gözel cevap vermedi.

“Eğer siz gelirseniz… Babamı görmüş gibi olurum.” dedi sonunda kısık bir sesle.

“Tamam gelirim.”dedim.

Ertesi sabah güzelce giyinip çiçekçiye geldim. Dükkân insanlarla tamamen doluydu. Gözel beni görür görmez koşarak yanıma geldi. Beyaz krep bir elbise giymişti; tek parça örülmüş kalın saçları beline kadar inmişti.

“Tanışın!” dedi beni kolumdan çekip tezgâha yaslanmış iki delikanlının yanına götürerek. “Miraziz! Bu genç adam ise damat, Kamil.”

Selamlaştık. Damat yakışıklı, güzel giyimli, güler yüzlü bir gençti. Üniversiteyi dışarıdan okuyormuş, lakin nerede çalıştığını söylemedi, ben de sormadım.

Çok geçmeden yola çıktık. Gözel, damat ile benim koluma girmişti. İki lafından birinde sesli bir şekilde gülüyordu. Ona katılıp bizde gülüyorduk. Yoldan geçenler şaşkınlıkla bize bakıyorlardı. Biz ise umursamıyorduk. Kulaklarımızda evleri yıkan kepçelerin uğultusu, damperli kamyonların gürültüsü değil, Gözel’in kahkahaları vardı.

Nikâh dairesine girdik. Gelin ile damat belgeleri doldurmaya başladı. 

“Gözel, adresiniz nedir?” diye sordu bir ara damat.

Gözel söyledi. Çok geçmeden bir hafta sonra tekrar gelme şartıyla sokağa çıktık. Gelin ve damadı tebrik ettik. Kamil hepimizi restorana davet etti. Gözel bu tekliften önceden haberdar olmasına rağmen “Yaşasın” diye alkışladı.

“Şampanya ister misiniz? Ya kebap?” 

“Hepsi olur!” dedi Kamil gülerek. 

“Dondurma da mı?”

“Tabii ki!”

Gözel tıpkı küçük bir çocuğa benziyordu. Kamil ile Miraziz’in omuzlarına asılıp sıçrıyor ve kahkaha ile gülüyordu. Bir ara aklına bir şey gelmiş gibi durdu.

“Az önce adresi neden sordunuz, Kamil Bey?” 

Kamil önce biraz şaşırdı, sonra gülümsedi.

“Sizde kalıyorum.”

“Sizde derken? Bizim evimiz yıkıldı ya!”

“Bu yüzden sizin evinizde kalıyoruz” dedi Kamil minnettar bir tavırla. 

“Neden?” diyerek Gözel şaşırdı.

Biz de hiçbir şey anlamadan Kamil’e bakıyorduk. Daha dün Gözel, Kamillerin büyük bir evi olduğunu, oraya taşınacağını, evin zarar görmediğini söylemişti.

“Neden?” diyerek Gözel tekrar sordu.,

Kamil bunu da anlamamış gibi bize baktı ve şöyle söyledi: 

“Bize fazladan bir ev verseler kötü mü olur?”

Gözel olduğu yerde donakaldı. Benimde yüreğimi birşeyler tırmalar gibi oldu. Miraziz’e baktım. O başını eğmiş sessizce duruyordu. O anda bir şey çat etti. Hemen Gözel’e baktım. Onun rengi bembeyaz olmuştu. Kamil ise yüzünü örtmüş, endişeyle etrafa bakıyordu.

“Gözel” dedi Miraziz ne olduğunu anlayamadan öfkeyle ama Gözel bakmadı. 

Birden homurdanmaya başladı ve parkın içine doğru koşarak gitti. Miraziz de ardından gitti.

“Gözel! Dur! Gözel!”

Kamil ise yerinden kıpırdamadı.

Aradan bir buçuk ay geçti. Bu süre zarfında üç dört kez Taşkent’e geldim. Ama Gözel’i çiçekçide göremedim. “Kardeşiyle bir yere gitti, ne zaman döner bilmiyoruz” dediler sorduğumda. Nereye gitmişti? İyi miydi? Bunları düşünerek parka oturmuş, insanları dikkatle izliyordum. Keşke bunların arasında olsa da karşılaşsak diye ümit ediyordum. Ama ondan bir iz yoktu.

Bir gün akşam vakti işlerimi bitirip parka geldim. Çeşmenin yanına oturdum ve çiçek dükkânına baktım. İçeri girmek istiyordum ama “yok” sözünü duymak istemiyordum.

Hava son derece boğucuydu. Çeşmenin yanında iki serçe derin derin nefese kumda yuvarlanıyordu. Karşı bankta orta yaşlı, şişman bir adam yüzüne bir gazeteyi kapatmış uyuyordu. Ara sıra onun horlaması duyulmasa park oldukça sessizdi.

Kavurucu sıcağın bu nahoş manzarası bana yine Gözel’i hatırlattı. Nereye gitti ki? İyi mi acaba?... Bu düşünceyle yavaşça yerimden kalktım.

O anda yüksek bir hoparlör sesi düşüncelere dalmış hâlimi dağıttı. 

“Kim çiçek ister! Gül! Taze çiçek!”

Bu Gözel’di.Onun sesiydi. Bana göre bu sesle kuşlar da park da canlanmış gibi oldu. Birisi kahkaha ile güldü. Birisi yüksek sesle bir yerlere koştu.

“Gözel!” dedim sevincimi gizlemeden ve parkın büyülü huzurunu bozarakçiçek dükkânına doğru koştum.

1967

 


 

[1]  Kazakistan’ın Türkistan bölgesine bağlı bir köydür. Boydibek ilçesinde bulunmaktadır.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 207. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 207. Sayı