Çığlık


 01 Mart 2015

Sadık Amca ile Safiye Teyzenin kavgalarına apartman sakinleri alışmışlardı. Gürültüsüz kavgasız akşam geçirdiklerini hatırlayamaz oldu komşular. Komşular bir yerlere yatılı misafir olarak gitseler bile, Sadık Amca ile Safiye Teyzenin kavgası nasıl geçti acaba, diye meraklanırlardı. Eve dönüşlerinde diğer komşulara sormayı ihmal etmezlerdi. Tabi evden ayrılmayan diğer komşular geçen kavgayı nazlana nazlana, ballandıra ballandıra anlatırlardı. Anlatılarken de eklemeler sözcüklerin arasına serpiştirilirdi. Böylece konuşmalar başını alıp giderdi. Sadık Amca ile Safiye Teyzenin günlük kavgaları ile komşuların dedikoduları bir nevi dünya dengesine benzer bir durumdu belki de. Birileri kavga üretir diğerleri o kavgadan nemalanır gibi bir şey. Yoksa apartmanlarda monoton hayatlar hiç çekilir mi? Sadık Amca ile Safiye Teyzenin her akşam gramofon gibi tekrarlayan kavgaları yüzünden apartmanda, akşam olduğunda komşular kulaklarını evin kapısına dayar ve orta katta olan daireden gelecek sesi dinlemeye beklerdi. Beş katlı apartmanın üçüncü katın kuzey batı yönüne bakan dairede oturuyorlardı Sadık Amca ile eşi Safiye Teyze. Çocukları yoktu. Çocuklarının olmayışının suçlusu doktorlara göre her ikisi de suçluymuş. Nasıl olduysa kazan yuvarlanıp kapağını bulmuş misali. Her ikisinin de biyolojik nedenlerden dolayı çocukları olmuyormuş. Ortak noktaları bu olmasına rağmen hiçbiri suçunu kabullenmek istemiyordu. Kabullenmeme ve istememe öyle bilinçaltına yerleşmişti ki karşı tarafın her konuşmasına -iyi niyet içerse bile tepki gösterilirdi. Beraberlikleri, bu minvalde elli beş yılı devirdi.   

 Aslında evliliklerinin beşinci yılında çocukları olmayacağına kafaları dang etmişti. Çocuk olmayış nedenini çevredeki yaşlılar duayla, hacı hocayla ve muskalarla gidermeye çalıştılar. Olmadı. Sonunda doktora başvurdular. İşte o zaman gerçekler ortaya çıktı. Görücü usulüyle evlenmişlerdi. Köyde kimse evlilikten önce kan uyuşmazlığına veya doku uyuşmazlığına falan takmamıştı. Çocuğu veren de Allah alan da, diye geçiştirirlerdi. Evliliğin ilk haftasında birbirlerine alıştılar. Birbirlerini sevmeye başladılar. O alışkanlık o sevgi, saygının dışında birbirlerinin her şeyini kabullenmeye ve beraber olmaya yetiyordu. Sadık Amca dışarıda hiç geç kalmazdı; “Evde   Safiye’m beni bekler,” deyip adımını hızlandırırdı. Bir gün bile: “Bu yemeği yemem”, “Ben bunu sevmem dememişti.” Ama her yemekten sonra da bir bahane bulup yapılan yemeği, yapılan işi tenkit etmediği de olmamıştı. Safiye Teyzede öyle evde yaptığı her yemeği kocası Sadık Amcaya göre yapardı. Yapıp bitirdikten sonra: “zıkkım olsun” demeyi de ihmal etmezdi. Sadık Amca ile Safiye Teyzenin dolabı böyle dönerdi her gün. Her akşam günün hesap kesme saati geldiğinde kavgalar başlardı. Her şey için kavga ederlerdi. Sudan bahaneler, çekirdek kabuğunu doldurmayan nedenler, bazen de bağırmaları, gürültüleri ileri gidip yatak meselelerine kadar konuyu götürürlerdi. İşte komşularda en fazla merak uyandıran meselede bu idi. Hele bir gece yarısı ses yükseldi mi, karı koca arasındaki yatak meseleleri başladı, demektir. Kim kime karşı daha soğuk daha duyarsız olduğunu, büyük suçlu kim olduğunu anlamak için komşuların erkekli-kadınlı kulakları iyice kapılara yaslanırdı. Edep sınırını aşan laflar havada uçuştuğunda komşulardan karı kocalar birbirlerine bakıp kıs kıs gülmeye başlardı. Kimi komşular, kavgada geçen sözleri daha iyi duymak için evin kapısını yavaşça açıp aralı tutanlar da vardı. Komşu evlerin kapılarının menteşeleri eski ve paslanmış olup kapı açıldığında çıkardığı gıcırtıları susturmak için, ertesi gün hemen nalburdan yağ dolu bir plastik yağdanlık alıp iyice menteşeleri yağlarlardı. Duvarlar da pek işe yarardı. Dairelerin arasındaki delikli kerpiçler yapı malzemeleri arasında inşaatta ne kadar sağlıklı bir malzeme olduğu söylense de ses geçirmeye müsaitti. Bunun farkında olan komşular Naciye Hanıma gıptayla bakarlardı. Onun dairesi Sadık Amcalarla bitişik idi. Daha önemlisi yatak odaları bitişik idi. Mimari dizayndan kaynaklanan bir tasarımdı. Doğrusu modern şehirlerin getirdiği aileler arası mahremiyeti yıkma tasarımın kurbanlarıydı Sadık Amca ile Safiye Teyze! Naciye Hanımın arzuladığı gibiydi komşuların kavgası. O kavgaları yegâna şahidi ve aktarıcısıydı. Apartmanda kim ne derse desin Naciye Hanıma mutlaka başvurulurdu. Özellikle Sadık   Amcaların kavgası. Naciye Hanım, Sadık Amcanın yatak odasına bitişik odanın duvarına kulağını yapıştırırdı her akşam. Elinde sigarası, bazen çay bardağı bazen kahve fincanı elinde oturup beklerdi. Öyle bir dinlemeye meraklıydı ki heyecandan elindeki fincanı üstüne devirmişti birkaç kere. Naciye Hanımın başvurusuna kalmadan olup bitenleri dinlemek için bazen evin erkeği dairenin aralanmış kapısından kulaklarını diklerdi, karısı da – daireleri Sadık Amca’nın üstünde ise kulağını yere kabartırdı. Dairesi altta olan ise kulağını tavana asacak durumu olmadığı için gözleriyle tavanı takip ederdi. Gölge oyununu takip eder gibi. Böylece bağrışmalardan küfürlerden kaçırdıkları konu olmasın diye karı koca ayrı ayrı yerlerde görev başında nöbet tutardı. Komşular kendi aileleri arasında sabahı beklemeye tahammül edemezlerdi. Her biri duyduğunu meydana sererdi. Biri diğerininkinden daha fazla bir şey duymuş olabilirdi! Daha fazla edep sınırını aşan söz işiten, çocuklardan uzak baş başa kaldıklarında eşine süsleyerek, göğsünü kabartarak anlatırdı. Tabii Sadık Amcalarda geçen küfürlü kelimeler karşısında da bazen karılar -daha fazla başını eğip utanarak kıs kıs gülerdi. Apartmanda iki dünya bir arada yaşanırdı. Biri Sadık Amcanın evinin dünyası diğeri de diğer komşuların ortak dünyaları. Sadık Amcanın dünyasında elli beş yıl sonra başka bir his baş gösterdi. Her ikisinin kulakları ağır işitmeye yüz tutmuştu. Safiye Teyze’nin kulakları artık yüksek gürültü sesi tahammül etmese de başka çare olmadığını da biliyordu. Kelimeler tam duyulmuyordu. Bağırarak konuşmak! Kelimelerin harflerine daha ağır basmak zorunda kaldılar. Tekrarlamalar çoğaldı. Bazen de el kol hareketleriyle konuşmalarını desteklemeye çalışırlardı. El hareketlerine ilaveten kirpik çarpmalarda sıklaştı. Hele dişleri emanet takım halini alıp ve akşamları birer bardak suya dişlerini beklettikten sonra, çeneleri, yanakları iyice büzülürdü. Harflerin çıkışları ayrı bir tonda ayrı bir telaffuzda çıkıyordu. O gece de aynı; hep kavga ve öfkeyle sürdü. Kavga aynı ama Safiye’den sarf edilen söz bu sefer çok ağır olmuştu. “Senin bu saate kadar yaşaman haram. İktidarsızlığını öğrendiğin saatte sen ölmeliydin!” O cümleye kadar “Safiye’m” dediği eşinin bütün ver yansılarına tahammül edilebilirdi. Hakaretleri çekilebilirdi. “Sen ölmeliydin” demesi. Aynı yastıkta bunca yıldan sonra, demek “Safiye’min!” içinde bir öteleme, ayrılma isteği bilinçaltına yerleşmiş olmalıydı. Ölüm, ayrılığa, geriye dönüşü olmayan bir istekti. Meğer “Safiye’m” bu isteği içinde saklı tutuyormuş hep. Adam sabah işe gitmek için uyandığı saatten daha erken kalktı. Gece gözüne uyku girmemişti zaten. Kâğıt mendil torbasını eline aldı. Kendini sokağa attı. Her gün sabahtan akşama kadar çivi gibi otobüs durağında mendil satıyordu. Emeklilikten sonra durakta mendil satmayı kendine iş olarak bellemişti. Çoluk yok çocuk yok. Öyleyse ne diye fazla hırpalanıp mal mülk edinsin. İlkokulda kâtip olarak yirmi yedi yıl çalıştıktan sonra emekli olmuş. Kendi isteğiyle emekli olduktan sonra sabahtan akşama boş oturmayı çekememiş. Birde evde kaldıkça kavgalar daha da çoğalırdı. Kolay bir iş olsun diye otobüs durağında bilet satmak, kâğıt mendil satmak. Hem yükte hafif, taşıması kolay hem de getirisi fena değil. Yollarda gelip geçenleri seyretmekte çabası. O sabah omzunda ağır yükle yola attı kendini Sadık Amca. “Safiye’min” sözleri dayanacak gibi değildi. Başı eğik adımlarını zor atıyordu. Adımlarını sürüklüyordu demek daha doğru olurdu. Bakkallara gazete dağıtımını yapan kamyonet sokakların boş olmasından yararlanarak hem gaza basıyor hem de akrobatik hareketler yaparak sokaklarda vınlıyordu o saatlerde. Sadık Amca dargın ve gecenin yükünü sırtından sokağa atmak için yola çıkması ile diğerinin şaklabanlık yaparak sokaklarda dolaşması bir noktada birleşti. Sadık Amca kana bulanmış yere düşmüştü. Eşi hastane koridorunda konulan bankaya otururken Sadık Amca hastanenin yoğun bakım bölümünde iki yaşam arasında çırpınıyordu.   Sadık Amca kurtulamadı. Cenaze, mezarlık, defin işlemleri derken kadın mezarlıktan çıkarken ayakları yere basamıyordu. Başsağlığına gelenler, Sadık Amca için sarf ettikleri övgüler kitaplar doldururdu. Gelenler çekildikten sonra Safiye Teyze yalnız kaldı. Safiye Teyze yorgundu. Yorgunluğunun yanında da başka bir his kabarıyordu içinden! Bir kuş tüyü kadar hafiflemişti. Kireçlenen boynundan ağrılar gitmişti. Boynu dik, omzu içe ve öne eğilmemişti veya ona öyle geldi. Ev çok sessizdi. Akşamın geç saatinde sofrayı hazırladı. Masaya kendine bir tabak koydu. Karşıya da bir tabak koymak istedi. Durakladı. Tabağı aldı mutfağa. Tekrar masaya geçti. Yemeğini yedi. Birkaç dakika önce komşuların ısrarlarına rağmen ağzına bir lokma yemek koymamıştı. Gözleri masanın öbür tarafındaki sandalyeye takıldı. Boş sandalyeden gözlerini kaçırdı. Hazırladığı atıştırmalık yemeği tamamlamadan koşar adımlarla odasına girdi. Üstünü çıkardı, geceliğini giydi. Her gece kocasıyla yattığı yatağa doğru gitti. Anlam veremediği bir tedirginlik hissi vardı içinde. Biri onu takip ediyor hissi. “Boş kuruntu,” diye kendini avuttu. Yatağa girdi. Başını yastığa koydu. “Ben yendim” der gibi yüzünde hafif bir tebessümle uykuya daldı. Gecenin bir saatinde elini kocasının yattığı tarafa uzattı; karanlık odada, yastıktan başlayarak aşağı doğru yatağı yokladı. Sadık yoktu. Elli beş yıl sonra tek başına bir odada! Yerinden fırladı. Yıllardır gürültü yumağı olan apartmana bir çığlık sesi o gece şimşek gibi düşmüştü. Apartman sakinleri yerlerinde fırladılar. Tek bir çığlık. Komşular Safiye Teyzeyi tımarhanede birkaç kez ziyaret ettiler. Sonra unuttular onu. Şimdi kimsesizler mezarlığında yatıyor. Sadık Amcasız. 

***

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 99. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 99. Sayı