Çılgın Türk


 01 Şubat 2025

ÇILGIN TÜRK

Gözleve zaferi, Çorumlu Hasan Onbaşı’ya iftihar madalyası ve onbaşılık rütbesi kazandırmakla kalmadı, adının Kırım Seferi’ne katılan erler, subaylar, paşalar tarafından duyulmasını da sağladı. Kurmay subayların değerlendirmelerine göre Hasan Onbaşı’nın yakaladığı üç Rus fedaisinden alınan bilgiler savaşın kaderini Türk ordusu lehine değiştirmişti. Bu bilgilerle Rus ordusu tam bir bozguna uğratılmış, büyük kayıplar verdirilerek geri çekilmek zorunda bırakılmış, Gözleve işgalden kısa sürede kurtarılmıştı. 

Haber, Rus Çarı Birinci Nikolay’a Petesburg’daki kışlık sarayında ulaştı. Büyük şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaşayan Çar, yenilgiyi bir türlü kabullenemedi, 2 Mart 1855 günü canına kıydı. Yerine İkinci Alexander geçti.     

Türk askerinin Gözleve başarısından sonra dünya devletlerinin gözü, Osmanlı, İngiltere (Birleşik Krallık), Fransa’dan oluşan üçlü ittifaka çevrildi. Rusya anlaşmaya yaklaşmayınca İttifak donanması stratejik önem taşıyan Azak Denizi girişine, Kerç Boğazı’na yürüdü. 1855’in nisan ve mayıs aylarında yapılan iki seferle Kerç ve Yenikale Ruslardan kurtarıldı. Ardından Osmanlı için önemli limanlardan biri olan Soğucak (Novorossisk) kurtarıldı. 1855 yılı mayıs ayının sonuna doğru ittifak donanmaları önemli liman şehirlerinden biri olan Anapa’ya çıkarma yaptı. Anapa’yı işgal altında tutan Rus güçleriyle ittifak askerleri arasında çetin çarpışmalar oldu. Rus askerleri ittifak karşısında tutunamadılar. Mayıs ayının bereketiyle, güzellikleriyle donanmış şehri yakıp yıkarak Kafkas Dağları’nın batı ucuna doğru çekilmeye başladılar. İttifak güçleri Kafkas eteklerine kadar onları takip etti. 

Kaynak sularının derecikler oluşturduğu, ağaçlık, yemyeşil, düz, geniş bir araziye dalınca, akşam vaktinin yaklaşmakta olduğu, karanlık basınca dağlarda ilerlemenin tehlikesi düşünülerek takipten vazgeçildi. Burası günlerdir savaşan, yorgun askerin dinlenmesi, güç toplaması için oldukça uygun bir yerdi. Top, tüfek, insan haykırışları değil kuş sesleri duyuluyordu. Askere “Dur!” emri verildi. Hızlıca güvenlik önlemleri alındı. Teçhizat çıkarmadan dinlenmeye geçilecekti ki şaşırtıcı bir gelişme oldu. Sol ön taraflarındaki sarp kayalık dağın zirvesine yakın yerinde büyük bir alev topu göründü, anında dumana dönüştü. Dumana dönüşen alev topunun içinden çıkan bir top mermisi geldi, Fransız askerlerinin ortasına düştü. Bir anda taş, toprakla birlikte askerler de havalanıp tekrar yere döküldüler. Yerde kocaman bir çukur açılmıştı. Parçalanan, ağır yaralanan askerler oldu. Bir anda herkes yere yapıştı. Yaşanan şaşkınlık atlatılamadan kayanın aynı yerinde bir alev topu daha… Başka bir namludan çıkan top mermisi Türk askerleriyle İngiliz askerlerinin arasına düştü. İki taraftan da ölenler yaralananlar oldu. Çok geçmeden bir patlama daha… Sonra bir daha… 

Akıllara önce tuzak geldi. İttifak askerleri tuzağa mı düşürülmüşlerdi. Belki de Rus askerlerinin güvenlik içinde, en az kayıpla, çekilebilmeleri için zaman kazanmaya yönelik oyalama taktiğiydi. Çünkü başka bir noktadan atış yapılmıyor, sadece kayanın zirveye yakın yerinden… Ancak her patlama onlarca askerin kaybına neden oluyordu. Kartal yuvasını çağrıştıran, kaya kovuğundan uç kısımları görünen top namluları peş peşe ateş püskürüyor, ölüm saçıyordu. Aşağıdan yapılan atışlar, kayalara çarparak etkisiz hâle geliyor, kovuktaki bataryayı susturmak mümkün olmuyordu. Bütün gözler topların ateşlendiği kaya kovuğundaydı. Oradan gönderilecek mermilerin nereye düşeceği, kimleri parçalayacağı belli değildi. Aşağıda kimse güvende değildi.

Çorumlu Hasan Onbaşı da gergin, öfkeli bir yüz ifadesiyle aynı noktaya bakıyor, ittifak topçularının peş peşe gönderdikleri top mermilerinin hiçbir işe yaramadığını görüyor, daha çok geriliyordu. Kılıç atölyesi canlandı belleğinde. Kızgın demire kısa aralıklarla inen çekiç seslerini kararlı, tok bir ses bastırdı. “Korkma! Aklını kullan! Allah’a sığın!” Babasının sesiydi. Korkmuyordu. Aklını kullanmayı biliyordu. Aklını kullananların en büyük yardımcısına inanıyordu. Oyun bozanların en hayırlısına inanıyordu. Onun yardımıyla kaya kovuğundaki bataryayı susturabilirdi. Onun yardım ettiğine kim zarar verebilirdi ki… Onunla beraber olanı kim engelleyebilirdi ki… O hâlde ne bekliyordu? 

Hasan Onbaşı bakışlarıyla kayanın görünen taraflarını bir kere daha büyük bir dikkatle taradı. Görünmeyen taraflarını da gördüklerinden hareketle zihninde tamamladı. Topların ve mermilerinin o noktaya nasıl çıkarılmış olabileceğini kafasında çözdü. Mesafe ve zaman hesapları yaptı. “Bana aklımı kullanmayı emreden Rabbimin yardımıyla ben bu bataryayı sustururum!” dedi içinden. Sağında uzanmış vaziyette zirveyi gözetlemekte olan hemşehrisi Tutuşlu Kerim’e tüfeğini uzattı.

“Tüfeğim sende kalsın Kerim, dönünce alırım!” dedi.

İki Çorumlu göz göze geldiler. 

“Nereye hemşehrim?”

Hasan Onbaşı eliyle kayanın doruğunu işaret etti. 

Tutuşlu Kerim’in bir anda gözleri hayretle büyüdü. 

“Delirdin mi sen?” diyebildi.

“Hayır, aksine aklımı kullanacağım.”

“Hem de silahsız…”  

Hasan Onbaşı, şaka yapmıyordu, kararlı görünüyordu. Belindeki kasaturayı gösterdi.

“İşte silah!” dedi. “Tüfek beni engeller.” 

“Komutan izin vermez!”

“İzin istemeyeceğim, böyle görevlere izinli gidilmez!” 

Hasan Onbaşı, ayağa kalkmadan, İngilizlerin içtiği sütlü çay renkli yüce dağ heybetiyle karşılarında duran kayaya doğru bir kertenkele gibi sürünerek akmaya başladı. Yukarıdaki topçuların görüntü alanından kurtulunca ayağa kalkıp koştu. Saniyeler içinde kayanın dibine ulaştı, tırmanmaya başladı. Asker ve subaylardan pek çoğu Hasan Onbaşı’yı koşarken görmüş, kayaya tırmanışını seyretmeye başlamıştı. Yerde sürünmesine, kalkıp koşmasına anlam veremeyenler tırmanışa geçince nereye gittiğini anlamışlardı. Fakat bu düpedüz delilikti. Tek kişi, koca bir topçu bataryasına ne yapabilecekti ki... Bile bile ölüme gitmekti bu… Türk, İngiliz, Fransız; Müslüman, Hristiyan görenlerin tümü, ölüme koşarak giden bu adam için acımaya, bir taraftan da kendi dilleriyle, kendi dinlerince dualar etmeye başladılar. Şans dilediler. Bu deli adam, başarılı olursa, ittifak askerleri Rus topçularına hedef olmaktan kurtulacaktı.   

Hasan Onbaşı, babası ve Sadık Hoca’sı tarafından iyi yetiştirilmiş, gözünü budaktan esirgemeyen, korkusuz, inançlı, bir Anadolu delikanlısıydı. Kuzey Karadeniz’de İttifak güçleriyle gerçekleştirilen Kerç, Yenikale, Soğucak çıkarmalarında bulunmuş, çatışmalara girmiş, sağ salim dönmüştü. Hem yiğitti hem şanslıydı. Fakat bu defa şansını zorluyordu. Herkes gibi hemşehrisi Tutuşlu Kerim de şansını zorladığına inanıyordu. Bu defa dönemeyebilirdi. Dönerse “Hemşehrim, onbaşım!” demeyecek, doğrudan “Çorumlu Deli Onbaşı” diyecekti. 

Hasan Onbaşı’nın birliğinden ayrılıp sütlü çay renkli kayaya doğru koşması sonra da tırmanmaya başlaması İngiliz komutanın da dikkatini çekmiş dürbünüyle izlemeye başlamıştı. Bu Türk askerinin ne yapmak istediğini herkes gibi komutan da merak ediyor, dürbün kullandığı için herkesten daha iyi takip ediyordu. Bir taraftan da kartal yuvasındaki topçu bataryasını gözetliyordu. Bu çılgın Türk, kesinlikle topçu bataryasını susturmaya gidiyordu. Fakat bu, nasıl olacaktı? Mümkün müydü? Batarya kendisini kaya kovuğuna öyle güzel gizlemişti ki buradan gönderilen onlarca top mermisiyle bile susturmak mümkün olmamıştı. Bir Türk nasıl başa çıkacaktı? Oraya ulaşması bile imkânsızdı. İngiliz komutan, uçlarından başka yerleri görünmeyen top namlularından çok tırmanıştaki Türk askerini izlemeye devam etti. İhtimal vermese de Türk’ün başarısı için dua etti. 

İngiliz komutan kartal yuvasındaki toplardan birinin namlusunun açı değiştirdiğini fark etti. Namlu tam da komutanın bulunduğu noktaya çevrilmişti. Komutanı ortadan kaldırmaya yönelik bilinçli bir odaklanma olabilirdi. Bir askerî birliği dağıtmanın, esir almanın, etkisiz kılmanın en kestirme yolu komutansız bırakmaktı. Bunu mu yapmaya çalışıyorlardı?

İngiliz komutan yanındaki subaylara şu an bulundukları alanın boşaltılmasını emrettikten sonra hızla yer değiştirdi. Yeni siperinden dürbünüyle önce top namlularını kontrol etti. Yeni bir ayarlama göremeyince biraz rahatladı. Tekrar çılgın Türk askerine dönmek istedi fakat bulamadı. Asker bıraktığı yerde yoktu. Kayanın sağını, solunu, yukarısını, aşağısını dikkatle taradı, göremedi. Acaba bataryadakiler tarafından görülerek vurulmuş muydu? Ayağı kaymış, dengesini kaybetmiş, aşağılara yuvarlanmış da olabilirdi. Şimdi akla gelmeyen başka türlü bir aksilik de mümkündü. Komutan siperinden iyice doğrularak aşağılara baktı göremedi. 

Yeniden kartal yuvasını gözetlemeye başladı. Yuvanın en solundaki topun namlusundan fışkıran ateşi ve ateşle birlikte çıkan mermiyi gördü. Mermi, komutanın hayli uzağındaki Fransız birliğine doğru gitti. İngiliz komutan merminin gittiği yerle, peşinden yükselen gürültüyle ilgilenmedi. Çünkü az önce kaybettiği çılgın Türk’ü görmüştü. Bu defa Türk, zirvenin hemen altında, kartal yuvasının sol üst yanında kısmen gizlenmiş durumdaydı. Kendini göstermeden bataryada olup bitenleri izliyordu. Muhtemelen kafasındaki planı uygulamak için fırsat kolluyordu. 

Çılgın Türk, beklediği fırsatı yakalamış olmalı ki gizlendiği yerden bir anda çıktı. Uçmaya hazırlanan koca bir kartalın kanatlarını açışı gibi kollarını açtı ve o heybetli hâliyle kendini yuvaya bırakarak gözden kayboldu. İngiliz komutan yuvada ne olup bittiğini, bataryada görevli komutan ve askerlerin onu nasıl karşıladığını göremiyordu. Olup bitenleri göremese de yuvayı izlemeye devam ediyordu. Rus askerlerinin ne kadar gaddar olduklarını biliyordu. Çılgın Türk’ü mutlaka yakalamış olmalıydılar. Sağ bırakmaları mümkün değildi. Müttefik askerlerinin morallerini bozmak için ya bütün olarak ya da parça parça kayadan aşağıya atacaklardı. Daha etkili olacağını düşünerek bağırta bağırta canlı da atabilirlerdi. Zaten aşağıya ininceye kadar parçalanacak, can verecekti. 

İngiliz komutan bu düşüncelerle çılgın Türk’ün aşağı atılmasını beklerken başka gelişmeler oldu. Bataryadaki askerler yuvanın sağ tarafındaki çıkışı kullanarak koşar adımlarla oradan uzaklaşıp görünmez oldular. Yenilgiye uğrayan Rus güçleri zaten çekilmişti. Geride kalan bu bataryanın askerleri de topları bırakıp çekiliyorlardı. Müttefiklerin işine yaramasın diye topların ateşleme mekanizmalarını mutlaka bozmuş, topları mutlaka kullanılmaz hale getirmiş olmalıydılar. Anapa’yı terk ederlerken işe yarar bütün binaları, devlet dairelerini, depoları ateşe vermişler ya da havaya uçurmuşlardı. Burada henüz alevler yoktu, parlama, patlama yoktu. Anlaşılır gibi değildi. Sadece Rus askeri değil hiçbir asker, düşmana sağlam batarya, mühimmat bırakıp da çekilmezdi.  Ya çılgın Türk… Türk’ü ne yapmışlardı acaba? Aşağı atmadıklarına göre, esir rehine olarak yanlarında götürüyor olabilirlerdi. 

İngiliz komutan bataryadakilerin üstüne atlayan Türk’ü merak ederek gözetlemeye devam etti. Dakikalar geçti, namlular kıpırdamadı. Toplar ateşlenmedi. İngiliz komutan “Bataryada hiç asker kalmadı mı?” sorusuna cevap ararken kartal yuvasının top namlusu görünen gediklerinden birinde bir asker göründü ve kayboldu. Aynı asker bir kere de bataryanın çıkışında göründü. Bu asker, dipten zirveye kadar kayayı tırmanan, kartal görüntüsüyle tepelerine atlayan çılgın Türk’ten başkası değildi. İngiliz komutan gözlerine inanamadı. Şaşkındı ve hayretler içindeydi. Binlerce asker içinden bir Türk askeri tırmana tırmana kayanın doruğuna çıkacak, tek başına bataryayı susturacaktı. Olacak şey miydi bu? Olmuştu işte... 

Komutan İngiliz aksanlı bir Türkçeyle “Türkler gerçekten korkusuz ve çılgın!” dedi. Yanındakiler hiçbir şey anlamadılar. Bu defa batarya gediğinde gördüğü askeri işaret ederek aynı sözü İngilizce olarak söyledi. Bu defa diğer subaylar da onayladı.

Hasan Onbaşı, Kafkas Dağları’ndan birinin batı ucuna sırtını dayamış duran bu yalçın kayanın doruğundaki bataryayı terk etmedi. Müttefik askerleri gelinceye kadar bekleyecekti. 

Kayanın iki yanındaki ormanlık yamaçları kontrol altına alan Türk askeri bataryanın giriş çıkış yolunu da keşfetmişti. Hasan Onbaşı’ya ilk ulaşan altı kişilik bir Türk timi oldu. Tim komutanı genç teğmen ve emrindekiler karşılaştıkları manzara karşısında şaşırıp kaldılar. Atışa hazır üç topun ve üst üste konulmuş mermi sandıklarının, yiyecek, içecek malzemelerinin bulunduğu kartal yuvasında her şey yerli yerindeydi. Herhangi bir çatışma, yangın izi görünmüyordu. Dağınıklık, kırılma, dökülme yoktu. Yerde sırt üstü yatan göğsü kanlı, ölü bir Rus subayı vardı. Bir elinde kasatura, diğerinde tabancayla korunaklı köşede bekleyen Hasan Onbaşı… Onbaşı’nın elindeki tabanca yerdeki subayın olmalıydı. Çünkü subayın belindeki tabanca kılıfı boştu. Gerçekten Hasan Onbaşı’nın bataryayı tek başına ele geçirişi anlaşılır gibi değildi. 

Teğmen, Hasan Onbaşı’nın yanına kadar yürüdü. 

“Tebrikler onbaşı! Yüzlerce can kurtardın.” dedi gurur duyan bir sesle. 

Askerce kucaklayıp sırtını sıvazladıktan sonra iki adım geri çekildi. Hasan Onbaşı’yı başından ayaklarına, ayaklarından başına kadar iki kez süzdü. Kıyafetinin dizleri ve dirsekleri dikkat çekecek biçimde yıpranmış, küçük yırtıklar oluşmuştu. Bunlar, kaya tırmanışından kalan izlerdi. Bu cesur Türk askerini, bu akıl almaz başarısından dolayı tekrar tekrar kucaklamak, tebrik etmek geliyordu içinden. Büyük bir merakla;       

“Nasıl başardın onbaşı?” diye sordu.

“Zor olmadı komutanım!” dedi Hasan Onbaşı. 

Tabancalı eliyle yukarıyı gösterdi.

“Onlara görünmeden tepelerine kadar sokuldum. Dönüp baksalar kesinlikle göreceklerdi, bakmadılar. Hepsinin gözleri aşağılardaydı. Topların namlularını müttefik askerlerinin kalabalık olduğu noktalara çevirmeye çalışıyorlardı. Ben ta aşağıda yaptığım plan ve hesap gereğince batarya komutanlarını takip ediyordum. Komutanlarının “Ya Allah!” deyip üzerine atlayabileceğim bir mesafeye gelmesini bekliyordum. Geldi ve atladım. Batarya komutanı bir anda kendini kıskıvrak yakalanmış buldu. Sol kolum gırtlağında kasaturam kalbindeydi. Yüzümü göremeden, neye uğradığını anlayamadan yere yıkıldı, anında öldü. Tabancasını aldım. Ölmeseydi kendi tabancasıyla kafasına sıkacaktım. Komutanlarının akıbetini gören diğer askerler, sanırım büyük bir baskın yediklerini düşünerek hiç direnmeden, her şeylerini bırakıp kaçtılar. Ormana karışıp görünmez oldular. 

Rus ordusuna ait bir tabancayla birliğine dönen Hasan Onbaşı’yı bölük komutanı başta olmak üzere silah arkadaşları coşkuyla, alkışla, karşıladılar. Çevresinde büyük bir kalabalık oluştu. Herkes tebrik ediyor, cesaretini, kahramanlığını övüyordu. Onun gözleri kalabalık arasında silahını emanet ettiği, hemşehrisi Tutuşlu Kerim’i arıyordu, fakat yoktu. Bölük komutanına soracağı sırada bir ses duyuldu:

“Çorumlu Deli Onbaşı! Çorumlu Deli Onbaşı! Ben buradayım!” 

Başını kaldırıp kalabalığın üstünden sesin geldiği yöne bakınca onu gördü. Kalabalığın az gerisinde, iki elinde iki tüfekle fotoğraf çektirmek üzere poz vermiş gibi durmuş, sevinçle Hasan Onbaşı’ya bakıyordu. Hasan Onbaşı kalabalığı yara yara ona doğru yürüdü. Vardı tam karşısında durdu. Tutuşlu Kerim’in sanki sevinçten dili tutulmuştu. Hiç söylemeden öylece bakıyordu. Gözleri dolu doluydu. Konuşursa mahcup olacak gibiydi. Konuşursa yanakları ıslanacak, bunca kalabalığa karşı mahcup olacaktı. Aralarından “Türk askeri ağlamaz!” diyenler çıkacaktı. Yine de tutamadı kendini, konuştu:

“Döndün mü deli!” dedi.

“Döndüm!”

İki asker, iki hemşehri, iki arkadaş birbirine sarıldı. Tutuşlu Kerim iki elinde iki tüfekle sarılmıştı, uzunca bir süre bırakmadı. 

“Ya dönemeseydin, ustama ne diyecektim ben?” diye adeta hesap sordu Kerim.

Ustam dediği Hasan Onbaşı’nın babasıydı.

Hasan Onbaşı, arkadaşının sırtını sıvazladı, biraz geri çekilip yüzüne baktı. Sağlıkla geri dönüşünden dolayı duyduğu sevinci yüzünün her noktasında gördü. En çok da gözlerinde… Gözleri hâlâ sevinç gözyaşlarıyla dolu doluydu. 

“Dönmeseydim babama ‘Oğlun şehit oldu!’ diyecektin. O, şehitliğin ne demek olduğunu bilir. Eminim üzülmez sevinirdi.” 

Onları dinleyenler bir kere daha alkışladı.

Ertesi gün Hasan Onbaşı karargâha çağırılınca; “Birliğimden izinsiz ayrılıp disiplin suçu işlediğim için çağrılmış olabilirim.” diye geçirdi içinden. Bu sebepten çağırılmadığını komutanın huzuruna çıkınca anladı. Komutan babacan bir tavırla gülümsüyordu. İngiliz komutan Çılgın Türk hakkında kendisine bir mektup göndermişti. Türkçe yazılmış mektupta, korkusuz Türk’ün tehlikeli kaya yolculuğu, tek başına düşman bataryasını susturarak onlarca askeri ölmekten, yaralanmaktan kurtarışı övgüyle anlatılıyor, mutlaka ödüllendirilmesi gerektiği hatırlatılıyordu. Mektup, Hasan Onbaşı’nın dinlemesi için bir kere daha okutuldu.

Hasan Onbaşı, Türk birliklerinin Anapa’daki en yüksek rütbeli komutanı ve orada bulunan, bütün subaylar tarafından tebrik edildi. Ödül olarak kendisine bir serbest gün verildi. Türkçeyi, Rusçayı, Adige dilini ve şehri bilen kılavuzlardan biriyle şehri gün boyu gezecek, akşam karargâha dönecekti. 

Hasan Onbaşı Anapa’yı gerçekten de çok merak ediyordu. Osmanlı Devleti’nin bir türlü vazgeçemediği, kaleyle, askerleriyle korumaya çalıştığı bu liman şehrini tanımak istiyordu. Ruslar çekilirlerken ne hâlde bırakmışlardı, görmek istiyordu. Kendisine verilen serbest gün ödülüne çok sevindi.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 218. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 218. Sayı