HaftanınÇok Okunanları
TANER GÜÇLÜTÜRK 1
COŞKUN HALiLOĞLU 2
KEMAL BOZOK 3
HİDAYET ORUÇOV 4
SEYFETTİN ALTAYLI 5
AHMET KARTAL 6
Serdar Dağıstan 7
Sokağa girdiği an pişman oldu. Önüne koca bir duvar çıkmıştı; son anda fren yapmasa neredeyse duvara çarpacaktı. Uzun, dar ve karanlık yolun etrafındaki eski binaların birkaçında cılız ışıklar yanıyordu. “Oof! Nasıl bir kadermiş bugün? Allah belâmı vermesin!“ diye bağırdı Sevil. Bağırdı, evet tüm kızgınlığını, nefretini ve acizliğini toplayarak bir nefeste içinden atmak istedi. Çünkü o anda arada bir sönüp yanan cılız ışıkları son zamanlarda yaşadığı hayatında hissetti.
Sevil genç olmasına bakmadan ciddi bir avukat sayılırdı. Onun hesabında başarıyla sonuçlanan davaları çoktu. Fakat yaşadığı son iki olay onu çok üzmüştü. O kadınlar... zavallı kadınlar... eski hor hayatından kurtulmak için cesaret bulamayan kadınlar. Vazgeçtiler. Serbest, zorbalıksız, insan gibi yaşama ihtimalinden vazgeçti ve ikisi o hatırsız kocalarına geri döndüler. “Kader” imiş.
Üstelik evindeki durum pek iç açıcı değildi. Ailesi sayılan bir tanecik nenesi var, o da şu an hasta. Felçten sonra bir türlü toparlayamadı. Ona yeterince özen gösteremediğinden çok rahatsızdı. Zamanında aksi olmuştu. Nenesi onu büyütürken hep özen göstermişti. Anne şefkatini görmeye nasip olmasa da, anneannesinin merhamet ve itinasını ziyadesiyle hissederek büyümüştü. Şu sebeptendir ki, Sevil kendi kendini yiyordu ama bereket komşusu göz kulak olmayı kabul etmişti. Şimdi de erken dönecekti, kadına söz verdi. Nenesi yanında kendisi oturacaktı, ama düştüğü aksi duruma bak!
Ne yapacağına karar vermek için kontağı kapatıp direksiyona kafasını koydu. Bir an için zaman durdu. İçinde büyüyen kaygı, karanlık sokağın havasıyla birleşip boğucu bir hale geldi. Gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Elini direksiyonun üzerinde gezdirirken, aniden bir ses duymaya başladı. Önceleri hafif fısıltı gibi gelen ses, yavaş yavaş belirginleşiyordu.
Sevil dikkatle ortalığa kulak verdi. Dışarıdan gelen sesi, çocuğun hafiften ağlama sesine benzetti. Arabasından indi. Karanlıktan hiç bir şey seçilemiyordu. Telefon ışığını açarak sesin geldiği tarafa adımladı. Terk edilmiş bir evin köşesinde yabanileşerek çalılara dönüşmüş gül ile duvar arasında dikenli perde arkasına saklanmış biri misali genç kadınla beraber beş altı yaşında bir erkek çocuğunu gördü. Yerde oturan çocuk, duvara yaslanmış halde yatan kadını kucaklayarak kısık sesle, evet, sesini ziyade çıkartmaktan korkar gibi yarı kısık sesle ağlıyordu. Sevil’i görünce ürktü. Sustu, yavaş yavaş kadının önüne gelip diklendi. “Bu benim annem. Onu kimseye üzdürmem.” diyerek cesaretini gösterdi.
Beş altı yaşında bir çocuğun ne kadar gücü var ki diye sorarsınız haliyle, lâkin onun tavrını görmek gerekirdi. İyice uzamış sim siyah, kıvırcık saçları arasından kömür gibi kap kara gözler güya şu etraftaki karanlığı delerek yabancıya karşı dikildiler. Gerekirse iki pençesini de kullanacak, tipik kurt yavrusu gibi. Havanın serin olmasına rağmen zayıf gövdesi üzerindeki bir tek pijamalı haliyle yabancını karşısına dikildi. Sevil nasıl davranacağını şaşırmışken yerde yatan kadıncağız basık basık inleme sesi çıkartmaya başladı.
“Korkma benden, korkma... Annen mi?” diye çocuğu korkutmamak için oldukça nazik bir sesle sordu. Onun sakin ve arkadaşça sesi çocuğa, sanırsın sıcak ve güvenilir göründü. Çocuk “evet” der gibi, kafasını sallayarak jest yaptı.
“Ben size zarar vermem, endişelenme.” dedi Sevil ve kadına bakmak üzere hafiften çömeldi. Çocuk biraz kenara çekilerek, daha evvel yabancı görünen kadına annesini havale etti. Çünkü küçüklüğüne bakmadan gerçekten de yardıma muhtaç olduğunu o pekiyi anlıyordu.
Sevil telefon ışığını yerde yatan kadının üzerinden baştan ayak gezdirdi. Çocuk kendi montuyla annesinin üstünü örtmüş olduğunu fark etti. “Ah, be güzel yavrum, küçük pehlivan seni!” fikri geçti Sevil’in aklından. Alıp çocuğun üzerine giydirmek istediğinde, çocuk: “Annem hasta, üşür.” dedi. Sevil kendi yağmurluğunu çıkartıp annesi üzerine örtünce, çocuk montunu sırtına geçirdi. Yerdeki kadın zaman zaman inliyor ve titriyordu. Alnının bir tarafı kanamışmış.
“Nasılsınız?” diye hitap etti Sevil bu durumlarda ne denmesi gerektiğini bilmeyerek. Fakat aptalca bir soru olduğunu fark etmişti. Yanağını okşadı – yanıyor, peşinden alnını tutmayı denedi. Yanağı, alını, elleri ve tüm vücudu – ateş gibi, kendisi baygın, yalnız inleyip sayıklıyordu. “Ambulans!” dedi ve birden telefonuna yapıştı.
“Alo! Doktor, acil doktor lazım! Kadın. Yaşı... e-e-e, genç o, bilmiyorum, yirmi beş yirmi altı civarında. Baygın. Ateş gibi, yanıyor, kan, her tarafı kan içinde. Adres mi? M-m-m... Şimdi...”
Sevil çekilerek adresi söylemek için etrafına iyice bakındı ve evin bir köşesinde gördüğü yazıya ışık tutup okudu:
“Çatal Çeşme Sokak, No: 15. acele ediniz lütfen, lütfen!” sözleriyle telefonunu kapattı. İçindeki telâş daha fazla arttı. Ambulans gelene kadar bir şeyler yapmalı, ama ne? Böyle durumlara hiç rastlamamıştı daha önce.
Bir taraftan baygın yatan bir kadın, diğer taraftan – annesi için dert yanan, küçük yaşına rağmen onu cesurca koruyan yiğit. Sevil başını çocuğa çevirdi: karanlıkta yüzü benzi aydın görünmüyor olsa da, oturuşu ve tavrından çaresiz halde olduğu açık açık görünüyordu. Netice itibarıyla o bir çocuktu. Sevil eski bir kütük üstünde oturan yavrunun yanına çekilerek dizleri üzerine çöktü, onun küçücük ellerini avuçları arasına alarak ısıtmaya çalıyorcasına okşadı.
“Annen iyi olacak. Şimdi doktorlar gelir, hastaneye götürür ve iyileştirirler onu. Görürsün!” dedi. Çocuk kafasını yere doğru eğdiği gibi oturmaya devam etti, yanıt vermedi. Başını bile kaldırmadı, güya kafası içinde ağır, çocuk değil, yetişken insanın dahi kaldıramayacağı kadar ağır bir yük vardı. “Acaba, onların başına nasıl bir belâ düşmüştür ki, gecenin bu saatinde böyle bir durumla baş başa kalmışlar zavallılar?”
Havası daha fazla soğudu ve inceden yağmur çiselemeye başladı. Sevil kadını kaldırabilirse arabasına koyarak hastaneye götürürdü, ancak kaldıramayacağı kesindi. Beklemekten başka çaresi yoktu.
Onların bahtına ambulans çok bekletmedi, ışıklarını açarak malum sesle şu çıkmaz sokağa döndü. Bizi bir kenara çekerek acilen tahlile yanaştılar: “Yaşıyor, ama düşük yapmış.” dedi biri. “Çabuk sedye getirin!”
Kadını en yakın hastaneye kaldıracaklardı. Sevil çocuğu arabasına alarak onların peşinden gitti. Hastayı içeri götürdüler. Sevil çocukla beraber koridor koltuğuna oturarak bekleyecekti. “Nasıl oluyor da çağımızda kadınlar hâlâ böyle vahşiliklere maruz kalıyor? Kocasıdır tabi! Başka kim olacak ki? Son davaların şikâyetçileri de ona benzeyen kadınlardı zaten...” fikirlerine kapıldığı anda aniden telefon sesi onun düşündüklerini yarıda bıraktı. Bugün erken dönmek istediği aklımdan uçmuş gitmiş. Heyecanlı da olsa telefona cevap vermek zorundaydı: “Alo! Evet, unutmadım. Acil bir işim çıktı, bir kadına yardım etmem icabetti. Çocuğu da tek başına bırakamadım. Sonra anlatırım. Rica ediyorum! Allah sizden razı olsun!” diye bitirdi konuşmasını. Şimdilik işi çözülmüştü, galiba. Biraz sakinlemiş oldu.
Epeyi bekledikten sonra hekim çıka geldi:
“Durumu nasıl?” diye sordu, Sevil doktorun yanına gidip.
“Siz hastanın kimi oluyorsunuz?” diye sordu o.
“Hiç… Avukatım ben. Bu çocuk – onun oğlu” diye işaret etti çocuğa dönerek, ama o da koltukta oturup ısınınca yorgunluktan uyuyakalmış, sabi.
“Nasıl olsun? Dövmüşler anladığım kadarıyla. Üzerinde morarma izleri ve yaralar var. Dokuz haftalık yavrusunu düşürmüş. Elimizden geleni yaptık. İlaç etkisinden sabaha kadar uyur. Sizin yapabileceğiniz bir şey yok, isterseniz yarın gelin. Toparlarsa şayet taburcu ederiz” diye doktor yorgun haliyle kendi odasına doğru gitti.
Ertesi günü Sevil çocuğu annesine getirdi. Çocuk sabah erkenden uyanınca Sevil’in başı ucunda onun uyanmasını bekliyordu. Onu ne kahvaltı, ne de başka bir şey umurunda değildi. Ağzından tek bir söz bile çıkmadı. Tek isteği – hızlıca hastaneye gitmekti. Ancak hastanede annesine kavuşunca, rahatlamıştı.
Sevil kendini tanıttı, avukat olduğunu, yardım edebileceğini söyledi. Bu tür işler pek bir kâr getirmediğinin de farkındaydı. Olsun! Zaten böyle yardıma ihtiyacı olanlara faydalı olmak amacıyla seçmişti, bu branşı. Eğer Sevil o zamanlarda avukat olmuş olsaydı, annesini de babasından korumuş olurdu. Fakat o yıllarda küçücük çocuktu, tıpkı şu ufaklık gibi. Tabi ki, o yardım eder, elinden geldiğini yapar! Ne anneler, ne de çocukları bunca zorluk çekmemeli, çekişmeye mecbur bırakılmamalı.
“Sevil hanım, yardımız için minnettarım. Daha çok, oğluma sahip çıktığınız için. Ziyadesi...” dedi biraz sustuktan sonra ve kafasını cama çevirip: “Biz eve döneceğiz.” Dedi kadın.
“Nasıl? Siz buna göz mü yumacaksınız? Olmaz. Mücadele etmek gerekir! Hem kendiniz, hem şu evlâdınız için.”
“Ben kocamı mahkemeye veremem. Yavrumun babasını nasıl satarım? Bir kere oldu, bir daha tekrarlanmaz.”
“O sizi bu kadar dövmüş, hatta doğmayan çocuğunuzdan oldunuz. Bir kere olduysa, bir daha olur. Bir, iki, üç defa değil, bir faciayla bitene kadar devam edebilir. Ben ne dediğimi pekiyi biliyorum” dedi Sevil ve boğazını bir düğüm gelip tıkamış gibi oldu. Sevil yutkundu, derin nefes alarak: “Lütfen, teslim olmayın. Bunu, evladınızın hatırı için yapmalısınız!” diye ikna etmeye çalıştı.
“Yapamam. Ben böyle bir şey yapamam. Ne olacaksa olsun... Demek kaderim böyleymiş.” diye oğlunun elinden tutarak çabucak odadan çıktı. Odanın açık kalan kapısı camdan esen rüzgârdan gürültüyle kapandı. O gürültü Sevil’in kalbinde “kader”, “kader” diye yankılanarak şu cılız ışıkların yandığı sokağa geri götürdü.
(AYB Balkanlar Çevrim İçi Hikâye Atölyesi, Nisan 2025)