Çin Hediyesi


 01 Mart 2019

İkindi ile akşam arasındaki gök gürültüsü, yeryüzüyle baharın göbek bağını kesmişti. Kış mevsiminin şiddetli soğuğundan zayıf düşen köylü, çişeleyen yağmuru seyredip, “Kudrete bak!” derken içleri umut ve sevinçle doluydu. Tarladan doymadan dönen hayvanlar bile gübre kokulu ahıra acele etmeden yavaş yavaş geliyorlardı. O esnada Bazargül siyah ineğini sağıyor, Ömırbay ise eline aldığı çubukla bir buzağıyı uzaklaştırıyordu. 

“Bey, sen ne yapıyorsun? Şu akrabasının peşine düşüp sınır ötesine giden Takay var ya, meğer geri dönmüş. Bir sürü mal getirmiş,” dedi eşi memeyi çekerken. Memeyi sıkı tutan güçlü kadın kovaya süt akıtarak buzağıya dönüp baktı. “Geçen şu komşu kadın söyledi; fakirmiş ama maşallah gözü tokmuş.”

Ömırbay’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Belini doğrultamadan zor yürüyen eşine, hareketsiz duran siyah ineğine, memeye uzanmak isteyen buzağıya baktı. “Çeksene ayağını! Baksana şuna! Buzağıya süt vereceğine... Sanki son sağma sütü azmış gibi. Sen de içsene, hadi yapış!” dedi Ömırbay hayvanlara kızarak.

Bazargül’ün gözüne uzun boylu, kırpık bıyıklı bir adam ilişti. Yerinden hemen fırladı. “Çin’e kaçarken bitleri semirmişti, bak şimdi, adam olmuşlar,” diye düşündü. 

Eşinin bu  keskin sözleri  Ömırbay’a çok dokundu. Dışarıdaki kapıyı sertçe kapatıp eve giren Bazargül’e de, sakız çiğner gibi ağız dolu köpüğünü akıtan buzağıya da dikkat etmedi. 'Takay geri dönmüş' sözü kulağında çınlıyordu.

Her tarafa sürükleyen dolu dizgin düşünceler, bir kâse çayı bile yudumlatmadı. “Hay, Allah! Zaten millet Çin’den gelen ucuz mallara çoktan doymuştur,” dedi içinden.

Yüzünde çizgilerin belirginleşmeye  başladığı sarışın eşi, kaynayan semaverle birlikte adeta korsuz yanıyordu. 

“Rengin solmuş, n’oldu?” diye sordu Bazargül şüphelenerek.

“Yok birşeyim” dedi Ömırbay.

“Beni dinle! Az önce Astana’dan arayan kızın ile damadın geleceklerini söylediler. Torunumuz Yerlan 'Dede ile nineyi özledim' demiş. Kurban olayım torunuma! Sabah şu kısır maryayı tarlaya gönderme. Torunumuz güzel bir çorba içsin.” 

Bazargül’e seslenmek istediği anda kapı gıcırdadı. İçeriye Takay girdi. Elindeki bohçayı kapı önüne atarak yüksek sesle selam verdi.

“Hay, Allah! İki yanağına bak, kıpkırmızı, ne kadar gençleşmişsin! Yoksa yağ mı sürdün yüzüne?”

“Hadi yengeciğim, çay kaynatıver! Yağı da sürdüler, balı da. Boş ver, hadi sen işine bak!”

Ömırbay  kardeşini sofranın başına oturtturdu. Kendisi ise ocağın dibine doğru kaydı. “Yağ sürmez ha!” diyebildi.

Bazargül , Takay’ın getirdiği emaneti istemeden aldı.

“Millet  iyi mi?” diye sordu Ömırbay.

“Herkesin bol bol selamı var abi. Eskisi gibi rahatlık yok tabii ki. Ne yapalım zaman işte…” dedi Takay.

Ömırbay’ın gözüne biraz önceki hayal ilişti. Eşi ile kayınço arasındaki şakalaşmalara önem vermedi.

Yalnız kaldıkları zaman Bazargül Çin’den gelen hediyelere bakarak:

“Düşmanından da alsan, menfaatine derler ya… Al şunu! Çin’deki karın göndermiş,” dedi. Ömırbay elinde parlak mavi bir kumaşın olduğunu fark etti. 

“Ne kadar güzelmiş!” diye hayret etti. “Küçücük teybi de göndermiş. Zavallı ne yapsın?!” diye mırıldandı Ömırbay.

Pelüş gibi yumuşak işlenmiş, boy posuna uygun biçilmiş siyah kürk Ömırbay’a çok yakıştı. Vücudunu öyle ısıtıyordu ki, çıkartmayı düşünmedi.

“Sana yakışmadı. İhtiyara ne yakışır? Astana çok soğuk. En iyisi damada hediye et! Şansa bak. Kızım için diyorum. Avuçlarını yalıyordu zavallı. Şu kumaşı alıp kendisine güzel elbise diktirsin. Şu teybi torunum görürse, çok sevinecek. Ne ise yatalım. Sabah hayvanları tarlaya erkenden sürmek lazım,” diyen Bazargül, sevincini gizleyemedi. Gerdek gecesini hatırlamış gibi yatağını acele etmeden düzeltti. Bembeyaz yorganını serdi. Kürk ile mavi kumaşı katlayarak dolabın içine koydu. 

Her ne kadar vakit gece yarısını da geçmiş olsa da, Ömırbay gözlerini kapatamadı. Sarışın yüzlü eşi sağa sola dönerek derin nefes alıp uyuyordu. Ömırbay ise yorganı teperek kendisiyle mücadele ediyor gibiydi.

“Yengeciğimin iki güzel hasleti var: Uykusu taş, sözü ise zehir gibidir,” diye konuşan Takay’ı hatırladı.

Gözlerini nasıl kapatabilirdi ki? Vücudu yataktayken hayali Çin’de gezip dolaşıyordu. Tepeden tepeye dolaştıran o eski atını hatırladı. Neydi o günler…

 

***

Beyaz Çarlık’ın yerle bir olduğu, Kızıl askerlerin güç kazandığı o korkunç devirde Ömırbay’ın annesi ile babası iflas edince, sınıra yakın olan Çin’deki Kulja ilçesine göçmüşler. Geldiklerinde çok zorlanmışlar. Ömırbay ise ailenin tek oğlu olarak nazlı nazlı büyüyordu. O dönemde ilçede Çinliler pek yoktu. Sonraki dönemlerde bir gün içerisinde çoğalmışlardı. Çok mu özlemişlerdi vatanlarını? İlk günlerde akşamleyin ocağı yakarken geldikleri tarafa bakarak ağlarlardı. O zor dönemlerde hayatında ağzına haram lokma atmayan Kazak yaşlıların fareyi ateşte pişirip yemelerine hayret etmişti. Yetim çocukların savaş esnasında zamanın çıldırtıcılığına uyarak ellerine silah alıp bir anda asker üniformalarına bürüneceklerini kim aklından geçirebilirdi ki? 

Ömırbay babasının istediği kızla evlenmişti. O günlerde Çinlilere karşı savaş ilan eden Osman dayısı vardı. Osman Batır daha önceki hukümetle yaka paça olmuştu. Bu sefer Kuomintang’a karşı baş kaldırmıştı. “Kim varsa, herkes atına binsin! Ezilmek isteyen Çinlilerin ayakları altında kalsın!” diye haykırmıştı.

Annesi bırakmıyordu oğlunu. Bir sürü bahaneler ileri sürse de, dinine bağlı olan babasına söz geçiremiyordu. “Git oğlum!” diyen babası, “Ruhun Allah’a emanet; nefesin kısmettir. Babayiğitlerin başıdır Osman. Milletin hayalidir Hürriyet. Osman’dan daha güçlü, hürriyetten daha mukaddes bir şey yoktur oğlum. Git!” demişti. 

“Tek oğlumu nasıl savaşa gönderirsin? Fıtratı çok farklı. Korkaktır senin oğlun. Çocuğunun ölmesini mi istiyorsun? Çinliler peşini bırakmazlar oğlumun! Gelinim yapayalnız kalacak. Baksana, hamile haliyle kıvranıyor. Osman dayısı ise farklı, herşeyi gören bir insandır. Gerekirse bir hayvan için bile savaşacak fıtratı var onun.” diyerek hayatında nadiren konuşan annesi içini dökmüştü. 

“Sus!!!” diye babası susturmuştu.

İşte o andan sonra dağları dolaşarak kayaların üzerinde yürümüştü. Düşmana karşı  nice mücadele meydanlarında bulunmuştu.

“İt oğlu itlere bak ya! Eskiden asker ata binemezmiş. Bir askere bir atlı Kazak’ı verirlermiş. İki kişi ata binermiş. Asker tüfek tutar, Kazak arkadan askeri tutarmış. Tabii ki et yiyen Kazak’la denk olunur mu?” diye konuşurdu genç Ömırbay. “At koştururken bağırıp çağırın! Düşmanın nefesi kesilsin!” derdi.

Sovyetle savaşan Osman Batır, eninde sonunda Çinlilerin eliyle kurban oldu. Osman şehit düşünce Çinliler lidersiz kalan Kazak askerlerini Kulja ilçesindeki hapse attılar. Eskiden fareye dönüp bakmayan askerler, açlıktan fareyi bile bulamaz oldular. İşte Ömırbay, Tamuğun ateşinden zar zor kurtulabildi.

Yıllar geçti. Ömırbay’ın ikinci oğlu dünyaya gelmişti...

Herkes kendi gölgesinden korkarak baskılara alışmaya başladığı sırada, Sovyet Birliği yumuşamış, Çin-Sovyet sınırı açılmıştı. “Vatanlarını özleyenler için geri dönüş!” haberi ulaşmıştı. Millet paniklemişti. Herşey belirsizdi. Her kafadan bir ses çıkıyordu: “Müjde, sınır bir sene boyunca kapanmayacakmış… Hayır, bir ay açık kalacakmış…  Sovyet askerleri kadın ile erkeği ayrı kabul edeceklermiş….  Çin’in bitine kadar herşeyi sayarız demişler….” 

Ömırbay, eşi Asemay ile iki oğlunu Altay’da oturan kayınvalidelerin evine gönderdi. Kayınvalideler de sınırı geçeceklermiş. Kızla  damadı bekliyorlarmış. Ömırbay ise Boztepe’nin eteğinde kalan annesi ile babasının mezarını ziyaret ederek sınıra gelecekti. Kayınvalidesi ile eşi Asemay sınıra gelene kadar büyük oğlu bir gün öncesinden sırayı bekleyecekti.

Sovyet Birliği’nin hangi şehrinde veya ilçesinde yerleşeceklerini sınırda haber vereceklermiş. Eğer akrabalar listeye dahil olmazsa, gözyaşına bakmadan herkesi her tarafa tespih taneleri gibi dağatacaklarmış. En çok da bu  haber yürekleri hoplatıyordu.

Ömırbay sınıra vardığında sınır kapısı kapanmış, kendisi kalabalığı yararak son anda geçmiş, ailesi öte yanda kalmıştı.

***

Ömırbay düşüncelerinde boğuluyordu. Kalktı, sigara yaktı. Yatakta uzanan sarışın eşi kıpırdamadan uyuyordu. İçini yakan acı dumanı nefes vererek çıkarttı. Küllüğe el uzattığı anda Çin’den gelen küçük teybi fark etti. Yine uzandı. Yorganına büründü. Biraz sonra teybin düğmelerine elini uzatıp basınca o eski yıllara karışan Asemay’ın sesini duydu. Gelin olarak evine gelen Asemay’ın sesi ne güzeldi!

Perde arkasından utana utana çıkar, esmer yüzüne yakışan o güzel saçlarını eliyle tarar, anne ve babasına çay ikram ederdi. Gülümsediği zaman iki şirin gamzesi belirirdi. İşte o güzeller güzeli Asemay’ın sesi eskisi gibi değildi.

“Önünüzde eğilerek selam verdim! Bu, Allah’ın emriyle nikâhladığınız Asemay,” diye konuştuğunda Ömırbay titremeye başladı. Havasızdı. Yüreği ağzına geldi. Kaseti döndüren teyp yine çalışıyordu. “Bizi unutmadınız değil mi? Hiç olmazsa, sözümü duyasınız diye mektup yazdım. Ne yapalım, kader işte. Bizler Altay’dan yetişene kadar sınır kapısını açılmayacak şekilde kapatmışlar. Siz ise kalabalıkla birlikte geçmişsiniz. Hissetmiştim aslında, sınıra yaklaşana kadar rahat değildim zaten...”

Kendisini o an kaybetmişti. Gözünde o eski acı hatıralar canlandı. Sınır kapısının önünde yaşananlar gözünün önünden geçiyordu...

***

Dün kalabalıkla geçti dedikleri kayınvalidesi ile eşini ve iki evladını bulamadığı için takati bittiği anda: 

“Ömırbay hayatta ise hemen gelsin,” demiş Çin sınırındaki asker komutanı.

Acı haberi duyan herkes üzülmüştü.

“Böyle olacağını biliyordum zaten.”

“Ne diyorsun sen? Belki ailesini bulmuştur.”

“Asemay ile iki evladına bakarak kapıyı açmazlar.” 

“Sus! Osman Batır’la birlikte hükümete baş kaldıran adamı Sovyet Birliği’ne sokmayız, demişler.”

“Aldatıp bir şekilde Kulja’nın hapsine sokalım, demişler.”

“Sen ne diyorsun, elini ayağını bağlayın, dilini koparın, demişler.”

“Reddet kardeşim! Çocuk belindedir, eşin yolundadır.”

“Vatanımıza geldik” dediğimizde, yolumuzu hep sarhoş adamlar kesti. Nereye geldik?” diye kadın erkek herkes konuştu.

Bunlar olurken Ömırbay’ı Rus askeri götürmüştü…

***

Asemay’ın teypteki konuşması devam ediyordu.

“Gecikmeden Sovyet’teki bir güzelle evlenmişsiniz diye duyduk. Yakıştıysa problem yok. Fakir eşiniz ise hep eski hatıralarla yaşayıp ihtiyarladı. Sabaha doğru rüya gördüm. Saçlarım beyazlaşmış meğerse. Yanınıza eşinizi alarak bizlerden uzaklaştınız. Sonra dans ediyordunuz. Dansı bilirsiniz... Karajorğa! Sonra uyandım... Yahu şu ahmak kafaya bak, birini anlatırken öbürünü unutmuşum. Size kürk gönderdim. Sağlığınıza dikkat ediniz, Bey’im...”

Yüreğine hançer gibi saplanan o güzeller güzelinin sözünü kesmek istediyse de teybin düğmesine basamadı. 

Meğer Asemay’ın haberi varmış. Evet, Ömırbay sınırı geçtikten sonra bir kızı olan dul bir kadına evlendi. Dul olan Bazargül’ün evi barkı vardı da ondan. Kendisinden 13 yaş küçüktü. Çocuk doğuramadı. Bazargül köydeki mağazada çalışıyordu. Kendisi ise postadaydı.

“İçimdeki ızdırap bitmiş değil, Bey’im. 'N’olur kapıyı açınız! Kocama bırakın beni!' diye yalvardım. Nikah ahdimizi içtik ama kâğıtla ne işimiz var? Sınırdaki asker, 'Tamam, kağıdınız yoksa, en azından eşiniz gelsin, bu benim eşimdir.' desin. O zaman açarız.’ demişti…”

Titrek elleriye yine sigara yaktı. Ağzından çıkan duman, adeta bir serap gibi belirdi…

***

Evet, bir Rus askeri götürmüştü Ömırbay’ı. Konuşmaları çok kısa geçti. Fakat Rus yalnız değildi. Bir Çinli askerle birlikteydi.

“Eşiniz olduğu doğru mudur?” dedi Çinli asker.

“Hayır, ne eşi? Osman Batır’ı görmedim bile.” demişti Ömırbay.

“Pekala, evlatlarınız var mı?”

“Kimseyi tanımıyorum. Hükümete karşı baş kaldırmadım.” dedi.

“Yalnız mısınız?”

“Evet.”

***

“Bey’im...” diye devam etti Asemay. ‘Evet, arkada Asemay ve iki oğlum kaldı.’ deseydiniz bizleri de sınırdan geçireceklerdi. Sizi sorgularken bizler yan tarafta duyuyorduk konuşmalarınızı. Bizi bırakmanız, bizleri feda etmeniz... Nasıl olur? Hani yüreğiniz yumuşaktı ya...”

Ömırbay hıçkırıklara boğuldu. Yorganı örttü. Sıcak gözyaşları yüzünü adeta yakıyordu. Teypteki ses durmadan yüreğinden vuruyordu. Asemay ete kemiğe bürünmüştü.  Yorganını açmak istemedi. Utanıyordu. Asemay ağlamaya başlayınca nefes alamadı. Esmer yüzlü Asemay’dan çekiniyordu. Sesi o eski günlere karışan ney sesi gibi duyuldu. Ağlamaları ne kadar tatlıydı…

“Ne ise, sonra bizleri sınıra yakın olan köye götürdüler. Kış mevsiminde hayvanlarımıza baktık, yazın ot topladık. Şiddetli kışlarda donarak, sıcak yazların azabıyla iki evladınızı büyüttüm. Bilir misiniz tam size çekmişler keratalar… Kölsay’da ot toplarken şu sizin iki yaramazınız tepeye çıkıp, sınırın ötesinden sizi beklerlerdi. Bir siyah nokta görseler, ‘Baba geliyor, baba!’ diye velveleye getirirlerdi. Ben de onlara inanarak tepeye kadar tırmanıp çıkardım. Uzaktan siz geliyorsunuz diye türkü söylerdim. Hani ilk evlendiğimiz günlerde, Dolunayın altında ‘Kaz civcivi’ni söylerdik ya… Hatırınızda mıdır?

Bu ülke köyümüzdür bizim,

At koşturduğumuz tarlamızdır bizim!

Gözümüze nur gibi ilişir,

Sevgilimizle dolaştığımız yerlerimiz bizim!

A-h-a-uu! A-h-a-uu!

Uçurdum kaz civcivini...

Evlatlarınızla söylediğimiz bu türküyü duyabildiniz mi, Bey’im?!” 

Üzerindeki yorganı atarak Ömırbay bağırdı:

“Sen beni diri diri gömdün Asemay! Civcivlerim benim!.. Affet beni! Affet!”

Yanında uzanan Bazargül yataktan fırladı: “Ne oldu! Uyutmuyorsun bile!”

Karanlık yavaş yavaş çekilerek duvarın dört bir köşesine saklandı

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 147. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 147. Sayı