Dağlı Yerin Prensesi


 01 Temmuz 2024


Aklıma o sık sık gelir. Onu ilk kez on beş yıl önce gördüm. Ama daha dün görmüş gibiyim. Aklımdan hiç çıkaramadım. O zamanlar o gencecik kızdı. Yeni çiçek açmış yaban gülü misali ya da beşinci ayın sonunda veya altıncı ayın başında tarifi imkânsız güzel kokular salarak budaklanan yaban kirazına benzetilebilir. Yazın başında, halk tabiriyle çimler kalınlaştığında orman içinden akan nehir kenarında yaban gülleri açan ya da kıvamına gelmiş kuş kirazı açan bir çalılığa geldiğinizi düşünün. Bu çiçeklerin bulutsuz bir günde güneş ışınları altında parlayarak etrafa yaydığı kokuyu bir hayal edin. İnanılmaz huzurlu ortamı gözlerinizde canlandırmayı deneyin. Baş döndürücü temiz havasını solumaya çalışın. Bu ortamın insan gönlünde uyandırdığı temiz duyguları, güzel dilekleri ve huzur vererek rahatlatan düşüncelerin farkına varın. Tabiatın tekrarlanamaz güzelliğine kendisini kaptıran insanın, tüm dünyaya olan aşkı daha da güçlenip yaşama ve tüm iyiliklere adanmışlığı daha da derinleşir.

Evet, o kızın o zamanki güzelliğini tarif etmeye çalışırken yukarıda verdiğimiz iki örnekteki gibi hayata yeni yeni açılıyordu. Tabiatın güzelliği ve süsünün ne zaman başladığını, nerede biteceğini kimse bilemez. Yaşadığımız dünyanın gençliğinin de ne zaman yaşandığını kimse bilemez. Bizim için o, ebediyen genç kalır. 

O zamanlar babamlar yazlarını geçirmek için sarp dağların arkasında, olabildiğince geniş, yemyeşil, akarsulu, bol otlu, serinlik veren taygaya taşınmışlardı. Öğle yarısına az zaman kala otağımızdan çok uzak olmayan bir tepeye koyunlarımı çıkardım. Sıcaklar başlayınca otağımızın yanında yeşil otları olan ve gölgelikli genç iğne yapraklı ağaçların olduğu yere getirirdim. Onlar kavuran sıcaklar geçinceye kadar orada dinlenir sonra hava serinlediğinde tekrar otlamaya çıkardı. Koyunları bu şekilde güttüğümüzde onlar çok çabuk semirir, derdi babam. O sırada çayırda tıpkı süzme ekşi süt gibi bembeyaz tüylü keçiler belirdi. Herhâlde bizim üstümüzdeki otağın hayvanlarıdır, diye düşündüm. Koyunlarımızı otağımıza doğru yönlendirdikten sonra onların arkasından bir süre baktım. Angora keçilerinin yakın bir tepeden aşağı indiği belliydi. Keçilerin güzelliğine bakıyordum. Onları güden kız benimle aynı hizaya gelince ona doğru yürüdüm. Kız da bana doğru yürüdü. Bizim üstümüzdeki otağın Aldınay veya Dolaana adlı kızlarından biridir, diye düşünerek onların okuduğu kitapları ödünç alıp okumak istedim. O kızlardan biri sekizinci, diğeri dokuzuncu sınıf öğrencileriydi benden küçük kardeşlerimdi. Otağlarımız komşu olduğundan sürekli görüşürdük. Kız yaklaştığında onun ne Aldınay ne de Dolaana olduğunu anladım. Başka bir kızmış. Şaşkınlıktan bir şey diyemedim. Sonra çekinerek selamlaştık.

İşte o zaman hayatımda ilk defa kendisi gülmüyorsa bile gözleri sürekli gülen insanlar da yaşar, diye bir şeyin doğru olduğunu bizzat gördüm. Bembeyaz tenliydi. Yanakları kırmızıya çalan renkteydi aslında tam da sabah doğan güneş ışınlarının yansıması gibiydi. Saç rengi simsiyah ve ön tarafında ise güttüğü Angora oğlakları gibi dalgalı şekilde kıvırcıktı. Boyu, yüksek tepelerde büyüyen ipince uzun huş ağacı gibiydi. Bütün bunları inanılmaz derece güzellikteki gözler süslüyordu. Bu kadar sevgi ve huzur dolu gözlerin sahibinin acaba gönlünün güzelliği ne kadardı, diye insan düşünmeden edemiyor. Daha sonraki yıllarında farkına vardığım şey şu idi: Bazı insanların kızgınlığını, dargınlığını veya kişiliğinin iyi ya da kötü oluşunu gözlerine bakarak fark edebiliyorsunuz. Kızın gözleri hayat doluydu, çok güzel gözlerdi. Onun gözleri sürekli gülen gözlerdi. Ancak kendisi ufacık olsa bile gülümsemiyordu. 

O sıralar ben Semerkand Resim Yüksekokulu’nda öğrenciydim. Ortaokulda iken de benim resimlerim ara sıra gazetelerde basılırdı. Kısa süren konuşmamızda ben onu Aldınay veya Dolaana sanarak geldiğimi söyledim ona. Hayır, ben onların ablasıyım, demişti. Öz ablası mı, akrabalarından biri mi, diye açıklık getirmek için soramamıştım. O gitmişti. Onun nerede okuduğunu da soramamıştım. Arkasından bir süre onun gidişini izlemiştim. Açık mavili elbisesi ve atletik vücudu yaz çiçekleri arasından geçerek otağına doğru yola koyulmuştu. Ben de otağıma geldim. Onun güzel yüzü, inanılmaz derece güzellikte ve huzur veren gözleri gönlümde kaldı. Gördüklerimi resme dökmeye çalışsam da o güzelliği kâğıda asla aktaramam, diye düşündüm. İnsanların gözleri farklı farklı olur. Bazı erkeklerin gözleri sürekli sağa sola hareket eder. Bazılarının ateş saçıyor gibi cesur olur, diğerlerinin akılsız gibi görünür. Bazı insanların çok soğuk ve hatta tiksindirici olur. Bazı insanların ise gözleri yılan gibi itici olur. Hemen de anlarsınız. Bu insanla iş olmaz diye. Kızlarda da farklı farklı olduğunu o gün anlamıştım.

O kayalık dağdan inen çoban kızın güzelliğini daha önceden hiç görmediğim bir prensese benzettiğim oldu. Onu daha sonra adını bilmememe rağmen dağlı yerin prensesi diye adlandırmıştım. Semerkand’a okuluma gittim ama kızı gönlümden uzaklaştıramadım. Onu o kadar da çok görmek istiyor değildim, ondan istediğim bir şey de yoktu. Sadece onun inanılmaz dış görünüşünü resim sanatıyla kâğıda dökmek istemiştim. Onun dış görünüşünü farklı farklı tekniklerle resmetmeye çalıştım. İki yıl boyunca oldukça fazla sayıda denemem oldu ve hâlâ işin başındaydım. Daha da gayretli çalışmam gerekli ve tam iş oldu dediğimde gene işin başındaydım. En sonunda onu renklendirmeye başlayacağım. Burada çok fazla renk gerekecek. Bu kadar güzel bir dış görünüşün boyanmasına ne kadar çok farklı renk gerekeceğini insan hayal bile edemiyor. Kaç kere resmi bozup tekrar başladığım oldu. Üçüncü yılımda resmi tamamıyla bozup bütün çalışmama sil baştan başladım. Arkadaşlarım, “Kimin resmi bu?”, “Kim bu insan?” diye sorduklarında “Hiç bilmiyorum, dağlı yerin prensesi” diyordum. Bazı arkadaşlarım kafasını sağa sola sallayarak benim bu kadar işkence çektiğimi gördükleri için bana acıyorlardı. Diğer arkadaşlarım ise, “Bu kafayı oynatmış kesinlikle.” diyordu. Bazen, aşırı derece güzel resim, tıpkı canlı insan gibi duruyor, diye övdüklerinde ben “Hayır, henüz güzel olmadı, daha da güzel olmalı.” dediğimde onlar “Bu nedir, sen daha güzellik cadısı falan mı çiziyorsun?” diyorlardı.

Okulumu bitirip Kızıl’da çalışmaya başladım. “Dağlı yerin prensesi” adlı resmimi neredeyse bitiriyordum. Ancak hiçbir yerde sergilemek için başvuruda bulunmadım. Şimdi sadece o kızın hayatını öğrenmek istiyordum. Ondan sonra sergileyebilirdim. 

İlkbaharda çobanlar hâlâ kışlaklarında iken babamlara gidip birkaç gün kaldıktan sonra gitmeden önce oradan çok uzakta olmayan dağda yaşayan yaşlı dayım haber göndermiş. “Şehre dönmeden mutlaka benimle görüşsün.” diye. Dayıma gitmesem dayım bana kızar. Son iki yılda ona hiç gitmemiştim. Kendisi sovhoz (köyün ortak işletmesi) koçlarına çobanlık yapıyordu. Otağı çok sarp dağlar arasındaydı. Oraya güçlü olmayan arabalar gidemezdi.

Babama sordum:

—           Dayıma uğramadan Kızıl’a dönersem ne olur?

—           Olmaz oğlum.

—           Oraya zaten arabalar gidemiyor, diye karşı çıkmaya çalıştım.

—           Arabayı hiç merak etme. Yarın buraya sovhoz müdürünün arabası gelecek.

—           Peki, onlar beni alırlar mı baba?

—           Onlarla konuşmuştum ben. Müdür biliyor. O otağa yalnızca veteriner ve hayvancılık birimi memuru gidecek. Onlarla beraber gidersin. Dönüşte onlarla gelme, orada kal. İki gün sonra oraya su götürecek su tankeri gelecek. Ona binip buraya dönersin.

Babamla hiç tartışılmaz. Sadece “tamam, baba” demek en iyisi. Onun huyu öyle. Kendisiyle tartışılmasını hiç sevmez. Onun için babamın sözünü dinleyerek dayımlara gidip gelmeye karar verdim. Ertesi gün öğlen olmadan babamın dediği gibi sovhoz müdürünün binek arabası babamın otağına geldi. Veteriner ve hayvancılık birimi memuru gelip çitlerimizi, hayvanları tuttuğumuz yerleri, yem ve su verdiğimiz yerleri, ılık su haznelerini, yem ambarlarını kontrol ettiler. Sonra yeni doğan oğlakları muayene ettiler. Talimatlar ve öğütler verdiler. Kendi defterlerine de birçok şey not ettiler. Sonra eve girip biraz çay içip yola çıktılar.

Mart ayı ortası olmuş ama hâlâ sıradağ sırtlarında kar duruyordu. Araba penceresinden dışarı baktığımda onların parıltısı gözüme vuruyordu. Arada sırada sarp dağların güneş gören tarafları yeni yeni kış karından kurtulup kararmaya başlamıştı. Yola devam ettikçe dağlar daha da sarp hale geldi. Yol zorlaşıyordu. Aslında dağların güneş gören taraflarında kar hiçbir zaman birikmez. Baharın bu kadar ilerlemesine karşılık dağ tepelerinin üstündeki kar bütünüyle erimemişti. Uzun süren ilkbaharlardan biriydi. Arabanın motorundan gelen sesi gırtlak şarkısı höömeye benzeterek kendi düşüncelerime daldım: “dayımlarda iki gece kalmadan bu beraber geldiğim yöneticilerle beraber dönmek istediğimi söylesem. Dayıma işten aldığım iznin bittiğini, işimde yapacağım çok şey olduğunu ve bu araba ile dönmek zorunda olduğumu söylesem…” Büyük taşların üzerinden tırmanarak eninde sonunda çok sarp dağın eteğinde bulunan iki büyük çitli ve iki küçük ev bulunan otağa geldik. Evlerin bacalarından dumanlar yükseliyordu. Evlerin yanında çadırlar da vardı ancak onların kullanılmadıkları belliydi. Çünkü üzerlerinde biriken karlar temizlenmemişti. Evlerin bir tanesi dayımların, diğerinin angora keçi çobanının evi olduğunu beni götüren idareciler anlattı. Hayvan sürüleri yan yana olsa da çitleri ayrıydı. Böyle olması gerekir. Çünkü çitlerin birinde gebe angora keçileri, diğerinde dayımın çobanlık yaptığı koçlar vardı.

Arabadan beni götüren idarecilerle beraber indim. Kırmızı tilki kürkünden şapkası, koyun derisinden dikilmiş yeleği ve yüzü bahar rüzgârında kahverengiye dönüşüp sertleşen dayım beni büyük sevinçle karşıladı. Selamlaştıktan sonra beni getiren yöneticiler de ona şakayla karışık söylediler:

—           Sana Kızıl’dan mükemmel mi mükemmel bir yardımcı getirdik. Koçların yavru vermeye başladığı dönemdir bu. Sana gece gündüz yardımcı olacak biridir bu kişi.

Dayım onları destekleyerek:

—           Bunun gibi yardımcılar burada uzun tutunamıyorlar. Hemen kaçıyorlar. Koçlarımın da yavru verme zamanı henüz gelmedi. Komşu otağda angora keçileri yavrulamaya başladı, onlara yardımcı olsun.

Veteriner ve hayvancılık birimi memuru kısa bir bilgi aldıktan sonra genel durumun iyi olduğu sonucuna vararak çitleri, hayvanların bulunduğu yerleri, yem depolarını kontrol ettiler.

Evlerine girdiğimizde yengem ateş yakıp yemek yapıyordu. Bizi görünce çok heyecanlandı. Yanımda getirdiğim çantayı dayıma verdim, o da eşine verdi. Konuşma sırasında bu yöneticilerle beraber dönmeyi düşündüğümü söyledim. İzin istememe rağmen onlar bana kesin cevap vermediler. O sırada denetimi bitiren görevliler ve keçi çobanı eve girdi. Dayımla selamlaştılar. Çay içmeye başladılar. Ben de o sırada dışarı çıktım. Komşu evin angora keçilerine bakmak için o tarafa doğru gittim. Yeni doğan yavruları çok şirindi. Onların resimlerini orada çizmek isterdim ama vakit yok. Onun için çantamdan fotoğraf makinasını çıkardım. Onların bulunduğu barakaların pencereleri camdan olduğundan içerisi aydınlıktı. İç duvarları da beyaza boyanmıştı. Orada bulunan oğlaklar çok temizdi. Bazıları gürültü çıkarıp içerde koşuşturuyordu. Yeni doğan oğlakların yerleri ayrıydı. Biraz büyümüş olan oğlaklar kendileri yemek yemeye başlamıştı. Onların önüne bırakılan yeşil otları çatır çatır ses çıkararak yiyorlardı. Uzak bir köşede birkaç oğlak yanında önleri kirlenmiş önlük giyen bayan hızlı hareket eden parmaklarıyla oğlaklara, ilaca benzer bir sıvıyı kaşıkla içirmeye çalışıyordu. Ona doğru yaklaşıp yavaşça selam verdim. O bana bakmadan selamımı aldı ve işine devam etti. Dizlerine çökmüş, oğlaklarla ilgileniyordu. Ben de o sırada ayrılmış yerde oturan oğlakların resimlerini çekmeye devam ediyordum. Sonra ben kadına yaklaştım ve sordum:

—           Bir oğlağı elinize alıp fotoğraf çekinmek ister misiniz abla?

O doğrulup kalkarak bana cevap verdi:

—           Hayır, ben istemem. Buralarda tecrübeli çoban yardımcısı var. Onunla fotoğrafını çekebilirsiniz.

O sırada beni görseydiniz. Ne haldeydim. Bana gözlerini kırpmadan inanılmaz derecede güzellikle ve gülen gözlerle, dağlı yerin prensesi bakıyordu. Sanki dünyanın her yerinde çiçekler açtı. Onun giydiği ve kirlenmiş siyah önlüğü, beyaz kuzu kürkünden dikilmiş şapkasının altından sarkan saçları inanılmaz güzellikteydi. Geçen yaz karşılaşmamızdan bu yana altı yıl geçmişti. Heyecanımı bastırmaya çalışıp çekingenliğimi ve heyecanımı saklamaya çalışarak dedim:

—           Hiç rahatsız olmayın, ben özür diliyorum. Dağlı yerin... dağlı yerin diyecektim.  Size abla dedim. Sizden çok yaşlı değilim, demeye çalışırken kız söyleyecek bir şey bulamadan az kalsın gülümseyecekti ama kendini tutup dedi:

—           Yok, olsun olsun. Ben sizin buraya geldiğinizi görmemiştim. Demin buraya gelen veterinerlerden birisi diye düşünmüştüm. Gazetede mi çalışıyorsunuz?

Öyle deyince şaşırdığımdan ne diyeceğimi bilemedim:

—           Iı-ııı... Gazete, gazete... res... Ressam. Resimler çiziyorum ben.

Bu kadar anlamsız cevap verdiğimden dolayı kendim bile utandım. O sırada kız da benim bu durumuma şaşırmıştır. Çok ince, temiz ve gönlü okşayan sesiyle gülerek dedi:

—           Evet, evet anladım. Fotoğraf muhabiri misiniz?

Şimdi ona ressamım diye anlatmaya çalışmak da anlamsızdı. Aman Tanrım! Onunla karşılaştığım duruma bir bakın. Nasıl bu kadar bahtsız olabilirim. Beni foto muhabiri olarak bilsin. Şu anda onu değiştiremem diye karar verdim:

—           Doğan oğlak sayısı ne kadardır?

—           Yüz yirmiden fazla.

—           Toplam keçi sayısı ne kadar?

—           Üç yüz otuzdan fazla.

—           Kıdemli çoban yardımcısı kimdir? Sizler onun yardımcısı mısınız?

—           Kıdemli yardımcı evde, ben ona yardımcı oluyorum.

—           Kıdemli yardımcıya siz mi yardım ediyorsunuz ya da siz çoban mısınız?

—           Evet, annem ve babam.

—           Şimdi anladım. Annenize siz yardımcı oluyorsunuz. Ya da siz kendiniz ayrı mı otlatıyorsunuz?

Böyle bir soruya kız cevap vermeden önce biraz düşündü ve sonra cevapladı:

—           Hayır, burada yardım ediyorum.

—           Adınız nedir?

—           Benim mi? Onu geçelim. Bir şey öğrenmek isterseniz evdekilere sorabilirsiniz.

Sovhozun ünlü keçi çobanı Ondar Sedip’in işi ile bu şekilde tanışmıştım. Dağlı yerin prensesine ertesi gün tekrar karşılaşmıştım. Daha sonra da evine dönmeden önce bir kez daha hayvanları sulamaya yardım ederken karşılaşmıştım. O zaman hiç konuşamadım. Kız açık mavi ipekten dikilmiş elbisesi ve paltosu, kürkten dikilmiş şapkasını giymiş, iki eline kova dolusu su almış giderken onunla neredeyse kafa kafaya çarpışacaktım. O zaman gerçekten bütün prenseslerden daha gerçek bir prenses gibi göründü. Onunla konuşmak isterken dayım beni çağırdı:

—           Möngün-ool, çabuk çabuk. Araba geldi.

Dayıma komşu evin yardımcısı o kız mı diye sorduğumda kafasını sallayarak: 

—           Evet, dedi.

Ne mutlu bana ki onun adının Saara olduğunu öğrenebildim. O kadar uzaklarda sarp kaya arkasında çobanların yaşadığı yerde yaşamasına rağmen bu kadar nazik ve kültürlü olan birine hayran kalmıştım. 

Yüksek dağlar arasında dağlı yerin prensesi ile bu şekilde ilginç ortamlarda iki kez karşılaşmıştım. İki karşılaşmanın da benim aptallığımla mı yoksa nedendir, bu şekilde geçmesine çok üzülmüştüm. O günden itibaren dağlı yerin prensesi Saara gönlümde yer edinip hiçbir yere gitmez oldu. Bindiğim araba dik yokuştan aşağı yavaşça inmeye başladı. Ben arabanın penceresini indirip kafamı dışarı çıkararak onun evinin bulunduğu yöne doğru baktım. Tam da o sırada kız evinden dışarı çıkmıştı. Ben ona gülümseyerek el salladım. O da çok nazik gülümseyerek el salladı. Beyaz dişleri uzaktan görünüyordu. Öyle ki sanki benim gönlüm aydınlandı. Nerede olursan ol seni mutlaka bulacağım, dağlı yerin prensesi, diye içimden geçirdim.

***

Kızıl’a döndüm, çalıştığım işi devam ettirmeye çalışsam da bir türlü o dağlı yerin kızı gönlümden uzaklaşmak bilmiyordu. Ne yaparsam yapayım aklım o kızdaydı. Gençler için çıkarılan bir gazete ile anlaşıp o kızın ellerinde oğlak tutan bir resmini bastırmak ve onun yaptığı meslek ile ilgili kısa bir yazı çıkarmak için planlar yaptım. Kızın portresine bir arka fon gerekti. Bunu da ben kendi yaratıcılığım ile yaparım. Çünkü dağlı yerin güzelliğini bizzat görmüştüm. Ben dağlar arasında çoban ailede büyümüştüm. Birkaç gün içinde kızın kendisi veya fotoğrafı olmadan bile onun portresini çok güzel şekilde çizdim. Fena da olmadı. Gazetede resimler siyah beyaz olduğundan portremi kara kalem çalışması yaptım. Oğlak tutan çoban yardımcısı kız, arkasında tepeleri buz tutan sivri dağlar, açık gökyüzünde ilkbaharın parça parça pamuk bulutları. Şimdi düşünüyorum da dağlı yerin prensesinin resmi güzel olmuş. Çünkü bu kadar yıl içinde onun dış görünüşünü hiç unutmamıştım.

Resim hazır olduğunda, uzak ilçede o sovhozun parti yerel teşkilatı sekreterinden tecrübeli çoban Ondar Sedip’in ve onun kızı Saara’nın çalışmalarındaki son durumu öğrenmek için telefon açtım. Telefonda konuşurken çok fazla parazit vardı. Onun için sözlerinizin bir kısmını tam anlayamadım. Gene de gerekli rakamları ve çobanın genel durumu hakkında bilgi aldım. En sonunda tecrübeli çoban yardımcısının, onların kızı Saara’nın kaç oğlak büyüttüğünü sorduğumda telefonda konuştuğum sekreterin konuşması kesildi. Geri döndüğünde: Kızının büyüttüğü oğlakların tam sayısını bilmiyorum, onların toplamda büyüttüğü oğlak sayısı 346. Evet, 346 diyorum. Kızın ne kadar büyüttüğünü öğrenmek istiyorsan bu rakamı ikiye böl. Benim bu rakamı öğrenmek için vaktim yok kardeşim diye konuşmasını bitirdi yönetici.

Şimdi ne yapalım? Kompozisyon yazmada çok kötüyüm. Tekrar tekrar üzerinden geçerek sovhozun tecrübeli çoban yardımcısı Ondar Saara Sedip Kızı’nın uzun yıllardır çoban yardımcısı olarak çalıştığını, bu yıl tecrübeli çoban yardımcısının 173 oğlağı doğurtup büyüttüğünü yazdım. Gazete editörü, çizdiğim resmi övdü. Yazdığım yazıyı birkaç redaksiyondan geçirerek gençler için çıkarılan gazetede çıkarmak için bu çalışmamı kabul edince ben büyük bir rahatlama hissettim. Derin bir “oh” çektim. Öyle yapınca editör Monguş Monguşoğlu, yüzüme tuhafça baktı ve beni uğurlarken gazeteye devamlı şekilde katkıda bulunmamı istedi. Oradan çıkarken havalanacak kadar hafif hissettim. Acayip seviniyordum. Birkaç gün sonra sabırsızca beklediğim dağlı yerin prensesinin portesi gazetede yayınlandı. Hemen o gazeteden beş altı tane alarak hepsini sakladım. 

Bir gün Ressamlar Birliği’ne geldiğimde, müdürüm bana çok sert bakarak önüme otur, dedi. O gün iş görevlendirmesi alarak şehir kenarında bir iş yerinde toplantı yapmak için gitmeye hazırlanıyordum. Gazetede yazı yazmadan önce bütün bilgileri doğrulatman gerekiyor. Çünkü çoban yardımcısı kız diyerek başka birinin resmini bastırmışsın. Şimdi gençler gazetesine gidip durumu anlamaya çalış, dediğinde sanki dünyam karardı.

Sonsöz Yerine

İlk kez on beş yıl önce gördüğüm o kadını dün görmüş gibi çok iyi hatırlıyorum. Nedense aklıma sık sık gelir. Şimdi bu kadının kim olduğunu, nerede, kiminle ve nasıl yaşadığını gerçekten bilmiyorum. Tek bildiğim şey ise onun mükemmel bir insan olduğu ve çok iyi insanlar arasında yaşadığıdır.  Aklımda da bu şekilde ebediyen kalır. Evet, yaşıt olduğumuzdan ve aynı devirde yaşadığımızdan bildiğim insanlar arasında bu kadar güzel prensesin var olabileceğine ihtimal bile vermiyordum. O mukaddes prenses ile hayatını birleştiren güzel bahtlı insan herhalde kendisinin ne kadar büyük saadet içinde keyif sürdüğü hakkında –umarım- bir fikri var mıdır, acaba? Belki vardır, belki de yoktur, bilemem.

O dağlı yerin prensesinin inanılmaz derecede güzelliğini resim sanatıyla ifade edebileceğime de inanmıyordum. Bu kadar güzel insan, bu kadar iyilik sahibi insan, diğer insanlara kendilerinin arasalar da asla bulamayacağı mutluluğu onlara ödül olarak dağıtıyor. Siz onu sadece keçi çobanı olarak düşünmeyin. Ben onu yanlışlıkla bu şekilde istemeden adlandırmış oldum. Ben o ilkbaharda dağda onu oğlaklara yem verirken hemen anlamalıydım. O, meğerse o ilçenin dâhiliye hastalıkları başhekimi imiş. O zaman anne-babasının otağına gelip iznini kullanıyormuş. Esas dağlı yerin prensesi olduğu için benim onu oğlaklar arasında gördüğümde anlayamayışımın sebebi de var. İnsanız sonuçta. Onun alnında tıp doktoru olduğu yazmıyordu ya. İki yıl önce tıp fakültesinden mezun olup ilçe hastanesine gelip çalışmaya başlamış.

İlk kez onu yazlık otağımda gördüğümde o birinci sınıfını bitirmiş, ailesinin yanına tatile geldiği zamandı. Bütün bunu daha sonraları öğrendim. Çünkü bir keresinde işyerime o çizdiğim resmin gazetede basıldığı zamandan sonra birkaç ay geçince bana bir mektup geldi. İlk başta kimin yazdığını anlayamadım. El yazısı tanımadığım birine aitti. “Ya da başka birisine yazılan bir mektup mudur?” diye düşündüm. Alıcı adını tekrar kontrol ettim, o bendim: Ressam Kuular Möngün-ool. Benim açık adresim de yazılıydı. Mektup, kısa bir yazıydı:

“Sizden özür dilemek için bu mektubu yazıyorum. Dağda iken sizinle konuşup nasıl açıklayacağımı da bilemedim. Çünkü sizin gazetenin görevlendirmesiyle geldiğinizi anlayamadım. Sizin o zaman söylediklerinizden foto muhabir ya da ressam olduğunuzu çıkaramadım. İlk önce siz: “dağlı yerin ... dağlı yerin ... o pardon” deyip anlaşılmaz bir şeyler söyleyince hiçbir şey anlamadım. Aslında benim size durumu anlatmam gerekirdi. Neyse, olsun. Genç insan hata yapabilir, değil mi? İşinize, ailenize başarılar diliyorum. Saara.” demiş. Bu kadar.

Ondan sonra ilçe merkezine gidip o doktora yalancıktan tansiyonum yükseldi ya da kalbimde çarpıntı var diyerek muayene olmayı düşündüm ama bir türlü cesaret edemedim.

Nerede olursan ol güzel insan, her zaman insanlara iyilik yapan biri olarak sana bu hayırlı işinde hep mutlu olmanı diliyorum. Şimdi ben, bana ne olursa olsun, başka doktorlara tedavi olurum diye düşünüyorum.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 211. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 211. Sayı