HaftanınÇok Okunanları
Emrah Yılmaz 1
FEYZA TUĞÇE FIRAT 2
KEMAL BOZOK 3
ZEHRA TAŞDEMİR 4
HİDAYET ORUÇOV 5
NIKA ZHOLDOSHEVA 6
Ayşe Solmaz 7
Liseli bir yeni yetme iken eski bir kısa dalga radyosuyla başladı benim sevdam. Türkiye’ye duyduğum sempati dalgaların arasında yüzerek o sesi duymaya çalışmama sebep oluyordu. Şive ve sözcük farklılıkları nedeniyle ilk duyduğumda birkaç kelimeden başka bir şey anlamamıştım ancak konuşanların ses tonu beni ta içlerime, babaannemin anlattığı hikâyelerin derinliklerine götürmüştü. Yaşadığım ülkede “yabancı” diye anlatılan bu dil bana ne kadar da tanıdık, ne kadar da yakındı. Duyduğum her kelime adeta içime işliyordu. Ondan sonra her fırsat bulduğumda radyomu alıp, kısa dalgaya geçip, aynı frekansı bulup, aynı dili konuşanları tekrar dinliyordum.
Çocukken babamı kaybettiğimiz için annem ve ablamla yaşıyordum. Maddi durumumuzun pek iyi olmaması sebebiyle yurt dışına çıkmayı hayal bile edemezdim. Öte yandan uydu antenlerini kullanmanın ülke yasalarına göre yasak olması ve annemin de katı tavırları nedeniyle duyduğum dili konuşanları gözümle görebilmek bile benim için uzak bir hayal gibiydi. Yani uzun zaman ben kör bir insan gibi bu dili sadece duyuyor, ahenginden hoşlanıyordum.
Yavaş yavaş bu dilde yazıp okumayı denemek istedim. İsimleri “Yolculukta” diye başlayan bir sıra dil öğrenme kitaplarını kitapçılarda görmüştüm. Yolculukta İngilizce, Yolculukta Arapça vs. “Yolculukta Türkçe”den bir cilt aldım. Radyodan duyduğum dilin okuma yazmasını öğrenmeye başladım. İngilizceyi daha önce öğrenmeye başladığım için latin alfabesiyle bu dili yazıp okumak pek zor değildi. Okulda eğitimini almadığım, anadilimin yeni öğrendiğim bu şivesinin dilbilgisini ve ona özel kelimeleri yavaş yavaş öğreniyordum.
Aylar, yıllar geçtikçe zaman zaman yaptığım çalışmalar nedeyle bu dili, daha doğrusu bu yeni şiveyi daha iyi anlayabiliyordum. Artık etrafımdaki insanlara hoşlanarak dinledikleri müzik parçalarının sözlerini kelime kelime anlatarak anlamlarını açıklayabiliyordum. Yavaş yavaş kültür, sanat programlarını ve haberleri bile dinliyor, anlıyor, zevk alıyordum.
Sonra üniversite başladı. Yurtta kalırken müzik parçalarının sözlerini çevirmekten zevk alıyordum. Bilgisayarla internet kullanmak yeni yeni yaygınlaşmaktaydı. Türkçe haber, kitap ve makale okuyabiliyordum. Ayrıca Türkiye sınırlarına yakın olan Urumiye kentinde okuduğum için arasıra Türkiye’den getirilen kitapları bulup okumak mümkün oluyordu. Bir de benim öğrencilik yıllarım ülkede biraz özgürlük olan döneme denk geldiği için üniversitelerde kendi dilimizde öğrenci dergileri çıkarmak mümkündü. O dergilerde yazmak ve Türkçe öğretmek de benim o zamanki hobilerim sayılırdı. Arasıra ülkeyi ziyaret eden Türklere denk gelince onlarla sohbet etmekten de büyük zevk alıyordum. Daha sonralar dil okullarında dil kurslarının ilk derslerini vermek bile nasip oldu.
Üniversiteyi bitirip işe atandığımda toplumun ta içlerinde neler geçtiğini yeni anlıyordum. O samimi öğrencilik ve arkadaşlık ortamından çıkıp ekmek parası peşinde olan insanlarla beraber olunca insanların birkaç yıl içinde ne kadar başkalaştıklarını sezebiliyordum. Ülkede sürekli devam eden asimilasyon siyasetinin sonuçları ortaya çıkıyordu. Anadilimizi konuşanlar ülkenin yegane resmî dili olan Farsçanın kelimelerini sayısız hesapsız kullanıyorlardı ve toplumda bir çok insan, okulda zorluk çekmesinler diye kendi çocuklarıyla Farsça konuşuyorlardı. Bunları görünce üniversiteye devam etmek için sınavlara katılmaya Türkiye’ye gittiğim günleri hatırlıyordum. Ordaki insanlar ne kadar samimiydi. Türkçe’yi ne kadar güzel konuşuyorlardı. Keşke annemler de gelse, keşke dönmek zorunda kalmasaydım.
Aslından uzak olan insan her yanlışı yapabilir diye düşünüyordum. Hazreti Mevlana’nın “Her kim aslından uzak düşse arar/ Asl’a dönmek için bir uygun gün arar” sözü gibi esasında ben de bu toplumun asl’a dönmesine bir yol arıyordum ve kendi özelliklerime uygun olan yol bence yazmaya devam etmekti. Yazmak iyi gelir; kafasını dağıtmak için kaygılı bir insana gerçekten iyi gelir yazmak.
Keşke Türkçe yazmayı denemeye bir fırsatım olsaydı! Ama burda çalışırken, burda yaşarken Türkiye’de olamazdım ki! Arayıp sorduğumda “Tahran’da bir Türk hoca yazarlık öğretiyormuş.” dediler. Kendisiyle telefonda görüştüm ama o da Tahran’da bulunmamı istiyordu.
Daha sonra koronavirüs pandemisi başlayınca herkes gibi eve kapanmaya mecbur kaldım ve daha fazla uydudan televizyon kanallarını seyrediyordum. Yurt dışından yayın yapan bazı Güney Azerbaycanlı televizyon kanalları birkaç yıl önceden işe başlamışlardı ve ben onların aracılığıyla değerli hocam Yakup Ömeroğlu’yla tanıştım. Avrasya Yazarlar Birliğini biliyordum ancak onlardan ders almak aklıma bile gelmezdi. Yakup Hoca’nın bildirdiği yolla derhâl çevrimiçi kaydımı yaptırdım ve sabırsızlıkla gelecek cevabı bekledim.
Birkaç hafta sonra atölyeye kesin devam edip etmeyeceğime dair bir e-posta mektubu aldım ve hemen emin olduğumu bildirdiğim cevabımı yazdım. E-postayı gönderen kişiyi daha sonra sayın hocam Ataman Kalebozan Hanımefendi olarak tanıyacaktım.
Atölyenin ilk dersini çok iyi hatırlıyorum. Konu, hocalar ve katılımcılarla tanışmaktı. Çok heyecanlıydım. Sıra bana gelince heyecandan adeta bayılacaktım. Türkçe’nin konuşması benim için yazması kadar kolay değildi. Tabii ki heyecandan kekeleyerek konuşuyordum. Değerli hocalarım Ataman Kalebozan, Nurhan Buhan ve başta sayın üstadımız Osman Çeviksoy Hoca’mla o gün internetten çevrimiçi bağlantıyla tanıştım. Bu mütevazı, iyi niyetli güzel ruhlu insanları sanki uzun zamandır tanıyordum. O sevecen davranışları, millî ruhlu düşünceleri beni derinden etkiliyordu.
AYB yazarlık atölyesi benim hayatıma ne kattı, diye sorulursa, kısacası “Bir insanı bir aile beklentisiz, temennisiz bağrına basıp, kabullenip, ona yol gösterince o insanın hayatına ne katarsa...” derim. Atölye derslerine farklı coğrafyalardan, çeşitli ülkelerden birbirine gönül bağlarıyla bağlanan insanlar katılıyordu. Belki onların da çoğu benim gibi gönül dilinde yazmayı sadece burada öğrenebiliyordu. Belki benim gibi başka dilde eğitim almış, anadillerinin doğru şeklini sonradan öğrenmişlerdi. Belki yaşadıkları toplumu başkalaşmaktan kurtarmak hayali benim kadar onların da beyninde canlanıyordu. Belki de bazıları bu acıları hiç çekmemişlerdi ve yazarlık onlar için sıradan bir hobi sayılırdı.
Her hafta aynı gün ve saatte bilgisayarın başına geçip, derse katılmaya koyuluyordum. Önce katılımcıların herbiri gönderdiği hikâyesinin hocalar tarafından incelenmiş hâlini ekrandan kendisi okuyordu. Okurken hatalarını ve eksikliklerini değiştirilmiş yazı renklerinden ve başka işaretlerden tahmin edebiliyordu. Sonra hocalar o sevecen, o nazik, o sabırlı tavırlarıyla yapılan hataları ve düzeltme önerilerini anlatıyorlardı. Daha sonra yeni ders anlatılıyor ve ders bittikten sonra da ders notları cömertçe katılımcılara gönderiliyordu. Ataman Hoca’m ve Nurhan Hoca’mın sesleri hâlâ kulağımda. O nazik, o mütevazı, o güzel ruhlu insanlar hiç unutulur mu? Ya hocaların hocası, Osman Hoca’m? Sabırsızlıkla onun da bir katkısını beklerdim. Her oturum sırasında bazen samimi konuşmalarımız oluyordu. İsmail Zorba Hoca’m, sınıfın en iyi belki de en eski öğrencisi. Kendisi öğretmendi ancak atölyede bizim sınıf arkadaşımızdı. Ne kadar güzel ruhlu, ince düşünceli insan vardı. Rüyalarımda gördüğüm gerçek olmuştu. Türkiye artık benim odamdaydı. Bunu belki de pandemiye borçluydum. O korkunç salgından bir sürü masum insanı hayattan kopardığı için nefret mi etmeliydim yoksa böyle bir imkâna onun sayesinde kavuştuğum için sevinmeli miydim?
Ve şimdi... Ben ne yapsam, ne etsem hâlâ burada yaşıyorum. Kısıtlamalar ülkesinde son durum, uluslararası sosyal medyaların kapanması ve internetin daha da kısıtlanması. Bazen yazılım araçlarıyla yurtdışı internetine bağlanmak mümkün olunca hâlâ atölye sınıfımızı takip ediyorum. Yaşam mücadelesi izin verirse hikâye yazmayı, en azından okumayı deniyorum zaman zaman ve çok özlüyorum o beraberlikleri...