HaftanınÇok Okunanları
COŞKUN HALiLOĞLU 1
KEMAL BOZOK 2
HİDAYET ORUÇOV 3
Emrah Yılmaz 4
Kardeş Kalemler 5
BAYAN AKMATOV 6
MARUFJON YOLDAŞEV 7
Türk edebiyatının ve kültür tarihinin son dönemde en önemli hadiselerinden birisi hiç şüphesiz Dede Korkut hikayelerinin yeni bir el yazmasının bulunmasıdır. Daha önce Dresen ve Vatikan nüshalarının bulunduğu bu kıymetli eserin şimdi yeni bir nüshası daha elimizde ve onu kültürümüze kazandıran Veli Muhammet Hoca Kardeş Kalemler’in konuğu olacak.
Biz onu Kardeş Kalemler Dergimizin okuyucularına bu sohbetimizle tanıtmaya çalışacağız ama memnuniyetle ifade edelim ki, Veli Muhammed Hoca, Kardeş Kalemler’i uzun zamanadır tanıyan ve takip eden bir okurumuz. O dergimizin uzun süredir abonesi ve özel kütüphanesinde Türk kültürüne ait el yazması eserleri topladığı gibi Kardeş Kalemler Dergimizin de sayılarını biriktiriyor. Onun dergimize gösterdiği bu ilgi bizi bir kat daha memnun etti. Meğer bizim bilmediğimiz zamanlarda Dede Korkutun el yazması nüshası ile Kardeş Kalemler dergilerimiz aynı raflarda yan yana durularmış.
-Ben sizlerin adına kendisine hoş geldiniz demek istiyorum.
-Hoş bulduk. Ben de size teşekkür ederim. Şu kitaba değer verdiğiniz, önemsediğiniz ve bu yolda emek harcadığınız için minnettarım.
-Prof. Dr. Fuat Köprülü Dede Korkut Hikayeleri için Türk edebiyatının bütün eserlerini terazinin bir kefesine koysanız diğer eserleri de diğer kefeye yine de Dede Korkut Hikayeleri ağır basar. Siz böyle bir hazineye yeni mücevherler eklediniz. Yeni 22 soy ve 1 boy hediye eden eseri kültür dünyamıza kazandırdınız.
-Okuyucularımız sizi tanımak isteyeceklerdir. Bize kendinizden bahseder misiniz?
-Benim adım Velimet (Veli Muhammet) Hoca. Babamın adı Abdıcan Ahun. İran’ın Türkmen Sahra bölgesinde yer alan Günbed’de doğdum; Günbed-i Kabus şehrinde. Bu şehirde büyüdüm ve okudum. Daha sonra devletin verdiği burs ile Danimarka’da Elektrik Mühendisliği ile ilgili eğitimimi devam ettirip diploma aldım. Bu kadar, benimle ilgili… Yetmiş yaşındayım ve hâlihazırda Günbed’de yaşıyorum.
-Sizin el yazmalara ilginiz ne zaman başladı. Bir mühendis olarak bu güzel konuya ilginiz nasıl başladı?
-İş yerim Tahran’daydı. Dolayısıyla da Türkler ve Türkmenlerle sık sık görüşemiyordum. Böylece 25 yıl Tahran’da çalıştım. Büyük fabrikaların sorumlusu ve mühendisi olarak görev yaptım; Yedi fabrikadan sorumluydum. Bu nedenle de Günbed şehri ve Türklerle irtibatım yoktu. Bölge dışında yaşadım. Daha sonra bir sebeple Günbed’e geldim ve üniversitede okutmanlık yaptım. Bu yıllarda babam benden bir ricada bulundu. Talebi şuydu: “Ben hayatımda birtakım işleri başlattım ama onları bitiremedim. Ders veren de, elektrik alanında çalışan da her zaman bulunur; ama benim istediğim işi senden başka birisi yapamaz. Sen bu işi devam ettir!”
-Babanızın mesleği ne idi? Ne işle meşgul olurdu?
-Babam din hocası. Sıradan birisi değildi ve Mısır’da el Ezher Medresesi mezunuydu. Aydın birisiydi. Bu istek üzere… Babamın şöyle diyordu: “Biz Türkmenistan’da yaşıyorduk. Sonra Türkmenistan’da Komünist bir yönetim ortaya çıktı ve İslam karşıtı uygulamalar başlattı. Bu hükümet, baylara yani zengin adamlara da karşı çıktı. Biz o ülkeyi terk edip, bütün mal varlıklarımızı bırakıp eli boş bir şekilde İran’a göç etmek zorunda kaldık.
-Babanızın döneminde İran’a göçtünüz?
-Evet, göç ettik.” Babam tahminen 40 yaşındayken bu olaylar başından geçti; Stalin döneminde. Komünistler iktidarı elde ettikten sonra Bolşevik ve Menşevik olmak üzere birbiriyle savaştı. Sonra Bolşevikler her yere egemen oldu. Orada din hocası veya bay kalmadı. Kitaplar her zaman ya din hocası ya da bayın elinde olur. Çünkü yazmaları istinsah ettirmek çok pahalı bir işti. Bir kitap için köşekli deve istenebilirdi. Yazmalar ucuz değil ve bu yüzden de herkes, kitap satın alamazdı. Kitaplar, ya bayın ya da din hocasının elindeydi. Din hocalarının parası, sadakalardan temin edilirdi. Türk ve Türkmen edebiyatı ile ilgilenen birtakım insanlar vardı ve bu yüzden de birçok kitap istinsah edilerek hazırlanırdı. İran’a kaçışlar başlayınca bölgedekiler her şeyini bıraksa da kitapları yanlarına alıp getirdiler. Kitaba çok değer verilirdi. Çünkü çok zor şartlarda hazırlanırmış; baskı yok, imkânlar kısıtlı.
-Kültür tarihimiz için bu anlattığınız için çok önemli. Göç ederken, göçün telaşı ve zorlukları içinde kitaplarını yanına alıyorlar.
-Evet alıp götürüyorlar. Kitabı her şeyden öncelikli ve değerli biliyorlar. Hatta o dönemde oğlunu, eşini bırakıp kaçan vardı ancak kimse kitaplarını bırakmamıştı. Kitaba bu kadar değer verilirdi. Bu nedenle İran’a geldikleri zaman tüm varlığını arkada bıraktıkları için yoksuldular. Çalışmak ve bir yerden para kazanmak zorundaydılar. Onlar iş ve geçim peşinde koştular ve kitap okuyamaz hâle geldiler. 10-20 yıllık bir süre içinde kitap okuma işi terk edilmiş bir vaziyete geldi. Getirilen kitaplar raflarda kaldı.
-Bu hadiseler 1917 devrimi sonrasında yaşanıyor. 1919-20’li yıllarda. Aileniz o zaman Türkmenistan’da hangi şehirde yaşıyorlar.
-Bildiğiniz üzere o zamanlar belirli bir şehir yok. Türkmenler sürüleri ile birlikte konargöçer şekilde yaşıyorlar. Ama bizimkiler Koşa Oba adlı yerden gelmişler buraya; Koşa Oba’nın anlamı: Çift oba.
-Türkmenlerin hangi grubundansınız?
-Ben, Hoca boyundanım. Hocalar Türkmenlerin bir evladı, seyitleri sayılır. Bizim ailenin şeceresi ve yarlığı da mevcut. Yarlıklar, hanların verdiği yazılardır. Kopyasını buraya da getirdim. Yarlığımız, “Bunlar hoca boyundan ve saygın bir ailedir. Bunlara dokunmayın ve vergiden muaf tutunuz!” gibi bir içeriğe sahip. Babam benden yazma nüshaları toplamamı istediği zaman şecereleri, yani soy kütüklerini de toplamamı istedi. Kendisi de bir şecere kaleme alıp bana teslim etti. Bu şecerede dedelerimizin hepsi kayıtlı.
-Babanızın ricası ile el yazması eserleri toplamaya başladığınızda kaç yaşındasınız?
-Ben, yaklaşık 45-50 yaşındaydım.
-Babanızın kendisinin Türkmenistan’dan getirdiği el yazması eserler de var mıydı?
-Var. 30-35 yazma nüshayı bana verdi. Ayrıca göç ettikleri zaman kimlerin nüshaları İran’a getirdiğini de anlattı, adreslerini söyledi. Bu şekilde babam hayattayken onunla birlikte bazı nüsha sahiplerinin yanına gittik ve söz konusu nüshaları satın almaya çalıştık. O adamlarda kitap var diye söylediler. Kitaplar çok çeşitliydi. Bazıları Kısasü’l-Enbiya; bazıları Yusuf ve Ahmet (hikâyesi), Hoca Ahmet Yesevi ve benzeri. On yıl önceye kadar biz bu kitapları sadece topluyorduk; kimseye göstermedik. Sadece onları bir araya getirmeye çalıştık. Babam, bana çok öğütler veriyor, insanları tanıtıyordu. O sırada babam bana bir söz dedi; onu hiçbir zaman unutmayacağım. Şöyle dedi: “Türkmen, Türk edebiyatına Dede Korkut gibi bir bilge, bugüne kadar gelmiş değil hem de gelmeyecek.” Bu benim aklımda kaldı.
-Babanızın bu ifadesi çok veciz: Türkmen, edebiyatında Dede Korkut gibi bir bilge gelmiş değil hem de gelmeyecek!
-Ama ben o zamanlar, Dede Korkut’un nerede, nasıl birisi olduğunu hiç bilmiyordum. Bir sebepten dolayı Kazakistan’a gittim. Dede Korkut’un mezarının orada olduğunu öğrendim. Uzak bir yerdeydi, uçakla üç veya üç buçuk saatlik yol. Uçakla gittim ve nihayet mezara ulaştım. Nasıl bir zorluklarla oraya gittiğimi daha önce anlatmıştım arkadaşlara. Orada Dede Korkut türbesini ziyaret ettim.
-Kızılorda’da Korkut Ata’nın kabrini ziyaret ettiniz.
-Evet; Kızıl Orda’da Dede Korkut’un abidesinin olduğu yerde. Fotoğraflarım da var. Bilmiyorum getirdim mi acaba?
Gittim ve orayı ziyaret ettim. Daha sonra bir gazeteye konuştum ve “Burası, Dede Korkut’a yakışan bir şekilde değil. Dedemize saygı göstermek lazım.” dedim. Bunun ardından türbeyi bir az bakımlı hâle getirdiler. Türbe, Seyhun kıyısında harabe şekilde, bakımsız bir vaziyetteydi. Sonra Kazakistan hükümeti orasını yaptırdı. Anlatmaya çalıştığım şu; Ben ta o zamandan Dede Korkut’a ilgi duyuyorum ve …
-Kızılorda’da Korkut Atanın kabrini ne zaman ziyaret ettiniz.
-2011’de. İki bin on bir yılında Dede Korkut’u ziyaret ettim ve ona ilgi duymaya başladım.
Türkmen Sahra veya diğer yerlerde yazma nüshalarını satmak isteyen varsa onlarla irtibata geçtim, Kitapları satın almaya ve bir araya getirmeye başladım. Sonuçta büyük bir kütüphane sahibi oldum. Diğer şehirlerde yazma nüshalarla uğraşanlara, “Benim şöyle bir kütüphanem var, Yazma varsa satın alırım.” dedim. Bazıları Tahran, bazıları Meşhet veya diğer yerlerdeydi. Türkmen veya Türk şehirlerde ise adres ve telefon numaramı bıraktım ve kitapları toplamaya başladım.
Bu esnada, Türkmenistan’dan birisi birtakım kitapları bana sipariş etti. “İran’da Fars veya Türk dilinde basılı bazı kaynaklar bana lazım.” dedi. Türkmenistan Büyükelçiliği, “Madem ki kitapla ilgileniyorsunuz bu listeyi de bize bulabilir misiniz?” diye ricada bulundu. Bir gün Tahran’da yaşayan bir dostum bana telefon açtı ve “Hoca! O listeden birkaç kitabı sana buldum. Gel incele ve teslim al!” dedi. Tahran’da yaşayan söz konusu şahsın adı Rabii beydir. Ondan çok kitap satın alırdım ve böylece zaman içinde arkadaş olmuştuk. Tahran’a gittim.
[Rabii bey] kitapları hazırlamıştı. Onları inceledim. Verdiğim listenin bazı kitapları vardı ancak 7-8 kitap eksikti. “Onları da bulacağım.” diye söz verdi. Birkaç saat onunla sohbet ettim. Sonra, “Bazı işleri halletmem lazım. Sen bu kitapları Günbed’e götürmek için paketleyerek hazırla.” dedim. Çıktım ve 1-2 saat dışarıdaydım. Sonra döndüm. Çantamı oraya bırakmıştım. Çantamı aldım ancak kitaplar çok ağırdı. “Kargo ile gönderirim kitapları!” dedi. Günbed’e otobüsle gitmek zorundaydım ve bu ağırlığı taşıyamazdım. Kitapların gönderilmesini istedim ve daha hafif şeyleri yanıma aldım. Dışarı çıktım ve bir az yürüdükten sonra susadım. Tekrar geri geldim ve Rabii beyden bir bardak su istedim. O, su getirmek için dükkanın arka kısmına geçti. Tam da bu esnada bir adam kapıdan girdi. Selamlaştı. Koltuğunda bir kitap vardı. “Kitabı satmak istiyorum!” dedi. Ben de “Ben dükkanın sahibi değilim. Rabii bey gelir bakar!” dedim. Ben su içerken Rabii kitaba bakıyordu ve “Bu kitabın dili veya ne olduğu da anlaşılmıyor ki!” dedi ve “Belki senin işine yarar.” diyerek kitabı bana uzattı. Ben, “bu basılı kitap; ben yazma peşindeyim.” dedim. Rabii, “Hayır, bu yazma; basılı değil ki!” dedi. İnceledim. Yazma olabilir diye baktım. Çok güzel bir şekilde yazılmıştı. Oldukça düzgün ve muntazam şekilde kaleme alınmış. Bu nedenle de ben basılı olduğunu düşünmüştüm. Kitabın satılık olduğunu söyledi. Dükkan sahibi bana, “Senin yazma koleksiyonun var. Ona ekleyebilirsin!” dedi. “Tamam!” dedim ve bir az pazarlık yaptıktan sonra bir fiyat üzerine anlaşarak kitabı satın aldım.
Aceleyle kitapları tanıyan ve Tahran’da ikamet eden bir arkadaşımızın yanına gittim. Söz konusu arkadaş bana çay ısmarladı ve bu arada kitabı gözden geçirdi. Sonunda da, “Hocam! Bu işe yarayan bir kitap değil! Yazma koleksiyonu rafına bırakabilirsin ama değerli bir şey de değil.” dedi. Söz konusu arkadaşımız kendisi alim adam, Türk dilli ve birçok da telifin sahibi. Ama kitabı tanıyamadı ve değerinin farkına varamadı. Böylece Günbed’e döndüm. Orada da birkaç kişiye gösterdim.
-Bu kitap harfleri çok güzel yazıldığı için öne el yazması olmadığını anlayamadınız?
-Evet; ben önce basılı olduğunu zannettim. Dikkatli baktıktan sonra [yazma olduğunu] fark ettim; Çok düzgün ve güzel yazıldığından dolayı. Kitapta bir eksiklik yok. Biliyorsunuz; yazmaların yazısında bu şekilde bir düzen nadirdir. Ben sadece bu yazmada düzenli bir yazıya rastladım.
Ben daha önce de söyledim. Benim işim kitapları bulup alimlerin eline ulaştırmak. Ben başka bir işten anlamam. Kitabı incelemek benim işim değil. Edebiyat konusu benim alanım değil. Bu yüzden de ben bu yazmayı Günbed’de ünlü bir alime verdim. 10-15 gün onun elindeydi. Sonra bana, “Bu işe yarayan bir kitap değil. At gitsin!” dedi. Ben de, “O zaman bu kitabı da yazmalarımın arasına ekleyeyim. 132 yazmam var diye övünüyorum, 133 tane olacak. Hiç olmazsa sayısı artar!” dedim ve yazmayı kitaplarımın arasına bıraktım. Bir süre sonra yazmayı tarattım. Merak etmiştim. Yüreğime doğmuştu bir his, “Belki de bu değerli kitaptır!” dedim. Bu nedenle de yaptığım pdf.’yi arkadaşlara yolladım. Amerika’da, Tahran’da ve diğer yerlerde Türk edebiyatı ile ilgilenen şahıslara gönderdim. Bir sonuç çıkmadı. Daha sonra Şahruz Ak Atabay adlı bir arkadaş var. Şimdi Türkiye’de yaşıyor. Günbedli ve doktora öğrencisi. Ona da bir nüsha gönderdim. Telefon açtım ve “Şahruz bey! Bu kitap nedir ve acaba değeri var mı?” diye sordum. Ne zaman olduğunu bilmiyorum ama bana telefon etti ve “Bu yazma şöyle bir kitap, oldukça önemli eser. Çok değerli. Bu senin elinde mi ya da birinden kopyasını aldın mı?” dedi. “Elimde!” dedim. “Neden bu şekilde itinasız kalmış ki?” dedi. Şaşırdım.
Beni rahat bırakmıyorlar. Sürekli “Yazmayı nereden, nasıl buldunuz, kim tanıdı, nasıl oldu?” diye soruyorlar. Böyle sorular… Telefonlara cevap verme işi, 10-15 gün yordu beni. Sonra yazmayı benden alan ve değerini bile anlamayan şahıslar da bu maceraya katıldı. “Ben buldum!” diye iddia ettiler. Ben bu kitabı buldum; evet ancak gerçekten bulan, tanıyan kişi, Şahruz Ak Atabay’dır. Çünkü biz ondan önce kitabın değersizliği ve atılabilir bir yazma olduğu sonucuna varmıştık bile. Şahruz bunu tanıttı ve yüceltti. Hâlâ da ben bir şey bilmiyorum. Sonra Türkiye’deki alimler bunun farkına vardılar. Baktım bu kitap, bizi aşan bir esermiş.
-Bu kitabın bulunduğu haberi çok ilgi çekti. 132 kitabın 133’üncüsü olsun diye koyarken kitap büyük alaka görmeye başladı.
-132 yazmam vardı. Bu yazmayı 133. kitap olarak rafa bıraktım. Bundan sonra Şahruz bu olayın ses getirmesine vesile oldu ve büyük bir işe önayak oldu. Bunun ardından bize dost da, düşman da arttı. Bazıları, “Bu kitabı bana ver. Biz çalışacağız!” dediler. “Kitabı ben buldum!” diyenler bile var. Birileri bu kitabı Karadağ’dan bulduğunu iddia etti. Belki de kendiniz internet sitelerinde görmüşsünüzdür. Arkadaşımız Metin Ekici, alim adamdır kendisi. Kazakistan’da bir seminere katıldığı zaman eseri ona gösterdim. İlk ne olduğunu anlamadı. Baktı, gördü ancak farkına varmadı. Sonra, “Bu kitabın pdf.sini verirsen incelemek istiyorum ne olduğunu.” dedi. Arapça [yazıyı] bilmiyormuş. Sonra ben pdf.sini gönderdim. Sonra saldı velveleyi, “Ben buldum bu kitabı.” diye. Benden hiç söz etmedi. Elbette o bana sonra böyle dedi: “Ben senin adını getirseydim, kitabı Veli Muhammet Hoca buldu deseydim seni mahvederler. Senin can güvenliğin için adını çekmedim.” dedi.
El yazmanın bulunuşu bana Divan-ı Lügatit Türkün bulunuşunu hatırlattı. Ali Emirî Efendiyi de anmış olmuştu.
-Elinizde başka el yazmalarda var.
-Zimahşeri’nin kitapları da var. Ahmet Yesevî el yazmaları var. Yine bir şeyi de söylemek isterim… Ben bu kitabı babamın hürmetine …. Ne zahmetlerle Kızıl Orda’ya gittim. Çimkent üzerinden Kızıl Orda’ya vardım ve Dede Korkut [türbesine] saygı gösterdim; 2011’de. Şöyle bir hissim var. Benim emeklerim ve ihlasımdan dolayı Dede Korkut’un kendisi, bu yazmayı bana hediye etti. Benim kadar Dede Korkut’a saygı gösteren ve ihlas gösteren birisi, Türkmenlerin arasında yoktur ve dolayısıyla da Dede Korkut bana lütuf gösterdi ve mükâfat verdi.
-Himmetinden her zaman hepimizi istifade ettirsin. Size bu büyük eseri dilimize, kültürümüze kazandırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.
-Ben de Türk kardeşlerimizin, Türk alimlerin hepsinden teşekkür ederim. Şu kitabı ben ne okuyabilir, ne de felsefesini anlarım. Eseri tanıyan ve ortaya çıkaran bana göre Şahruz Ak Atabay’dır. Bence Dede Korkut’un şu nüshasını o buldu. Bu buluşu yücelten ve değer veren de sizlersiniz. Bizim ülkemizdeki alimler bunun farkına varamadı. O yüzden de bunu Türkler, Türkiyeliler buldu diyebiliriz. Bu olayın büyümesi, ses getirmesi ve bu meseleye verilen değer, hepsi Ankara’dan başladı.
-Biz de size çok teşekkür ediyoruz.