Deli Rüzgar (Alas kavimle ilgili efsane)


 01 Nisan 2015


Ben bu efsaneyi elli sene önce dünyayı gezip dolaşan bir ihtiyar adamdan dinlemiştim. İnsanları tedavi eden ihtiyardı. Öylesine değil, kendimi hastalıktan zor kurtararak yeniden ayılmaya başladığım o gün dinlemiştim. İşte hastalıkla yaka paça olduğum zaman yanımda sakalını sıvazlayarak daha önce hiç duymadığım bir zamandan söz eden beyaz elbiseli sarışın ihtiyar adamı her hatırlayışımda titremeye başlarım. Evet, o anda kendimi iyi hissetmemiştim, hem ihtiyar adamın anlattığı olay da kolay hazmedilecek birşey değildi. 

Her ne ise, olayı baştan saralım... Orta okul talebesiydim. İlkbaharda Altay dağların eteklerinde koyunları yaylaya çıkartan anne ve babamı görmeye gittim. Okuldan yorgun halimle gelmeme rağmen beni taya bindirerek koyun otlatmaya gönderdiler. Okul kütüphanesinden aldığım kitaplarımı yanıma alarak gün boyunca okudum. Yanımda “Tombiş” diye adlandırdığım beş yaşındaki erkek kardeşimden başka kimse yoktu. O da benimle pek ilgilenmez, kendi kendine konuşarak aşık kemikleriyle oynardı. Bazen annemle kuzuları otlatırdı. Babam ise sabahtan akşama kadar tarlada oyalandı. Benim tek derdim vardı, kitap okumak. Evimize, pek ev denmezdi. Ağaçtan yontarak yapılan tek oda, kulübecik.  Kapının sol tarafında ise, küçük ocak vardı. Kapı karşısında ise, katlanarak toplanan yükümüz: yastık, yorgan. Sağ tarafta dört camlı ufak bir pencere. Bir camı her zaman açıktı. Kapı açılırsa, o ufacık menfezden öyle bir rüzgar eserdi ki, nerdeyse dona kalacaksın. Herşeyden güzeli şuydu: benim getirdiğim kitaplar birbirinden ilginçti. Hangisini okumaya başladıysam, bitirmeye acele ettim. Herbirisi gizemli bir olayla beni başbaşa bıraktı. Evet, herbir sayfa rengarenk bürünen güzel dünya hayatını, zikzaklarla dolu olayları ne güzel anlattı! İşte kitapların içine o kadar dalıvermişim ki, küçücük kulubecikte yaşadığımızdan haberim yoktu. O kadar habersizdim ki, kah Kaptan Grand’ın Çocuklarıyla beraber denizde üzerek uzaktaki adalara doğru ulaşmaya çalıştım; kah Tom Sawer ile Huckleberry’e eşlik ederek hazinenin peşine düştüm; ondan sonra gemilere saldıran korsanlarla birlikte sarmaş dolaş oldum. Eğer onlar vurmuşlarsa, ben de vurmaya hazırdım. Eğer ki kitaptaki kahramanlarım üzülecek bir duruma düştülerse, “Ah, keşke!” diyerek yerimden fırladım. 

İşte o zaman ben ne mavi denizde ne de define adacığındaydım, bir çobanın kulübeciğinde bulunduğumu biliyordum, bundan dolayı canım sıkıldı. Sonra uzanarak evin      kirli tavanına gözümü dikip hayallere daldım. Aynı sınıfta okuduğumuz arkadaşları nasıl hayret içinde bırakabilirim diye düşündüm. Yaş ise, on bir. Fakat bu zamana kadar hayret içinde düşürecek birşey işlememişim. Okula sadece sessiz sedasız gidip gelmek vardı. Fakat benim yaşımda olan Tom Sawer’e bir bakın! Ne kadar da kaşif ve kararlıydı. Azimliğin sayesinde maksadına ulaştı, defineyi buldu. Böylece bir gün içerisinde el alemi hayret içinde bırakarak zengin oldu. Ben ise... delik çorabımla uzanmışım. Ne yapacaktım? Nasıl zengin olabilirdim? Bir sihirli elle define bulabilseydim keşke... Altın ile gümüş! Rengarenk cevherler! Türkücüler “Altın Altay Dağları” diye türkü söylerler. Nerede o altınlar? Nasıl bulabilirdim?.. Dur bakalım. Eskiden bizim ilçenin zenginleri Çin’e kaçtıkları dönemde buralarda define bırakmışlar derlerdi. O bırakılan defineleri aramaya koyulursam nasıl olur? Düşünceler beni uzaklara götürüyordu. Sonunda böyle boş hayallerden birşey çıkmayacağına emin oldum. Yahu, defineyi öylesine boş yere bırakacak kadar deli değillerdir herhalde. Ama yine bir define peşinde olmalıydım. 

Böylece beynimi zonklatan düşünceler beni belirsiz bir yere sürüklerken... birdenbire tarih dersimizin öğretmenimin bir ifadesini hatırladım, sevincimden zıpladım. Bir gün öğretmenim köyün dışında kalan ve uzun uzadıya uzanan obaları işaret ederek: “Bunlar, bin yıl öncesinde yapılan cedlerimizin mezarlığı aslında. O zamanın inancına göre insanoğlu burada bulduğunu ve kazandığını öbür dünyada da kullanabilecek ve onun sevinciyle yaşayabilecekmiş. İşte bundan dolayı malını mülkünü mezarın bir kenarına yerleştirirlermiş. Tabi ki, daha çok defineler ve altın gümüş tarzı eşyalar da varmış. Bunu bilen hırsızlar zamanında çalmışlar. Fakat bulamadıkları bir şeyler vardır muhakkak” demişti. Böyle obaların birkaçı köyümüzde de vardı. Babam patates ektiği zaman onların etrafında çalışırdı. İşte bunları kazmak lazım değil mi?! Bizim tarlamızda olan iki obaya kimsenin eli değmemiştir... Göz önüme parlayan altın eşyalar, cevherlerle nakşedilen değerli malzemeler canlandı. Elime geçmiş gibi vücudum bir ısındı, bir dondu. Yüreğim ise, titredi... Böylece nasıl uyuya kaldığımı hatırlamıyorum. Hem ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. İki-üç saat kestirsem gerek. Uyandığımda titreyerek yattığımı bilirim. Kapı açık kalmış. Pencere de açıktı. Dışarıdan esen soğuk rüzgar geziyordu evin içinde. Az önce aşık kemikleriyle oynayan Tombiş te yoktu. Kapıyı açık bırakan oydu. Burnum tıkanmış, zor nefes çekiyordum. Kafam zonkladı. Yerden kalkmak istedim, ama nafile. Kendimi zorlayarak kalkabildim. Dizlerim titriyordu. Dışarıya çıktım. Sabah olmuştu sanki. Güneş kızararak arka tarafımdan doğuyordu. “Bu da ne? Güneş doğudan çıkmıyor muydu?” diye hayret ettim. Millet nerede? Herkes erken kalkmış herhalde. İçim bulandı, kusmak istedim. Fakat ancak öksürebildim. Sonra kafam döndü, biraz durdum. Yavaş yavaş adım atarak evin kenarında duran banka oturdum. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Doğu taraftaki dağların eteğine göz diktim. Hayır, dağ değil, dalga dalga kıyıya vuran deniz gibiydi. O dalgaları kıran Altay’ın Aksöre zirvesi beyaz yelkenli gemi gibi acil üzüyordu sanki. Kaptan Grand’ın gemisiydi. Orada kimseden, hiçbir şeyden korkmayan denizciler var. Keşke onlarla birlikte ayak basmamış adalara gitseymişim... Aniden sol tarafımdan ayak sesleri duyuldu. Dönerek baktım... bana doğru koşan köpeğimmiş. Ayılana kadar üzerime atlayarak yüzümü yaladı. “Git, lan!” diyerek yüzüne vurdum. Yere fırladı. Gözlerinde üzüntü beliriverdi. “Bu adamı ne kadar sevsen de, nafile!” der gibiydi. Sonra arka tarafımdan gri pardesüsüyle, büzülen siyah şapkasıyla atına binen babamı, onu takip eden kardeşimi, elinden tutarak çekip gelen annemi gördüm. Sebebini bilemedim, ama yüzlerinde üzüntüden başka birşey yoktu. O anda “Benim babam neden çobanlık yaptı?” diye düşündüm. 

“Yahu, oğlum sen neden dışarıda oturuyorsun?” dedi babam atından inerek. 

Sessiz kaldım. 

“Oğlum, bu da ne? Üzerine birşey giymemişsin?” dedi annem bana yaklaşarak. 

Yine sessizliğimi bozmadım. 

“Abi, ben kuzularla oynadım,” diye Tombişim üzerime atladığı anda kendime geldim. Yüreğim burktu. Onun tombiş yüzünden öpmek      istediğimde birdenbire yere yıkıldım. 

“Ay, oğlum! Sen hastalandın mı yoksa?!” diye annem kucağına aldı. 

“Oğluma ne olmuş?” diyen babamın sesini duydum. 

Annemin sıcak kucağı... Birşey söylemek istedim. Fakat konuşamıyordum. 

Sanki içim yanıyordu. Kafam dönerek... hayır, yer dönüyordu sanki... Ondan sonrasını... babamın beni kaldırarak evin içine götürdüğünü, yere yatırarak alnımı soğuk suyla serptiğini, annemin gözyaşlarını dökerek bir-iki hap ilaç verdiğini zor hatırladım. 

...Gece miydi, gündüz müydü... menamen mi, yakazaten mi, bilmiyorum... Okuduğum kitabı Tombiş kardeşim elimden alarak dışarıya fırladı. “Dur! Kitabı bırak!” diye arkasından takip ettim. Gülerek dağa doğru kaçıyordu. Ben yetişemiyordum. Elimde deniz korsanlarının tabancısı var. “Dur! Vururum!” diye bağırdım. Kardeşim ise, durmak bilmiyordu. Bir yüksek ağacın üzerine tırmanarak çıktı. Ağaç değil, geminin direğiydi. Tombiş o direğe çıkarak elindeki kitap sayfalarını yırtıp fırlatıyordu. Ben ise, tabancayla o anda onu vurdum. O feryad ederek yere düştü. 

“Baba! Babacığım! Ben Tombiş’i vurdum,” dedim uyanarak. Babam terleyen alnımı sıvazladı. Avuçları soğuktu. Üzerinde beyaz pardesü vardı. Sakalı da beyaz. Yahu babamın sakalı yoktu ya diye mırıldandım. Sonra... gözümün önünde temessül eden bir siluet uzaklaştı ve tek bir insanın şekli kaldı... Sakalı göğsüne kadar uzanmış iri yarı ihtiyar adam idi. Soğuk elleriyle sıvazladı. Onun arkasında dazlak kafasını zor tutan babam oturuyordu. Rüya değil, yakaza haliydi. Hülya değil, babam ile ihtiyar adamdı. 

“Yiğidim nasılsın?” dedi ihtiyar adam fal taşı gibi gözlerini bana dikerek. Vücudum ister istemez titredi. Gözlerimi kapattım. Bu kim? Nereden geldi bu adam? 

“Gözlerini aç, oğlum!” dedi emir verir gibi. 

Açmadım. Korkuyordum. Büyük parmağıyla elime batırdığını hissettim. Elimi zorla çekmek   istedim, ama adeta kene gibi parmakları yapışa kaldı. 

“Korkma yavrum. Bu adam, hekim. Damarına bir baksın.” (Babamın sesi).

 İhtiyar adamın bastığı büyük parmağının altından vuran damarımı hissettim. Biraz sonra ihtiyar adam: 

“Çocuğu rüzgar vurmuş. Şeytan çarpmış. Su getirin,” dediğini duydum. 

Ayak sesleri duyuldu. 

“Dede, çocuğuma ne olmuş? İyileşir değil mi?” (Annemin sesi). 

“Merak etme, kızım. Yarın at gibi koşar. Rüzgar çarpmış. Çocuğu yalnız bırakmamak lazım. Eski kışlak, uçsuz bucaksız yer burası. Cin var, şeytan var...” 

Yüzüme serptiği soğuk sudan nasıl birdenbire gözlerimi açtığımı bile bilemedim. 

İhtiyar adam fısıldayarak birşeyler okuyordu. Okuduktan sonra birkaç kere üfledi. Yine okudu. Yine üfledi. Birkaç kere tekrar etti: 

“Kafasını kaldırıp doğrult bakım,” dedi babama. 

Babam dik oturttu. İhtiyar adam ayağa kalktı. Elinde kırbaç. Adeta kirpi gibi büzüldüm. Şimdi beni döver diye. 

“Git! Git! Beladan uzak..!” 

Kırbaçla arkamı sıvazladı. Çok şükür, vurmadı. 

“Git, Allah’ın belası git! Dışarıya çık! Kırlara git! Terk et buraları! Üf, üf...”

 Yine arkamı kırbaçla sıvazladı. Biraz rahatlamış gibiydim. 

“Şimdi yorganını kapatalım,” dedi ihtiyar adam tebessüm ederek. 

Yatıyordum. İhtiyar adam yastık yorganlara yaslanarak oturdu. Yere sofra serildi. Sonra et kavurması ile çay geldi. Yorganın bir kenarından izliyordum. Bela beni terk etmiş gibi annem ve babam rahat rahat sofra başında muhabbete başladılar. Ortalarında ise, Tombiş vardı. Bana canı acıyor gibi bakıyordu. Gözlerim yaşardı. Yerimden kalkıp öpesim geldi. “Az önce gördüğüm rüyaymış meğer. İyi ki rüyaydı,” diye sevindim.

“Rüzgar çarpmasından adam böyle hastalanır mı?” diye sordu babam. “Gece boyunca konuşuyordu. Başka birşey olmasın?” 

İhityar adam tebessüm etti. Sonra çayı yudumlayarak: 

“Kardeş, rüzgar dediğin öyle kolay mağlup olacak bir düşman değil. Eskiden şu dağların eteklerinden esen rüzgar bir kavimi yerle bir etmişti,” dedi. 

Doğrusu şaşırdım. “Deli rüzgar” da ne? Bir kavimi nasıl yok etmiş? 

“Olur mu öyle şey?” dedi babam şaşkın şaşkın bakarak. 

“Hem de nasıl olur! Böyle korkunç olaya vesile olan, kibirli kadınların tekebbürleriydi.” 

Annem utanarak yere baktı. Bunu fark eden dede: 

“Kızım, o dönemin kadınıyla bu zamanın kadını farklı. Hem söz konusu olan kavimin başı himayesinde bulunan adamlarına, erkek olsun, kadın olsun, bazen “kadın” diye hitap edermiş.” 

“Aksakal, siz enteresan bir mevzuya girdiniz. Eğer kusura bakmazsanız, hikayeyi anlatır mısınız? Hem çocuklar ibret alsınlar,” diye babam konuşturmak istedi. 

“Çocuklar dinleyebilirler, fakat herşeyi anlarlar mı, bilmem. Yine bazı olaylar ilginç olabilir. İleride akıllarına geldiğinde, meselenin manasını daha iyi anlamış olurlar. Ona benim şüphem yoktur.” 

“Yahu, dede! Ağzımızı sulandırdınız. Anlatın lütfen!” 

İhityar adam sakalını az sıvazladıktan sonra hafiften öksürerek önüne baktı. “Anlatsa da, dinlesek,” diye ben bile sabırsızlanmaya başladım. “Adamın olduğu yerde söz de olur. Öyle bir söz ki, o dededen torununa, nesilden nesile devam eder. Demek istediğim, eski zamandan beri devam ede gelen bir tek sözdür,” dedi dede. “Şimdi dinleyin bakalım... 

...Eskiden Altay dağlarından uzak bir yerde bir sürü hayvanları ile evlerinde sayısız çoluk çocukları olan varlıklı “Alas” denen kavim varmış. Buna komşu olan mızrağı ok kadar kılıcı çok “Mundar” denen başka bir kavim yaşarmış. İşte bu kavim kimseyle alakası olmadan Alas kavmini zaman zaman saldırır, hayvanlarına el koyar, kadınlarını tecavüz eder ve böylece huzuru kaçırırmış. Alas’ın babayiğitleri birkaç defa kağanlarının huzuruna gelerek: “Sultanım, Mundarlar artık sınırı geçtiler. Atlarımıza binip, öcümüzü alsaydık ya!” derler. Fakat kağan: “Az bekleyelim. Kimler ne işlese de, sabır edelim. Bugün olmazsa, bir gün vazgeçerler. Onlarla şimdi savaşalım diye halkımızı yok etmeyelim,” diye teselli edermiş. Fakat Mundarlar zulümlerinden vazgeçmezler. Değil vazgeçmek, gün geçtikçe zulümlerini daha da güçlendirirler. Sınırı öyle aşarlar ki, birkaç askerleri toz duman içinde atlarıyla kağanın oturduğu çadırın önüne gelerek deriyle bağlanan bir eşyayı kapısının önüne atar ve terk ederler. 

Kağan eşyayı alıp bakar. Uzunca iki şeyi görür. Birisi, sivri ucuna altın yüzük takılan siyah bir ocak demiri, ikincisi ise, örgüsü çözülen bir kırbaç. 

“Bu ne?” diye kağan yanında bulunan bilgeye döner: “Bu, Mundar kavminin “örgülü olanı köle, kıvrımlı olanı kul yaparım” demektir,” dedi bilge insan. “Hem bu, güçlerine güvendiklerini gösterir. Zira öğle vaktinde aklı selim kimse kağan çadırının önüne gelemez. Toz duman içinde bıraktı. Fakat senin hiçbir adamın buna müdahale edemedi. Çünkü kavimin iffetiyle namusu zayıf düştü. Sen “sabır edelim” demekle soylu Alas kavmini böyle bir derekeye sürükledin.” 

Bilge adam yine konuştu biraz düşündükten sonra. Şöyle dedi: 

“Toprağımız cennet idi, Mundarlar cehenneme çevirdiler. Burası artık bizim için oturabileceğimiz bir yer değildir. Ta Altay dağlarına doğru hareket etmemiz gerek. Fakat Mundarlar kolay kolay müsaade etmezler. Onlarla savaşabilecek yürekte ne ateş kaldı ne güç. Herşeyden ayrıldık mı yoksa?”

 Sessizce oturan vezirler kağanın yüzüne zor baktılar. Kağan kaşlarını çatmıştı, yüzü de kararmıştı. Sonra birdenbire yerinden fırlayarak sancağın altında asılı olan elmas kılıcını kınından çıkarır. Parıldayan keskin kılıcın yüzünü görenler hemen ayağa kalkarlar. 

“Alas! Alas!” derler kılıçlarını sallayarak. 

“Alas! Alas!” derler dışardakiler mızraklarını kaldırarak. 

“Alas! Alas!” derler tarladaki işçiler. 

“Duyuyor musun?! Gördün mü?!” dedi bilge adam kağana. “İç ve dış düşmanına fırsat vermeden soylu kavminin namusunu korumalısın! Hadi bin atına!” 

Kağan ata biner. Kavim hazır durur. Mevsim hazanın son günleriydi. Böylece canı olan canını, malı olan malını deve ve atların üzerine bindirerek uzun bir göç başlar. Uzaktaki Altay dağlara doğru. 

(İhtiyar adam konuşuyordu. Ev içi alaca karanlıktı. Sofranın bir kenarında mum yanıyordu. Annem ile kardeşim kenarda uyumuşlar. Hikayeyi dikkatlice yaslanarak dinleyen sadece babamla ben vardım. Aslında bir filim seyrediyor gibiydim. Korku filimiydi. Göz önümde... değişik fragmanlar... Bembeyaz karlı sarp yokuşlar... Tepelerin üzeri sis. Sise sinen uzun bir göç. Göçe eşlik eden türküler gelir kulağıma... “Köyüm göç eder dağı aşıp, dağı aşan bulutlara karışıp”... Kenarda kılıcını sallayan, mızrağını kaldıran askerleri görürüm... Kervana doğru bağırarak koşturanlar var... Bitmeyen gürültü... Islık çalan oklar... Vurulan kalkanlar. Bağıran sesler... ağlayan çocuklar... Bir fragmandan sonra ikincisi göz önümden geçer... Tepenin başında havasız boğulan insanlar... Kayalardan kayarak düşen yılkılar... Uzun seferde açlıktan ölen hayvanlar. Kulaklarıma yine hüzün türküleri gelir... “Kara Dağ’dan göç gelir, göç ederken  bir deve de boş gelir...” Seyrettiğim filimlerden bu kadar yürek burkan türküyü dinlememişimdir. Okuduğum kitaplardan da bu kadar sarsan olayları görmedim ve okumadım. İhtiyar adam durmadan anlatıyordu...) 

“Böylece hazanın sonunda yola koyulan göç kah düşmanın kılıcından kah şiddetli soğuk günlerinden kah açlık ile hastalıklardan azalarak bahara kadar Altay dağların eteklerine ancak ulaşabildi. Kavmin yarısı sağ salim kaldı. Erkeklerin sayısı çok azdı. Çocuklar çok nadir görünürdü. Kalanlar, kadınlar ile kızlar. Buna şahit olan kağan: 

“Bizler öyle bir imtihandan geçtik ki, zor ulaştık. Evet, direklerimiz azaldı, ama kollarımız sağ kaldı. Allah bundan sonra kadınlarımızın gözlerini beşikten, kulaklarını ise erkekten ayırmasın! Dileğimiz budur!” dedi. 

İşte o zaman bilge adam kafasını zor kaldırarak: 

“Bu sadece bir dilek olmasın, kanunumuz olsun!” dedi. 

(Enteresan dilek, ilginç kanundur diye mırıldandım ben. Sonra hikayenin sonunu sabırsızlıkla bekledim). 

“Yeni topraklara yerleşirler. Birkaç yıl içerisinde tarlalar hayvanla, evler canla dolar. Herbir aileden on-on beş yaşındaki delikanlılar kavmin güzelliğine dönüşürler. Onlar kuyruğuyla yelesini rüzgara vuran güzel atlara binerler, ipekten kumaş ve elbiseler giyerler. İhtiyarlarda kaygı, gençlerde dert kalmaz. Çobanla işçinin bir eli yağda bir eli balda olur. 

(“Şu işe bak be!” der yastığa yaslanan babam şaşkınlığını gizlemeden. Der ve derin nefes çeker. Ben yorganımı açıp kapattım. Dede ise konuşuyordu.) 

“O zamanlarda dağın öbür tarafında ağaçtan ev, taştan set yaptıran Orman denen başka bir kavim varmış,” diye dede uzun hikayenin konusunu başka tarafa çevirdi. “Bir gün bu kavmin tüccarları uzaklardan dönerek kağanlarının huzuruna çıkarlar.” 

“Padişahım,” diyerek, “Sayan dağlarının öbür tarafında Altay dağlarının beri tarafında Alas denen bir kavme rastladık. Görmek şöyle dursun, iki-üç gün ticaret yaptık, milleti yokladık. Böyle enteresan bir kavmi ilk defa gördük.” 

“Neymiş o?!” diye sordu kağan. 

“Bizi şaşırtan şuydu: onlar altın ile gümüşe, cevher ile değerli eşyalara önem vermezler,” dediler. 

“Hayır, önem verirler. Parıldayan, ışıldayan şeylere kadınlar çok düşkündürler. Fakat eşlerinin, kocalarının isteklerine bağlıdırlar,” dedi başka birisi. 

“Her şeyden enteresanı şuydu,” dedi üçüncü bir adam. “Kağanları kadınlara çok saygılıymış. Onu şundan fark ettik: Bir genç adam ayaklarını uzatarak oturan ihtiyar kadının ayaklarından atladığı için kağan kırk defa kırbaç vurdurmuş.” 

“Ne güzel!” “Keşke bizde de böyle olsa...” diye kağanın etrafında toplanan yardımcıları fısıldarlar. 

“Hayır, efendim! En ilginç tarafı şuydu: O kavmin kağanı kadınlara saygı duymakla beraber onları cezanlandırır. Kazanın kapağını kapamayan kadının uzun saçlarını kestirir,” dedi dördüncü tüccar. 

“Öyle mi?” 

“Kapakta ne var?” 

“Bu adam kağan değil, zalimdir,” dediler kağanın etrafında toplananlar. 

“Susun!” dedi o esnada dikkatle dinleyen bilge adamları. “Sizler bu işin manasını bilemediniz. Göçebe hayat yaşayan milletlerde şöyle bir atasöz var: Kazandan kapak gitse, köpekten utanma duygusu biter. Bu, terbiye demektir. Terbiye de kazanın kapağı gibidir; o kaybolursa, herşey gider. Haya da, insaf ta, namus ta. Kağan buna işaret etmiş. Hem onlar için kazan, nimet ifade eder. Milletin nimeti sahipsiz olursa, her isteyen elini kolunu sokabilir. Göçebe hayat yaşayanlar her zaman işaretlerle konuşurlar.” 

Dünyada bizlerden daha akıllı kimse yoktur diye inanan Orman kavmin insanları birbirine şaşkın şaşkın baktılar. Kaşlarını çattılar, derin düşüncelere daldılar. Sonra tüccarlardan birisi:

“Alas kavminin en olumlu yanı, erkekleri çok yaşarlar,” der. “Mesela, kağanlarının yaşı yüzü, bilge adamlarının yaşları ise yüz yirmiyi geçti.” 

Sabahtan beri boş laf ettiniz diyen kavim başı birdenbire irkildi: 

“Yahu! Şunu-bunu konuşmaktansa, işte bunu niye önceden söylemediniz? O zaman onların yiyip içtikleri nedir?” diye sordu. 

(Dede babama tebessüm ederek: “Hangi devirde hangi padişah uzun hayat sürdürmek istememiştir sanki. Onların hayatı bizden daha iyidir” dedi. Babam gülmedi. Ben tebessüm bile etmedim. Dede konuşmasına devam etti.) 

“Onlar genelde at etini yerler, “kımız” denen ekşi süt içerler,” diye ekler tüccarın birisi. 

“Göçebelerin hepsi öyledir. Fakat onların hepsi uzun hayat sürdürdüklerini görmedim. Bunun tamamen başka bir şeyi var,” diye kağan derin düşüncelere dalar. Sonra: 

“Toprağın suyu nasıldır?” diye sorar. 

“Aynen bizim gibi... dupduru.” 

“Pekala, havası nasıl?” 

“Farkı yoktur aynı...” 

“Otları nasıl?” 

“Bizim otlarımız gibidir.” 

“Kadınları daha mı genç?” 

“Genci de var, ihtiyarı da.” 

Verilen cevaplar kağanı tatmin ettirmez. Çaresiz kalan o, sonunda: 

“O zaman şöyle... Ordaki erkeklerle görüştünüz mü?” 

“Evet, görüştük.” 

“Ne dediler?”     

“Onlar şöyle diyorlar...” diye tüccarlar biraz sıkılmaya başladılar. Sanki söylemek istemiyor gibiydiler. “Evet, söyleyin!” “Onlar şöyle diyorlar: “Bizim uzun yaşadığımızın tek sebebi...” diye kelimeleri zor çıkartan tüccar kağanın yüzünü bakınca, kağan kılıcını kınından çıkartmıştı. 

“Kelleni vururum şimdi!” 

“Kağanım! Söyleyeceğiz, tabi ki söyleyeceğiz!” diye diz çöker. Kağanın ayağına sarılarak: 

“Onlar bize tek kelime ettiler,” dedi. 

“Neymiş o?!” 

“Bizim kadınlar çok az konuşurlar” dediler,” diye konuştu. 

Kağan koltuğuna yıkılıverdi. Kağanın veziri bir of çekerek: 

“Bizim kadınların ağzını kapatırsan, arka tarafı açılır. Böyle bir yerde erkeğe hayat var mı,” dedi. 

 

*** 

“Her ne ise, Orman kavmi’nin yolu belli. Biz kendi kavmimize bakalım,” diye ihtiyar adam sohbetine devam etti. “Gerçekten Alas kavmi’nin en değerli üyeleri kadınlarıdır. Kavim onların sayesinde gelişir, büyür, genişler ve temeli sağlam koca millete dönüşür. Kağan tepelerinde kuş uçurmaz, her zaman desteğini verir. Ne dese de, “bizim kadınlar” diye konuşur. Bazen bunu erkeklere de söyler. Gülünç birşey değildir, bizim kurtçuların içinde de saçı uzun olanlar vardır ya...” 

(Dede biraz eğilip uzanarak benim dazlak kafamı okşadı. Elleri soğukmuş. Sıcaklığım düşmememiştir). 

“Kurtçular dedim ya,” diye durakladı, sonra devam etti. “Bu kavmin erkekleri yılda bir yada iki kere uzaktaki dağlara gidip birkaç gün ava çıkarak gezmeyi severlermiş. İşte böyle bir günde ok ve yaylarını alarak dağlara doğru yönelirler. Çadır evlerde sadece   kadınlar ile çocuklar kalır. İşte felaket orada başlar. Nasıl mı? Şöyle: O gün kavmin en ihityar kadını olan kağanın anası vefat eder. Kadınlar çaresiz kalır. Mezarlık kazan kimse yoktu. Hava ise sıcaktı. Mevtayı sıcak havada bırakmazsınız ya. İşte çaresiz kadınlar ellerine kürek alarak mezarlık kazmaya başlarlar. Tam bir kürek boyunda kara toprak çıkar. İki kürek boyuna ulaşınca sarı toprak çıkar. Belden aşınca kum çıkar. Kumun dibinde parlayan birşey gözükür. 

“Yahu bu nedir?” diye mezarlık dibinde bulunan kadın bir kürek kum çıkartıp atar. Sarı toprağa dökülen kum... yanıp söner... parlar. Bunu gören kadınlar ansızın dilsiz kalırlar, nefesleri daralır. 

“Al-t-ıııın” der sesini yavaş çıkartıp. Sonra tüm sesiyle: 

“Altın!” diye bağırır. “Altın! Altın!” diye dağlar yankılanır. 

“Altın! Altın!” diye ormanlar uğuldar. 

Ayakta duran kadınlar kazılan mezarlığa yönelirler. Mezarlıkta kürek tutan kadın ise bağırarak: 

“Yaklaşmayın! Öldürürüm!” diye küreğini kılıç gibi sallar. “Altın lazımsa, kazıyın bakalım!” 

Her kadın toprağı elleriyle kazmaya başlarlar. 

Çok geçmeden onlar da altını elde ederler. Ne kadar kazsalar o kadar altın çıkar. Bulduklarını elbiselere bağlarlar. Eskiden topuklarını kimseye göstermeyen kadınlar bu sefer çırımçıplak elbiselerine altın doldururlar. Utancından kızaran ne kız var ne de kadın. Herkesin gözü altınlara dikilmiş. Mevta ise kokuşur. Çok geçmeden avcılıktan erkekler dönerler. Döndüklerinde... boş duran evleri, ateşsiz ocakları, kokuşmuş mevtayı ve bir yerde üşüşen kadınları görürler. Yanlarına vardıklarında:

“Altın! Altınları bulduk!” sesinden başka birşey duyulmuyordu. Meseleyi aniden farkeden kavmin meşhur bilge insanı: 

“Sonumuz yaklaştı! Şu altınlar bizi bitirecek! Artık gün yüzünü görmeyiz!” diye atından indi.     

 

 *** 

Alas’ın topraklarından altınlar bulunduğuna dair haberler kağanın anasının vücudu donana kadar uzaktaki Orman kavmine, komşu olan Abur kavmine, yerin dibindeki Cebir kavmine ulaşır. Tüm kavimler bir karara varırlar: Altınları almak gerek, Alas’ı yok etmek gerek. Pekala, nasıl yok edilir? Bununla ilgili herbir kavim çözüm arar. Nice günler, nice geceler geçer. Çoğunlukla istişare ederler, azınlıkla danışırlar. 

“Buldum!” der sonunda Orman kavminin kağanı. “Biz onları acı suyla yok ederiz. Alıştırabilsek, ondan sonra yok olup giderler. Yani tuzlu suyu içirirsek, susayarak sonunda ölürler.”

 Bu karardan sonra kırmızı şaraplarını, kızıl gözlü acı sularını göndermeye başlarlar Alas kavmine. 

O anda sağ tarafındaki komşusu olan Abur kavmi boş durmaz. Alas kavmini yok etmenin yollarını arar. 

“Silahla elde ederiz,” der öfkeli birisi. 

“Artık kılıcın zamanı bitti,” der kağan. 

“Korkutarak saldırırız,” der delice olan birisi. 

“At üzerindeki adam kimseden korkmaz.” 

“Kağanın gırtlağına, vezirlerin şişman karınlarına yem atarız.” 

“Hayır, o da olmaz. Menfezleri yok adamların.” 

Ne yapacağız diye kara kara düşünürken kapı tarafından gülümseyen ses duyulur. Oturanlar kapı tarafına bakarlar... gözleri fal taşı gibi parıldayan bir ihtiyar kadındı. Elinde ufak bir ayna var. Aynaya bakar gülerdi. Güler ve konuşurdu. 

“Sen bir mucizesin. Şunları maymun şeklinde gösteriver.” 

Aynadaki şekiller değişir. Oturanlar maymun olarak görünürler. 

“Sen bir mucizesin. Şimdi şunları aslan gösteriver.” 

Aynanın yüzünde aslanlar görünür.

“Silahın en alası bu işte,” der ihtiyar kadın tebessüm ederek. 

“Ben bütün dünyayı ele geçiririm.”

“Bırak dünyayı, evvela Alas kavmine saldır!” diye kağan ihtiyar kadını kucaklar. İhtiyar kadın sabah erkenden kalkıp uzaklara koyulur. 

 

*** 

Yerin dibindeki Cebir kavmi Orman ile Abur gibi Alas kavmine birden saldırıya geçmez. Neticeyi bekler ve ona göre stratejisini belirler. Yıllar geçtikten sonra, yani “güzel haberler” aldıktan sonra kurnazlığın çeşidinden haberdar olan, güzel konuşan, derin düşünen, saçları altın gibi sapsarı, yüzü bembeyaz bir tek kadını gönderirler. 

O kadın haftalarca, aylarca yol katederek bir gün kavmin yerleştiği toprağın ucuna vardığında, bir tepenin üzerinde yalvarıp yakaran kadınları görür. Önlerinde taştan yapılan heykel var. Sakallı erkeğin heykeli. Kadınlar kucaklarlar. Sonra alınlarını yere koyarak ağlarlar.

“Yahu, ne yapıyorsunuz? Kim bu?” diye sorar beyaz kadın. Kadınlar kendisine dönerek ansızın bakar ve sessizce ayakta dururlar. Sonra ayılarak: 

“Bu, bizim Tanrımızdır,” derler. “Peki, sen kimsin?” 

“Ben kadınlar dünyasından geliyorum. Sizleri arıyordum. Bizler dünyanın dört bir yanında yaşayan kadınları Tanrı biliriz. Gelin bakalım, ayaklarınızı öpeyim,” diye beyaz kadın yere yıkılır. 

“Sen ne diyorsun?! Sen değil, biz öperiz ayağını,” diye kadınların hepsi öpmeye başlar. 

Bundan sonra beyaz kadın adeta kraliçe gibi saygı görür. 

...Aylar geçer, yıllar akar. Beyaz kadın evde bulunduğunda kraliçe gibiydi, dışarıya çıktığında sultan gibiydi. “Hey!” diyen erkek bulunmadı. “Hey!” deseler kadınlar “Ne var!” diye çıkışırlar. Çünkü itibarlarını kaybetmişler onlar. Eskisi gibi kimse takmaz. Orman      kavim’in gönderdiği “deli içecekleri” içerek sabahtan akşama kadar yatarlar. Hayvanlara bakmaz, kadınları takmazlar. Çoluk çocuk Abur kavminden gelen aynaya bakar oyalanırlar. Ne güzel ayna! Uzaktaki şeyi çok yakın gösterir. Ne göstermez ki! Buzağıya bağlanan boğayı, erkeğe bağlanan kızları, parlayan bıçağı, çırımçıplak kucağı, cinnet geçiren kadıyı, kuduran her şeyi gösterir. Aynaya bakan kadın erkek eşit olduğunu görürler. Pekala, beyaz kadın ne yapar? 

Birçok kadınları bir araya getirir, beyaz çadır evinde toplar ve şöyle konuşur: 

“Çocuklarınız öksüz, erkekleriniz güçsüz, zorluklara takatsizmişler,” der. 

“Neden acaba?” diye kadınlar sorarlar. Beyaz kadın kapıdan başka menfez bulunmayan, hiçbir aydın yeri olmayan evi işaret eder: 

“Güneş ışınlarının olmadığı, havasız olan böyle bir evde bereket olur mu? Çocukları ile erkekleri bırak, sizler hep böyle kul kölelilik mi yaparsınız?” der. 

“O zaman ne yapacağız?” diye sual iletirler kadınlar. 

“Keçenin eteğini keserek her taraftan delikler açmak lazım. İşte o zaman çadır eviniz aydınlanır ve içeriye hava girer. 

“Hiç aklımıza gelmemiş!” diye kadınlar keçeleri keser, evleri delik deşik ederler. Fakat bekledikleri gibi rüzgar esmedi, ev yine havasızdı. 

“Nasıl olur?” diye beyaz kadına bakarlar. 

“Şu önünüzdeki kara orman rüzgarın önünü keser de ondan.” 

Kadınlar ormanı yakarlar sonra. Büyük ateş gök yüzüne uzanır. Ağaçlar gece gündüz yanarlar. Sonunda canlı cansız kimsenin geçemediği çıplak bir dağ kalır. 

İşte her taraftan rüzgar eser. Kadınlar sevinçlerinden yerlerden zıplarlar. Erkekler göğüslerini yelken gibi gererler. Artık güç oluşur, kuvvet birikir. Böyle rahat ve rahaveti kim tatmış!.. Fakat, ne yazık, rahatlık çok devam  etmedi, esen rüzgar sele dönüşür. Artık gece gündüz kurtlar gibi ulur. Bir anda durur, bir anda savurur. Yılan gibi fısıldar, ejderha gibi ıstlık çalar. Zehiri etten geçer, şiddeti kemikten geçer. İnleyerek ağlayarak çocuk yatar beşikte. Erkekler kapının önünde öksürerek otururlar. Çaresiz kalan kadınlar beyaz kadını ararlar. O ise ortalıkta yok. Beyaz kadın kaybolduktan sonra yine bir korkunç olay başlar. Gök yüzünden mi düşer, yerin dibinden mi çıkar, kavmin içinde bir hastalık peyda olur. Bu hastalık evvela hayvanlarda fark edilir. Koyunlar yerlerinde döne kalka yıkılır. Beygirler öz yavrularıyla çiftleşir. Develer ise yavrularını ezer. Evdeki köpekler sahiplerine saldırır. İşte bu hasalık eninde sonunda insanlara bulaşır. Erkekler öz kızlarıyla, kadınlar öz oğullarıyla sevişmeye başlar. Çocuklar anne ve babalarıyla değil, ellerindeki aynalarıyla konuşur. Onların ne dedikleri belli değil. Dilleri bile başkalaşır. 

Buna şahit olan kavmin bilge adamı: “Bunlar artık diri ölmüşler. Kavmin güneşi battı,” dedi hayıflayarak. Bu onun son sözüydü. 

“Gördüğünüz gibi yavrularım, zamanında mutluluk içinde yaşayan kavmin hayatı böylece tükenir gider,” diye sözünü bitirir. 

Babam bir of çekti. Ben ise ağladım. 

 

*** 

 

Birkaç yıl geçtikten sonra ben yine hastalandım. Yanımda bulunan babama: 

“Hani hastalandığımda dede gelmişti ya?” dedim. “Hani... Alas kavmiyle ilgili hikaye anlatmıştı ya?” 

Babam bana uzak baktı... Bakarak ağladı. 

“Ne kadar acı değil mi, baba?” dedim. 

Babam gözyaşını silerek: 

“Oğlum, senin iyileşmen gerek,” demişti. 

Ben de dayanamadım, ağladım. Alas kavmine acıyarak ağladım. Pekala, babam kime acıyıp ağladı acaba?..

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 100. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 100. Sayı