HaftanınÇok Okunanları
Kader Pekdemir 1
HİDAYET ORUÇOV 2
ELMİRA ACIKANOAVA 3
Kardeş Kalemler 4
Gülzura Cumakunova 5
Emrah Yılmaz 6
KEMAL BOZOK 7
Tuz ve ekmeğimin peşine
düştüm, yollar beni uzak
Batıya, Avrupa’nın ortasına
getirdi. Kişioğlu geçim
derdiyle, özgürlük arayışıyla
nerelere gitmez ki? Dört
bir yanım yabancı, şehirler,
insanlar ecnebi; çok canım
sıkılırsa yabancıların yurdunda
seyahat ediyorum. Çevreden
etkileniyorum elbette,
daha önce görmediğim yerler
aklımı hayran ediyor, bu
yerlerde her şey benim için
yeni, ilginç.
İşte, bizim yaşadığımız şehir Prag mesela.
Onun merkezinde Karl Üniversitesi var. Bu
Batı’daki en eski okullardan biri, ta on beşinci
asrı buluyor kuruluşu.
“Bak, annen burada okudu, belki sen de
okursun,” diyorum torunuma, “Albert Einstein
gibi bilim insanları da burada çalışmış.”
Torunum “Hadi, içine bakalım,” diye, elimden
çekiyor.
O dev binanın içine girmeye
ayağım varmıyor, tanımlayamadığım
bir korku ya da çekingenlik
var bende.
“Şimdi değil. İşte, sen büyürsün,
o zaman bu binaya kendin
girer bakarsın.”
Benim cevabıma şaşıran çocuk
tuhaf bir soru soruyor.
“O devirlerde, bu üniversite
kurulduğu zamanlar bizimkiler
neredeydi?”
“Biz devenin üstündeydik
yavrum.”
Sonra başka bir şehri geziyoruz. Devasa bir
yapının karşısındayız. Onun yerden yüksekliği
yer yer yüz yirmi metreye ulaşıyor. Yukarı
baksan, kayıp giden bulutlar misali, mabedin
yüksek kuleleri üstüne doğru inip geliyor sanki.
Sen derhal bakışını yukardan kaçırıp, tam
karşıya, duvara konan tabelaya bakıyor oradaki
yazıyı okumaya başlıyorsun. “Kutsal Barselona Katedralinin temelleri XIII.
asırda atıldı.”
“O zaman bizimkiler neredeydi?”
“Bizimkiler devenin üstündeydi.”
Çocuk buna şaşırıyor.
“Biz niçin devenin üstünde duruyorduk?”
“Devenin üstünde olursan, köpek saldıramaz.”
Çocuk inanmaz gözlerle baktı yüzüme. Oysa
ben son derece ciddiydim. Bu, kafadan uydurduğum
bir şey değil. Dedelerimden duyduğumu
söylüyorum.
Biz gezmeye devam ediyoruz. Şimdi de bir
kadimi köprüyü inceliyoruz. Altı yüzyıldır sarsılmadan
duran bu köprü sadece tuğla şeklinde
yontulan taşlarla yapılmış. Elbette bu
ırmağın üstünde, başka yerlerde de birçok
köprü yapılmış, ama özellikle bu taş köprüyü
görmek isteyenler çok fazla.
Torunumun yanında dünyayı gördüğümü ispat
etmek için:
“Ben hatta denizin üstüne kurulan köprü bile
gördüm,” diyorum.
“Bizde, bizim memlekette böyle köprü var
mı?”
“Yok yavrum. Ama bizde büyük bir nehir var.
Dünya, dünya olalı üstüne köprü kurulmamış.”
“Niçin kurulmamış?”
“Biz devenin üstündeyiz dedim ya işte. Deve
sudan da köprüden de korkar.”
İşte, nehir kenarında kurulmuş bir başka şehri
geziyoruz. Gerçekten de muhteşem bir yer,
nehir kenarında kurulan bu şehirde bir milyon
insan yaşıyor. Bir taşın üstüne şehrin temellerinin
atıldığı tarih yazılmış. Bu yazı onun
ne kadar eski olduğunun şahidi, o devirden
beri şehrin devamlı geliştiğini, genişlediğini
anlamak zor değil.
Şehrin nehre bakan sarayının güzelliğine bir
görsen. Burada dikilen çiçeklere, yeşil parklara,
nakış çizerek kıvrılan yolaklara, sarayın
önündeki yüksek sütunlara hayran kalıyoruz.
O çiçekler ve bodur ağaçlardan yapılmış
uyumlu desenler, sanki yere serilmiş kocaman
bir halı.
Çocuk boynunu büküp, bana bakıyor. Onun
merakını, gözlerindeki soruyu yüzünden anladım.
Anlayışlı çocuk da benim vereceğim
cevabı yüzümden okudu. Başını iki yana sallasa
da sesini çıkarmamayı başardı.
Derken yolumuz bizi Batı Avrupa’ya götürdü.
Dünyanın çok güzel ve zengin şehirlerinde
geziyoruz. Gezip dolaşıp, çelikten yapılan bir
devasa kulenin dibine vardık. Büyük Fransız
mühendisi Alexandre Gustave Eiffel böyle
biir kule inşa ederek çeliğin ne kadar yükseğe
kaldırılabileceğini göstermiş. Onun basitliği
ve yüksekliği insanın başını döndürüyor.
Torunum ile bu çelik dağın zirvesine çıktık.
Ayağımın altı sallanıp duruyor sanki, aşağı
bakmam mümkün değil, sağıma soluma,
uzaklara bakabiliyorum. Bu yükseklikten hem
korkuyorum hem yurdumun ne tarafta olduğunu
anlamaya çalışıyorum.
Sonunda ülkemin bayrağının şekli konan,
başkentinin adı yazılan plakayı buldum. Mesafe
4591 km.
Sağ yanımda çok uzaklara, üstelik bizim yurdumuza
doğru bakan bir dürbün varmış.
Ona yapıştım. Tüm dikkatimi, tüm gayretimi
toplayıp onu Vatana doğru çevirdim. O yükseklikten
Vatanımı, hiç değilse onun çıplak
dağlarının doruğunu görmek istedim. Benim
Vatanım da görünmeyecekse o büyük mühendis
bunu niye kurdu ki?
Hayalim Vatan yolunda. Ne kadar baksam da
kül rengi göklerin arkasında hiçbir şey görünmedi.
Görünmeyen şey Eyfel’in dağına çıktığında
da görünmeyecekmiş meğer.
“Bu çelik kule kurulduğunda…”
Çocuğun sorunun devamını söylemesine fırsat
vermedim.
“Biz devenin üstündeydik.”
Çocuk buna şaşırdı. Doğrusunu söylemek gebiz bir zamanlar bununla gurur duyuyorduk.
Uzaktan gelen işgalcilere “Biz havut
kalesinde yaşıyoruz!” diye efeleniyorduk. Elbette,
az nüfuslu millet için geniş bozkırlarda
göçen konan “havut kalesi” çok uygun bir
yaşam alanıydı. Devenin üstü serindi. Aşağıda
köpek havlasa da o seni ısıramazdı. Ama
talihin ters giderse devenin üstünde de köpek
ısırabilir sonuçta. Boşuna “İşi döneni devenin
üstünde it dalar” demiş olamaz atalarımız. Ya
gerçekten de bizi devenin üstünde it daladıysa?
Yoksa niye böyle asırlar boyu deveden
inmeden oturalım?
Dışardan gelen düşman bizim “havut kalemizi”
hiçbir zaman alamadı, aslında onu almaya
da çalışmadı, iş toprağımıza gelince çok
rahat yağmaladılar. Biz “havut kalesinde” devenin
üstünde düşmandan saklandık. Onlar
ise devenin üstündeki adamı görmemiş gibi
yapıp, toprağımıza sahip çıktılar. İstedikleri
yerden demiryolu geçirdiler, istedikleri yere
baraj yaptılar. İcabında ırmağımızın önüne
set çektiler. Öfkelenirlerse o seti yıkıp, biriken
suyu serbest bıraktılar. Sonra bütün zenginliğimizi
taşımaya başladılar. Biz ise devenin
üstünde oturuyorduk.
Elbette bizimkiler tarih boyu hep devenin üstündeydi
desem abartmış olurum. Onların ata
bindiği devirler de olmuş. O zaman çok uzak
mesafelere ulaşmayı başarmışlar; Doğuda
Çin’e, batıda Roma’ya kadar gitmişler. Onlar
atın üstündeyken Yakın Doğu’da sultan olmuşlar.
Sonra tekrar: “Aman yahu, buralarda
bizim develerimizin otlayacağı çiçekli deve
dikeni bitmiyor, toprak yeterince tuzlu değil,”
diye o boş ve geniş bozkıra dönüp gelmişler.
İşte ondan beri bu kadimi hayat devam ediyor.
“Filan yurtta bir değişim olmuş,” haberlerini
işitiyoruz. Bizde ise değişen bir şey yok.
Ne değişsin ki? Hepimiz devenin üstündeyiz,
hepimizin kendi “havut kalemiz” var. Başka
yerlerden bu toprağa gelenler şehir kurdular,
okul açtılar. Biz ise bütün bunlar olurken yine
havut kalesine kurulmuş oturuyorduk.
Yerdekiler “Devenin üstüne nasıl çıkabiliyorsunuz?
Merdiveniniz de yok bir baksan?” diye
şaşkınlıkla bakıyorlardı bize. “Orada korkmadan
nasıl rahat oturuyorsunuz?”
“E, biz becerikliyiz! Biz devenin üstünde hatta
uyuyabiliriz bile.”
“Evet, siz çok yeteneklisiniz. Kimse inkar edemez.
Siz boyun eğecek bir millet değilsiniz,”
diyerek bizim ne kadar mert ve gururlu olduğumuzu
yerimizde duranlar kabullendi.
Hiç bizim için bundan yüce derece mi olur?
Gerçekten de bizi devenin üstünden kimse
indiremedi. İşte, yazık, devenin dizgini yerde
duranın eline geçti. O deveyi istediği yere yediyor,
biz de üstünde oturuyoruz.
Ben bu ağır ve acıklı geçmişimi unutmak için,
tekrar geziye çıkıyorum.
İşte, peynir üreten bir imalathane. Onun açılış
tarihi on sekizinci asır başlarını gösteriyor.
Onlar üç yüzyıldır sütten peynir yapıyorlar,
bu şekilde dünyaya meşhur olmuşlar.
Burada ise bir bira imalathanesi 170 yıldır çalışıyor.
Ürünleri dünyanın her yerine ulaşıyor.
Eğer eline geçerse bunu o devenin üstünde
oturan da zevkle yudumlar.
Bu şehirde ise dünyadaki en sağlam ve iyi
arabalar üretiliyor. Başka bir şehirde dünyada
en büyük ve iyi uçakları üreten fabrika
var. Bunlar elbette henüz yüz yılı arkada bırakamamış.
Ama öyle bile olsa o fabrikaların
temeli atılırken de bizimkiler devenin üstündeydi.
Biz çok oturduk devenin üstünde. Uzun devirler
deveden inmedik. Bizi taşımaktan o zavallı
hayvanın sırtı yağır olup, hörgücü çıktı.
Onun uzun boynu eğrildi, güçlü ayakları kaykılıp
eğrildi, yine de üstünden inmedik.
Yerde ise diğer insanlar elektriği buldu, atomu
kullanmaya başardılar, bilgisayarı icat
ettiler. Onlar sadece dünyanın bir ucundan
bir ucuna değil, hatta Ay’a da uçup geldiler.
Şimdi de Mars’a uçmaya hazırlanıyorlar.
Uçarlarsa uçsunlar, “beraber uçalım” demezlerse
sorun yok, biz Ay’ı da Mars’ı da devenin
üstünden, oturduğumuz yerden görüyoruz.
Biz hâlâ devenin üstündeyiz, çocuklarımızın
bazıları yerde. Onlar belki de kaybolup gidecekler,
onları havudun üstüne, gözümüzün
önüne almamız lazım. Ama yere inip onlarıhavudun üstüne almaktan korkuyoruz. Devenin
üstüne öylesine alışmışız ki, inmek bizim
için tehlikeli, ondan insek kim bilir belki
kendimiz de yitip gideceğiz. Yoksa, aslında,
o saldırgan köpekler kalmadı, şimdi sadece
uysal ev köpekleri var. Onlar tüylerinin bakımı
özel berberler tarafından yapılan, dişlerine,
gözlerine ve ayaklarına doktorların baktığı ilginç
ev hayvanına döndü. Eskiden köpeğin
kokusundan kurt korkarken, şimdi onlardan
şampuan kokusu geliyor. Yine de biz yere
inmiyoruz, çünkü tabanımızın altındaki toprak
o kadar değişti ki, artık nereye ayak basacağımızı
bilmek bile kolay değil. Biz devenin
üstündeyken yerdekiler bu toprağı delik
deşik ettiler. Yoksa biz artık devenin üstünde
oturmaktan eskisi gibi gurur da duymuyoruz
aslında.
Şimdi dünya bize şaşkınlıkla bakıyor.
“Aa, baksana, devenin üstünde adam oturuyor!”
diyorlar, bizim resmimizi çekip, rengarenk
gazetelerin, dergilerin sayfalarına,
ilginç bir şey olarak basıyorlar.
Beterin beteri var; devenin üstünde oturan
adam gibi adam olsa yine iyi, çoğu fotoğrafçı
nerede bir yakışıksız, yüzünde insanlıktan nişan
olmayan adam bulsa onun resmini çekiyor
ve bizim halkımız olarak dünyaya yayıyor.
Elbette, aramızda çirkin de, sakat da vardır,
ama o milletin yüzü değil ya sonuçta.
Benim halimden haberi olmayan torunum
yine sormaya devam ediyor.
“Dede, biz şimdi neredeyiz?”
Ben öfkeme hakim olamadım.
“Söyledim ya, hâlâ devenin üstünde oturuyoruz
işte!”
Çocuk “Hâlâ ne diye devenin üstünde oturuyoruz?”
diye sormak istiyor olmalı, fakat
benim öfkeden titremeye başladığımı görüp
sustu.
Bu çocuğu devenin üstüne bindirsem, dönüp
bir daha soru sormayacağını biliyorum.
27 04 03